Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

Kemal Kara

Tarih göstermiştir ki, baskı ve zulmün olduğu yerde, insanlığın direnişi mutlaka filizlenmiştir. Bu gerçeklik, insanlığın binlerce yıllık yürüyüşünde ortaya koyduğu deneyimlerle, açık biçimde kanıtlanmıştır.
Zulmün çağımıza izdüşümü olarak emperyalizm, bugün dünya halklarını çok boyutlu ve çok kapsamlı bir yok oluşa doğru sürüklemektedir. Enternasyonal proletarya önderlerinden ve Lenin'in deyimiyle "bir devrim kartalı" olan Rosa Lüxemburg'un özlü biçimde ortaya koyduğu gibi, bir bakıma o yıllarda yaşanılanların bir formülasyonu niteliğinde olan ünlü bir sözü, daha doğrusu bir şiarı vardır: "Ya sosyalizm, Ya barbarlık..."
Bu söz, aynı zamanda insanlığın önünde bulunan tarihsel ikilemi de ifade etmektedir. Bu ikilemin "barbarlık" boyutu, günümüzde yerini "ölüm" gerçekliğine bırakmıştır. Ve ikilemin "sosyalizm" tarafı, insanlığın önünde tek kurtuluş seçeneği olarak hala durmaktadır. Yani özetle, dünya insanlığının önünde duran ikilem, günümüzde açık biçimde; "Ya sosyalizm, Ya ölüm"dür...

Günümüz dünyasındaki umut ışıkları
Ancak, emperyalist saldırganlığın dünya emekçi halklarına dayattığı kan ve ölüm renkleriyle donatılmış bu karanlık tabloya rağmen insanlığın kurtuluş ve özgürlüğe dair umutları, bitmemiştir. Başta belirttiğimiz tarih yasası, kaçınılmaz biçimde kendini yeniden ve yeniden ortaya koymaya başlamıştır. Öyle ki, saldırının olduğu her yerde, şu veya bu biçimde başkaldırının ve direnişin tohumları ekilmeye başlanmıştır.
Günümüzde emperyalist haydutluğa karşı gereken içerik ve düzeylerde olmasa da, bu direnişler, geçmişten geleceğe, insanlığın kurtuluşu yolunda suskunluğun perdesinin yırtıldığını göstermektedir. Yani bir bakıma, emperyalizmin hizmetinde olan ideologların 1980'li yılların başında "elveda" dediği proletarya ve ezilen halkların, 2000'li yıllarda tarihe, yeniden ve bu sefer daha güçlü biçimde "merhaba" demesi durumu sözkonusudur...
Meksika Dağları'ndan Güney Kore Sokakları'na, Rusya işçilerinin milyonluk grevlerinden Fransız Metro İşçilerinin ve kamyoncuların militan eylemlerine, 1995'teki Gazi Barikatları'ndan 1996'nın 1 Mayısı'na, Bergama Köylüleri'nin siyonist-siyanürcü Emperyalizme karşı direnişlerinden SEKA İşçileri'nin kararlı tavrına, Filistin İntifadaları'ndan Kürdistan dağlarındaki gerilların tavrına, Arnavutluk'tan Endonezya'ya, Kolombiya'dan Kara Afrika'ya kadar, dünyanın her köşesine dalga dalga yayılmaktadır umut ve isyan...
Ve bu kez umudun ve isyanın adı, yeniden ve yenilenen, "sosyalizm" olacaktır!.. Peru Büyükelçiliği işgalinde dünyaya devrimci kararlılığın, devrimci adaletin ve devrimci romantizmin en güçlü örneklerinden birini sunarak emperyalizme politik anlamda güçlü bir tokat indiren Tupac Amaro'ların meydan okuyan sesiyle, dünya metropollerindeki proletaryanın sesinin aynı noktada birleşmesidir yaşananlar...

İsyan zincirinin en zorlu halkası, direniştir
Bu, emperyalizmin dünya halklarına açıkça ilan ettiği savaşa karşı, isyankar ve devrimci bir duruştur.
Direniştir şimdilik! Direniştir, atılım dönemlerine varıncaya kadar. Ve kuşkusuz, en zor halkasıdır isyan zincirinin...
Adeta bir ölüm gezegenine dönüşmekte olan dünyayı, tıpkı 1970'lerde olduğu gibi ve belki de ondan daha güçlü bir saldırı dalgası beklemektedir. Ancak, yükselmekte olan bu başkaldırı dalgalarının devrimlere yol açıp açmayacağı, dalgayla birlikte yükselebilme, sürece müdahale edebilme iradesi gösterecek olan devrimci irade ile ilgili bir sorunudur.
Elbette bugün devrimcilerin görevi, dünyada yaşanan gelişmeleri gerektiği gibi izlemek, Marksist-Leninist bir perspektifle analiz etmek, yarının devrimleri için mücadele koşullarını analiz ederek eksiklikleri gidermek, bu sorunlarla eş zamanlı olarak, başkaldırı barikatlarını yükseltmektir. Kısacası, günün devrimci görevi: Devrimi ve sosyalizmi savaştan kopuk değil, bizzat savaşın içinde, savaşarak tartışmaktır!..
Bugün, dünyada yaşananların boyutları ne olursa olsun, her yeni durum ve gelişme, devrimciler tarafından titizlikle değerlendirilmelidir. Örneğin, gerek metropollerde ve gerekse geri bıraktırılmış sömürge ülkelerde yaşananlar ve bu coğrafyalarda ortaya konulan mücadele, sınıf savaşımı ve günümüzde baş çelişki olan "emperyalizm ve dünya halkları arasındaki uzlaşmaz çelişki", zengin deneyimler ve dersler içermektedir.
Ancak aynı zamanda tüm bunlar, doğru temellerde yönlendirilmedikleri taktirde, devrimci sürece hizmet etmeyecek nitelikte sonuçlar da doğurmaktadırlar. Bu deneyimlerin toplamının ortaya çıkardığı temel sorun, Marksist-Leninist tarzda, doğru temellerde örgütlenmiş ve sürece devrimci anlamda müdahale edecek devrimci önderlik sorunudur.
Somutlamaya çalışırsak; son ayların en sarsıntılı süreçlerinin yaşandığı Endonezya'da halk, emperyalizmin işbirlikçisi Suharto Diktatörlüğü'ne karşı ayaklanmış ve 30 yıllık diktatörü devirmiştir. (Görüntüde de olsa...)
Bu yıkım sürecindeki tabloda, Endonezya halkının büyük ölçüde kendiliğindenci temelde yarattığı bir öfke patlaması görüyoruz. Kapitalist ticaret merkezlerinin, mağazaların yağmalanması, sokaklarda polisle çatışmalar ve giderek Suharto'nun Sarayı'nın hedef alınması ve benzeri... Halkın bu tavırlarının sonucu olarak, sözkonusu patlama karşısında tutunamayan Sharto, ülkeden kaçmak zorunda bırakılmıştır. Ancak onun yerine iktidara getirilen Yusuf Habibi'nin, temelde Suharto'dan hiçbir farkı yoktu... Zaten iktidara gelir gelmez emperyalizm yanlısı politikaları uygulayacağını açıkça ilan etmiş ve devlet güçlerine ayaklananlara karşı "sert önlemler uygulanması" talimatını vermişti.
