Şiddetin Konsantrasyonu ve Kitle Hareketinde Yeni
Süreç
M. Seyhan
|
Önce küçük bir öykü
Cumartesilerden herhangi biri... Yer, Beyoğlu, İstiklal
Caddesi... Cumartesi eylemini gerçekleştirmek üzere
Galatasaray Lisesi'ne doğru yürümekte olan grup, eylem
yerine yaklaşık yüz metre kadar uzaklığa ulaştığında,
her şey başlar. Önlerine lacivert bir blok çıkmıştır.
Sonra o lacivert duvar yavaş yavaş onları kuşatmaya
başlar, bu arada dört kat lacivert içinde sıkışarak
duvara milim milim yaklaştırılmışlardır. Cop ya da sopa
değil, yalnızca iterek... En dıştaki lacivert çemberin
yüzü çevreye, olayı izleyenlere dönük ve hiçbir somut
ifade içermemektedir. Bir oyun gibi... Gerçekten, blokun
içinden bir yerlerden sloganlar yükselmese, bir tür
rugby oyunu zannedebilirsiniz. Sonra, bu lacivert duvarlar,
"alıcı" ekibin çalışması için bir yerinden
bir koridor açıyor... ve gruptan sökülenler tek tek
bu koridordan geçirilerek arabalara dolduruluyor...
Beş dakika sonra, her şey bitmiştir, lacivert blok -o
gün canı bir gösteri yürüyüşü yapmak istemiyorsa eğer-
sessizce ortalıktan çekiliyor. Cadde yine Cumartesi
günlerinin bilinen canlılığını sürdürüyor. Her şey bir
film gibi; sanki küçük bir ara verilmiş ve sonra her
şey yeniden başlamış. Konsantre şiddet, bize başarılı
bir örnek sunuyor. Ve sokak, "gücün kimde olduğunu"
öğreniyor, "çizmenin boyu" konusundaki bilgisini
tazeliyor.
Yukarıda anlatılan, bir öykü filan değil ya da bir öyküyse
eğer, "bizim" öykümüzdür... Hiç rastgele değil,
falan ya da filan polis şefinin özel tercihinden de
kaynaklanmıyor. Üstelik kendisini durmadan tekrarlıyor,
usandırıcı bir biçimde tekrarlıyor. ulucanlar Katliamı
sonrasında Sultanahmet'te yapılmak istenen basın açıklamasını
hatırlayabiliriz örneğin. Saat 13.00'te yapılacak basın
açıklamasına 20 dakika kala, polis arabaları ve Kadırga
Karakolu çoktan dolmuştur bile. Alan çevresi, hatta
Çemberlitaş ve Yerebatan Sarnıcı civarı bile futbolda
"adam adama markaj" denilen yöntemle bir tür
av alanı haline sokulmuştur. Kadıköy İskele Meydanı'nda
aynı günlerde olanlar da çok farklı değildir. Şeyda
Gergin için Galatasaray'da yapılması düşünülen basın
açıklamasında olanlar ise en son ve en canlı örnek.
İstanbul solu içinde bulunup da bu manzaradan rahatsız
olmayanlara söyleyecek sözümüz yok. Onlar bu yazıyı
okumaktan şimdiden vazgeçebilirler, kendi bilecekleri
iştir. Dergilerdeki söylemle devrimci sempatizanın somut
gözlemi arasındaki açının durmadan büyümesinden de rahatsız
olmayabilirler örneğin, nihayetinde bu da bir tercih
meselesidir. Ama, eğer bu şehirde (belki bütün Türkiye'de
ama özellikle bu şehirde) kitle hareketinin son bir
yıl içinde gözle görülür bir gerileme sürecine girdiği,
solun bu konuda şimdilik ciddi bir çözüm yolu bulamadığı
bir realiteyse, en azından Clinton-AGİT sürecinde bunu
açıkça gözlemlemişsek ve Yunan solunun yaptığı şu "densizlikler"
yüzünden devrimci gururumuz da biraz zedelenmişse...
sanırım bu kadarı bile oturup azıcık düşünmek için yeterli
bir sebep oluşturmaktadır. Tabii belleğimiz yoksa mesele
de yok! Bu ülkede bir vakitler muazzam kitle hareketleri
yaşanmamışsa eğer, Beyazıt'ı birbirine katan Deniz diye
bir fırtına hiç esmemişse, Dolmabahçe, denize Amerikalı
dökülen bir yer değil de sıradan bir sahil şeridiyse
ve biz şu 50-60 kişilik "kalabalık katılımlı"
eylemlerimize artık iyiden iyiye alışmışsak, mesele
yok.
Ama mesele var. Var ve o bize ait, bizim tarafımızdan
çözülmeyi bekleyen bir paket olarak önümüzde duruyor.
60'lı yıllara giderek kışkırtıcı sözler söylüyorsak
eğer, bu, şimdiki durumun nesnel/bize dışsal nedenlerini
dikkate almadığımız anlamına gelmiyor. Şimdi, hemen,
12 Eylül'de başlayan törpülenmeden Reel Sosyalizmin
çöküşüne dek uzanan nesnellikler sıralayabiliriz ve
çoğu da boş değildir bunların. Ama yine de bütün günahı
bulutlarını Evren ve Gorbaçov'a doğru yöneltmek, lanet
olasıca 90'lara sövüp saymak bizi bu problemin boğucu
atmosferinden bütünüyle kurtarır mı, bilinmez.
Yine şu lanetli kavram
Bilmek ya da bilme eylemine başlamak içinse, biraz geriye,
şu lanetli kavrama kadar gitmek gerekiyor: Suni Denge...
Dolayımlı bir yol, biliyoruz, ama gerekli.
1970'lerin başında Mahir Çayan tarafından şekillendirilen
ve nedense o günden beri hiç haketmediği halde hep "sınıfa
hakaret" olarak algılanan bu kavram, aslında çok
basit bir çözümlemeye dayanıyordu; basitçe özetlenirse,
M. Çayan'ın yapmak istediği şey, baskıcı devlet geleneğiyle
bütünleşmiş olan yeni-sömürge düzeninin halk kitlelerinde,
onların politik tutumlarında nasıl bir değişiklik meydana
getirdiğini anlamaktan ibaretti. Çeyrek asırlık bir
kararsızlık ve gelgitlerden sonra, 1940'ların ortalarında
artık yeni dünya düzeni içinde yerini almak, mevcut
birikimini tamamen pervasız bir biçimde sistemle bütünleştirmek
isteyen Türkiye, bu adımı attığında, toplumsal dokuda
ciddi sosyal/psikolojik değişikliklerin gerçekleşmesi
kaçınılmazdı. İkili anlaşmalar, yardımlar, çokuluslu
şirketlerin istilası Türkiye'yi şantiye haline getirmişti
ve böylece başlayan "kalkınma hamlesi" gerçekten
kırlardan büyük kentlere dek bütün sosyal yaşamı derinden
etkilemiş, alt üst etmişti. 1940'ların ortasında başlayıp
50'lerde tempo kazandıktan sonra (1958'deki sarsıntıya
rağmen) 1960'ların sonuna dek az çok istikrarlı bir
çizgi izleyen bu "gelişme" temposunun en önemli
etkisi, hızla tekelleşen ekonomik yapı aslında sınıfsal
sıçramaların önünü tıkamış olduğu halde, sanki bunun
mümkün olduğu biçiminde bir yanılsamanın oluşması ve
(bütün sınıflarda değişik ölçülerde olmak üzere) "bu
düzen içinde de vaziyeti idare etmenin mümkün olduğu"
illizyonuna yol açmasıydı. Osmanlıdan gelen devlet geleneği
ve kurumsallaşmış bir faşist yönetim tarzında kendini
ortaya koyan yoğun baskı ile birleşen ve esasen o zemine
oturan bu illizyonun esas sonucu ise, sistemin toplumsal
tepkileri dengeleyici mekanizmalarının (giderek zayıflayan)
bir işleyişinin var olması ve böylece kitlelerin devrimci
alternatife meyletmesinin belli bir "sürtünme"
ile gerçekleşmesiydi.(1)
Şüphesiz böyle bir "açıklayıcı kavram", tanımı
gereği kendisini oluşturan koşullarla bağlıydı. Söz
konusu dengeleyici mekanizmalar ve "sürtünme",
sistem kendi hastalıklı "gelişme"sini (aksaklıklarla
da olsa) devam ettirebildiği sürece anlamlıydı; aksaklıkların
derinleştiği her noktada ise devreye açık faşist uygulamalar
giriyordu. Daha doğrusu, sözkonusu durumun temelini
oluşturan iki unsurdan biri olan zor, kendisini daha
fazla açığa vuruyor ama bu aynı zamanda sistemin mekanizmalarının
zayıfladığını kanıtlayan bir gelişme oluyordu.
Elbette sistemin "cicim yılları" kalıcı değildi.
1965'lerde en yüksek performansını gösterdikten sonra
70'lere yaklaşırken bünyesindeki marazi öze yenilmeye
başlayan yeni-sömürge kalkınması, 12 Mart'la düzlenmeye
çalışılan ortamda 74 popülizmine yol açıp son barutunu
tükettikten sonra, 80'lere doğru gelip yoğun bir istikrarsızlık
noktasına dayanmıştı bile.
