Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

F. Kızılırmak

Devrimci mücadeleye sempati duyan, aktif biçimde katılan insanların büyük çoğunluğunun, devrimin ve devrimciliğin temsil ettiği değerlere, hedeflere ve yaşam biçimine ilişkin bilgileri, genellikle yüzeyseldir.
Kişi, devrimi, en genel formüllerle ifade edilen tanımları ile; "eşitlik ve özgürlük idealleri" ile, devrimciliği ve devrimci örgütü ise, ilişkide olduğu devrimcilerle ve devrimci örgütün kamuoyuna yansıyan pratiğiyle, eylemleriyle tanır ve anlamaya çalışır...
Devrimcileşme sürecinin bu ilk adımlarında, düzen kişiliği ve değer yargıları, bireyin devrimcileşme rotasına girmesi nedeniyle darbeler almasına karşın, davranış ve düşüncede ağır basarlar. Kişi, örgütlü mücadele içinde somut pratikler geliştirdikçe, mücadelenin içeriğini ve boyutlarını daha kapsamlı olarak kavramaya başlar.
Başlangıçta eşitliğin, özgürlüğün, sömürüsüz bir dünyanın engeli ve düşmanı olarak sadece düzen kurumlarını, en uçtaki çirkef ilişkileri ve onun temsilcilerini gören birey, süreç geliştikçe, kendi içindeki düşmanı da görmeye, hissetmeye başlar. Kişi, mücadele içinde daha ileri görevler aldıkça, düzenle giderek daha da keskinleşen, yoğunlaşan, kapsamı genişleyen tarzda hesaplaşmaya giriştikçe, kendi iç hesaplaşması da gelişir, derinleşir.
Devrimcileşen bireyin, mücadele etmesi gereken ya da somut darbeler indirdiği her düzen kurumu ilişkisinin, değer yargısının (devlet, aile, okul vb. daha binlerce olgu), kişiliğinde ve yaşam biçiminde derin izleri olduğu görülür.
Devrimci, giderek, özgürleşmenin ve bu temelde yeni bir onurlu yaşam inşa etmenin, o güne değin kişiliğini belirlemiş olan düzenin değer yargıları ve kurumları ile radikal biçimde hesaplaşmayı, onlardan kopmayı gerektirdiğini görür.
Bu iç hesaplaşma, içinde bulunulan ilişkilere ve koşullara bağlı olarak hızlı ya da yavaş, çok çetin ve sancılı ya da nisbeten yumuşak tarzda gelişir. Ancak kesin olan bir şey var ki, bu iç hesaplaşma, kaçınılmazdır. Bu, kişinin kendi iç savaşıdır, iç devrim sürecidir.
Kişinin kendi iç savaşının bu aşaması, savaşı özgürleşme doğrultusunda, devrim doğrultusunda sonuçlandırması, insanlaşma sürecinde ilk temel adımı atması, yaşam karşısında kapsamlı bir netleşmeyi sağlaması demektir.
Genel siyasi kavramlarla açıklayacak olursak, bu durum, birey bazında, mevcut düzenin yıkılıp, iktidarın ele geçirilmesi, devrimin gerçekleştirilmesi ile eş değerde bir durumdur. Süreç, doğaldır ki, bu aşamada durmaz. Bunu, devrimci mücadelede ve devrimci yaşam biçimini üretmede derinleşme, yetkinleşme süreci ve bu sürecin sorunları ile hesaplaşma izler.
Bireyin devrimcileşmesi, insanlaşması süreci, birbirini izleyen, içiçe geçmiş, çeşitli dönemeçleri olan karmaşık ve olağanüstü zenginlikte bir üretkenlik ve kendini tanımlama sürecidir.
Bu sürecin ilk temel aşaması olan devrimcilikte kesin biçimde karar kılma, kendi kişiliğindeki, yaşama tarzındaki düzenin tüm ilişkilerine, kurumlarına ve her türlü etkisine karşı topyekun savaşma ve bunları kesin biçimde tasfiye etme kararı ve bu kararın oluşum süreci, sürecin bütünü üzerinde uzun vadeli etkileri olan en önemli aşamadır.
Bu ilk aşamanın, ilk kararın-netleşmenin önemi, salt daha ileri aşamaların önünü açmasından kaynaklanmaz. Düzenden kesin biçimde kopma, onunla topyekun hesaplaşma ve devrimcilikte ilerleme kararı kadar, bu kararın alınmasında belirleyici olan olgular ve fikirler de önem taşıyor, sürecin daha sonraki aşamalarını derinden etkiliyor.