Endonezya'da, halk yine de isyanını sürdürdü ve evine çekilmedi. Ancak devrimci bir önderlikle buluşamayan bu isyan potansiyeli, çok farklı noktalara doğru kanalize edilmeye başlandı. Şimdilerde ülkenin çeşitli bölgelerinde, halk arasında yapay Müslüman-Hristiyan çatışmaları yaşanmaya başlanmıştır. Ordu ise, yaratılan bu yapay çatışma ortamından, katliamlar ve yoğun askeri kuşatmalar gerçekleştirme olanağı bulma biçiminde yararlanmıştır.
Endonezya'da yaşananlar, emperyalist propaganda merkezlerinin deyimiyle, tam bir "sosyal patlama"dır.
Endonezya, Neoliberalizmin saldırganlığı sonucu korkunç boyutlarda bir sosyal sefaletin yaşandığı ve beraberinde toplumsal çürümenin geldiği ülkelerden biridir. Daha düne kadar "Asya Kaplanları" arasında gösterilen bu ülkenin, çok değil, bir yıl sonra felaketin eşiğine gelmesi, oldukça anlamlı ve bir o kadar çarpıcıdır. Keza, aynı şey yanlızca burayla sınırlı kalmamış, diğer "kaplanlardan" Malezya, Tayland ve Kore'nin de başına gelmiştir.
Halkın düzene olan tepkisi, başkaldırı anlamında eşsiz bir fırsat teşkil etse de, öfke dinamiği, doğru devrimci bir önderliğin etrafında, doğru kanallara örgütlü biçimde yönlendirilmediğinden; ülkede devrimci temellerde ve toplumsal değişime hizmet edici nitelikte sonuçlar yaratılamamıştır.
Eğer bunun aksi bir gerçeklik olsa ve bu aktif dinamikler devrimci bir önderlikle buluşabilseydi, o zaman, ülke çok önemli gelişmelere sahne olacaktı ve dahası, gelişmeler tüm kıtayı etkileyecekti. Yine bu yöndeki önemli örneklerden biri de, Güney Kore'dir.
Son yıllarda dünyanın en militan işçi ve gençlik dinamiğine sahip olan Güney Kore, sokaklarda işçilerin polisle çatışmalarıyla ve militan öğrenci gençliğin molotoflu eylem sahneleriyle akıllardadır. Gerçekten de Güney Kore, devrimci zemin anlamında pek çok olanaklara ve devrimci bir potansiyele sahiptir. Ancak bu ülkedeki örgütlenme gerçekliği, militan potansiyele ve militan eylemlerine tam olarak denk düşmemektedir. Bu yönüyle de, dönemin isyan ve sosyalizm boyutlarının irdelenmesine çok önemli bir örnek oluşturmaktadır.
Örgütlenmiş olmaları ve militan bir mücadele ortaya koymalarına karşın Güney Kore militan dinamiklerinin de bugün temel sorunu, Marksist-Leninist bir önderlikten yoksun oluşlarıdır.
Ancak bu nitelikte bir önderlik etrafında verilecek bir savaşım, işçi sınıfının, gençliğin ve ülkedeki ilerici dinamiklerin, Emperyalizme ve onun işbirlikçilerine karşı ileri düzeyde mevziler kazanmasını sağlayacaktır. Dünya proletaryasının muzaffer önderi Lenin, bunun içindir ki mutlak suretle; "devrimci örgütün önemini" belirtir.
THKP-C'nin savaşçı önderi Mahir Çayan yoldaşın yazılarında, sürekli "proletaryanın savaş örgütüne" vurgu yapmasının önemi, işte bugün yaşanılan bu gerçekliklerden dolayı bir kez daha "olmazsa olmaz" yakıcılığıyla ortaya çıkmaktadır. Tabi bu sorun, bir bakıma "ortak belirleyen sorun" olduğundan, yakın tarihteki Arnavutluk Ayaklanması'ndan Latin Amerika'da verilen gerilla savaşlarına, metropollerdeki sınıf direnişlerinden, Ortadoğu'daki halkların anti-emperyalist savaşları ve devrimci dinamiklerine uzanan bir çizgide kendini hissettirmektedir.
Ancak inanıyoruz ki, dünyanın dört bir yanında sürmekte olan ve yavaş yavaş gelişme seyri gösteren bu mücadeleler, kendi içlerinden devrimci önderliklerini, yaşanan mücadele deneyimleriyle çıkaracaklardır. Zaten doğru ve tek geçerli olan da "iç dinamikten yola çıkarak yaratma" olgusudur. Yoksa dünyanın her hareketli bölgesine özel "devrimci önderliklerin", ne sipariş edilmesi, ne de ihraç edilmesi mümkündür. Bilinen bir gerçekliktir; savaşın eksiklikleri, zaafları, devingen bir zeminde savaşılarak giderilir. Yine savaşın ihtiyaçları da, ancak savaşım pratiği içinde karşılanabilir. THKP-C'nin ideolojik hattında "öğrenme-savaşma, savaşma-öğrenme" diyalektiği, tam da bu gerçekliğin bir ifadesidir. Ki bu, devrimimizin temel yasalarından biridir.
Dünya, hem ciddi bir ekonomik krizle, hem de giderek güçlenen bir isyan dalgasıyla karşı karşıyadır. Gelişen süreç, bize, ulusal-sınıfsal ve toplumsal boyutlarda, zenginlikler ve olanaklar sunan bir zeminin ve bu zemin üzerinde şimdiden önemli pratikler de sergileyen hareketli, geniş ve militan bir dinamiğin işaretlerini vermektedir.
.
Tarih, yeniden yazılacak
Dünya, insanlığın kurtuluşu için, denilebilir ki, tüm objektif şartlara sahiptir. Yani, yeryüzünün zemini, geleceğe doğru ya da daha doğru bir ifadeyle geleceği kazanmaya doğru adım atılmasına, son derece uygundur. Bugün gelinen noktada, kapitalizm-sosyalizm temel çatışmasında, kapitalizm lehine bir üstünlük tablosu var gibi gözüküyorsa da, gerçekte bu, göreceli ve geçici bir durumdur.
Çünkü kapitalist-emperyalist sistem, kendi yapısal krizi içinde, yapısal ve uzun vadeli çözümler üretememenin döngüsüyle kıvranırken, uygulamaya çalıştığı Yeni Dünya Düzeni politikaları-saldırısı sonucunda, kendi dairesi içinde sıkışmıştır. Emperyalizmin ve Oligarşi'nin dünya emekçi sınıfları ve ezilen uluslar ile arasında var olan ve yeterince keskin olan çelişkiler, son dönemlerde daha da keskinleşmiştir.