Oyunun yeni kuralları
Sistemin tıkanma noktasında gündeme gelen 1980, başarılı
sayılabilecek bir ezme ve düzleme operasyonuydu. Ancak,
gelinen noktada da artık 50'lerin, 60'ların yedekleyici/tolore
edici temposunun yeniden yakalanması imkânsız hale gelmişti
ve artık yeni arayışların gündeme gelmesi kaçınılmazdı.
Söz konusu arayışın 80-83 aralığında uygulanan IMF programında
bir ölçüde karşılığını bulduğu bugün rahatça söylenebilir.
Kısaca "yüksek enflasyon temposunda üretim-dışı
para kanallarının açılması ve bütün kontrollerden kurtarılması"
olarak özetlenebilecek bu yeni politikanın temel işlevi,
sistemin bir tür sosyal-Darvinizmin kapılarını ardına
kadar açarak bunun üzerine inşa ettiği yeni ideolojik
formlarla birlikte, artık 60'lardakine benzemeyen bir
yoldan giderek yeni dengeleme/yedekleme yolları bulabilmesi
ve devrimci güçlerin ezildiği koşullarda, bunları nisbeten
işler bir halde kalıcılaştırabilmesidir; yani gelinen
noktada geçici bir iğfal ya da basit dezenformasyon
değil, oturmuş bir "yeni düzen" vardır önümüzde.
Gelir dağılımı uçurumunun sürekli derinleştiği koşullarda,
kıyılara çarpa çarpa genişleyen büyük bir para denizinin
yaratılması ve bütün denetimlerden/setlerden kurtarılarak
tamamen şekilsiz bir yığın haline dönüştürülmesi, şüphesiz
klasik iktisat bilimi açısından matah bir başarı sayılmazdı,
ama beraberinde sürükleyip getirdiği ideolojik formlarla
(ya da bütün formların deforme edilmesiyle) kendini
rasyonalize eden bu operasyonun siyaseten başarılı olduğu
ve sistemin böylece sokaktaki adamın zihnine yönelik
ciddi bir zafer kazandığı söylenebilir. Solun gözünü
gelir dağılımı rakamlarına dikip safdilce umutlandığı,
bu manzaranın mantıki sonucunun devrimci bir kıpırdanış
olması gerektiğini düşündüğü süreç boyunca, tam da kritik
noktada imdada yetişen "vakayi hayriye" (reel
sosyalizmin çöküşüyle birlikte emperyalist sistemin
genel trendinin yükselişi) yardımıyla önünü açan, bu
imkânları "şarklı" yöntemlerle de zenginleştiren
83 ekibinin bu anlamda bir başarının altına imza attıkları,
bugün daha net görülebiliyor.
Kasıtlı olarak yüksekte tutulan enflasyon oranının yarattığı
güvensiz ortamda olağanüstü düzeyde genişletilmiş "üretim-dışı"
(hatta "normal ticaret-dışı") para kanallarıyla
oluşturulan (ve çoğu kez "kayıt-dışı" kavramının
yanlış yorumlanmasından hareketle "ekonomi dışı"
sanılan) "deli para" havuzu bu belirleyici
alanlardan en önemlisidir. Bu büyük para denizinin,
kaçakçılık ve uyuşturucu bir yana bırakıldığında ve
yalnızca "yasal-yasallaştırılmış" bölümü dikkate
alındığında bile ortaya nasıl büyük rakamların çıktığı
biliniyor; ama siyasi anlamda bir buzdağının yalnızca
görülebilen kısmı olarak...
70'lerin sonunda tıkanan yeniden üretim sürecinin derdine
deva olarak bulunan monetarist çözüm, zaman içinde kazandığı
yeni mevziler, akışı düzenleyen kurallar ya da kural-dışı
yolların organizasyonuyla, ilk mimarlarının bile hayal
edemeyeceği politik/sosyal işlevleri sırtına alıp yüklendi."Halkımıza
toz kondurmamak"ta kararlı olan solun büyük çoğunluğunun
gözden kaçırdığı, aynı sürecin artık berbat şekilde
çöküntüye uğramış bulunan dengeleyici mekanizmaların
"onarılması"na da denk düştüğüydü.
Sol, "orta sınıfın eriyip kaybolduğu", "kutuplaşmanın
derinleştiği" tezleriyle oyalanadursun, bu havuzun
katılım kanallarının akla hayale gelmez yüzlerce yeni
yoldan her gün daha fazla genişletilmesi sonucu, "tümüyle
kaybetmişler" dışında bütün sosyal tabakaları kesen
bir yeni illizyon oluşuyordu. "Deli para"
havuzu artık her "emekli ikramiyesi"nin, her
"üç kuruş birikmiş"in ve bütün "kefen
paraları"nın katılabildiği ölçüde genişleyip, "yastık
altındakini ekonomiye aktarma" şeklinde ifade edilen
o ilk amacın çok ötesine geçerek çok büyük sığ alanlar
yarattığında, yüzme bilmeyenleri de kendi sahillerine
çekiyordu. Derinlere gidenlerin çoğu boğuluyordu gerçi
ama başını suyun üstünde tutabilenler de kıyıda ve bunlar
bekleyenler için güçlü bir umut kaynağıydı. Sadece spekülatif
para alanı değil ("havuz"dan sadece Borsa
gibi dar alanlar anlaşılmamalı) genel olarak "üretim-dışı"
ekonomi denilen ve geleneksel klanların da şikayetçiymiş
gibi görünerek boylu boyunca içine daldıkları bu geniş
alan, yarattığı yüzlerce yeni para kazanma ve "sınıf
atlama" biçimleriyle toplumdaki yerinden şikayetçi
olan herkes için yeni "ışık"lar yakıyordu.
Hamallıktan patronluğa değil tabii (o kadar uzun boylu
değil! En alttakileri tümüyle dibe iten bir düzendi
bu) ama yeterince rasyonel (aynı anlama gelmek üzere
"ahlaktan arındırılmış") olunabilirse, dükkandan
ya da "birikmiş üç kuruş"tan atölyeye, oradan
da "ihracat olayı"na girilebilir, "köşeler"
dönülebilir gibi görünüyordu. Salt "görüntü"
değildi bu; bütünüyle "dönülemez" olsaydı
eğer, elbette "köşe" kavramı da anlamsız olurdu.
Ama bazen dönülebiliyordu ya da bu maceraya girenlerin
bazıları dönebiliyordu.
Yani salt demogojiyle karşı karşıya değildik: Sonuçta,
ne olursa olsun, yarattığı ideolojik deformasyonla birlikte
bu yeni düzen, milyonlarca insanı yeniden (ve bu kez
60'lardakine pek benzemeyen bir yoldan) ekonomik sürecin
"kenar"ında toplayıp yaşamlarını orada "bir
biçimde" idame ettirebilmelerini sağladı; üstelik
derin çöküntülere uğramadıkça da bunu devam ettirebileceğini
kanıtladı.
Böylece klasik iktisadi verilerle düzenlenen gelir dağılımı
tabloları büyük ölçüde yanıltıcı ve geçersiz hale gelirken,
bu tablolarda en üst ve en alt gelir grupları arasındaki
uçurum rakamsal olarak büyüdüğü halde, aslında iki grubun
arasında bir yerde resmen görünmeyen kocaman (ve çok
heterojen/şekilsiz) bir topluluk oluştu: Yüzlerce yeni
yoldan hayatını kazanan, düzenin kaderiyle kendi kaderlerini
birbirinden pek ayrı görmeyen milyonlarca insan... Ve
tabii buna yeni dönemin bir başka özelliğini de eklemek
gerekiyor. Aynı süreçte taşradaki bazı illere de bu
pasta dilimlerinin yayılması ya da oralardaki hırslı
"kaplan"ların kendilerine doğru açtıkları
kanallarla havuza daha fazla dahil olmaları, bir yandan
orta büyüklükte taşra metropolleri (ve tabii sınıf atlama
umutları) yaratırken, diğer yandan da tepkileri kendi
kademesinde nötralize edebilen yerel denge unsurlarını
da geliştirdi.(2)
Para sisteminin fakültelerde öğretilen kavramlarla açıklanamayan
bu bölümü artık bir "kusur" değil, Türkiye'nin
de ötesinde dünya kapitalist sisteminin asli unsurlarından
biri, hatta bazı bakımlardan kendisi haline gelmiştir.
Klasik iktisadın ya da Marksist ekonomi politiğin kavramlarına
sığsın ya da sığmasın, bu sektör günümüzde, özellikle
Türkiye ekonomisi için onarıcı bir işlev yüklenmiştir;
çünkü netice itibarıyla, nereden ve nasıl sağlanıyor
olursa olsun bu para çarpık kapitalist işleyişin en
önemli sorunu olan dolaşım sorununu çözmektedir. Söz
konusu meblağ, bir şekilde kanallar arasında akıp dolaşmakta,
havuzlara girip çıkmakta, düğüm noktaları oluşturup
çözerek yoluna devam ederken genel bir canlılık sebebi
olmaktadır.
