Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

İlker Yurtbilir

1-
1998 cezaevlerinde düşmanla devrimci tutsaklar arasındaki çatışmaların adım adım sertleştiği, gerilim ve çatışmaların arttığı bir yıl oldu.
Düşman saldırılarını, çok yönlü ve çok boyutlu olarak geliştirildi. Bir yandan çeşitli vesilelerle katliam yapmaya dönük saldırılar gündeme getirildi. Öte yandan, hemen hemen tüm cezaevlerinde çeşitli hak gaspları, sınırlamalar, sistemli biçimde devrimci tutsaklara dayatıldı. Henüz uygulamaya sokulmadığı için çok fazla öne çıkmayan temel unsurlardan birini ise hücre tipi cezaevi uygulamasına dönük hazırlıklar oluşturmaktaydı.
Devrimci tutsaklar bu saldırıların gündeme geldiği her yerde önemli karşı koyuşlar örgütlediler ve düşmanın bu saldırıları temelindeki ilerleme çabalarını boşa çıkardılar. Diğer yandan düşman cephesindeki hükümet krizleri, güç odaklarının çatışmaları vb. biçimindeki çatlak ve çatışmalar, devletin özellikle başta hücre tipi cezaevi uygulaması gibi uzun zamana yayılacak, güçlü kamuoyu desteği ve istikrarlı hükümet gerektiren uygulamaları ve diğer saldırıları güçlü biçimde devreye sokmasını engelledi.
Sonuçta düşman 1998'i çatışmaları ve gerilimi tırmandırma, bu temelde devrimci tutsakları yıpratma, sınırlı da olsa hak gaspları bağlamında geriletme, tutsakların kararlılık ve örgütlülük düzeyini ölçme, gelişmeler karşısındaki reflekslerini zayıf ve güçlü yanlarını anlama, kendi cephelerindeki zayıflıkları görme ve telafi etme temelinde değerlendirdi.
Bütün bu hazırlık ve çabaların hedefi, benzer uygulamaların devam ettirilmesi idi. Düşman cephesinden yapılan bütün açıklamalar bu hazırlıkların ana yönünün, temel hedefinin hücre tipi cezaevleri politikasını devreye sokmak olduğunu gösteriyordu. 1999 son yılların en sert cezaevleri süreçlerinden biri oldu. Devrimci tutsaklar için ise süreci kazanmak, yaşamsal önemde idi.
2-
Oligarşi'nin son dönem uygulamakta olduğu cezaevleri politikalarının mantığı ve temelleri esas olarak 1990 başlarında geliştirilmiştir.
12 Eylül Faşist Cuntası'nın devreye soktuğu cezaevleri politikasının, sert direnişlerin ardından, 1980'lerin ikinci yarısından itibaren etkisini yitirdiği görüldü. 1990'lara gelindiğinde düşmanın cezaevleri politikasının iç bütünlüğü bozulmuş, açık şiddete dayanan uygulamaların mevcut tutsak kitlesi üzerindeki etkisi oldukça daralmıştı.
Öte yandan gerek KUKM'nin ortaya koyduğu yeni ilişki ve çelişkiler, gerekse Türkiye'nin ekonomik ve sosyal değişimleri, ülkede yeni siyasal boyutlar yarattı. Diğer yandan 1990 başlarında gerçekleşen dünya çapındaki değişimlerin karşı-devrimci nitelik taşıyan sonuçları ve ortaya çıkardığı yeni stratejik dengeler, yeni bir dünya tablosu yarattı.
Bu çok yönlü gelişmeler, TC'nin uluslararası konumlanışını ve bazı politikalarını, hayatın her alanında ve tabiki toplumsal muhalefet karşısında da kapsamlı biçimde yeniden düzenlenmesini zorunlu kılmaktaydı.
Oligarşi, toplumsal muhalefete karşı yeni düzenlemelere girişirken, 1980'lerin başına nazaran mesafe kaydetmiş durumdaydı. Önemli deneyimler kazanmış, bunu, diğer ülkelerdeki gerici, faşist devletlerin deneyimleri ve emperyalist merkezlerin geliştirdiği yeni siyasal ve iç güvenlik doktrinleri ve cezaevi politikaları ile birleştirmişti.
Oligarşi, toplumsal muhalefetin gelişip güçlenme seyrine, işte bu deneyim ve birikimler ile emperyalistlerin destekleri temelinde, egemenlik sistemini kapsamlı biçimde yeniden düzenleyerek ve topyekun saldırıya geçerek karşılık verdi.