Artık emperyalist sistemin her uygulaması, bu keskin çelişkilerin daha da bilenmesine ve daha da keskinleşmesine hizmet etmeye başlamıştır. İşte bu verimli zemin üzerinde eksik olan tek nokta, devrimci irade, örgütlülük ve savaşımdır.
Elbette yeryüzünde mücadele eden devrimci hareketler, tümüyle yok değildir, şu veya bu biçimde mücadelelerini, çeşitli coğrafyalarda vermektedirler. Ancak, verilen bu mücadelelerin olumlu ve başarılı olan yanlarının yanısıra, temel noktalarda eksiklikleri-yanlışları da vardır. Dahası, içinde bulunulan koşullarda, olgunlaşmış zemine ve olanaklara oranla yapılanlar, yeterli değildir ve ihtiyacı karşılamamaktadır.
Sözgelimi, kimi coğrafyalarda, yıllardır verilen ama henüz istenilen düzeyde sonuçlara imza atamamış olan gerilla savaşlarını, biraz da bu noktalardan değerlendirmek gerekiyor. Ki, burada bulacağımız en temel sonuç (sorun) bu gerilla hareketlerinin devrim-örgüt ve çalışma tarzlarının, M-L öze uygunluğu, özelde "silahlı mücadele anlayışındaki" özelliklerdir.
Tam da bu noktada, bazı önemli noktalara vurgu yapmak gerekiyor. Yaşanılan onca geriliğe, çözümsüzlüğe ve sorunlara karşın, nesnel-sosyal, bilimsel-tarihsel boyutlarda, kapitalizme karşı sosyalizmin güçlülüğü ve haklılığı, bizim temel sorunumuzdur.
Nesnel Boyutta: Emperyalizmin, dünya halklarına karşı her yönden saldırganlığı artmakta, dünyada gelir dengesizliği ve gelir uçurumu hergün biraz daha fazla derinleşmekte, "açlık ordusu", sefalet sınırında yaşayan insanların oluşturduğu ordular, ölümle yüzyüze, her gün biraz daha fazla çoğalmaktadır.
Dünyanın hemen her köşesinde estirilen savaş rüzgarları ile, bölgeler birer "ölüm coğrafyasına" dönüşüyor, ve yeryüzünde ölümün yaşamdan daha egemen olduğu bir zaman kesitinde yaşıyoruz.
Sosyalizm, nesnel olarak insanlığa bugün, her zamankinden daha yakındır. Devrimin ve sosyalizmin koşulları-olanakları, bundan önce hiçbir dönemde olmadığından daha fazlasıyla mevcuttur. Emperyalizmin, insanlığın önüne koyduğu tüm seçenekler denenmiş ve tüketilmiştir.
Sosyal Boyutta: Bugün dünyanın her köşesinde, ister sınıfsal, ister ulusal ya da asgari insan hakları temelinde olsun, emperyalist gericiliğe karşı örgütlü-örgütsüz bir tepkisellik vardır. Bu tepkiler, bir yerde kendini grevler, sokak çatışmaları biçiminde gösterirken bir başka yerde ulusal kurtuluş savaşları-gerilla savaşları biçimlerinde göstermektedir. Coğrafyaları ve araçları farklı olan bu göstergelerin temel ortaklığı, emperyalizme karşı duruşlarıdır. Bu temelin ötesindeki çeşitlilik, mücadelelerin zenginliği olarak kavranmalıdır.
Ancak burada yanlış anlamalara neden olacak bir noktayı açmak gerekiyor. Bilindiği gibi günümüzde, anti-emperyalist söylemleri kullanan ve öyle olduğu iddiasını taşıyan, zaman zaman görünürde emperyalizmle çatışan bazı dinsel ya da ulusal planda örgütlenmiş hareketler vardır.
Güncel planda, örneğin, örgütlenmesi-olanakları ve kitle potansiyelleri yoğun olan islami hareketler vardır. Sosyalizm dalgasının dünyanın her yerinde yükselişe geçtiği bir süreçte, bizzat emperyalizm eliyle örgütlendirilen ve de devrimci-sosyalist hareketlere saldırtılan bu hareketler, özünde emperyalist sistemden bağımsız olmadıkları gibi, tarihsel bakımdan da hiçbir boyutuyla ilericilik taşımamaktadırlar. Yine biliyoruz ki, emperyalizmin karşısında, çağımızda ilericilik niteliği taşıyan dinamiklerden en önemlisi ve en başta geleni, sosyalizm dinamikleridir. Devrimci sınıf proletarya ve onun ideolojik öncüleri, sosyalistlerdir.
Tarihsel Boyutta: Geleceğin sosyalizme ait olacağı, iddia edildiği üzere yanlızca bir sanı ya da kurgudan ibaret değil, koskoca bir gerçekliktir, tarihsel bir doğrudur.
Bu doğruya ulaşmanın yolunu, diyalektik ve tarihsel materyalizm bilimi göstermektedir. Diyalektik ve tarihsel materyalizm biliminde yer alan çelişki yasasının tarihsel-toplumsal boyutu, "sınıf savaşımında" içeriğini bulmaktadır. Çağımızda çatışma sathında bulunan iki temel sistem olarak kapitalizm ve sosyalizm, bunun ete kemiğe bürünmüş hali olarak da, burjuvazi ve proletarya sınıfları vardır.
Kısaca ifade etmek gerekirse; tarihsel olarak da kapitalizmin, dayandığı temel bakımından ve insanlığa yöneliminde, çağımızda, hiçbir ilerletici özellik taşımaması bakımından, "ömrünü uzatmaya çalışmanın" dışında, fazla bir şansı yoktur. Çünkü içerdiği devrimci dinamikler açısından, insanlığa kurtuluş yolu olarak gösterilebilecek tek sistem, sosyalizmdir. Komünizm, dünya yüzünde eşitsizliği-sömürüyü, daha güncel ifade ile açlığı ve ölümü ortadan kaldıracak tek yoldur. Ve sosyalizm, insanlığın topyekun özgürleşmesi yoluna açılan tek kapıdır...
Özetle, kapitalizm, çağımızda emperyalizm, hem içerdiği yapısal açmazları nedeniyle (buna ölümü temsil ediyor diyebiliriz), hem de sosyalizmin devrimci dinamiklerinin tarihsel ve bilimsel olarak yegane devrimci sınıf olması nedeniyle (buna yaşamı temsil ediyor diyebiliriz), tarih sahnesinde er ya da geç yenilecektir. Günümüzde her ne kadar sosyalizmin ilk dalgasının yenilgisi derin boyutlarda sürse de, bu, yukarıda ifade ettiğimiz gerçeği değiştirmez.
Tarih, yolunun sosyalizmden geçtiğini, Ekim Devrimi'nde göstermiştir. Aktarmaya çalıştığımız boyutların hepsi, kendi içlerinde tutarlı ve birbirleriyle diyalektik olarak bağlantılıdır. Ve bu boyutların toplamı, dünya emekçi halklarının Emperyalizm karşısında ne derece güçlü bir potansiyel taşıdığını göstermektedir. Potansiyel ve olanaklar, etkin ve güçlü bir devrim mücadelesi ile birleştiği zaman, ezilenler, tarihin yazımına yeniden başlayacaktır. Bu tarihin satırlarında artık açlık, savaş ve ölüm sözcüklerinin yerine; paylaşım, barış ve yaşam sözcükleri okunacaktır.