Bu canlılık elbette dolaşımı kontrol edenler açısından
büyük zenginlikler ve rantlar ifade etmektedir ama daha
önemlisi aynı dolaşım canlılığı geniş kitleler için
de psikolojik/sosyal bir anlam ifade etmektedir. Çünkü
böylece sistem, ciğerlerindeki kansere rağmen dıştan
bakıldığında damarları şişkin, kanlı canlı bir organizma
gibi görünmekte ve bu "canlılık" büyük rant
sahiplerine çıkar sağlarken, daha alt tabakalara ise
yedekleyici bir "illizyon" biçiminde yansımaktadır.
İmdada yetişen çöküş
Öte yanda reel sosyalizmin çöküşü tam da bu aşamada
imdada yetişmiş ve bir yandan emperyalist sistemin moral
trendini esaslı bir biçimde yukarı doğru çekerken diğer
yandan da "Türki" dünyada ve İç Avrupa'da
yeni "iş" imkânlarını -umulduğu kadar olmasa
da- aralamıştır. Bütün bu altüst oluşlar içinde, "halk"
dediğimiz o heterojen yığının ve onun tek tek tabakalarının,
bireylerinin davranış biçimlerinin, düzenle kurdukları
ilişkilerin -değişik düzeyler ve biçimlerde- etkilenmemesinin
düşünülemeyeceğini söylemek istiyoruz. Uvriyerizm şampiyonları
kuşkusuz çok öfkeleneceklerdir ama işçi sınıfını da
derinden etkileyen bu yeni durumun, geçmişten farklı
yedekleme ve pasifikasyon biçimleri yarattığını herhalde
kabul etmek zorundayız. Yoksa, mevcut durgunluğu, yalnızca
medyatik bombardıman, "çöküş"ün etkisi ya
da baskı gibi sebepler aracılığıyla açıklayamayız; bu
yalnızca zihinsel bir tembelliğin ifadesi olabilir.
Tabii ki bütün bunlar kolayca başarılamadı ve 60'lardaki
gibi "sağlam" temellere de yaslanmıyordu.
Ama "iyi talih" de yardım etti doğrusu, toplumsal
dokuya yaygınlaştırılmak istenen yeni ideolojik form
için, reel sosyalizmin çöküşü bulunmaz nimetti. Her
şeyden önce Reel Sosyalizmin gürültülü çöküşünün, sokaktaki
insan için ifade ettiği anlam ile devrimciler için ifade
ettiği anlam arasında çok ciddi bir fark vardı. 70 yıllık
işçi emeğimizin bir yıl gibi kısa bir sürede yerle bir
olması, bizim için de moral bir çöküntü ve şaşkınlık
anlamına geliyordu elbette. Ama öte yandan bu olay,
yine de, bizim için, ortaya çözümlenmesi gereken yeni
sorunlar çıkartan bir "sosyal olay"dı. "Yılgınlık",
"düş kırıklığı" gibi kavramlarımız vardı tabii,
ama "niye böyle oldu", "nasıl yeniden
yürünebilir" gibi sorularımız da mevcuttu dağarcığımızda;
"biz söylemiştik zaten" diyebiliyorduk, "çöken
sosyalizm değildi ki" deyip kendimize iyi kötü
yeni kapılar açabiliyorduk. Oysa "çöküş",
90'lara gelinceye kadar zihni zaten yeterince örselenmiş
olan sokaktaki insan için tam bir felaket anlamına geldi.
Böylece çöken, mevcut düzenin, içinde yaşadığımız şu
pislik yığınının "alternatifinin var olabileceği"
fikriydi; topluca ve örgütlüce davranıldığında dünyanın
değiştirilebileceği yolundaki belli belirsiz umuttu
çöken.
Bütün aidiyet ilişkilerimize, himaye edici/onarıcı zeminlerimize
rağmen bizim bile çok ciddi bir sarsıntıya uğramamıza
neden olan karşı devrim dalgası, sokaktaki insanı -sadece
bir biçimde sola yakın olan tabakaları değil, herkesi-
korkunç bir yalnızlık ve yılgınlık içersindeyken yakaladığında,
sonuç hiç sürpriz olmadı.
Postmodern filozofların erkenden yumurtladıkları "tarihin
sonu geldi ve bütün kurtuluş felsefeleri tükendi"
biçimindeki hikmet, sokakta karşılığını bulmakta zorlanmadı.
Daha doğrusu, kamu fikrinin ve kamusal davranışın boşa
düşmesi, sol için yeni yeni bir "tartışma"
konusu haline gelirken, sokakta çoktandır yaşanan şeydi,
gerçekti. Baskı aygıtını organize ederek kendisini kalıcılaştıran
cunta döneminden başlayarak uygulamaya sokulan ekonomik
mekanizmalar, böylece ilk mimarlarını bile şaşırtacak
ölçüde geniş ve verimli bir zemin yakalamıştı. "Mevcut
düzen içinde durumun idare edilebileceği" yolundaki
illizyon, bu kez bir diğeriyle, "zaten başka bir
alternatifin de bulunmadığı" yolundaki daha "sağlam"
bir yanılsamayla birleşiyor ve katmerli bir politik
pasifikasyonun nedeni oluyordu.
Rasyonalizm ve konformizm
Durumu anlamamızda yardımcı olabilecek bir başka anahtar
kavram olan "rasyonalizm" de işte böyle bir
büyük buluşma ortamında sürece damgasını vurdu. Dönemin
esas eğilimi, vicdandan arındırılmış soğuk bir "akılcılık"tır.
Bu atmosfer içinde Türkiye son on beş yılda, "vefa",
"özveri", "sadakat", "söze
bağlılık" gibi "hayatı zorlaştıran" bütün
kavramları silip süpüren bir zihniyet karşı-devrimini
yaşadı. Hele "başkalarını düşünmek" kavramı,
en tehlikelisi oydu ve ezilip un ufak edilmesi gerekiyordu;
ezildi de.
Kapitalizmin dünya ölçeğinde yaşadığı iletişim sıçraması
ve buna bağlı olarak olağanüstü düzeye ulaşan medyatik
hegemonya da aynı sürece denk düştü ve şüphesiz her
şeyi daha da kolaylaştırdı. Bir cunta kurumu olan YÖK
de gerçek "ürün"lerini tam böyle bir "akıllanma"
sürecinde vermeye başlıyordu. Türkiye'deki eğitim kalitesinin
düştüğü yolundaki sol eleştiri bir bakıma çok haklı
sayılmazdı. Bir başka noktadan bakıldığında aslında
bunun tam tersi de söylenebilirdi. Eğitim sistemi, bir
başka anlamda çok kaliteliydi; yeni bir yaşam alanına
ve yeni vicdani problemlere adım atılan yer anlamında
üniversiteler ortadan kaldırılırken, belki de ilk kez
sistem açısından gerçek işlevine oturmuş oluyordu: İyi
kalitede teknik eğitim! İçinden bütün etik ve vicdani
unsurların ayıklandığı bir bilim, rasyonalite dini için
eşi bulunmaz bir partnerdi ve bu ikisi bir üçüncü dostlarıyla
buluşmakta gecikmediler: Konformizm...
"Körleştirme/ahmaklaştırma" saptamaları bu
anlamda çok doğru değildi; tam tersine "gözü açık"
ve "cin gibi akıllı" bir kitleyle karşı karşıyaydık.
Çünkü burada sözkonusu olan, pislikleri, katliamları,
yoksulluğu, vb. görmeme değil, görmekten kaçınma ya
da gördüklerini "rasyonalizasyon" süzgecinden
geçirerek sindirilebilir hale getirme eylemiydi; yeni
insanın zihni böyle çalışıyordu. Üç adım ötede olup
biteni "bilmeyen", komşusunun boğazlanmasını
"duymayan" insan tipi böyle bir dönemin ürünüydü.
Buradan, "alt sınıflara doğru inildikçe daha iyi
şeylerle karşılaşılacağı" sonucu da otomatik olarak
çıkmıyordu; deformasyon ve çürüme, toplumu öyle derinden
kesip geçmişti ki, orada da, en altta bile "kafayı
çalıştırmak" ve "riske girmemek" altın
kural haline gelmişti; ironik olarak "riske atacak
varlıklara sahip olmayanlar" için bile geçerliydi
rasyonalizmin soğuk mantığı.
Ve bu manzara, yeni liberalizmin sloganına cuk oturuyordu:
Altta kalanın canı çıksın!
Aynı dönem, yeni ekonomik düzenin ve riyakâr rasyonalizmin
gereksinmelerine uygun düşen yeni bir dindarlık biçiminin,
deyim yerindeyse bir "Özal dini"nin biçimlendirildiğine
de tanık olduk. Aslında bu çok da yeni bir şey değildi,
oportünist dindarlık ve tersine takiyye (dine karşı
takiyye) konusunda Özal, Menderes geleneğini devralmıştı.
Yeni sömürge kalkınması yıllarında DP-AP tarafından
yedeklenen ve bu gelişmenin hem payandası hem de en
yağlı müşterisi olan Nur Cemaati deneyimi de yine Özal'ın
birkaç adım gerisinde duran çok canlı bir deneyimdi.