Kişi, düzenden kopma ve devrimcilikte ilerleme kararının kaynağı olan özgürleşme, insanlaşma hedefini kendi özgülünde somutlaştırmadığında, tam bir açıklığa kavuşturmadığında, salt genel hedefler, "insanlığın kurtuluşu", " faşizme karşı savaş" vb. düzlemindeki soyut değer yargıları temel alınıyor.
İşte, sömürü ve zulüm düzeni ile uzlaşmaz çelişkileri olan, mücadele isteği taşıyan, az çok mücadeleye katılan pek çok devrim sempatizanının, mücadelenin ilerlemesi ile birlikte, güzelliklerin yanısıra zorlukların da daha belirgin hale gelmesi sonucu, düzen ile hesaplaşmada düzen ilişkilerinden kopmamasının, korkarak geri çekilmesinin kaynağında, bu hesaplaşmanın, düzenin değer yargıları, kavramları temelinde yapılması vardır.
Yine bu nedenledir ki, emekçiler nezdinde devrimin pratiğini ciddi biçimde sarsan, önemli kayıplara ve dağınıklığa neden olan daha pek çok örnek çıkmaktadır. Pratik mücadelede en ön safta yer alan, en keskin devrimci lafızları kullanan, beş-on yıl profesyonel yaşantı sürdüren "devrimcilerin", "bir anda" kendilerini en yoz düzen ilişkilerinin kucağına attıkları ya da işkencede düşman önünde diz çöküp halkın ve devrimin değerlerini düşmana teslim ettikleri, sıkça görülüyor.
Birinci durum, devrimcileşme sürecinin, iç hesaplaşma sürecinin daha ilk adımında bireyin düzene yenilmesine örnektir. İkinci durum ise; daha tehlikeli, daha zarar verici olandır. Kişi, devrimcilikte kesin karar kılmıştır. Her türlü düzen kurumundan ve ilişkilerinden kopma ve devrimci mücadele yürütme kararı almıştır. Ancak, bu kararının neden ve sonuçlarını, bu kararının gündelik yaşantısı ve geleceği üzerindeki etkilerini yeterince irdelememiş, netleştirmemiştir. Kararının olası sonuçlarını, sadece genel siyasi mücadele düzleminde düşünür.
Üstelik, bu noktada da, mücadele, olumlu, daha çok coşkunun güçlü hissedildiği yanlarıyla; zorlukların, acıların nispeten daha az olduğu boyutları ile düşünülür. Faşizme karşı daha aktif mücadele yürütülecektir, gerilla olunacaktır; örgütçü olunacaktır, yoldaşlar ile daha yoğun ve güçlü ilişkiler geliştirilecektir. Mücadelenin büyük zorluklarla ve acılarla dolu olan boyutları ise ya görülmez ya da üstünkörü ele alınır.
Oysa, mücadelenin, genel sloganların gösterdiği hedeflerin içinde gizli büyük güçlükleri vardır ve esas savaş, bu boyutlarda yürütülür. İşkence ve zindanda devrimci iradeyi hakim kılma, çok uzun yıllara yaslanan bir emektarlık, sadece vermeye sadece üretmeye ve sunmaya dayalı bir yaşam, yenilgi ve darbe alındığı dönemlerde bir adım dahi gerilemeden mücadeleyi yeniden ve yeniden inşa etme kararlılığı, yalnız kalma, yıllarca bir başına direnme, çevresindeki insanlar tarafından yıpratılma, feodal ilişkiler ile bitmeyen savaşlara girme, insan ilişki ve çelişkilerindeki ağır sorunlar, ihanetlere göğüs germe, başarısızlıkları gerektiği gibi algılama süreçleri, ya görülmez, ya da üstünkörü ele alınır. Oysa devrimcinin gerçek savaşımı, muharebenin gerçek çarpışmaları, bu alanlarda yürütülür.
Daha da önemlisi, kişi devrimcilikte karar kılarken, daha çok genel politik hedeflerden yola çıkar. Sömürü ve zulüm düzenini yıkacaktır, insanlığı sömürüsüz, özgür bir dünya için harekete geçirme misyonunu yüklenmiştir. Ancak bu arada, önündeki somut ve acil bir görevi, kendisini özgürleştirme, düzen kurumlarından ve değer yargılarından arındırma işini gözardı eder. Bunun, genel siyasal savaşım sürecinde kendiliğinden çözüleceği sanılır. Hatta çoğu kez kişi, böyle bir sorunu aklına dahi getirmez.
İşte, devrimcilikte bu tarz karar kılan, düzenle olan hesaplaşmasının ilk dönemecini, bu soyut düşünce ve pratiklerle aştığını sanan kişi için devrimcilik, kendi dışındaki dünyayı değiştirmekle ilgili bir çabadır. Kendi yaşantısı da, ancak içinde bulunduğu pratik çalışmanın gereklerine göre ama sınırlı biçimde değişir.Ya da özellikle günümüzde pek çok örneği görüldüğü gibi, hiç değişmeyebilir.