Geleceğin sosyalizmi, sosyalizmin geleceği
Bugün sosyalizmin sağlıklı bir değerlendirmeye tabi tutulabilmesi için, öncelikle geçmiş tarihsel pratiğine bakmak, tarihsel sürecini kavramak, bizler açısından temel bir zorunluluktur. Çünkü günümüzde, "nasıl bir sosyalizm" sorusuna verilecek yanıtın ipuçları, bu tarihsel pratiğin resmi söyleminde değil, satır aralarında saklıdır.
Bu zorunluluğu kavramak ve sözkonusu yanıtın ipuçlarını yakalamak için, elbette en gerekli unsur, güçlü ve eleştirel bir tarih bilincine sahip olmaktır.
Geçmişten bugüne gelip günü kavramak ve buradan da geleceğe uzanmak, ancak geçmişimizi doğru kavramakla mümkündür. O halde, "geleceğin sosyalizmine" ulaşmak için, öncelikle geçmişte yaşanmış sosyalizm pratiğine yeniden ve yeniden dönüp bakmakta zorunluluk vardır. Çünkü gelecekteki sosyalizm, geçmişte yaşanmış olanın özellikleri, reddedilen ve benimsenen yönleri üzerinden yükselecektir.
Sosyalizmin geçmiş tarihsel pratiği üzerine
Marx ve Engels'in bilimsel temeller üzerine oturttuğu ve Lenin tarafından ete kemiğe büründürülen sosyalizm, bilindiği üzere, tarihte ilk ciddi çıkışını, Ekim Devrimi ile Çarlık Rusyası'nda yapmıştır.
İnsanlığın önünde nihai kurtuluşun yolunu çizen Ekim'in mayasında, 1848 Almanyası'nın Barikat Savaşları, 1871 Parisi'nin Komün Deneyimleri ve devrim öncesi Rusyası'nın ihtilalci gelenekleri vardır.
Marksizmin temel doğrularının devrimci perspektif ve savaşımla, büyük devrimci önder Lenin ve yoksul kitleler tarafından daha da zenginleştirilmesiyle gerçekleştirilen Ekim Devrimi, tarihin gördüğü ilk proleterya devletini doğurmuştur. Ekim devrimiyle girilen sosyalist inşa süreci, tarihin ilk proleter devleti olması nedeniyle, içerdiği bir çok zorluk ve engellere karşın, halkın herşeyini ortaya koymasıyla, önemli aşamalar kaydetmiş, özelde Rusya ve genelde dünya insanlığına pek çok şey kazandırmıştır.
2000'li yıllara girilirken şurası iyi kavranmalıdır ki, çözülen "reel sosyalizmin" barındırdığı yapısal yanlışlar ve çarpıklıkların temeli, sosyalist inşa sürecine dayanmaktadır. Ancak, teorik açılımların sistem bazında ilk kez pratiğe yansıtıldığı, sosyalist inşa pratiğinin ilk örneğinin yaşandığı SSCB'deki çarpıklık ve yanlışların nereden kaynaklandığı, dönemin tarihsel momentindeki koşulların ve hareket edilen zeminin dikkatli ve ayrıntılı bilimsel çözümlenmesiyle anlaşılabilir.
Bir başka deyişle, döneme dönemin perceresinden bakmak gereklidir. Yoksa, Ekim Rusyası'nın, bugünün penceresinden bakılarak sağlıklı biçimde anlaşılamayacağı açıktır. Sözkonusu dönem, pek çok noktanın çakıştığı bir konjonktürdür. Öncelikle, Rusya, kendi içinde devrim sürecini yaşamaktayken, dışarıda da Çarlık Rusyası'nın savaşa girmesiyle 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı'nın da bir tarafı durumundadır.
Devrim sürecinde ve sonrasındaki sosyalist inşa sürecinde Rusya, tam anlamıyla bir yıkım ülkesidir. Aynı zamanda bu yıkım ülkesinin ekonomisi, ağırlıkla tarıma dayalıdır, sanayileşme bir kaç merkezi kent dışında, çoğunlukla yoktur. Yine Devrim sonrası kurulan Devrimci Hükümet, ülke içinde karşı devrimcilerin devrimi yıkma amaçlı saldırılarına karşı koyarken; bir yandan da karşı devrimle örtüşen biçimiyle emperyalizmin genç sosyalizme saldırısı sözkonusudur. Genç proletarya devleti, bir yandan da bu saldırıları boşa çıkarmanın savaşını vermektedir.
Daha pek çok nesnel koşul, engel, Ekim Devrimi'nin karşısındaki sorunların ne denli ağır olduğunu anlatmaktadır. Yine de tüm bunlara rağmen devlet, ülkeyi savaştan çıkarmasını bilmiş, sağlıktan kültür-sanata, bilimden eğitime kadar bir çok noktada ve oldukça kısa denebilecek bir sürede, ülkeyi emperyalistlerin o zamana dek katettikleri noktanın da ilerisine taşımıştır.
Aynı süreçte Sovyet Sosyalizmi, yaşamın pek çok alanında kapitalizmden daha insancıl ve daha üstün olduğunu, pratikte kanıtlamış ve ilerleyen yıllarda sınırlarını aşıp dünyaya yayılan etkisiyle, sosyalizmi umut haline getirerek, ezilenlerin başkaldırısının yayılmasındaki temel etkenlerden birini oluşturmuştur.
Elbette reel sosyalizmin bir çok noktada yapısal anlamda çarpıklıkları ve yanlışları da vardır. Ancak, döneme dönemin içinden bakmak, daha objektif sonuçlara ulaşmamızı sağlayacaktır.
Reel sosyalizm pratiğinde yapısal yanlışların bir yönünü, "uygulamaların her düzeyde teori katına yükseltilerek sabit teori haline getirilmesi" gerçekliği oluşturmaktadır. Yani, somut şartların getirdiği zorunluluklar temelindeki uygulamaların, bilimsel sosyalizme katkı yapılıyormuş gibi algılanarak teorize edilmesi ve her şartta savunulmasıdır.
Reel sosyalizmin en temel yanlışlarından biri, daha doğrusu birtakım somut zorunluluklardan doğup sonradan teorize edilen ve devlet yapısında ciddi bir çarpıklık doğuran uygulması, "bürokratizm"dir.
Dönemin zorunlulukları paralelinde, sözgelimi sosyalist ekonomi planlaması, emperyalist ve karşı devrimci saldırılara karşı devlet yapısının merkezileştirilerek güçlendirilmesi, devlet otoritesinin yaygınlaştırılması ihtiyacından doğan temel konularda dönemin dayatmalarına bağlı birtakım yanlışlıkların yapılması, devletin halktan kopuşuna kadar uzanan birçok olumsuz sonuçlar doğurmuştur.