Geliştirilen politikanın birinci boyutunu ve özünü, askeri yöntemlere başvurmadan parlamento vitrinini kullanmaya devam ederek açık faşizmin bütün uygulamalarını devreye sokmak, bu temelde başta silahlı devrimci güçler olmak üzere tüm devrimci faaliyetleri ve muhalefet güçlerini ezme oluşturuyor. İkinci boyut ise, silahlı mücadele ve yasadışı faaliyetler alanında ezilen devrimci güçleri legal alana sıkıştırmak ve giderek devrimci içeriği tümden boşaltılmış bir legal çalışmayı bu güçlere kabul ettirerek onları sisteme entegre etmektir. Devlet bu taktiği, iç güvenlik doktrini ve düşük yoğunluklu çatışma konsepti olarak formüle ediyor. Parlamento vitrininin kullanılmasından ve bu kurumun ucube niteliğinden hareketle kimi zaman düşük yoğunluklu demokrasi olarak tanımlanan bu politikanın odağında devrimci güçler olsa da, hedefleri sadece bunlarla sınırlı değil. Tüm toplumsal muhalefet güçleri, bu politikanın hedefleri arasında yer alıyor.
Bu politikalar, oldukça kapsamlı bir program temelinde parça parça uygulamaya sokuldu.
1991'de billurlaşan bu politikaların ilk görünümleri, sokak infazları, köy boşaltmalar, katliam temelinde kitle eylemlerine saldırılar, TMY, SS kararnameleri vb. temelinde gündeme getirildi. Faşist terörü yasallaştırma düzenlemeleri çerçevesinde cezaevlerindeki tutsak kitlesinin önemli bir bölümünün serbest bırakılmasının ardından devreye sokulan, Eskişehir Tabutlukları'nda somutlaşan hücre tipi cezaevi uygulaması ile geliştirilen cezaevlerine dönük teslim alma politikası uygulamaya sokuldu.
1991'deki ilk saldırı dalgasının kimi boyutları başta devrimci güçler olmak üzere toplumsal muhalefetin karşı koyuşları ile püskürtüldü. Düşman SS kararnameleri yoğun sansürün, hücre tipi cezaevi politikasının uygulanmasında geri adımlar attı. Ancak bütün bu gelişmelere karşın devletin izlediği saldırı politikasının bütünü açısından bakıldığında, bu politikanın, esas olarak giderek büyüyen, boyutlanan ve yeni biçimler kazanan tarzda sürdüğü görüldü.
1992 sonlarına gelindiğinde, düşmanın saldırı politikasını 'topyekun savaş stratejisi' başlığı altında yeniden formüle ettiği görülüyor. 'Topyekun savaş stratejisi', yaşamın bütün alanlarına yayılmış olan faşist terörü bütünsel ve sistematik hale getirmenin ve tüm güçlerini programlı biçimde toplumsal muhalefeti ezmek üzere yeniden organize etmenin, harekete geçirmenin adıydı.
Yeni saldırı dalgası, son derece azgın ve fütursuz bir nitelik taşımaktaydı. Artık bütün hukuki, yasal kaygılar bir kenara itilmişti. 1992 sonlarında başlayan ve hala sürmekte olan bu saldırı süreci, TC tarihinin en kapsamlı, en yoğun ve 12 Eylül saldırılarının ardından yaşanan en büyük faşist terör dalgalarından biridir. Kimi yönleriyle 12 Eylül'de uygulanan terör kat be kat aşılmıştır. Üçbin civarında köyün yakılması, binlerce köyün boşaltılması, milyonlarca kişinin göçe zorlanması, binlerce faili "meçhul" cinayet, yüzlerce gözaltında kayıp, yüzlerce ev ve sokak infazı, çok sayıda işkencede katletme olayı, yüzbinlerce insanın gözaltına alınması, yüzbini aşkın insanın DGM'lerde yargılanması, cezaevlerinde toplu katliamlar, onbini aşkın siyasi tutsak... daha pek çok faşist terör uygulaması, bu sürecin bilançosunun unsurlarını oluşturuyor.
Öte yandan düşmanın özellikle 1992'den 1995 sonlarına değin cezaevlerine çok yoğun bir saldırı geliştirmediği, cezaevleri gibi pek çok açıdan hassas ve zorlu (kamuoyu duyarlılığı, direnişlerin kapsam ve niteliği vb) bir alanda oldukça ince bir politika izlendiği, saldırılar için belli koşullar oluşmadan zorlamalara girişmediği görüldü. Bu politika, geçmiş cezaevi mücadelelerinin deneyimlerinden hareketle geliştirilmekteydi.