Bu, sağlam, köklü bir devrimcilik değil, uyarlamadır. Bu kişilik, her an patlamaya hazır serseri mayına benzer. Mücadelenin zorlukları belirginleştikçe, mücadele kendi yaşantısının her bir özgül alanını etkileyip, onu değişime, düzen kurumlarını ve düzenin değer yargıları ile olan (aile, eş, iş, vb) somut ilişkilerini devrimci tarzda düzenlemeye zorladıkça, bu kişilik bunalmaya başlar.
Devrimcilikte karar kılmasında temel rol oynayan genel devrimci politik hedeflerin (sömürü düzeninin yıkılması, sömürüsüz özgür bir dünya yaratma) sağladığı motivasyon zayıflar. Bu durumda, kişi yeniden ilk noktaya döner, devrimci olma kararı sorgulanmaya başlar. İçinde bulunduğu ilişkiler ve yoldaşları, durumu çok geç olmadan (kişi tam bir çöküntü yaşamadan önce) farkederse, kişi kendisini samimi biçimde örgütüne ve yoldaşlarına açar ve iç dönüşüm sorunu tüm boyutları ile ele alınıp, çözümlenirse, süreç olumlu bir rotaya çevrilebilir. Ya da birey, yoldaşlarına, örgütüne ve devrime zarar vermeden ilişkiler dışında, ilişkiler kıyısında konumlanabilir.
Ancak pek çok durumda görüldüğü gibi, kişi bu koşulları bulamadığında ya da küçük burjuva duygularla reddettiğinde, içe kapanır, iç dünyasının terazisinde bir yana devrimciliği, diğer yana mücadelenin zorluklarını, bir türlü kopamadığı düzen ilişkilerini ve değer yargılarını koyar. Ve duruma göre yavaş yavaş veya hızlı biçimde düzene ve düzen ilişkilerine kayar, bazı durumlarda da saldırganlaşır, örgütüne, yoldaşlarına karşı öyküler üretir, devrimi inkarına yol açan kendi dışında gerekçeler yaratmaya çalışır. Yani, ilkel, basit insan psikolojisinin kaçınılmaz reflekslerine sığınır.
İşte, beş-on yıllık devrimci mücadelenin ardından 'aniden' düzen saflarına geçişin, çok özet biçimde analizi, budur. Hızlı devrimcilikten "yorgun demokratlığa", "ben yapacağımı yaptım, benden geçti, sıra gençlerde, ben istiyorum ama eşim ve çocuklarım büyük sorun oluyor, bu biçimde de faydalı olabilirim, ilişkiler ve örgüt, benim yapacaklarıma engel oluyor, Ahmet, Mehmet, Ayşe, Fatma olmasa ben neler yapardım, ben yapıyordum onlar yapmıyordu..." vb. biçimindeki kaçışın ya da daha kötüsü, işkencede, zindanda düşmana devrimin sırlarını verip diz çöküşün ya da itirafçılık tarzındaki ihanetin temellerinde, devrimciliğin yukarıda özetlediğimiz çarpık kavranışı vardı.
Devrimciliğin çarpık kavranışında, fedakarlık kavramı, pek çok durumda anahtar rolü oynuyor...
Devrimciliği, kendini ve dünyayı değiştirme eylemi olarak değil de, salt kendi dışındaki dünyayı kurtarma, soyut bir insanlığın kurtuluşu işi olarak ele alan kişi, mücadelenin zorluklarını, yaşamında yarattığı değişimleri, çoğunlukla fedakarlıkla açıklıyor.
Mücadelenin içine gerçek anlamda girmeye başlayınca, "fedakarlık" yapmak zorunda kaldığı şeyler artıyor. Kendi yaşantısını, değer yargılarını tümüyle yenilemek, devrimi iç dünyasında da yaşamak yerine, düzenin değer yargıları ile düşünüyor.
'Feda' edilen, vazgeçilmek zorunda kalınan nedir?
Doğaldır ki bunlar, düzenin kurumlarının, değer yargılarının biçimlendirdiği ilişki ve olgulardır. Kişi, mücadele geliştikçe, sürekli bu ilişki ve olguları 'feda edip etmeme' ikilemini yaşıyor.
Devrim için, emekçiler için; düzenin biçimlendirdiği ailemden, işimden vazgeçmeli miyim, işkencede devrimin ve hareketimin sırlarını korumak için, kendime ve düzenin değer yargıları ile bağlı olduğum sevdiklerime (eşime, kardeşime, çocuğuma vb) işkence yapılmasını göze almalı mıyım, yoksa düzene çark mı etmeliyim?