Bir bakıma sözkonusu olan, başlangıçta proletarya diktatörlüğü olarak inşa edilen yapının, süreç içinde "bürokratik parti diktatörlüğüne" dönüşmesi gerçeğidir.
Reel sosyalizmin bir diğer yanlış politikası, Kruşçev döneminde izlenen "Barış İçinde Bir Arada Yaşama" politikasıdır. Emperyalizmle mücadeleyi salt ekonomik indirgemeci bir yaklaşımla ele alarak daha çok askeri ve uzay teknolojisine hapseden anlayışa göre sosyalizm, emperyalizmi ekonomik ve bilimsel alanlarda yenilgiye uğratacaktır.
Bu anlayış, beraberinde, ülke ekonomisinin, militarizm ve savaş sanayi ağırlıklı olmasına yol açarak, ülke kaynaklarını bu alanlarda yoğunlaştırdı. Ve bu politika, tarihsel anlamıyla emperyalizme karşı "devrimin ve sosyalizmin enternasyonalleştirilmesi" temel doğrultusunun da, bir bakıma resmi inkarıydı.
Bu yanlışlıkların çoğaltılması mümkündür. Reel sosyalizmin pratiğinin yanlışları, salt kendi etki alanıyla da sınırlı olgular değildir ne yazık ki. Bu anlamda, buradan kaynaklanan yanlışlar, sosyalist blok içinde yer alan ülkeleri de derinden etkilemiştir.
Ancak bir de, genelde sosyalizm pratiği adına yapılmış olan ve blok ülkelerinin ortaklaştığı, paylaştığı yanlışlar var;
- Sosyalist blok içinde yer alan ülkelerin geçmiş süreçte birbirleriyle çatışmalı ilişkiler içinde oldukları bir gerçekliktir. Öyle ki, sosyalizm dünyada 3 blok tarafından temsil edilir durumdaydı. SSCB, Çin ve Arnavutluk... SSCB ile Çin arasında (Pekin-Moskova hattında) yaşanan çatışma, çokca bilinen bir olgudur. SSCB ile AEP, AEP ile ÇKP arasında yaşanan, kısır bir blok liderliği-hegemonya tartışmasıdır. Yani blok ülkeleri arasındaki "proletarya enternasyonalizmi", hiç de istenilen, gereken düzeylerde değildir.
- Sosyalist blok ülkelerinin çoğunluğunda devrim liderleri "siyasi bir mitos" haline getirilmiştir. Kişi kültü olarak tanımladığımız bu olgu, devrimci önderlerin özelliklerinin aşırı boyutta abartılması anlamını içermekle birlikte, eksik ve yanlışların da gözardı edilmesine neden olmuştur.
Önderlik gerçeğini adeta tanrı katına yükselten bu anlayış, aynı zamanda yanlış bir "sosyalist kültür" politikasının da temelini atmıştır. Yalnız, gözden kaçırmamak gerekiyor ki, önderlik gerçeğinden öğrenip zenginleşme ve yürüme ilkesine ters olan bu anlayış, kitlelerin ürünü olan bir anlayış değildir. Sözkonusu olan, tam tersine tepelerden üretilen bu yanlış anlayışın kitlelere empoze edilmesi, benimsetilmesi durumudur. Bu, tam anlamıyla, mevcut bürokratizmin o günkü siyasal çıkarlarına denk düşen ve örtüşen bir durumdur.
En çarpıcı örnekler, Stalin üzerinden yaşanmıştır. Bir dönem bürokratik mekanizma içinde Stalin, adeta ilahlaştırılıp abartılı biçimde yüceltildikten sonra; Stalin sonrası dönemde, bizzat Stalin'i yücelten partililerin, bu kez onu karalamaya çalıştığını görmekteyiz. Benzer durumları, Çin'de Mao, Kuzey Kore'de Kim İl Sung kişilikleri üzerinden görmekteyiz.
Gerçekten bu insanlar, her biri dünyanın önemli muzaffer devrimci önderleri olan, yaşamları ayrı ayrı zenginlikler ve özgün deneyimler taşıyan kişiliklerdir. Gelinen süreçte de bu kişilikler, günümüz dünyasında devrimin öğretici ışıkları olarak yol göstermeye devam etmektedirler. Ayrıca, sözkonusu çarpık anlayış nedeniyle, kitlelerin eleştiri-gözlem temelinde, devrim sonrası inşa süreçlerine aktif katılmaları fırsatının kaçırıldığını da görmekteyiz. Sonuçta, ağır bir askeri formasyonla, her boyutta kültleştirilen kişiliklere endekslenen kitlelerin, bu devrimci önderliklerin ölümleri sonrasında yarattıkları psikolojik tablo, dünya devrim tarihinin tanıklığına sunulmuştur...
Burada, ayrı bir parantez açmanın yararı var. Küba Devrimi'nin muzaffer devrimci önderleri Che Guevara ve Fidel Castro'nun devrim sonrası inşa süreçlerinde halkla ilişkilerinde, bu "kültleştirme" politikasını izleyen ülkelerden temelde farklı bir yönü vardır. Ne Che Guevara, ne Fidel Castro ve ne de devrimin diğer önderlerinin, böylesi yaklaşımları yoktur. Onlar, Küba halkının yoldaş Che'si, yoldaş Fidel'i ve önder yoldaşları idiler. İnşa sürecinin temel kazanım noktalarından biri de bunlar idi...
Öyleyse, diğer örneklerden yarınlar için dersler çıkarırken, bu yaklaşımlardan ve deneyimlerden de öğrenmeliyiz. Geleceğe ilişkin olarak burayı da önemle not alıyoruz.
- Sosyalist inşa sürecinde "insan"la ilgili yanlış bir anlayış sözkonusudur. Bu yanlış, insanın, inşa sürecinde ağırlıklı olarak üretici gücüne ve fiziksel katılımına yönelik politikaların üretilmesi, ancak bunun yanında sistemin merkezine "insanı" oturtan bir anlayışla, insanın sisteme, sistemin de insanın yaşamına mal edilememesidir.
Bu aynı zamanda, tüm iradesiyle devrime katılan insanın, sosyalizmin inşası süreçlerine, aynı aktiflik ve yoğunlukla katılması sorunudur. Herkesin politika üretebilmesi sorunudur.
Görülmüştür ki, ülkelerdeki parti bürokrasisinden bir türlü fırsat bulamayıp, ülke yönetimine aktif olarak katılım gösteremeyen insan, süreç içinde devletten kopmuş ve kendi yaşam çerçevesinde kalmıştır. Ve bir gün gelip de ne zamandır kopuk olduğu "sosyalizm" çözülürken, hiçbir karşı koyuş belirtisi gösterememiştir...
Yine burada, Küba Devrimi'nin temel bir farklılığını görmekteyiz. Devrim sonrası süreçte de devletin yönetici kadrolarının halkla daima içiçe olması, tepeden inmeci bir yaklaşımla değil, onunla birlikte çalışarak devrimin her alanında yeniden ve yeniden üretilmesidir.