Böylece, çağın asıl dini olan, konformizme uyumlu hale
getirilmiş ve içinden bütün vicdani/ahlaki unsurları
ayıklanmış bu müslümanlık biçimi, monetarist yoldan
yaratılmış yeni insan tipinin çok ciddi bir ideolojik
dayanağı olmuştu.
Bunun bedeli, halkın "temsili demokrasi"yle
olan bağlarının zayıflaması, bir tür umursamazlık içine
gömülmesi ve merkeze büzüşmüş olan burjuva politikasının
kimsenin %20'yi aşamadığı bir politik istikrarsızlığa
kilitlenmesi gibi görünüyordu. Ama bu gerçek bir sıkıntı
sayılmazdı aslında; "büyük atılımlara, reformlara
izin vermeyen politik ortam"dan sık sık şikayet
edilse de, bu yeni politik istikrarsızlık biçimi, devrimci
bir sonuca yol açmayacak bir "çürüme" halinden
kaynaklanmaktaydı artık ve ciddi bir tehlike içermiyordu.
"Güvenliğin" ve hatta bütün bütüne siyasal
işlevlerin ordu-polis gücüne, ekonominin de teknokratlara
-ve işin kendi seyrine- bırakıldığı, üç ay hükümet olmasa
kimsenin bunu farketmeyebileceği bir noktaya gelindiğinde,
devlet umulduğundan da fazla küçülmüştü aslında, ama
temsili bölümü bakımından... "Diğer" bölümü
ise tarihte görülmemiş ölçüde güçlenmiş ve organize
edilmişti süreç içersinde; üstelik sanıldığı kadar da
birbiriyle hep kavga halinde olan "eşgüdümsüz"
bir varlık çıkmamıştı ortaya; sonuçta MGK bünyesinde
rasyonel bir işleyişe kavuşturulan, zaman zaman uçları
törpülenip disipline edilen bir karışıklıktı bu.
Böylece varılan noktada, gündelik politika bakımından
kim ne kadar mızmızlık ederse etsin aslında bir denge
mekanizması yaratılmıştı: Bir yandan "politika"
alanı üzerinde -ve bütünüyle günlük hayat üzerinde-
her an her şeyi ezebilecek bir ağırlık oluşur ve alternatif
arayışını daha en baştan boğarken, aynı ağırlık -onunla
hesaplaşacak bir kuvvet mevcut olmadığı sürece!- toplumsal
düzenin tek bir tuğlasının bile yerinden oynamayacağı
fikrini pekiştirip halkın bilinçaltında bir saplantı
haline getiriyor ve toplumsal muhalefetten kopuşu rasyonalize
ediyordu.
Devlet kurumlarına olan güvenin tarih boyunca hiç olmadığı
kadar zayıfladığı bir dönem yaşandığı halde, "yönetilenlerin"
pekala "yönetilebildiği" bir durum, böyle
bir yoldan yaratılabilmişti işte: "Yönetenlere"
duyulan güvensizliği, "yönetilenlerin" kendi
kendilerine duydukları güvensizlikle dengeleyerek...
Şiddetin yeniden biçimlenişi: konsantrasyon
Çünkü bütün bunlar olup biterken bir yandan da devletin
şiddet makinesi, cunta dönemiyle bile kıyaslanmayacak
ölçüde büyütülüyor, organize ediliyor ve karmaşıklaştırılıyordu.
Ama bu yalnızca şişkinlik anlamında nicel bir büyüme
değildi; cunta döneminde kazanılan deneyimler ve "bir
yerlerde" gerçekleştirilen üst düzey eğitimler
"ilk mezunlarını" veriyor ve şiddet aygıtının
ilk kez konsantrasyon gücü de artıyordu. Böylece aygıt,
konsantre birimleri yoluyla eski kaba çalışma biçimlerinden
kısmen sıyrılarak, muhalefetin çeşitli güçleri üzerinde
gerektiği kadar güç uygulayabilecek bir rasyonel yoğunlaşmayı
gerçekleştirebiliyordu. Artık örneğin Ziverbey Köşkü'nün
tarihe karıştığı ve İlhan Selçuk gibilerinin rahatsız
edilmeyeceği kesindi; Ali Sirmen ve diğer Barış Derneği
üyeleri de öyle. Tabii ki "şarklı" tarzın
kaba saldırganlığı aygıtın personelinin faşist ideolojiyle
baştan donanmış olmasından ötürü ortadan kaldırılamadı
ama burada amaçlanan ve kısmen de ulaşılan hedef önemliydi:
Şiddetin ikiye bölünmesi ve solun marjinalizasyonu.
Yani konsantre birimler aracılığıyla ve bizim sandığımızdan
daha titizlikle depolanan bilgilerin yardımıyla "tehlikeli"
uçların çıplak ve acımasız şiddetle ezilmesi ve diğer
yanda olağanüstü kalabalığıyla, her köşede hazır ve
nazır olan yapısıyla aygıtın yarattığı kısmen estetize
edilmiş, bir "bilinç biçimi" halinde yerleştirilmiş
baskı... İkincisi, sustuğunuz sürece ya da sistemi yalnızca
lokal alanlarda sorgulayan bir üslupla konuştuğunuz
sürece, kısacası "akılcı" davranışın sınırlarını
aşmadıkça size dokunmayan (dokunmaması gereken - buna
da pek güvenilmez doğrusu) ama dokunabileceğini bildiğiniz
şiddettir. Böylece kendi silahlı düşmanlarını acımasızca
ezen (bu bir meşru müdafaadır!) ama makul yurttaşlara
yönelmeyen bir şiddet aygıtıyla karşı karşıya kalırız
ve bu arada "neyin tehlikeli olduğunu" öğrenmiş
(daha doğru bir deyimle, "sezmiş") oluruz.
Örgüt evine gaddarlık, izinli gösteriye lacivert duvar
baskısı! En azından teorik olarak öngördükleri buydu.
Ama bu kadar da basit değildi tabii; aygıtın "tam
konsantrasyon"u bozan, zaman zaman "makul-meşru"
gösterilerin bile kana bulanmasına neden olan denetlenemez
saldırganlığı, bir yanıyla genel planı aksatan, "hoş
olmayan" bir durumdur; ama öte yandan aynı durum
"istenilir" bir şeydir de. Çünkü bu "güvenilemez",
belirli bir denetim altında davranmıyormuş gibi görünen
sınırsız saldırganlık, kimse için herhangi bir "garanti"nin
mevcut olmadığını bize kanıtlar; böylece korku, daha
pasifize edici olan bir başka "insanlık hali"ne
dönüşür: Kaygı... "Anlık-olan", artık "sürekli-olan"a
dönüşür ve "rasyonel" davranışın, makul muhalefetin
tam ölçüsü o kadar belirsizleşir ki, mümkün olan en
geri noktada/mümkün olabilecek en tam "hareketsizlik"
konumunda kalmak, tehlikeden tümüyle uzak durmanın "en
sağlam" yolu haline gelir. Bu açıdan, aygıtı organize
eden teorisyenlerin "batılı" planlarının pratikte
"şarklı" yöntemlerle buluşması, bir aksaklık
değil, tamamlanmadır aslında.(2)
Solun buna karşı tepkisi ise başlıca iki yoldan gelişti:
Ya kendi üzerindeki "tehlikeli" imajını ortadan
kaldırmak için şirinlik yaparak kitlelerin bulunduğu
yere, merkeze doğru kaymak ya da otomatik bir meşruiyet
varsayımıyla yapılan kör eylemlerle marjinalizasyon
politikasına su taşımak ve merkeze kaçma eğilimini artırmak.
Sonuçsa her durumda aynıydı: "mevcut düzen içersinde
de durumun idare edilebileceği" illizyonuyla şaşırtılmış
ve tepkileri kısmen dengelenmiş olan "iyi yurttaşlar"ın,
ayrıca bu illizyonun dışına çıkmanın da tehlikeli olduğuna
"ikna" edilmesi...
Uluslararası ikna: naklen terör
Hem yalnızca yerel aygıtlar ve faktörler aracılığıyla
değil, uluslararası şiddet aygıtını da devreye sokarak
gerçekleştirilen bir "ikna" söz konusuydu
1990'lara gelindiğinde. Kör/topal bir sosyalist blokun
var olduğu bir dönemden "köpeksiz köy" düzenine
geçilmesinin Türkiye açısından en simgesel ifadesi olan
Körfez Savaşı, bu konuda gerçek bir dönüm noktasıdır.
Emperyalist ittifakın ve YDD denilen şeyin dünya üzerinde
yeni egemenliği, başka hiçbir olayda Türkiye insanı
için bu denli somut olarak kendisini ortaya koymamıştır
ve başka hiçbir olay yukarıdaki bölümlerde reel sosyalizmin
çöküşü üzerine söylediklerimizi (olayın sol üzerindeki
etkileri ile sokaktaki insan üzerindeki etkilerinin
farklı farklı olması) bu kadar açık biçimde kanıtlamamaktadır.