Düzenin tüm kurumları ve değer yargıları karşısında kendisini yeniden devrimci tarzda tanımlamadan, devrimcilikte karar kılan bireyin iç dünyasında, bu ve benzeri sorular ekseninde bir karşı devrim süreci yaşanıyor. Ve bu iç çözülme süreci, devrimden tümüyle kopuşla sonuçlanıyor.
İşin kötü yanı, devrimciliğin bir şeyler için, başkaları için fedakarlık yapmak olarak kavranması, tek tek bireylerin devrimciliği kavrayışındaki hatalardan kaynaklanmasıdır.
Genel olarak tek devrimci bazında, bireyin devrimci mücadelenin zorlu anlarında takındığı olumlu tutum, düzenin biçimlendirdiği kimi ilişki ve kurumlar (aile, iş, vb) karşısında devrimci tavrı geliştirmesi, hep fedakarlıkla açıklanmaktadır... Devrimci militanın görevleri, çalışması sözkonusu olduğunda, devrimci söylemde, fedakarlık sözcüğünden geçilmiyor.
Bu noktada, devrimcilik ve devrimcileşme süreci ile fedakarlık olgusu arasındaki ilişkiyi doğru bir biçimde belirlemek, devrimciliğin insanın gelişim sürecindeki yerini bir kez daha tanımlamak gerekiyor.
Bireyin bir bütün olarak veya belirli bir olay ya da olgu özgülünde, düzen kurumları, ilişkileri, değer yargıları ve kimi maddi olanakları karşısında devrimci tavrı almasını, bu noktada gösterdiği performansı fedakarlık kavramı temelinde değerlendirmek, devrimcileşmeye, burjuva değer yargıları perspektifiyle bakmaktır.
Fedakarlık, kişisel çıkarların ortak toplumsal çıkarların önünde görüldüğü koşulları kavramaktır. Kişinin, kişisel çıkarlarının tümünden veya bir kısmından, bir kişi ya da topluluk için gönüllü olarak vazgeçmesidir. Veya kendisi için üretebileceklerini üretememesi, bunlardan bir biçimde zarara uğraması durumu, fedakarlık olarak nitelenebilir.
Burjuva, feodalizme karşı savaşırken "fedakar"dı. Ulus için, feodallere karşı mücadelede, kendi büyük çıkarlarını tehlikeye atıyordu.
Günümüzde de burjuva, küçük burjuva veya bunların düşünsel etkisi altındaki emekçi, devrim için mücadele ederken; devrimciliği düzenle savaşımın yanısıra bir iç devrim süreci olarak kavramamışsa, fedakarlık yaptığını düşünür.
Çünkü sömürüsüz, özgür bir dünya uğruna ya itibari mesleğinden ya da nispeten daha rahat olan maddi yaşam koşullarından, küçük lükslerinden veya eşinin, sevgilisinin kucağından, ailesinden vb vazgeçmesini, devrim için fedakarlık olarak düşünür. Bu davranışını, katlanılması gereken bir kayıp olarak görür. Bu hareket tarzı, geride bırakılan maddi ve manevi değerlerden kesin kopuşu, kesin reddi içermez.
Kişinin, devrim için "fedakarlık" yapması gereken şeyler arttıkça, iç dünyasındaki boşluk büyür. Bu durumda ya düzen ilişkileri ile devrimci çalışmasını uzlaştırarak "fedakarlık" yaptığı şeyleri azaltmaya, iç dünyasındaki fırtınaları dindirmeye çalışır, ya da içten içe devrime ayak diremeye, giderek devrimi katlanmak zorunda kaldığı bir yük olarak görmeye başlar. Bu sürecin sonu, pek çok durumda görüldüğü üzere, devrimci mücadeleden vazgeçmeye, kimi durumlarda ise en kötü ihanete değin varır.
Kişi, devrimi ve devrimciliği, tüm maddi ve manevi değerlerin bir bütün olarak yaşamın devrimci bir içerikle yeniden tanımlanması, eskinin reddi, yeni değerlerin yaratılması olarak kavradığında; düzen kurumlarından, ilişki ve olanaklardan koparak, devrimi tercih edişini, fedakarlık olarak tanımlamaz.
Çünkü birey, devrimci mücadelede güzel olan, insani olan, sömürü ve zulüm çirkefine bulaşmamış olan hiçbirşeyden vazgeçmez. Tam tersine, devrimcilik, sömürü ve zulüm düzeninin kirlettiği pek çok ilişki ve değerin temizlenmesi, arındırılması, yeni ve devrimci bir içerikle kazanılması demektir.