İşte böyle olumlu psikolojik yapı nedeniyledir ki Küba Halkı, ülkenin bunca sefaletine ve ABD Emperyalizmi'nin yoğun saldırılarına rağmen, topyekun bir direniş ruhuyla, ABD'nin arka bahçesinde ve burnunun dibinde, emperyalizme, sosyalizm adına meydan okumaya devam ediyor...
Çarpıklıklar ve yanlışlıklar, uygulamaların bir bakıma halklarla sosyalizm arasında, bir yabancılaşma oluşmasına hizmet ettiğini işaret etmektedir. Aslında, sosyalizm ve yabancılaşma kavramları temelde birbirini yadsıyan kavramlardır. Ama, özünde sosyalizm ile bağdaşır yanı bulunmayan politikaların, tam da sosyalizm adına yapılması, halk ve devlet arasında böyle bir yabancılaşma gerçekliğin yaşanmasına neden olmaktadır.
Ana hatlarıyla ortaya koymaya çalıştığımız gibi, "geçmiş sosyalizm pratiğinin" genel fotoğrafı, budur. Ve bu fotoğrafta görülenlerin toplamı, bizlere, geleceğe yürüyen devrimcilerin, devrim ve sosyalizm çizgisinde ne kadar hassas olmaları gerektiğini, bir kez daha hatırlatıyor.

Geleceğe ilişkin bazı çıkarımlar
Üzerinde bulunduğumuz zaman kesiti, dünyanın her yerinde "gelecek" düşleriyle ya da moda deyimiyle 2000'li yıllar ile sosyalizmin bir biçimde buluşturulduğu, yanyana telaffuz edildiği tartışmalara sahne olmaktadır. Tabi bu tartışmalar, tartışmacılar, tartışma zeminleri, tartışma perspektifleri ve varılmak istenen yer noktalarında farklılıklar vardır.
Mesela Avrupa düzleminde, Avrupa'nın "yasal komünistleri", sorunu yasal çerçeveler dahilinde gördüğünden, sosyalizm tartışması da, seçim ve parlamentoda çoğunluk sağlama minvali üzerinden yapılmaktadır.
Burjuva ideologlarının bu tartışmalardaki çıkış noktaları, dünyadaki ezilenlerin "sosyal patlamalar" yapabilecekleri korkusu iken, varmak istedikleri sonuç; "bu başkaldırı dalgasını nasıl önleriz" idi. Bu ve benzer tartışmaların gerçek sahiplerinin ve muhataplarının, Marksist-Leninistler'in, tartışmaları doğru temellerde ve doğru perspektiflerle yapacaklarını umuyoruz.
Bu tartışmalara, kuşkusuz bizler de dahiliz.
- 20. Yüzyılda, ülkelerin kendi özgün, objektif şartlarından kaynaklı olarak geçerli olan "devrim stratejilerinde", 21. yüzyıla girerken, temelden bir değişiklik olması sözkonusu değildir. Çünkü 21. Yüzyılın nesnel zemininde, girişteki süreçteki karakterini değiştirecek düzeyde bir değişim olmamıştır. Ülkelerin temel ekonomik-sosyal gerçeklikleri, yerli yerinde durmaktadır. Değişimlerin niteliği ve düzeyi, daha çok tali faktörleri içermektedir. 21. yüzyıla girerken, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki proletaryanın hedefi sosyalizmdir. Bu ülkelerde belirleyen çelişki, yine proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf savaşımıdır. Bu nedenle, buralardaki temel çatışma biçimi, kitlelerin her yönüyle sosyalist devrim perspektifiyle örgütlenmeleri ve devrime hazırlanmalarıdır.
Ülkenin temel özellikleri paralelinde gelişen devrimin niteliğini, elbette Avrupa'daki örgütlenme olgusunun farklılıklarını tanımlayacaktır. Her ülkede, Emperyalizmin sınıf mücadelesine karşı izlediği militarist saldırı politikası paralelinde, mücadele pratiğine yansıyan değişimler olacaktır. Emperyalizmin, sosyalizm dalgasının gerilemesine koşut olarak, Avrupa'daki işçi sınıfının mücadelesiyle elde edilen kazanımlarına, sınıfın mevzilerine saldırıp ortadan kaldırması gibi bir yönelimi var. Bu, sınıfın her türden eylemine şiddetle yanıt verilmesi anlamını taşıyor.
İşte bu nedenle, mücadelenin, özgün koşullarında "barışçıl mücadeleye denk düşmeyen" ileri ve militan mücadele biçimlerinin gündeme getirileceği görülüyor. Bugünden yaşanan deneyimler, gelecekteki mücadelenin daha da sertleşeceği yönünde veriler sunmaktadır.
Bu anlamda, Avrupa düzleminde mücadelenin temel sorunu, bir yanıyla sınıfın şu anki mücadele düzeyinin aşılması olurken, esas olarak ortaya çıkan, bu tabloda; sınıfa önderlik edebilecek, somut projelere sahip, doğru temellerde örgütlenmiş, kitlelerle buluşabilecek, Marksist-Leninist iktidar perspektifiyle donanmış bir komünist partisinin oluşturulması sorunu yatmaktadır.
Emperyalizme bağımlı ve yeni sömürge diye tanımladığımız dünyanın geri bıraktırılmış ülkelerinde devrimcilerin temel görevi, öncelikle anti-emperyalist, anti-oligarşik, (anti-feodal)-anti-kapitalist içeriklerde, demokratik devrim ve ardından kesintisiz bir süreçle varılacak olan sosyalist devrim hedeflerinin gerçekleştirilmesidir. Bu nitelikte olan ülkelerde M-L perspektifle izlenecek tek iktidar ve devrimin yolu, budur. Bu ülkelerin emperyalizme bağımlılık ve bunun paralelinde gelen bir çok niteliği temelde değişmediğinden, "ikili ve kesintisiz görev" önemini korumaktadır. Bu coğrafyalarda izlenecek olan savaşım yolu, stratejileri ise, yine M-L perspektifinde sahip olunan özgün nesnel koşullar düzleminde belirlenir. Ancak, emperyalizm çağında bu nitelikte olan ülkelerde, devrimin objektif şartlarının mevcut olduğu temel doğrusundan hareket edileceği, tartışma götürmez bir noktadır.
Silahlı mücadelenin temel mücadele biçimi olarak, diğer mücadele biçimleriyle diyalektik tarzda bağlı olduğu yeni sömürge ülkelerde, mücadele açısından en temel sorunu, emperyalizme-faşizme karşı Leninist tarzda güçlü bir yapı kurabilmiş, silahlı ve diğer mücadele biçimlerini birlikte yürütebilecek yeteneğe sahip, savaşın içinde devrimci kadroların eğitimini ve üretimini sağlayabilen politik-askeri nitelikte bir savaş örgütü olgusu teşkil etmektedir.