Dünyanın bu ilk "naklen" savaşı, sol için
konjonktürel çözümlemeler ve "nasıl karşı çıkılabilir,
hangi eylemler yapılabilir" gibi sorular bakımından
bir anlam ifade ederken, her sosyal tabakadan Türkiye
insanı üzerindeki etkisi tam bir felaketti. Göstere
göstere yapılan bu operasyon (ya da şov!) herşeyden
önce sokaktaki insanın, insan olarak kendisine güven
duygusunu sıfır noktasına dek çekti, insanların kendilerini
bir böcek kadar değersiz ve güçsüz hissettiği günlerdi
o günler. Kimsenin engelleyemediği, kimseyi umursamayan
bir güç vardır karşımızda ve bu güç bir ülkeyi (bu ülkeyi
kanlı bir zalimin yönetmesi burada ikincil bir sorundur)
parmağıyla ezebilmektedir; dolayısıyla onun zararlı
ilan ettiği başka herhangi bir girişimin de ezilmesi
mukadderdir! İşte sonuç buydu tek insan açısından.
Böylece, önceki paragrafın sonunda birbirine bağladığımız
zincirin halkalarına ("mevcut düzen içinde durum
idare edilebilir" ve "yeni bir alternatif
arayışı tehlikelidir") bu kez bir yenisi eklenmekteydi:
Bir başka alternatif dünyanın şartları bakımından imkânsızdır
da! Bizim dolayımlı ve karmaşık olan soyutlama dünyamızın
tersine, tek aşamalı ve basit işleyen sokaktaki insanın
soyutlamasında varılan kaçınılmaz sonuç buydu: Sistem,
kendi dışında yapılacak bir denemeyi boğabilmektedir.
Akıllı ol ve tehlikeden sakın! Bizim üzerine sayfalarca
süren çözümlemeler yaptığımız YDD olgusunun, günlük
hayattaki somut karşılığı işte buydu.
AB süreci belirleyici mi
Aslında tam anlamıyla "bıçak sırtında" gerçekleştirilen
bu operasyonun başarısı bir tür 'kader'miydi, bu tartışılır
tabii ama 90'ların sonunda yaşadıklarımızın yaklaşık
olarak böyle bir şey olduğu açıktır. Ve yine görülmektedir
ki, karşı karşıya olduğumuz şey, AB süreciyle ilgili
bir durum değil, çok önceden başlamış bir operasyonun
devam halkalarıdır. Oligarşi, solun halihazırdaki geriye
kayma halinden yararlanarak bu gerilemeyi kalıcılaştırmaya
çalışmakta, bunun için şiddet aygıtını teknik kapasite
ve gaddarlık bakımından yetkinleştirirken, doğrudan
şiddetten 'muaf' tutulacak kesimleri çoğaltmakta, daha
doğrusu aygıtı Orwellvari bir biçimde bütün toplumsal
tabakalar üstüne yayarken, asıl alternatif güç olan
"sokaktaki sol"u tam boy hedef olarak belirlemektedir.
Bu ayrım artık yeterince nettir ve zaten net olarak
algılanması da oligarşi tarafından istenmektedir.
Politika merkezde yapılacak! Asli kural budur ve bunu
bozma yönündeki her girişim, karşısında medyatik linç
de dahil olmak üzere şiddetin değişik dozlarını bulmaktadır.
Eski solcu köşe yazarlarının Clinton yalakalıkları,
bu bakımdan fazla tedbirliliktir aslında; çünkü bundan
biraz fazlasına da izin vardır. İzin verilen sınırın
bittiği yer ise, düzenin merkezi kurumlarının sorgulanması,
daha doğrusu bu sorgulamanın radikal bir tarzda yapılmasıdır.
Bu, Vatan Caddesi'ndeki sorgu hücreleriyle "normal"
polis memuru arasına, gerçekte mevcut olmayan, göstermelik
bir ayrım noktası konulması anlamına gelmektedir. Yani
eğer istemezseniz, yalnızca ikincisinin "normal"
hoyratlığı ile (ne de olsa sert bir meslek!) karşılaşmakla
yetinebilir, muhalifliğinizin dozunu, birinciyle hiç
tanışmayacağınız bir noktada tutabilirsiniz.
Bu anlamda sivil toplum örgütleri de, "memlekete
faideli", kurumlardır, "demokratik hayatın
vazgeçilmez unsurları"dırlar; yeter ki devrimci
alternatiflerin etki yörüngesi altında kalarak merkezi
işleyişi zaafa düşürecek bir düzeye ulaşmasınlar. Basın
iyidir, bütün ihalelere burnunu sokabilir, ordununkiler
hariç... Çetelerin araştırılması iyidir, bütün araştırmaların
bir karanlıkta boğulması ve esas oğlanların hiç zarar
görmemesi koşuluyla... vb.. vb..
Kısacası TV haberciliği alanında uğur Dündar'ın açmış
olduğu çığır (sucuk imalathanelerine baskın, Pınar-Maret'e
övgü; bankerlere saldırı, bankalara koşulsuz güven;
yolsuzluk yapan kötü işadamlarına lanet, tarihin en
büyük hırsızlığı olan "artı-değer" hırsızlığının
faillerine dalkavukluk...), bugün politik muhalefetin
şiddetten azade biçiminin de temel kurallarını oluşturmaktadır
ve bu sınırın gitgide daha kalın çizgilerle vurgulanacağı
kesindir. Bu arada birtakım insanlar "düşüncelerinden
ötürü" hâlâ cezaevlerinde tutuluyorlarsa, şüphesiz
bu da güncel bir ihtiyaçtır; çünkü onlar da sınır çizgisinin
öte yakasının işaretlenmesi için gereklidirler...
Zihinlerin eğitimi ve lacivert duvarlar
Aynı politikanın sokaktaki yansıması ise daha karmaşıktır.
Yalnızca fiziksel varlık anlamında değil, beyinlere
dek uzanan bir psikolojik etki anlamında da varlığını
duyuran şiddet, sokakta da genel olarak gitgide daha
"uygar" bir noktaya çekilmekte, gösteri dağıtılırken
"vurmayın!" komutları daha sık duyulmakta,
böylece devrimci alternatif arayışını anında ezebilecek
kadar güçlü olan ve bu güce sahip olduğu için az şiddet
uygulayan bir devlet imajı yerleştirilmeye çalışılmaktadır.
Sopa, coplama, "itekleme" gibi farklı şiddet
dozlarının -duruma göre- dönüşümlü kullanımı ama mümkün
olan hallerde sonuncusunun tercih edilmesi, daha yüksek
dozların uygulanmasının pekala mümkün olduğu konusundaki
toplumsal bellek kayıtlarından güç alan bir uygulamadır.
Yani siz, o an için yalnızca taciz edilerek "dağıtılıyor"
olsanız da, işlerin büyümesi halinde karşınızdaki gücün
rahatlıkla silah kullanabileceğini bilirsiniz; bu, anılarınıza
yerleşmiş görüntülerde kesin olarak kayıtlıdır. İzmir'deki
son Serkan Eroğlu anmasının TV görüntüleri, Güney Kore
tarzında başlayan (göstericilerin basınçlı su altında
adım adım kalkanlara doğru ilerlemesi) ve "Türk
usulü" (sopayla dövme ve yerlerde sürükleyerek
gözaltına alma) devam eden bir gösterinin tipik örneğini
verir; hem göstericiler hem de haberi izleyenler, "makul"
nokta aşıldığında ellerin tetiğe gidebileceği konusunda
bir şüphe duymazlar, şüphe duymamaları daha önceden
garantiye alınmıştır.
Bellek kayıtlarını canlı tutmak ve sık sık yenilemek!
Bu, artık bütün yaşadıklarımızı çift uçlu bıçaklar haline
sokar, görünenlerin hep bir arka yüzü de vardır. "Özel
televizyonların kırk yılda bir yaptığı dürüst habercilik"
diye bazen bizim de safça alkışladığımız şu "polis
şiddeti" görüntüleri böyle bir "kaygıyı besleme"
amacına da yöneliktir örneğin; tehlikenin sınırı ve
ölçü tanımazlığı, ne kadar sıradan olaylarda bile vahşet
noktasına erişebildiği bize hatırlatılır: En iyisi evde
oturmaktır, en garantilisi odur! Aynı şey bir noktadan
bakarak "polis şiddetinin teşhiri" olarak
algılayabileceğimiz "Manisalı çocuklar" skandalında
da geçerlidir; devrimci hareketin ciddi bir güven unsuru
olamadığı koşullarda bu görüntüler, aslında sola açık
ailelere yönelik net bir mesaj da taşımaktadır: Çocuklarınızı
ezdirmeyin! (3)
Aynı şekilde, en basit mitinglere dahi göstericilerin
fiziksel gücü ile orantılı olmayan bir lacivert güç
yığılması, esas olarak bir "tedbirlilik" belirtisi
değil, hayatında bir kez olsun bir sokak eyleminden
'döverek' çıkmamış, hep 'dövülmüş' olan yeni devrimci
kuşağın ruhunun ezilmesi amacına yönelik bir operasyondur.