Sömürü ilişkilerinin egemen olduğu koşullarda iş, çalışma, katlanılmak zorunda olunulan bir çabadır. Çünkü, emekçi, çalışmasının gerçek karşılığını alamaz. Yaşamını sürdürmek için çalışmak zorundadır. Halbuki devrimcilik, çalışmayı insanın bir ihtiyacı, gelişmesinin ve özgürleşmesinin vazgeçilmez bir aracı olarak görür. Çalışmanın bu niteliği kazanmasının koşullarını gösterir. Komünizm koşullarında bunun bir gerçeklik haline geleceğini, maddi temelleri ile ortaya koyar.
Yine sömürü düzeninin maddi ve manevi açıdan belirlediği bir ailenin, mutsuzluğu üretmesi, kirlenmesi, kaçınılmazdır. Karı ile koca arasındaki, anne-baba ile çocuklar arasındaki eşitsizlik, içi boş, yapmacık statükolar, maddi yaşam koşullarındaki zorluklar vb, hiçbir üretkenliği olmayan, paylaşımları çoğunlukla kan bağından ve aynı evi paylaşmaktan öteye gitmeyen bir topluluk yaratır.
Devrimci için, bu topluluktan vazgeçip vazgeçmeme sorunu olamaz. Hele bu topluluktan kopma, hiçbir biçimde devrimci için fedakarlık olarak nitelendirilemez. Devrimci için burada sorun, koşullar ve ilişkiler elverdiği ölçüde, bu topluluğu -aileyi- yeni bir temele, yavaş da olsa üretken, statükolardan uzak, eşitlikçi bir yapıya kavuşturmaktır.
Yaşamın gerçeklerini devrimci tarzda yeniden tanımladığımızda, fedakarlık kavramının insanın gelişimine aykırı olduğunu, daha ileri, daha insani ilişki biçimleri karşısındaki frenleyici niteliğini görebilmek mümkün oluyor.
Eşitlik, özgürlük, insanca yaşam için mücadele ve bu mücadelenin acı ve mutluluk dolu süreçleri, fedakarlık ve benzeri kavramlarla tanımlanamaz, tanımlanmamalıdır. Bu süreci tanımlayacak en doğru kavram, insanlaşmaktır. Sömürü, faydacılık ilişkilerinin barbarlığından, insanlığa geçiştir bu süreç...
Kuşkusuz ki devrimcilik, insanlaşmak süreci, dikensiz gül bahçesi değildir. Bu süreçte acılar, kayıplar, büyük bedeller vardır. Çünkü devrim ve sosyalizm kavgası verenler, insanlığın onbinlerce yıllık tarihiyle hesaplaşıyorlar.
Kapitalizmle birlikte, tarihte ilk kez, binlerce yıllık geçmişe sahip olan sömürü ilişkilerinin ortadan kaldırılma koşulları doğmuş bulunuyor. Bunun anlamı, binlerce yıldır ilk kez, insanlığın büyük bir kısmının (emekçiler), yine insandan (sömürücü sınıflar) kaynaklanan acılardan, mutsuzluklardan kurtulması olanağının doğmasıdır.
Can çekişen, ölüm-kalım mücadelesi veren bir yapı ya da canlı, varlığını sürdürmek için daha çok saldırır, daha tahripkar olur.
Sömürü ilişkilerinin son halkası olan kapitalizm de, bu nedenle cellatları olan emekçilere, devrimcilere var gücüyle, azgınca saldırıyor. Çünkü hiçbir şansları yok! Feodaller, kapitalistler savaşırken, uzlaşma şansı vardı. Kapitalist olabilir, sömürüyü bu yolla devam ettirebilirdi. İngiltere, Almanya gibi ülkelerde de, kısmen böyle oldu. Ama bizim gibi ülkelerdeki kapitalistin böyle bir şansı yok!..
Ya herşeyden vazgeçecek ya da ölümüne direnecek.
Önündeki seçenekler bunlardır. Ve şuan egemen durumdalar, egemenlik şanslarını kullanıyorlar, tarihin akışını durdurmaya, kendilerinden yana zaman kazanmaya çalışıyorlar.
Bu nedenledir ki, tarihte devrim ve sosyalizm için savaşım kadar çetin ve zorlu bir mücadele olmamıştır, olmayacaktır.
Böylesine zorlu bir süreçte, acılar ve bedeller de kaçınılmazdır, kurtuluşun doğal bir parçasıdır. Diyalektiğin kaçınılmaz yasaları, bu süreçte de işliyor; şeyler, karşıtları ile birlikte varoluyor. Mutluluk ve acı...
Ancak devrimciler bu süreçte, düzenin belirlediği statükolar içinde yaşayan bir insandan daha fazla acı çekmiyor.