Devlet, sokaktaki, kırdaki mücadelenin önünü önemli ölçüde kesmeden, kadro ve savaşçıların önemli bir bölümünü imha ederek veya tutsak alarak etkisizleştirmeden ve toplumsal muhalefeti terörize edip sindirmeden, yani devrimci tutsak kitlesinin dışarıdaki yaşam damarlarını kesip onları yanlızlaştırmadan cezaevlerindeki saldırı politikalarının ciddi bir başarı şansının olmadığını bilmekteydi. Kısaca, toplumsal muhalefet önce sokakta ve kırda ezilmeli, en azından "kabul edilebilir" sınırlara çekilmeli, bu noktada önemli bir ilerleme kaydedildikten sonra cezaevlerine yönelinmeliydi!..
3-
1995 sonlarına gelindiğinde, devlet artık yüzünü cezaevlerine dönmüştü. Sıra, cezaevlerine gelmişti.
Yukarıda tanımladığımız politika ile bağlantılı olarak baktığımızda bu duruma işaret eden başlıca olgu ve gelişmeleri şöyle sıralayabiliriz.
Düşmanın 1992 sonlarında 'topyekun savaş stratejisini' açık biçimde ilan edişinden 1995 sonlarına değin geçen 3 yıllık süreçte Türkiye Devrimci Hareketi'nin hemen hemen tüm bileşenleri ağır düşman saldırıları ile yüzyüze kaldılar, oldukça önemli merkezi operasyonlar yediler. Bu saldırılarda devrimci hareketlerin kadrolarının (merkezi kadrolar dahil) ve olanakların azımsanmayacak bir bölümü düşman eline geçti, tutsak düştü.
Devrimci hareketin yasadışı mücadele kapasitesi önemli ölçüde düştü. Mevcut örgütlülük düzeyinin düşman saldırıları karşısında oldukça dayanıksız olduğu görüldü. Küçümsenmeyecek bir bölümü kadro ve militan olan devrimci tutsak sayısı her yıl bir öncekinin iki misline çıkarak arttı. KUKM de, en azından kentlerde benzer kayıplar yaşadı, kırdaki kayıplar daha çok 'ölü ele geçirme' biçimindeydi. Bu süreçte kentlerde yaşadışı faaliyet yürütmeye çalışan KUKM kadrolarının önemli bir bölümü tutsak düştü. İstikrarlı ve etkili bir kent mücadelesinin olanakları önemli ölçüde darbelendi.
Kuşkusuz saldırılar sadece devrimci hareketler ve yasadışı faaliyet üzerinde değil, tolumsal muhalefetin bütün bileşenleri (sendika, dernek, legal parti, sol basın vb) ve bütün mücadele alanlarında geliştirilmekteydi. Sosyalist basın büroları bombalanarak, arama vb. gerekçelerle talan edilerek, sık sık işlemez hale getirilirken, çok sayıda çalışan tutuklanarak cezaevlerine dolduruldu. Pek çok sendikacı, gazeteci, yazar, yayıncı, insan hakları savunucusu hakkında davalar açıldı, kimileri ise tutuklandı.
Öte yandan devlet, özellikle kentlerin yoksul semtlerinde hızla kabarmakta olan büyük bir öfke seli olduğunu görmekteydi. Bunun en somut işareti Gazi Direnişi idi. Düşman bu alanların yeni bir militan ve kadro kuşağının ve kitle hareketinin yaratılması için verimli zeminler olduğunun bilincindeydi. Gazi Direnişi'nin ardından özellikle bu mahalli alanlarda yetişen ve görev yapan kadro ve militanlar birbiri ardına geliştirilen operasyonlarla tutsak alınıyordu. Kısaca, 1995 sonlarına gelindiğinde, cezaevlerinde nitelik olarak önemli, nicelik olarak da büyük bir devrimci tutsak kitlesi oluşmuştu. Türkiye Devrimci Hareketi ve KUKM, hem bu saldırılar sonucunda da hem de (ve esas olarak) iç açmazları nedeniyle, başta yaşadışı alan olmak üzene bütün alanlarda önemli güç kaybına uğramıştı. Yeni kadro kaynakları ve devrimci zeminler ise, aralıksız darbelenmekteydi.
İşte tam bu noktada düşman açısından, dışarıdaki kazanımlarını cezaevlerinde yürütülecek teslimiyet planları ve operasyonlarıyla tamamlama gündemi iyice belirginleşti.