89 1 Mayısı'nın -M. Akif'in ölümüne rağmen- dirençli
görünen kitlesi ile miting dönüşlerinde "polis
bizden daha çoktu yahu" diye şakalaşan bugünkü
ezik kitle arasındaki fark, şüphesiz yukarıdaki merhalelerden
geçilerek oluşturulmuş olmalıdır.
İzinli mitingler böyle bir politikayla terörize edilir
ve 'olgunlaşma'ya(!) doğru yönlendirilirken, devrimci
güçlerin diğer meşru eylemleri ise (basın açıklamaları,
vb.) "erken müdahale" tarzıyla baştan engellenmektedir;
"basın açıklaması yapan kitlenin dağıtılıp gözaltına
alınması" değil, "en baştan müdahale edilerek
eylemin fiilen yaptırılmaması" biçiminde uygulanan
politika, herhangi bir polis şefinin özel inisiyatifiyle
gerçekleştirilmemektedir. Devrimci gücün bir araya gelip
değerler ürettiği, güven yarattığı her zeminin engellenmesi
şiddetin yeni konsantrasyonunun esas hedefidir; başka
bir açıdan bakıldığında "yaşlı kadınların acılarını
ifade etmesi" olarak algılanabilecek Cumartesi
eyleminin sistematik şiddetle boğulması, tam da bu bakımdan
önemlidir. Çünkü o eylem ya da benzerleri, devrimci
kitle hareketinin tutunma ve başka eylemleri üretme
noktası olarak algılanmaktadır.
Aygıt, devrimci güçlerin eylem tarzlarının sıkışıp daraldığını
- ki bu, o güçlerin kendi yaratıcı kapasitelerini kullanmaktan
vazgeçmiş olmalarından da kaynaklanmaktadır- ve bu dar
alanların da kontrol edilmesinin mümkün olduğunu bilmektedir.
Kendi bağımsız gündeminden çoktandır vazgeçerek sistem
tarafından yaratılan gündem maddelerine eklemlenen,
onlara tepki üretme biçimindeki nesnelci bir politikaya
saplanan sol, böylece en zayıf yanını da aygıta açmış,
kendisini daraltılabilir hale getirmiştir. "Siyasi
gerçekleri açıklama" eyleminin, olguların yönünü
değiştirme biçiminde değil de, olup bitenlerin sol terminolojiyle
izahı olarak anlaşılması, sonuçta bu izahın da imkânsızlaşması
noktasına gelip dayanmıştır.
Sistemin zor aygıtı, yeterince iyi bir hazırlıkla, artık
iyice daralmış olan bu eylem alanlarını aşırı bir şiddete
başvurmadan da daraltabileceğini, kitleselleşme filizlerinin
daha en baştan kırılabileceğini keşfetmiş görünmektedir.
Komplekse girmeden ve açıkça
Bir yanlış anlamaya yol açmamak için açıkça söylemek
gerekiyor: "uçları ezme, ortadakileri pasifize
etme" politikası, bu "uç"ların, yani
devrimci hareketlerin bugün ve şu anda düzen için büyük
bir tehlike yaratıyor olmasından kaynaklanmıyor. Yani
bu "uç"lar aslında şu an itibarıyla katlanılabilir
muhalefet dozuna denk düşen bir tolerasyon çizgisini
aşabilmekte değillerdir, bu anlamda yoğun bir şiddet
gösterisiyle sık sık ezilmeleri, -maalesef- onların
kendi fiziki varlıklarının yarattığı tehlikeden kaynaklanmıyor.
Sistem için önemli olan, bu yolun, böyle bir gelişme
imkanının tıkanması, mevcut yapıların bir biçimde gelişebilme
ihtimallerinin ortadan kaldırılması, geriye kayma halinin
kalıcılaştırılmasıdır. Teorik olarak öngördükleri şey,
"sıfır muhalefet" düzeyi değil, Avrupa'da
örnekleri sık görülen türden "yaygın ama iktidar
perspektifine sahip olmayan" bir sol yaratmaktır.
Yani, yapılan şey, bir tür "trafik levhaları yerleştirme"
işlemidir, "girilmez yollar" ve "hatalı
sollamalar" konusunda yapılan uyarılar, bir yandan
kasten gereğinden fazla gaddarca uygulanan şiddetin
imgeleriyle desteklenmekte, öte yandan "makul"
ölçüleri aşmayan bir muhaliflik biçimi, aynı şiddetin
estetize edilmiş biçimleriyle "tavsiye" edilmektedir.
En önemli levhada ise şöyle yazmaktadır şüphesiz: "Akıllı
ol!"(4)
Kısacası, korkulan şey, devrimci güçlerin şu andaki
hali değil, içinde taşıdığı gelişme potansiyelidir.
Söker mi sökmez mi?
Gelinen noktada yaşadığımız şey, artık AB için yapılan
basit "şirinlik" numaralarıyla açıklanamaz
ve yayınlanan genelgeler filan da salt "göstermelik"
önlemler olarak anlaşılamaz. Emniyet Genel Müdürlüğü'nün
"kibarlık" genelgelerinden "insan hakları
düzenlemeleri"ne ve 2000 yılı enflasyon hedeflerine
kadar bütün yeni "hamle"ler, içinde hem riyakarlığı
hem de gerçek bir dönüşüm isteğini barındırmaktadır.
Açıkçası, olan şudur: Oligarşi, kendi konum ve birikiminin
de artık farkına vararak ve biraz da bu farkına varıştan
ötürü kendini dayatarak AB kapısına gelmiş, bu noktada
devrimci güçleri tasfiye etmeyi de içeren -sosyal zemini
çok zayıf- bir planı önüne koymuştur. Daha doğrusu,
yaklaşık 20 yıldır uygulamaya çalıştığı politikayı özlenen
sonuçlarına ulaştırmak için koşulların olgunlaştığını
düşünmektedir. Türkiye'deki kurumsal faşizm, yeni bir
aşamaya sıçramak, kendisine yeni bir form yaratmak niyetindedir.
Şüphesiz bu, sosyal zeminleri çok zayıf bir politikadır.
Düzenin sahipleri, başına bir kaza bela gelmeden şu
üç-beş yıllık süreci atlatabileceklerini, bu süreçte
ekonomik durumun -sağlanacak dış desteklerle- çatırdamadan
dayanabileceğini ummaktadırlar. Ve elbette, bunu tasarlarken
asıl güvendikleri unsur, ezilen sınıfların örgütsüzlüğü
ve devrimci güçlerin zayıflığıdır. Ezilen sınıfların
istemleriyle iktisadın verebilecekleri arasındaki açı,
onların örgütsüzlüğüne/güçsüzlüğüne dayanılarak kapatılmaya
çalışılacak, medyatik/ideolojik bombardıman yoluyla
desteklenecek bu politikanın yetmediği noktalarda da,
konsantre edilmiş şiddet kalıplarıyla "çizmenin
boyu" hatırlatılacaktır. Bu tasarımın, modeller
ve denklemler üzerinden çalışma alışkanlığında olan
IMF teknisyenlerinin hesaplamadığı potansiyeller ve
riskler barındırdığı biliniyor.
Yeni ekonomik düzenin, zaman zaman taşınması çok zorlaşan
bir spekülatif para hareketleri atmosferine dayanması,
siyasi yolsuzluk ve ahlaksızlıkların bir havuz problemindeki
gibi dolup dolup boşalması, politik kadroların kitlelerden
"özveri" isteyebilecek itibar ve sempatiden
uzak olmaları gibi bir dizi unsur önümüzdeki süreci
biçimlendirecek ve şiddetin "daraltılması"
konusundaki tasarımları bir çok noktasından zorlayabilecektir.
Ancak, bütün bu risklerin, devrimci bir müdahale olmaksızın
ciddi sonuçlar yaratması kesinlikle beklenmemeli, "kitlelerin
tepkisi" dediğimiz şeyin, kendi başına bir seyir
izlediğinde çürümeye, hatta kendi karşıtına dönüşmeye
eğilimli olduğu da bilinmelidir. Gelinen noktada, solun
klasik "............sökmeyecek!" klişesinin
fena halde anlamsızlaştığı açık bir gerçektir. Bu tür
lafların düpedüz determinist bir yaklaşımla binlerce
kez tekrarlanması ciddi hiç bir sonuca yol açmamakta
ve bizim müdahale etmediğimiz her şeyin bal gibi "sökeceği"
her gün daha fazla açığa çıkmaktadır.
"Bu abluka" hakikaten dağıtılabilir mi?
Şimdi artık yeniden en başa, Galatasaray'ın önündeki
öykümüze dönebilir ve kitle hareketinin önündeki sorunlara
bakabiliriz.
Çok açıkça ve altını çizerek söylüyoruz: Biz, kitle
hareketindeki tıkanmanın, kitle hareketinin kendi iç
imkânlarıyla tamamen aşılabileceği inancında değiliz.
Politik yaklaşımımızın özü gereği biz, bu tıkanma ve
düşüşün kaynağındaki atmosferin, merkezi ve bütünsel
bir müdahaleyle sarsıntıya uğratılabileceğini, bu müdahalenin
tarzı konusunda da 71 pratiğinin çok iyi örnekler içerdiğini
düşünüyoruz.