Bunun kanıtları ile gündelik yaşantı içinde heran yüz yüze geliyoruz. Dilenen, köprü altında yaşayan, uyuşturucu kullanan, depremden kaçıp yangına, yangından kaçıp rüzgara, rüzgardan kaçıp fahişeliğe mahkum edilen, toplum dışına atılmış milyonlarca insanın mutsuzluğu, acıları, düşünce sınırlarını zorlayacak niteliktedir.
Yoksul olduğu için çocuğuna bayram giysisi bile alamadığı ya da ailesinin ihtiyacını gideremediği için intihar eden emekçinin ve geride bıraktığı insanların acılarını, mutsuzluğunu düşünelim. Vücudunu satan, yozlaştırılıp hırsız olan, dolandırıcılık yapan, kişisel çıkarları için adam öldüren insanların mutsuzluğu, gördükleri işkencelerin, 10-20 yıllık hapislerin acısı kolayca tanımlanabilir mi?
Otuzuna-kırkına gelip de, hayatın kısır döngüsü içinde, sıradan, anlamsız bir dişli haline dönüştüğünü gören, amaçsız, hiçbir değere sahip olmayan ve üretmeyen insanın içine düştüğü boşluk duygusunun yarattığı mutsuzluğun ölçüsü var mıdır? Günümüz ailesine bakalım, karı-kocalar günde birkaç dakikanın dışında konuşmuyorlar bile. Bunu, burjuva araştırmacılar saptıyor. İlişkileri, geceleri sevgisiz koklaşmanın ötesine nadiren geçiyor...
Bu çark, sadece mutsuzluk ve acılar doğrultusunda işler, mutluluk ise talidir. Nedir mutluluk kaynağı? Sevdiğin kadın mı, erkek mi, işin mi, araban mı, evin mi, sahip olduğun birkaç parça eşyan mı? Bir miktar paran mı? Onlara bırakmaya çalıştığın maddi değerlere rağmen geleceğinden endişe ettiğin çocukların mı? Eğer bunlar, özgürlük ve eşitlik koşullarında sahiplenilemiyorlarsa, paylaşılamıyorlarsa, güvencesizliğin girdabında eriyorlarsa, ne kadar ve nereye kadar mutluluk kaynağıdır?..
Düzen mantalitesi, bu soruların yanıtını veremez. Çünkü düzen, kaçınılmaz biçimde yozlaşmayı ve mutsuzluğu üretir. Bu durum, emekçiler için ayan beyan ortadadır. Emekçi için, yaşadığı maddi koşullardan dolayı, bu soruları sormak dahi gereksizdir. Yaşamını sorgulayan ve az çok arayış içine giren kapitalist de şu veya bu biçimde mutsuzluğun duvarına çarpar. Bu nedenledir ki, onların yaşamında da sahte mutluluk araçları olan uyuşturucu, alkol, fuhuş ve benzeri her türlü sapkınlık, temel bir role sahiptir.
Öte yandan devrimciliğin, yani yaşamı anlamanın (okuyarak, değerlendirerek, yazarak, yaşayarak) ve belirli hedefler, programlar temelinde özgürlüğün, eşitliğin, insanca yaşam koşullarının üreticisi olmanın mutluluğu, apayrıdır.
Devrimcilik kendini, düzenin tüm kurumlarının, değer yargılarının, yasaklarının, kısacası, mevcut bütün düşünsel ve maddi statükoların dışında görmektir. Düzenin dayattığı maddi yaşam koşullarını reddediştir devrimcilik. Düşüncede ve maddi yaşam ilişkilerinde bir yeniden tanımlama, üretmedir...
Onlarca yıl hapis yatan, işkenceler gören devrimcinin bütün bunlara karşın sahip olduğu coşkunun, mücadele gücünün kaynağı-nedeni budur. Devrimci (ya da devrimcileşen birey) düzenden koptukça kendini kazanmaktadır, kendini var etmektedir, dünyayı kazanmaktadır.
Devrimciler, sömürülen insanların (proleteryanın, emekçi köylülüğün, bir bütün olarak halkın), sömüren insanlarla (burjuvazi ve feodaller) tarihteki en büyük ve en son hesaplaşmasının öncüsü ve yenilmez gücüdür.
Onlar, binlerce yıllık sömürü ilişkilerinin tarihine nokta koymaktadırlar. Spartaküs'ün, Şeyh Bedrettin'in, Tupac Amaru'nun, Mustafa Suphiler'in, Sandinolar'ın, Senalar'ın, Denizler in, Zilanlar'ın sömürüden ve zulümden kaynaklanan birlerce yıllık acılarının intikamını almaktadır, hesabını sormaktadır devrimciler...