4-
Devletin devrimci tutsaklara yönelik politikalarının temel hedefinin esas olarak teslim alma olduğu açıktır. Bu temel hedef üzerinde uzun uzadıya durmayacağız. Ancak bugün düşmanın derhal ve tam teslimiyeti dayatan politikaları esas almadığını (Kürdistan'da yoğun biçimde dayatılan itirafçılaştırmayı ayrı tutarsak) belirtmek gerekiyor. Bugün esas alınan, teslimiyetin uzun bir süreç içerisinde adım adım geliştirilmesidir.
Düşmanın bu doğrultudaki programları ve somut hedefleri kısa sürede somut gelişmeler içinde billurlaştı. Birincisi, giderek büyüyen tutsak kitlesi bir devrimci muhalefet odağı haline gelmemeliydi. İkincisi, dışarıda yürütülen ağır terör kampanyaları cezaevlerine de yansıtılarak tutsak kitlesi terörize edilmeli ve bu temelde direnme dinamikleri zayıflatılmalıydı. Üçüncüsü, tutsaklar faaliyet yürüttükleri alanların-illerin dışındaki cezaevlerinde tutulmalı, bununla bağlantılı olarak kadro, üye ve sempatizanlar ayrıştırılmalı ve iç bağlantıları koparılmalı, izole edilmeliydi. Böylece bir yandan hukuki yardım, ziyaret ve ailelerle görüşmeleri önemli ölçüde engellenerek içeri ile dışarısı arasındaki bağ ve etkileşim kesilirken, diğer yandan tutsaklar atomize edilmeli ve onları teslim almanın önü açılmalıydı.
Oligarşi, hala güncel olan bu hedeflere ulaşmada üç ana saldırı biçimi uyguluyor.
Bunlardan birincisi; katliamlar ve katliama dönük saldırılardır. Düşman 1995 sonrasından bu yana çeşitli gerekçelerle sık sık devrimci tutsaklara saldırarak katlediyor, yaralıyor, sakatlıyor.
1995 Eylül'ünde Buca Cezaevinde dört devrimci tutsağın katledilmesi ile startı verilen bu saldırılarda, şu ana değin 20 civarında tutsak vahşice katledilmiştir. Yine bu saldırılar sonucu yüzlerce tutsak ağır yaralanmış, onlarcası sakatlanmıştır.
12 Mart ve 12 Eylül süreçlerinde de devrimci tutsakların yaralandığı ve sakatlandığı pek çok saldırılar söz konusudur. Ancak o dönemlerde saldırılar esas olarak dayak ve işkence eksenli iken, bugün çok açık biçimde katliam yörüngesine oturmuş durumdadır. Bu yanıyla o dönemlere nazaran çok daha farklı bir saldırı yaklaşımı egemen durumdadır.
Düşman yerel birimlerine, uygun durum ve anlarda katliam ve katliama dönük saldırı geliştirme olanak ve inisiyatifi tanıyor. Devrimci direniş tavrının saldırılarla, katliamlarla karşılık bulacağı tehdidi somutlaştırılıyor. Mevcut ve gelecekte olası direnişlerin bu temelde ezileceği mesajı veriliyor. Direniş fikri katliam tehdidinin basıncı altına alınmaya çalışılıyor. Devrimci tutsak kitlesi sürekli katliam baskısı altında tutularak sindirilmek, demoralize edilmek isteniyor. Özellikle cezaevlerinde zayıf unsurların devrimci yapılardan kopuşu, bir de bu tehdidin etkisi ile hızlandırılmaya çalışılıyor.
İkinci olarak, siyasal ve sosyal yaşamda teslim almanın zeminini hazırlayacak ve uzun vadeli uygulamalarda başarıya ulaşacak kapsamlı saldırı programları ve biçimleri sözkonusu. Bunlar, şu ana değin esas olarak iki ana programda somutlaştırılmış durumdadır.
1996'da denenen program, tutsakları yargılandıkları illerin ve yargı bölgesinin dışındaki cezaevlerinde tutmayı, böylece örgütlü tavrı daha baştan kurmayı hukuki yardım ve ziyareti ciddi biçimde zorlaştırarak tutsakların dışarıyla bağlantılarını keserek izole etmeyi, idarenin belirlediği statüye uygun cezaevi yaşamının kurulmasını, tutsakların daha ileri bir statüye sahip olduğu eski cezaevlerinin ise dağıtılmasını ve böylece uzun vadede daha kapsamlı siyasal teslim alma politikalarının önünü açmayı esas alıyordu. 1996 Mayıs genelgelerinde somutlaşan bu saldırı, direnişler sonucunda önemli ölçüde püskürtüldü.