Kitle hareketinin büyümesinin, bugünkü tıkanmanın aşılmasının
yolunun nesnelci-tepkici bir siyasi tarzdan değil, sürece
71 tarzıyla müdahale eden bir gücün kendi gündemini
-ve kendisini- sürece dayatmasından geçtiğine inanıyoruz.
Bu, bizim açımızdan yeterince açık ve kendimizi böyle
bir müdahale için birikim yaratma noktasında saydığımız
da aynı ölçüde net.
Ama bugünün yakıcı ve ertelenemez sorunu olarak kitle
hareketindeki gerilemeye baktığımızda -ki bu hareket
sözünü ettiğimiz müdahalenin unsurlarının da yetişme
alanıdır şüphesiz- onun kendi çerçevesi içinde de yapılabilecek/eleştirilebilecek
şeylerin olduğunu görüyoruz. Bu sorun, yukarıda altını
çizdiğimiz temel problemden tabii ki tam ayrılamıyor,
hatta o problemle ilgili tartışmanın hangi yanında durulduğu
da güncel sorunla ilgili konuşulurken bir anlam ifade
ediyor; düzen tarafından üretilmekte olan gündem maddeleri
üzerine kurulu bir "tepkici" tarzı seçmişseniz
örneğin, tutumunuz da farklı oluyor, vb., vb.
Ama bütün bunların ötesinde -ve bütün bunlara çok bağlı
olan- şeyler de var. 90'lı yıllara gelinirken '71 sürecine
hakim olan bütünlüklü bakış açısının, merkezi müdahale
anlayışının zayıflamasına bağlı olarak ortaya çıkan
yerelci (hem fiziksel hem de politik-ideolojik anlamda
yerelci) siyaset yapma tarzının solda neleri törpülediği
bugün daha iyi görülebiliyor.
"Sokak zekâsı" da denilebilecek bir yetkinliğin
90'lı yıllarda oldukça zayıflamış olması bunlardan biridir.
Gerçekten de '68 ortamında bulunmuş olanların sık sık
dile getirdiği Gezmiş tarzı, zaman içersinde seviye
kaybetmiş, düz davranışlar bütün solda daha çok egemen
hale gelmiştir. Şiddet aygıtına yanlış yönelimler vermekten,
umulmadık noktalardan eylem başlatmaya kadar bir çok
basit "numara" içeren -ama meşruiyetten de
hiç kopmayan- bu tarzdan gele gele geldiğimiz yer, kendimizi
basitçe öne sürdüğümüz "av" alanlarıdır. Çok
fazla öteye gitmeden '98 ve '97 yılının 1 Mayıs'larında
yaşananları hatırlamak bile yeterlidir. '98 yılının
1 Mayısı'nda vadiden çok çukura benzeyen Abide-i Hürriyet
yolu üzerinde bekleyen kitleyle polisin yaklaşık kırk
dakika süren karşılıklı konumlanışı ve nihayet harekete
geçen lacivert blokun saldırısıyla birlikte başlayan
düzensiz durum, adeta bir yıl önce, 97'de bir başka
devrimci hareketin yaptığının aynen tekrarı gibidir.
Sonradan ara sokaklarda, Okmeydanı'na doğru neler olup
bittiği konusunda rivayetler muhteliftir. Ama burada
asıl önemli olan, hatırı sayılır kalabalığa sahip güçlerin
son derece kötü bir zeminde saldırıyı sabırla beklemesi,
hatta kışkırtması ve nihayet sonuçlarına katlanmasıdır.
Sonradan üretilmiş hiçbir kahramanlık efsanesi, doğru
bile olsa, bu tuhaflığı anlamamıza yardımcı olmaz.
Ama bundan daha önemlisi, yasal izinli 1 Mayıs'ların
başlangıcı olan 1992'den beri her yıl alana hiç küçümsenmeyecek
bir güç taşıyabilen -hatta bazı yıllarda sendikaları
kitlesel bakımdan sollayan- devrimci güçlerin, ellerindeki
bu kuvvetle Abide-i Hürriyet çukurundan başka bir alternatifi
düşünmemeleridir. Yanlış anlaşılmaması için vurgulamak
gerekiyor; burada önerilen, merkezi gösterinin yapıldığı
yeri ve o girişimi terketmek değil. Sözünü ettiğimiz
problem, solun -ya da onun kendi aralarında en çok anlaşabilen
kesimlerinin- örneğin merkezi gösteriden sonra ya da
çok ayrı bir yerde daha bağımsız bir şey yapmayı düşünmemiş
olmalarıdır. Böyle bir kitle gücüne sahip olunduğu halde,
Abide-i Hürriyet'in o günün tek menüsüymüş gibi algılanmasıdır.
Bu anlamda 98'de Perpa önünde oluşturulan "alternatif
kürsü"nün bütün eksikliklerine rağmen iyi bir girişim
olduğu söylenebilir; ama şüphesiz kötü bir zeminde yapılan
bu işin uzun süre yaşamasının, ön taraftaki vadide kitle
tarafından bloke edilmiş olan polisin gecikmesiyle de
ilgili olduğunu unutmadan... Ama, bugünden bakınca daha
iyi görülebiliyor: aynı "kürsü" güçleri, kitleyi
orada dağıtıp sözgelimi iki saat sonra Beyazıt, Okmeydanı,
Bağcılar, vb. gibi bir başka zemin yakalamayı düşünmemişlerdir.
Öyle anlaşılmaktadır ki, 70'li yıllardan bu yana "dağılıp-toplanma"
konusundaki refleksleri hayli zayıflamış olan devrimci
hareketler, böyle bir işin mümkün ve güvenlikli olabileceğini
düşünmemişlerdir. Sırf örnek olsun diye söylüyoruz,
sol, hiçbir 1 Mayıs'ta, sözgelimi 77 katliamında ölenlerden
biri ya da birkaçının mezarını saptayıp orada umulmadık,
şaşırtıcı bir kitlesel eylem düşünmüş değildir. Bu,
hemen anlaşılacağı gibi, solun genel kitlesi içindeki
bir "cesaret eksikliği"nden kaynaklanmamaktadır.
Tam tersine kitle böyle şeylere hasrettir ve hazırdır.
Ama bu, yine de düşünülmemekte ya da kitlenin bu biçimde
organize edilmesinin ve konsiprasyonun sağlanmasının
imkânsız olduğu sanılmaktadır.
"Sınıftan kopmama" itirazı burada geçerli
değildir; çünkü, her şeyden önce böyle bir tarz merkezi
gösteriyi reddetmemektedir. İkincisi ve daha önemlisi
de, (özellikle 96-97-98 Mayısları dikkate alınırsa)
alana gelen devrimci güçler hiç de öyle yalnızca öğrencilerden
filan oluşmamaktadır; yani sendika pankartı altında
olanları sınıf, geriye kalanları küçük burjuva sürüsü
olarak tanımlamak ne akla ne de reel duruma uygundur.
Esas sorun, başka bir tarzı düşünmemek, daha doğrusu,
yapılabileceğine inanmamaktır.
Aynı şey belki öğrenci hareketi için de geçerlidir.
Gençlikteki politik seviyenin son yıllardaki düşüşüyle
bağlantılı olarak, bir meseleyi karara bağlayana kadar
"sağır sultan"ı bile -zaten pek derin olmayan-
uykusundan uyandıran gençlik hareketi, böylece şaşırtıcı
bir şey yapma imkanını daha baştan yitirmektedir.
Bu refleks zayıflığının güncel sonucu ise, Clinton günlerindeki
felç halidir. Dikkat edilirse, burada yapmaya çalıştığımız
eleştiri, A ya da B eylemiyle, X ya da Y siyasi hareketiyle
ilgili değildir. Tek tek örneklerin yüzeyinden daha
derinde bir yerde bulunan sorun, devrimci kitle hareketinin
özgün yeteneklerinin ve bir anlamda da iç güveninin
zayıflamış olmasıdır. Devrimci güçlerin -hiç değilse
bir bölümünün- zekice hazırlanmış bir tasarımla Clinton
önlemlerini aşıp aşamayacağı teknik bir sorundur belki,
ama bunun yolunu aramamak, oturup bu konuda kafa patlatmamak
daha ayrı bir sorundur.
Ulucanlar.... Ulucanlar
Aynı ölçüde önemli bir başka sorun da, meşruiyet konusundaki
karışıklıkla ilgilidir. Özellikle son bir yıl içersinde
"basın açıklaması" çerçevesine sıkışan sol,
yukarıda anlatmaya çalıştığımız politikaların sonuçlarıyla
sık sık karşılaşmış ve çoğu durumda "maksada vasıl
olmayan teşebbüsler"le yetinmek zorunda kalmıştır.