Bu büyük ve kaçınılmaz hesaplaşmada, kazanılacakların yanısıra kaybedilenler, acılar, talidir. Devrimciler, özgürlüğü üretirler, özgürlüğü kazanırlar. Mutluluk da, özgürce üretmektir, özgürlüğü üretmektir. Yani devrimcilik ve mutluluk, birbirlerinin ayrılmaz parçalarıdır. Acılar ise, bunun bedelidir...
İşte bu nedenledir ki, düzenin belirlediği emekçinin yaşamı, acılar üzerine kurulmuştur. Bu nedenledir ki, arabesk müzik coğrafyamızda daha çok satar, burjuva yazar-çizerler, utanmadan bu durumu, "halkımız acıyı seviyor" diye açıklarlar.
Bir yoldaşımız, bir devrim savaşçısı; işkencede, çatışmada, darağacında şehit düştüğünde ya da işkence görürken, sevdiklerinden uzak kalırken de yaşanan büyük bir acı vardır. Ama orada coşku da vardır, inanç da vardır, hatta daha çok bunlar vardır...
Bir devrimci şehit düştüğünde onu bir daha görememenin, onunla yeni şeyler paylaşamamanın acısı ağır basar. Ama öte yandan gerçek bir mücadele içinde şehit veriyorsak, hesaplaşma hızlanıyor demektir, şehidimiz bir işarettir, bir müjdedir, bir yol göstericidir. Savaşı hızlandırın, özgürlüğe daha hızlı yürüyün, düşmana daha sert vurun, işaretidir. Acı, bu süreçte derhal bir ayrıntı durumuna düşer, öfkemizi biler...
Kısacası, devrimcilik ve devrimci mücadele sözkonusu olduğunda, fedakarlık kavramı hiçbir noktada bilinen söylemlere denk düşmüyor. Bir yoldaşımız, bir devrimci herkesten çok mu çalışıyor, gecesini gündüzüne mi katıyor? O, sadece çalışkan bir insandır, o insanlaşma yolunda, özgürleşme yolunda herkesten daha hızlı koşmaktadır. O, bu çabası ile takdir edilecektir, bu çabası içinde komünistleşecektir, önderleşecektir. Ama bu çaba, fedakarlıkla tanımlanamaz. Bu çaba, bir şeyleri feda ederek gelişen bir çaba değil, tam aksine sürekli kazanılan, sürekli gelişmeleri içeren bir çabadır.
Devrimci pratiğini, fedakarlık yapmak düşüncesi temelinde geliştiren kişi, her an düzenin kucağına düşebilir. Öte yandan fedakarlık düşüncesi, geriye dönüş potansiyelini içinde taşır. Kişi, her an fedakarlık yapmaktan vazgeçebilir. Fedakarlık, sınır tanır. Devrimciliği, kendisini ve dünyayı özgürleştirme olarak anlayan kişi, bunu becerebildiği ölçüde devrimcilikten vazgeçemez. Özgürlüğü üretme, yaşamı onurlu, sömürüsüz, eşitlikçi bir zemine oturtma ise, sınır tanımaz...
Toparlayacak olursak; kişinin devrimcileşme süreci ve devrimcilikte kesin biçimde karar kılışı, sağlam temellere dayanmalıdır.
Emekçileri, ilerici, aydın insanları devrimci mücadeleye yönelten çok sayıda özgün etmen vardır. Kimi insanlar, devrime, burjuva hümanizmi zemininde yönelir. Adaletsizliğe, yoksulluğa, insanların çektiği acılara devrimin son vereceğini kavrar. Devrime katılması gerektiğini, bunun için fedakarlık yapması gerektiğini düşünür. Kimileri, düzenden çok ağır darbeler yemişlerdir, büyük bir öfkeyle, intikam duygusu ile devrime yönelirler. Kimileri ekonomik kurtuluşun, kimi demokratikleşmenin, özgürleşmenin yolu olarak görür devrimi...
Devrimci hareket, bu düşüncelerle saflarına gelen insanları bilimsel sosyalizm düşüncesi ile eğitme, örgütlü hale getirme ve pratik mücadeleye sevketme görevi ile karşı karşıyadır.
Bu, devrimci hareketin gelişmesinin, bireyin devrimcileşmesinin olmazsa olmaz koşuludur.
Ancak bu yetmez!
Doğanın ve toplumsal gelişmenin bilimsel yasalarını kavramaya başlayan, sömürü ve zulüm düzeni ile savaşmanın, sömürüsüz, özgür bir dünya yaratmanın yollarını öğrenen ve bunları uygulamaya çalışan devrimcinin önünde, bir başka temel görev daha vardır. Devrimcileşen birey, devrim ile kendi kişiliği, her türlü ilişkisi ve değer yargıları arasındaki ilişkiyi yeniden tanımlamak, devrimin iç dünyasındaki ve ilişkilerdeki yerini belirlemek zorundadır.