Oligarşi'nin son dönemde güncelleştirdiği saldırı programı ise son on yıldır tartışma gündeminde olan, 1991'de Eskişehir'de uygulamaya çalıştığı, son bir yıldır ise yeniden fiziki ve pratik hazırlıklarına giriştiği hücre tipi cezaevleri programıdır. Bu program, 1996 Mayıs Genelgeleri'ni de pek çok yönüyle içeren, oldukça komplike ve çok yönlü bir programdır. Tutsakların birli, ikili, üçlü olarak hücrelere konulması, tam izolasyonun sağlanması ve bu temelde teslim alınması programıdır.
Devletin devrimci tutsaklara dönük saldırılarının üçüncü temel ayağını ise geçici politikalar ya da ara politikalar olarak niteleyebileceğimiz programlar oluşturuyor. Bu politikaların birincisi, kapsamlı saldırı programlarının henüz gündeme gelmediği, hazırlıkların yapıldığı süreçlerde irili ufaklı hak gasplarını esas alan ve kapsamlı saldırı programlarının önünü açmayı, maddi ve moral zeminini hazırlamayı hedefleyen politikalardır.
İkincisi, sert çatışma dönemlerinin ardından eğer düşman başarı kazanmışsa, durumu kontrol altına almak, gerilimi düşürmek, ilişkileri dengelemek için çeşitli politikalar geliştirmektedir. İster gerilim politikaları, ister dengeleme politikaları biçiminde gelişsin, ara politikalar kimi durumlarda ve alanlarda uzun zamana yayılsalar da, geçicidirler. Düşmanın stratejik yönelimini ifade etmezler. Bu politikalar, daha çok stratejik yönelimi ifade eden politikaların (hücre tipi politikası vb) uygulanması için zeminin hazırlandığı süreçlerin politikalarıdır.
5-
1995 sonlarından bu yana cezaevlerinde gelişen süreci yukarıdaki temel saldırı politikaları üzerinden değerlendirdiğimizde, birbirinden belli çizgilerle ayrılan üç dönemin olduğunu görüyoruz.
Birinci dönem, 1995'te Buca Katliamı ile başlayan, Ümraniye Katliamı ve Mayıs 1996 Genelgeleri ile süren, Eylül 1996'da Diyarbakır Cezaevi Katliamı'nın ardından duraklayan, katliam ve uzun vadeli teslim alma politikalarının devreye sokulduğu genel ve yoğun saldırı dönemidir.
Düşmanın bu dönemdeki saldırıları devrimci tutsakların güçlü direnişleri ile püskürtülmüştür. Düşmanın ilerleyişi oldukça sınırlı kalmış ve bir yıllık sert çatışmanın ardından durmak zorunda bırakılmıştır. Bu, kuşkusuz düşmanın saldırı politikalarından vazgeçtiği anlamına gelmiyordu. Devlet, sık sık kamuoyunun gündemine giren cezaevlerinde, başarı elde edemediği saldırı ve direniş süreçlerinin kendi imajını ve politikalarının meşruluğunu ciddi biçimde zedelendiğini gördüğünden, konumunu yeniden güçlendirmesine hizmet edeceğini düşündüğü ara politikalara geçici olarak dönüş yapmıştır.
1996 sonbaharından 1998 başlarına değin süren dönem, düşmanın, önceki süreçte yaşanan gerilimi düşürme, ilişkileri dengeleme, bozulan imajını düzeltme, kendini meşru çözüm gücü olarak sunma ve benzeri ara politikaları devreye soktuğu dönemdir. Bu dönemde de özellikle Kürdistan'da çok sayıda tutsağın yaralandığı saldırılar, çeşitli düzeylerde hak gaspları olsa da, esas alınan politika, gerilimi düşürme imaj tazeleme ve duruma hakim olma politikasıdır.
1998'le birlikte başlayan ve halen sürmekte olan süreç, düşmanın yeni politikaları devreye soktuğu bir süreçtir. 1998 başlarından itibaren tüm cezaevlerinde sistemli biçimde irili ufaklı hak gaspları sürekli gündemde olmuştur. Devlet çoğu kez önemsiz gibi görünen hak ve olanakların kısıtlanmasından başlayarak sürekli yeni kısıtlama taleplerini ve uygulamalarını devreye sokmaktadır. Cezaevlerinin dış güvenliğini sağlayan askeri birimler vasıtasıyla sürekli yeni dayatmalar gündeme getirilmiştir. Tutsakların başta ziyaret ve sağlık hakları, giderek kullanılmaz hale gelmiştir. Böylece bir yandan tutsakların dışarıyla olan bağları ve ailelerin dayanışması güdükleştirilmeye çalışılıyor, bir yandan da tedavi hakkı, sağlık sorunları, ziyaret ve savunma hakkı, bir tür cezalandırma aracına dönüştürülüyor.