Yine vurgulamakta yarar var, yasal ve meşru bir zemin
olan "basın açıklaması", kesinlikle önemlidir
ve asla terkedilmemelidir. Ama, "erken müdahale"
politikasına karşı hiçbir çözüm üretmeyen, polisi "toplanmış
ve açıklamaya başlamış bir kalabalığı dağıtma/gözaltına
alma" zahmetine sokmak yerine, "henüz toplanmaya
çalışan tek tek insanları avlama" rahatlığına kavuşturan
bir tarzı da anlamak mümkün değildir. Değildir; çünkü
böylece asıl amaç olan basın açıklaması da fiilen yapılamamakta,
bu durum da konuyla ilgili kesimlerde ciddi bir moral
bozukluğu yaratmaktadır.
Cumartesi eylemi gibi "gelenekler" yaratmayı
düşünen, bu yüzden de her şeyin göstere göstere, "baskıyı
göğüsleye göğüsleye" yapılması gerektiğini düşünen
kesimlerin esas görmediği ise işte bu moral olumsuzluktur.
Yani, bir basın açıklamasının meşruluğu ile onun organize
edilmesinde -kendimizi "av" haline getirmeyecek-
yaratıcı yollar bulunması arasında sanki bir çelişki
varmış gibi davranmak, sonuçta olayın bütününü sakatlamaktadır.
Çünkü, "yasal zemini genişletme" takıntısıyla
davranan bu tarzla yüründüğünde, netice olarak hiçbir
şey yapılamamakta, konsantre şiddetin yarattığı ortamda
bir boğuntu yaşanmaktadır.
Bu bakımdan ulucanlar süreci çok tipiktir. Sorunun gerçek
sahibi olduğu halde, sürecin merkezini gereğinden çok
fazla İHD'ye kaydıran (ve bu arada İHD'yi de kendi zemini
bakımından zorlayan) sol, kendi içinde bir araya gelip,
hem basın açıklaması yasallığından ayrılmayan hem de
yaratıcı yöntemlerle bu basın açıklamasının yapılabilmesini
mümkün kılan bir yol bulamamıştır. Kitleselliği azaltmama,
eylemi daraltmama kaygısı burada hakiki bir gerekçe
değildir. Değildir, çünkü, böylece aslında gelecek eylemler
için gerekli olan moral unsur sakatlanmakta, bir anlamda
kitle hareketinin geleceği daraltılmaktadır. Gözaltıyı
ve hatta çatışmayı da göze alarak belirtilen yere gelen
insanlar, bir türlü yapılamayan basın açıklamalarının
yeni (ve artık usandırıcı) bir örneğiyle karşılaşmakta,
bir araya gelmiş insanların yaşadığı o doğal dayanışma
ve aidiyet duygusunu yaşamaya fırsat bulamadan, daha
ortada hiçbir şey yokken avlanmaktadır ki, böylece aslında
konsantre şiddet politikası da asli amacına, kitleselleşmenin
köreltilmesi hedefine ulaşmaktadır.
Kısacası, yapılamayan eylem, kendi medyatik/genel amacına
ulaşamadığı gibi, ona katılanların pratik eğitimini
de sakatlamaktadır. Böylece, "yasallığı göğüsleme"
mantığı, kendi karşıtına, aygıt tarafından "göğüslenip
püskürtülerek" etkisiz kılınma sonucuna dönüşmektedir.
Ortaya "artı" çıkmazken, "nötr"
durumu bile oluşmamakta, bizim hanemize yazılan yalnızca
"eksi" olmaktadır.
Sonuçta olan ise, 10 yiğit insanın katline tepki gösterememiş
olmanın ezikliğiyle yaşayan devrimci sempatizanların
-hangi siyasi hareketten olursa olsun- ruhlarının yaralanmasıdır.
Oysa, beşyüz gözaltıyla bile sonuçlansa, yapılabilmiş
bir basın açıklaması, bu yarayı kısmen onarabilirdi.
Aynı şey, şüphesiz Şeyda Gergin olayı için de söylenebilir.
Bu olay da, zaten yoğun bir marjinalite duygusunu yaşayan
devrimci sempatizan kitlesinin içinde bir şeyleri yaralamıştır.
Yapılan şeyin iğrençliğiyle gösterilebilen tepkinin
zayıflığı arasındaki dengesizlik, açıkça moral bozucu
bir etki yaratmıştır. Şüphesiz bu etkinin kolayca giderilebileceğini
söylemek mümkün değildir ama yine de başarıya ulaşmış
bir basın açıklaması bile o süreçte çok önemliydi.
Bütün bunların ve "yasallığı göğüsleme eğilimi"nin
AB süreciyle başlayan "demokrasi umutları"ndan
kaynaklandığını söyleyebilmek için yeterli verilere
sahip değiliz. Şüphesiz hiçkimse böyle bir ifade kullanmamakta
ve muhtemelen de böyle düşünmemektedir; bu ülkede yaşayan
devrimcilerin bu kadar saf olabileceğine ihtimal veremeyiz
doğrusu. Ama yine de, Kürt hareketinin "diplomasi"
girişimlerinin bazı başarılı örneklerinin etkisiyle,
son yıllarda Türkiye'de "Avrupa baskısı" ya
da "gözlemci heyetlerinin hazırladığı raporlar"
gibi unsurların İHD gibi kurumlar üzerinden sola taşındığı
herhalde inkâr edilemez bir gerçektir.
Ama bu derin etkinin ötesinde, şüphesiz asıl sorun nesnelci
siyaset yapma biçiminin gelip "yasal alanı genişletme"
noktasına dayanması ve işin kötüsü orada da tıkanıp
kalmasıdır. İşin kötüsü budur; çünkü gerçekten kitle
hareketinde gerilemenin aşılması bakımından bir işe
yarasa, bütün politik itirazlarımızı saklı tutarak yine
de anlamaya çalışacağımız bu çizgi, maalesef sorunun
çözülmesine de hizmet etmemektedir.
Sonuç olarak
Sonuç olarak söylenebilecekler, aslında yazının bütünü
içersinde mevcuttur. Devrimci kitle hareketi, bir bütün
olarak tehlike altında, hatta içindedir. Bu riskin nasıl
yok edilebileceği konusundaki devrim stratejisi gibi
noktalara denk düşen asli tartışma şüphesiz çok önemlidir
ve bu konuda altını çizerek söylediklerimiz, bizim açımızdan
yakıcı önemini korumaktadır. Ama o tartışma bir yana
bırakıldığında bile bugün yapılması mümkün olanlar konusunda
oturup düşünmeye, durumu yeniden değerlendirmeye ihtiyacımız
vardır. Çünkü, devrimci harekete taze kan taşıyan bir
unsur olarak kitle hareketine ihtiyacımız vardır.
Hem yasal-meşru zeminleri muhafaza etmenin/genişletmenin
hem de yaratıcı yollarla bu zeminleri, güvenlikli-işlevli
hale getirmenin yolları vardır, bunların bulunması mümkündür.
Mümkündür ve acildir; çünkü durum, 90'lı yılların sonunda
en önemli problemimiz olan moral problemiyle ilgilidir.
Son zamanlarda gitgide daha fazla içine kapanma eğilimi
gösteren ve biraz da sonuç alınmayan şu eziyetli toplantılardan
bezmiş olan sol güçler, bu ruh halini aşarak konu üzerine
yeniden düşünmeye başlamalıdırlar. En azından yaklaşan
1 Mayıs, bu bakımdan zorlayıcı bir tarih olarak kabul
edilmelidir. Çözüm vardır, bizim işimiz onu bulmaktır.
Ve herhalde şu varsayım, düşünüp tartışmaya başlamak
için yeterli bir zemindir: Devrimci güçler, asla karşıtlarından
daha az zeki değildirler.
DİPNOTLAR
(1) Barikat'ın eski sayılarında az çok
işlenmiş bulunan bu konuyu burada özel olarak ele almıyoruz.
(2) Üstelik, dönem boyunca süren savaşın "kaynak
israfı" anlamına geldiği yolundaki iddia da epey
şüpheliydi. Bu söylem "barış" için bir argüman
olarak düşünülse bile, harcamanın tamamen geriye dönüşsüz
olduğunu söylemek pek akıllıca değildi. Koruculardan
resmi görevlilere kadar devasa bir makinenin maaşları,
giderleri, silah alımları için ayrılan kaynaklar, vb.
gibi bir dizi harcama kaleminin bölgede zamanla oluşan
sektörler tarafından geri "tahsil" edildiği,
klasik deyimle "savaş ağaları"nın mantar gibi
türediği artık bilinmeyen şeyler değil. Ayrıca silahlanmanın
sektörel bir canlanma yarattığı da biliniyor.
(3) Elbette öyle çok komplocu bir bakış açısına sahip
değiliz. Bütün bunların tamamen tasarlanmış şeyler olduğunu
söylemiyoruz. Ama netice olarak olayların seyri budur.
(4) Ahmet İnsel gibiler tarafından "garantisi"
verilen "akıllı" sosyalist tipi, giderek daha
arzulanır bir tip olmaktadır ve önümüzdeki günlerde
ÖDP gibi yapılanmalarda bu çağrıların karşılık bulması
muhtemel gözükmektedir. Ayrıca, böyle bir çerçeveye
sığmayı reddeden devrimci hareketlerin İmralı tarafından
da "kavrayışsızlık" ve "provokatörlük"le
suçlanması kimseyi şaşırtmayacaktır.
|