Her devrimci için savaşın iki cephesi vardır; biri düzene karşı savaş cephesi, diğeri kendi içindeki düzen değerleri, gündelik yaşantıda pek çok boyutu ile içinde bulunduğu düzen ilişkileri ile savaş cephesidir. Devrimci birey, savaşı her iki cephede de ödünsüz ve kesintisiz yürütmek zorundadır.
Savaşın sadece bir cephesini gören kişi, iyi bir devrimci olamaz, düzeni aşamaz, zaaflı ve tutarsız bir kişilik sergiler.
Devrimciliği, kendini ve dünyayı özgürleştirme eylemi olarak kavrayan bir devrimci kişiliğin geliştirilmesi, ancak örgütlü devrimci mücadele içinde gerçekleşeceğinden, bu noktada temel görev devrimci örgüte düşer.
Devrimci hareket, dünyayı değiştirme pratiğine yönelen, bunun için bilimsel sosyalizmi öğrenen ve uygulama çabası içinde olan bireyin iç savaşını geliştirebilmek için, ona bu çabanın anlamını ve kazanımlarını gösterebilmelidir.
Bunun ilk adımı, dünyayı değiştirebilmek, özgürleştirebilmek için, kişinin herşeyiyle kendisini değiştirmesi gerektiğini ve bu değişimlerin çeşitli zorlukları içerseler de, birer kazanım olduklarını kavratmaktır.
Devrimci mücadelede atılan her adımın insanlaşmak yolunda mesafe katetmek anlamına geldiği, bu süreçte kaybedilen, feda edilen hiçbir şey olmadığı ve olamayacağı, kesin biçimde bilince çıkarılmalıdır.
Ayrıca devrimci hareketin görevi, sadece bu bakış açısını kavratmakla sınırlı değildir. Devrimciliğe bu tarz bakış, devrimci militanın gündelik yaşamının her anına damgasını vurmalıdır.
Devrimci militan her davranışını, her pratiğini, dünyayı değiştirmenin yanısıra kendisini de değiştirmenin, yenilemenin kaynağı haline getirebilmelidir. Bu ise, devrimci militanın iç dönüşüm sürecinin örgütlü ve planlı çabaya evrilmesi ile mümkündür.
Devrimci hareket bu doğrultuda iç işleyiş kuralları ve mekanizmaları yaratarak, devrimcileşen bireyin iç dönüşümüne önderlik edebilmelidir.
Devrimci hareketin yaratacağı iç işleyiş kuralları ve mekanizmaları yaratarak, devrimcileşen bireyin iç dönüşümüne önderlik edebilmelidir.
Devrimci hareketin yaratacağı iç işleyiş ve mekanizmalarının özünü;
a) Kişiler ve her örgüt kademesi-birimi düzeyinde, çok yönlü, düzenli ve sürekli eleştiri-özeleştiri yapılması (kendini tanıma ve yeniden tanımlama),
b) İdeolojik -politik hattın oluşturulmasında sınırsız, pratiğin geliştirilmesinde ise kişinin ve birimin konumuna ve işin niteliğine uygun katılımı disipline etme ve bunu Devrimci Hareket içinde bulunmanın olmazsa olmaz koşulu haline getirme (katılımcılığı lafta kalan bir istek olmaktan çıkarıp bir katılımcılık kültürü oluşturma),
c) Devrimci eğitimi eleştiri-özeleştiri ve her alanda katılımcılığın zeminine oturtma ve bu temelde sürekli devinim halinde olan bir devrimci kültür yaratma,
d) Kollektif irademizin billurlaşmış ve somutlaşmış ifadesi olan örgütlü davranma bilincini tüm çalışmalara, devrimci militanın yaşamının her anına egemen kılma oluşturur.Bir yıkıntı haline gelmiş olan günümüz insanının, kendini ve dünyayı yenileyebilmesi, özgürleştirebilme gücüne sahip devrimcilere dönüştürmesi ve bu dönüşüm sürecini derinliğine çözümlemesi, bugünün en temel sorunlarından biridir.
Bu dönüşüm sürecinin ilk adımı ise, devrimciliğin barbarlıktan kurtularak, insanlaşmak bilinci ve pratiği olduğunu kavramak ve kavratmaktır.Her devrimci, bu adımı atmalı, devrimci kimliğini tanımlamada, kullandığı burjuva değer yargılarının bir ifadesi olan kavramları, ifadeleri bir kenara atarak; "Devrimcilik kazanmaktır, insanlaşmaktır" diyebilmelidir.

 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92