Tutukluların bulunduğu cezaevlerinde oluşan aşırı kalabalığa karşın yeni koğuşlar açılmayarak tutsakların asgari-insani yaşam koşulları ve iç yaşamı bozulmaya çalışılıyor. Öte yandan bu tür sorunlarda zaten zaaflı yaklaşımlara sahip olan devrimci yapılar arasındaki ilişkiler, sorunların büyümesiyle daha da gerilimli hale geliyor. Düşman hemen hemen her meselede olduğu gibi bu meselede de bir taşla iki kuş vurmaya çalışıyor ve bunu beceriyor.
1998'den bu yana tüm cezaevlerinde gündeme getirilen daha pek çok hak gaspı, olanakların sınırlandırılması sıralanabilir. Ancak düşmanın izlediği saldırıları tırmandırma politikası, salt irili-ufaklı hak gaspları ile sınırlı değildi.
1998 başlarından bu yana tutsaklara yönelik fiziki saldırılarda da ciddi bir artış sözkonusudur. Cezaevine girişte, tahliye olurken, hastaneye ve mahkemeye gidiş gelişlerle cezaevlerinin içinde çeşitli bahanelerle çok sayıda saldırı gerçekleştiriliyor. Bu saldırılarda onlarcası ağır olmak üzere yüzlerce tutsak yaralandı. Bu anlamda katliama dönük çeşitli girişimlere giderek daha sık rastlanmaya başlandı. Tedavileri yapılmadığı için şehit olan tutsak sayısı giderek arttı.
Bütün bu saldırılar 1998'le birlikte tüm cezaevlerinde başlamıştı. Bu uygulamaların çapı, dozu zamanlamasında yerel idarelerin insiyatifinin kısmi bir rolü olsa da, saldırılar merkezi bir politikanın ürünüdür ve sistemlidir. Bu saldırı taktiklerinin tek tek her cezaevindeki idarenin o cezaevine özgü bireysel, yerel tavrı olduğunu düşünmek ise en hafif deyişle aymazlık olarak tanımlanabilir. Düşman, tüm cezaevleri idarelerini belirli periyodlarla bir araya getirip toplantılar yapmakta, merkezi politikalar saptamaktadır. Yerel birimlerin uygulamaları ise esas olarak bu merkezi politikalar ekseninde biçimlenmektedir.
1998'le birlikte devreye sokulan saldırıları tırmandırma politikalarının hedefi açıktır. 1995-96'da hevesi kursağında kalan düşman, 1998'le birlikte saldırıları tırmandırmayı esas alan bu ara politikalar temelinde yeni bir büyük saldırı dalgası için maddi ve moral zemini hazırlamayı amaçlamakta idi. Devreye soktukları bu politikaların uygulanmasında küçümsenmeyecek mesafeler elde ettiklerini belirtmek gerekiyor. Herşeyden önce inisiyatifi yeniden ele geçirdiler. Birçok cezaevinde tutsaklar, mevcut duruşlarıyla, hak isteyen değil, daha çok elde edilmiş hakları korumaya çalışan, düşman saldırılarını kimi küçük tavizlerle kovuşturmaya çalışan konumda oldular.
Ve en son Ankara Ulucanlar Katliamında on devrimci tutsağın vahşi bir biçimde katledilmesiyle, bu süreç en üst boyutuna ulaştırıldı. Devrimciler, bilinen tüm saldırı, işkence ve katliam metodları 'zengin' bir biçimde uygulanarak öldürüldüler. Boğazları kesildi, üzerlerine çeşitli silahlarla ateş açıldı. Öldüresiye dövüldüler. Ve bu vahşetin emri, MGK toplantısından sonra, kamuoyu nezdinde bizzat Ecevit tarafından verilmişti. Oradaki tutsakların talebi ise son derece sıradandı; nefes alacak yer kalmayacak denli kalabalıklaşan koğuşlarındaki rahatsızlıklarından dolayı, yeni bir koğuş...

Hücreler devrimci tabutudur!
Başta da belirttiğimiz gibi, düşmanın bütün hazırlıkları, esas olarak hücre tipi cezaevi politikasının devreye sokulmasını hedefliyor. Devlet, cezaevlerindeki devrimcilerin özgürlüklerinin, iradelerinin ve ortak yaşamlarının kırılmasının, maddi ve moral koşullarında tam izolasyonunu sağlayacak hücre tipi cezaevleri ile mümkün olacağı noktasında nettir. Bu politikaya kilitlenmiştir, cezaevlerine ilişkin açıklamalarında, çözüm olarak sundukları tek alternatif budur.