Önemle belirtmek gerekiyor ki, devrimci hareketlerin içinde barındığı sorunlara devrimci müdahale ve devrimci çözümün geliştirilmesi, savaşıma bugünden başlanması, mutlak ve "yoğunlaştırılmış devrimci iradenin" pratiğe yansıtılması sorunudur. Emperyalizme ve faşizme karşı bugün daha fazla devrimde ve silahlı mücadelede karar, bugüne kadar ortaya konan iradenin kat be kat üzerinde bir iradenin ortaya konulması, günün kilit görevlerindendir.
Ülkemiz devrimci hareketi, genel boyutlarda, halen üzerinde taşımaya devam ettiği ve genel anlamıyla yine devrimci bir tarzda aşamadığı bir tabloyla, 21. yüzyıla giriyor. Bu tablonun gösterdiklerinin toplamı, devrimci hareketlerin genel bir profilini vermektedir. Kısaca söylemek gerekirse, halkla ve emekçi kesimlerle henüz istenilen bir düzeyde ilişki yakalayamamış, taşıdığı devrimci potansiyel açısından sağlıklı bir kadro politikası oluşturup kadro sorununu çözümleyememiş, ülkenin mevcut şartları oldukça zengin olanaklar ve hareket zeminleri içerirken ülke gündemine bir türlü müdahale edememiş ve bunlarla bağlantılı olarak devrimci mücadele içerisinde kullanılan araç, alan ve eylem tarzlarını ülkemiz devriminin ihtiyaçlarını yanıtlayacak biçimde zenginleştirip geliştirememiş, yığınların devlete-düzene bunca öfke duyması ve güvensiz olmasına karşın potansiyelin kendi mecrasında akmasını sağlayamamış bir "devrimci hareketler fotoğrafıdır" bu... Bu fotoğraf içinde, devrimci hareketlere ait olan renkler, bir bakıma Eylül yenilgisinin ülke devriminde kilit bir noktayı teşkil ettiğini gösteriyor.
O halde diyebiliriz ki, ülkemizde devrimci hareketin geleceğe yönelik devrimci adımlar atabilmesinin kilit sorunlarından biri, öncelikle 12 Eylül 1980'lerle başlayan ve günümüze değin kendini kalıcılaştıran Eylül yenilgisinin devrimci bir tarzda aşılmasıdır.
12 Eylül süreci, ülkemiz coğrafyasında devrimci harekete yönelik kapsamlı ve ayrıntılı boyutlarda bir saldırıyı başlatırken, devrimci hareketin fiziksel imhasından psikolojik imhasına kadar pek çok noktayı da hedefinde tutmuştur. Eylül saldırısı, ülkemizde devrim sürecine kapsamlı ve şiddetli biçimde müdahale ederken, aynı zamanda o güne kadar devrim lehine şekillenen ve içerik kazanmış olan halk ve devrim ilişkilerinde de, ayrıntılı ve kapsamlı bir müdahalede bulunmuştur. Saldırı, yavaş yavaş kalıcılaşan bir yenilgiye doğru evrilirken, her alanda büyük bir baskı altında tutulan geniş emekçi yığınların devrimcilere yaklaşımı, nicel ve nitel düzeylerde farklılaşmaya başlamıştır.
İşte bu ve daha sayılabilecek pek çok farklı nedenden dolayıdır ki, ülkemizde "Devrimin Yolu", kapsamlı-bilimsel ve özeleştirisel bir "yenilgi" değerlendirmesinden (özeleştirisel diyoruz çünkü bugüne kadar herkes herkesi eleştirdi ancak özeleştiri eksik kaldı) ve bu değerlendirme sonuçlarının devrimci tarzda çözümlenip devrim pratiğine aktarılmasından geçmektedir.
- Benzer bir durum, yine hem ülkemiz ve hem de dünya devrimci hareketleri açısından sözkonusudur.
1990'lı yıllara girerken Sovyetler Birliği'nin çözülmesi ve likidasyonu, devrimci sosyalist çevrelerde büyük bir moral çöküntüye neden olmuştur.
Emperyalist propaganda merkezlerinin yoğun ideolojik bombardımanın da etkisiyle, bu durum adeta, "sosyalizmin yenilgisi" olarak algılanmış ve genelde umutsuzluk ve yılgınlık havası egemen olmaya başlamıştır. Bu durum, bizim gibi ülkelerde yaşanan devrimin yenilgileriyle çakışınca, sosyalizm umutlarının dünya düzeyinde ağır bir darbe yemesi sözkonusu olmuştur. Reel sosyalizmin çözülüşü, beraberinde sosyalizmin olabilirliğinin sorgulanmasına da varan tartışmaları getirmiş, ancak çözülüş ve likidasyonla beraber yaşanan "yenilgi sendromunu" aşmaya yönelik somut sonuçlar elde edilememiş ve bütün bunların tersi sosyalizm pratiğine yansıtılamamıştır.
Buna parelel olarak halkların, emekçilerin ve özellikle Ekim Kuşağı sosyalist-komünistlerin sosyalizm eksenli ve mevcut düzen(sizlik)i hedef alan eylemleri devam etmiştir. Kapitalizmin ışıltılı görünen ve özgürlük vadeden gerçek yüzü, başta Rusya olmak üzere diğer sosyalist ülke insanları tarafından açıkça görülmüştür.
Daha derli toplu ifade etmek gerekirse;
- Çözülme ve likidasyon süreçlerinde, kapitalizmle daha yakından tanışan ve kendilerine getirilenin neler olduğu net olarak gören Avrupa ülkeleri ve de dünyanın geri kalmış (geri bıraktırılmış) ülkeleri açısından tek kurtuluş ve özgürleşme yolu, devrim ve sosyalizm yoludur.
- Özellikle sosyalist deneyim sürecini yaşamış olan ülkeler ve genelde dünya ölçeğindeki sosyalistler açısından doğru bir mücadele hattının örülmesi ve geleceğin kucaklanması için de, 1990'lı yıllardan itibaren yaşanan yenilgi psikolojisinin her boyutta aşılması, zorunludur. Emperyalizmin, sosyalizmin artık öldüğüne ilişkin demogojik propagandası ve tek kutuplu dünya kampanyası, iflas etmiştir.
Ölü, mezarından elini çıkarmıştır, dirilmeye başlamıştır.
Şimdi, günün temel devrimci görevi "Geleceğimiz ve Özgürleşmemiz için Devrim ve Sosyalizm" temel şiarıyla, ülkemizin ve dünyanın her köşesinden başkaldırı ve Devrimci Kurtuluş barikatları yükseltmektir.
- Geçmişe göre farklı olunması ve önemle kavranması gereken hususlardan biri de, az önce altını çizerek not aldığımız "proletaryanın devrimci enternasyonalizmi"dir.
Küreselleşme politikalarıyla Emperyalizmin, sömürüsü ve yayılmacılığı paralelinde dünyada sınırların kaldırılmasına karşı yönelimi, dünyanın geri bıraktırılan yeni sömürge ülkelerinin yanısıra, Avrupa Proletaryasının, yüzyıllık kazanımlarına rağmen karşı saldırıya geçmesini doğurmuştur.