Bu politika sadece niyetler ve açıklamalar düzeyinde gündeme getirilmiyor. 1998 yılı içinde onlarca cezaevinde çok sayıda koğuş boşaltılarak hücrelere dönüştürüldü. Böylece, en azından tutsakların bir bölümünün konulacağı hücreler hazırlanmış durumdadır. Her ne kadar zaman zaman bu hücrelerin devrimci tutsaklar için hazırlanmadığı açıklansa da, bu açıklamaların tutsakları ve demokratik kamuoyunu şimdilik yatıştırmaya yönelik sahte açıklamalar olduğu, hedefin devrimci tutsaklar olduğu son derece açıktır.
Düşmanın yeni saldırı programı ile almak istediği sonuçları şöyle sıralayabiliriz. Birincisi, herşeyden önce tutsakların ortak siyasal yaşamlarına ve örgütlülüklerine son verilmek isteniyor. İkincisi, ortak direnişler geliştirmenin olanaklarının ortadan kaldırılması hedefleniyor. Üçüncüsü, ortak sosyal yaşam ortadan kaldırılarak sosyal ve insani izolasyon yaratılmak isteniyor. Dördüncüsü, komün ilişkilerinin ve diğer her türlü dayanışma ilişkilerinin zemininin ortadan kaldırılması hedefleniyor.
Hücre tipi politikasıyla birlikte tutsakları yönetici-eylemci, üye, sempatizan biçiminde ayrıştırma politikasının da devreye sokulma olasılığı oldukça güçlüdür. Fiziki izolasyonla parçalanan tutsaklar, bir de siyasal örgütsel duruşlarına göre bölünerek, özellikle sempatizan ve deneyimi sınırlı üye kategorisindeki militanlar deneyimli önder kadrolardan koparılarak, direnme olanak ve dinamiklerinin ciddi ölçüde zayıflatılması hedeflenecektir.
Bu bağlamda tüm tutsakların konulmasına yetecek kadar hücrelerin şimdilik olmamasından ötürü, çeşitli cezaevlerinde hazırlanmış olan hücrelere, başlangıçta yönetici kadroların konulması gündeme getirilecektir. Uygulamanın yeni tutuklanan tutsaklarla başlatılması da diğer bir olasılıktır. Düşman bu ve benzeri içten parçalama yöntemleri sayesinde, hücre tipi uygulaması ile yaratmaya çalışacağı bölme ve izolasyonu daha da derinleştirmeye ve kapsamlı hale getirmeye çalışacaktır.
Görüldüğü üzere hücre tipi cezaevi uygulaması, devrimci tutsakları yaşamın her alanında teslim almayı hedefleyen, düşmanın cezaevi stratejisinin temel bir adımı niteliğindedir. Bu adımın başarılı olması durumunda, kaçınılmaz biçimde atılacak bir sonraki adım, açık ve cepheden yürütülecek siyasal kimliği inkar ettirmeyi, itirafçılaştırmayı, nedameti esas alacak teslim politikaları olacaktır. Bu politikalar, hücre tipi saldırısıyla düzenlenecek nesnel zeminde yürütülecektir.
Öte yandan düşman saldırısının tüm cezaevlerinde birden mi yoksa parça parça mı gelişeceği noktasında şimdiden bir şey söylemek mümkün değildir. Fakat şu ana değin hücre tipi saldırısı için zemin yoklanan yerlerin kamuoyunun gözünden uzak olan Bingöl, Ceyhan vb cezaevleri olması, saldırıların başlangıç noktasının düşmanın zayıf halka olarak gördüğü, kamuoyu desteğinin az olduğu Kürdistan ve Anadolu cezaevleri olması ihtimalinin yüksek olduğunu gösteriyor.
Bu politikanın daha önce devreye sokulamamasının en önemli nedenlerinden biri, uzun bir sürece yayılacak ve oldukça sert çatışmalarla yürütülecek bu politikayı çok net biçimde sahiplenecek güçlü ve istikrarlı bir hükümetin bulunmaması idi. Zayıf bir hükümet ve adalet bakanlığının böyle bir işe girişmesi olasılığı yoktu. Bu bağlamda, eski faşistlerle yeni faşistlerin ittifakı olan bu hükümet, devrimci tutsakları yaşarken tabuta koyma işlemini büyük bir kararlılıkla gündemine almıştır.