İzlenen mücadele politikalarının, nesnel anlamda tüm ulusların geleceğinin belirlenmesinde oynayacağı rol biliniyor. Son tahlilde dünyanın geniş emekçi ve ezilen yığınlarının ortak düşmanının Emperyalizm olması, kurtuluşun Emperyalizme karşı mücadelede olması; emekçilerin, enternasyonal ölçekte, sosyalizmde birleşmelerinin, objektif ve subjektif koşullarının daha elverişli hale geldiğini gösteriyor.
Bu anlamda, dünya halklarının ortak düşmanlarından geleceklerini koparmak için verecekleri mücadelede yer alacakları en doğru kanal, Marksist-Leninist önderlikler öncülüğünde "Proletaryanın Devrimci Enternasyonalizmi" olacaktır.
Bunun anlamı, Latin Amerika'daki bir gerilla eyleminin, Avrupa göbeğinde meydana gelen bir sınıf eylemiyle özdeşleştirilmesidir. Bunun anlamı, Yunanistan Köylüleri'nin yaptığı toprak işgalleriyle, Bergama Köylüleri'nin siyanürcü emperyalist tekellere diz çöktüren direnişlerinin aynılaştırılmasıdır. Bunun anlamı, İsrail Siyonizmi'ne karşı savaşan Filistin İntifadası'yla, Kürdistan dağlarında geleceğini koparma savaşı veren Kürt halkının direnişinin birlikta anlaşılmaya çalışılmasıdır. Coğrafyaların ve sınırların ötesinden, halkların seslenişlerinin desteklenmesidir.
Şurası çok iyi kavranmalıdır ki, yeni yüzyıla sosyalizmi yazacak olan dünya emekçi halklarının ellerinde parıldayan emperyalizme karşı en vurucu silahı, başkaldırıların sağlam barikatlarından yükselecek olan proletaryanın Devrimci Enternasyonalizmi kullanacaktır.
Devrimci Enternasyonalizmin en parlak örneği olarak Küba Devrimi'nin muzaffer gerilla önderi Ernesto Che Guevara'dan, dünya sosyalistlerinin hala öğreneceği çok şey vardır.
- Yine devrimci sosyalist hareketin öğrenmesi gereken ve yine Küba devrim pratiğinin zenginlikleri arasında bulunan önemli noktalardan biri de, "Devrim ve Sosyalizm Etiği" konusudur.
Mücadelesi ve yaşamı boyunca sözlerinde ve pratiğinde sürekli bu noktaya vurgu yapmıştır Che. Daima bir sanatçı inceliğiyle yaklaşmıştır devrime ve sosyalizme... Bugün de, "Devrimcilikte ve Sosyalizmde Etik", üzerinde düşünülmesi, tartışılması gereken en önemli konulardan biridir.
Burada sözkonusu olan, mücadelenin insani boyutunun incelikle ve insana seslenen bir anlayış ve söylem tarzıyla açığa çıkarılmasıdır. İnsana kavratılması gerekenin yanlızca mücadele etmenin gerekliliği ve haklılığı değildir; bunun yanında insan güzelliğinin, insani olan yanın inceliğidir.
Devrimci mücadelede insan sorunu, geçmişten bugüne var olagelmiş bir sorundur. Bir bütün olarak, "insanda yabancılaşmanın aşılması ve öncelikle insanın kendinde devrim yapabilmesi" sorunudur. Ancak bu, biraz da devrimci hareketlerin insana olan yabancılaşmalarının aşılması ile de bağlantılı değil midir?
Devrimcilik, aynı zamanda bir sanatçılıktır. Zaten devrimin kendisi başlı başına dünyanın en güzel şiiridir, en güzel tablosudur ve en güzel inşaatıdır.

Kürdistan isyanının sunduğu olanaklar
Kürdistan Devriminin özelde Türkiye ve Ortadoğu, genelde dünya başkaldırı coğrafyasında önemli ve özgün yeri vardır.
Yer aldığı bölgenin coğrafi-tarihsel ve jeopolitik konumu ve içerdiği devrimci, dinamik potansiyeli açısından Kürdistan Devrimi, denilebilir ki bölgede, Ortadoğu Devrimi ve Türkiye Devrimi açısından, kilit bir role sahipti. Devrim sürecinde yer alan her gelişme, hem Türkiye hem de Ortadoğu'nun devrim süreçlerini doğrudan etkilemektedir.
Girilen son süreçle birlikte, bu etkilenme, aynı zamanda uluslararası kamuoyu bağlamında, hemen tüm Avrupa ülkelerinde ve diğer coğrafyalarda kendini farklı biçimlerde tanımlamaya başlamıştır. Herşeye rağmen Kürdistan Devrimi, yaşanılan zengin pratiğiyle, yeni bir yüzyılın eşiğinde, oldukça geniş ve anlamlı olanaklar barındırmaktadır.
Kürdistan Devrimi'nin uluslararası emperyalizm tarafından boğulması, aynı zamanda bölge halkları için topyekun ve daha pervasız bir savaşın başlangıcını teşkil edecektir. Devrimin başarıya ulaşması ise, başta Türkiye ve Ortadoğu halkları olmak üzere, devrimci süreci hızlandırıp geliştirecektir.
Bu ve sayılabilecek daha pek çok nedenden dolayı Kürdistan Devrimi, 21. Yüzyıl açısından, hem halklar ve hem de emperyalizm nezdinde, çok şey ifade etmektedir.
Ancak, gelinen noktada Türkiye'de ve Kürdistan'da iki sürecin birbirine adeta endekslenmiş olduğu ve yeni bir gerileme sürecine girdiği görülüyor. Kürdistan Devrimi'nin geldiği noktadan yeniden ileriye doğru sıçrama yapabilmesi, aynı zamanda Türkiye devrimcilerinin şimdi her zamankinden daha fazla savaşı ve devrimi yükseltmelerine bağlıdır.Yani düğüm, çok daha yakıcı biçimlerde, Türkiye Devrimi'nin yükselmesine bağlıdır.
Bugün Türkiyeli devrimcilerin önünde duran bu tarihi enternasyonal görev, Anadolu ve Kürdistan halklarının, 21. yüzyıla nasıl gireceklerinin de temel belirleyenidir.
Bugün devrim ve sosyalizm, bugün enternasyonalizm, her zamankinden daha yakıcı ve güncel olarak önümüzde durmaktadır.
Şimdi umut ve başkaldırının zamanıdır
Dünyanın her köşesine yayılmakta olan başkaldırı, emekçilerin tarihi yeniden devrim ve sosyalizm renginde yazacaklarının habercisidir.
Umut, her zamankinden daha diri,
Devrim, her zamankinden daha yakıcı,
Sosyalizm, her zamankinden daha yakın.
Ve yüreklerimiz, her zamankinden daha ŞAFAK
Bedenlerimiz, her zamankinden daha BARİKAT.


 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92