6 tane hücre tipi cezaevi, ilk uygulamalar olarak Mayıs ayında faaliyete geçirilecektir. Hükümet şu anda sadece sevklerin nasıl yapılabileceği üzerinde durmaktadır. Bu doğrultuda da, yukarıda ifade ettiğimiz nedenlerle, öncelikle saptanan devrimcilerin buralara sevki için özel kararnameler çıkarma hazırlıkları yapılmaktadır. Bu amaçla da; "Sorunlu cezaevleri ve sorunlu mahkumlar isim isim tesbit ediliyor" tarzında açıklamalar yapmaya başlamışlardır.
6-
Ne var ki, saldırılar sürecin bir yüzü olacaksa, devrimci direniş de diğer yüzü olacaktır, olmalıdır.
Devrimci sosyalist tutsaklar bu perspektiften hareketle, sürecin her cephesinde direnişi örmek için kendilerini hazırlamalıdırlar.
Devrimci sosyalist tutsaklar bu doğrultuda herşeyden önce düşmanın hücre tipi saldırısını ve güncel dayatmalarını bütün yönleriyle derinlikli biçimde çözümlemek durumundadırlar.
Bulunulan her birimde saldırının nasıl gündeme gelebileceği, bunun mevcut güncel saldırılarla bağlantısının ne olduğu kapsamlı biçimde değerlendirilmeli, tesbit edilmelidir. Hücre tipi saldırısının kabul edilemeyeceği, fiili ve diğer direniş biçimleriyle karşı konulacağı, saldırıların boşa çıkarılacağı açıktır. Saldırı gündeme geldiğinde, bulunulan alanlarda geliştirilecek karşı koyuşlar ve bunlar için gerekli hazırlıklar, bütün detaylarıyla hesaplanmalıdır.
Bu bağlamda herşeyden önce iç bütünlüğü sağlam temellere oturtmak, örgütlülüğü, yaşamı, bireysel konumlanışları, örgütsel normlar ve devrimci üretkenlik zemininde yeniden gözden geçirmek, güçlü bir devrimci direniş hattı yaratmanın en önemli güvencesi olacaktır. Kısacası, devrimci sosyalist tutsakların önünde, siyasal, örgütsel, moral ve fiziki, yani bütünsel bir hazırlık görevi durmaktadır. Başarılı bir direniş, bu görevlerin ne ölçüde yerine getirileceğine bağlıdır.
Düşmanın hazırlamakta olduğu yeni saldırı dalgası karşısında devrimci tutsakların başarısında belirleyici rol oynayacak bir diğer temel faktör, cezaevlerindeki tüm devrimci ve anti-faşist bileşenlerin ortak bir direniş tavrı ve örgütlülüğü geliştirebilmesidir.
Cezaevlerindeki devrimci örgütler arasındaki ilişkilerin sık sık dostça olmayan tutumlar nedeniyle kesintiye uğradığı, gerilimin olduğu cezaevlerinde tek-ortak örgütlenmenin yaratılmasında güçlük çekildiği, birlik yerine dağıtıcı ve bozucu eğilimlerin çeşitli gerekçelerle savunulduğu ve uygulandığı durumlar sözkosudur ne yazık ki...
Devrimci sosyalist tutsaklar, bulundukları her alanda devrimci ve anti-faşist yapıların tümünün temsilini esas alan ortak örgütlülük temelinde birliğin geliştirilmesini savunmalıdırlar. Direnişlerin, ilkesel direniş çizgisinden taviz vermeden tutsak kitlesinin örgütlenmesinin tümünü kapsaması hedeflenmelidir.
Tutsak kitlesini konumlarına göre parçalayıp her parçaya değişik politikalarla yönelmeyi hedefleyecek olan düşmanın devrimci yapılar arasındaki birliği ve ortak direniş hattını parçalamayı hedefleyeceği kesindir. Bu noktada güçlü bir karşı koyuş gerçekleştirebilmek için daha bugünden tüm bileşenlerin birliğini esas alan örgütlenmeler yaratmak, düşmanın üzerinde oynayabileceği gedikler açmamak, parçalı duruşlar yaratmamak, özel bir önem taşımaktadır.
Bilindiği gibi, düşman, cezaevlerine yönelik her saldırı öncesinde saldırılarını kamuoyu nezdinde meşrulaştırmak için medya ve diğer kurumları aracılığıyla yoğun bir ajitasyon ve propaganda çalışması yürütüyor. Uzun süreli saldırı programlarının, mevcut koşullarda, kamuoyu desteği olmadan uygulanmasının güç olduğunu biliyor.
Girişeceği saldırılardan önce bu yönde kamuoyu yaratmanın avantajlarını görüyor. Bu nedenle, saldrılarını, kamuoyunca meşru, kabul edilebilir ve zorunlu müdahaleler olarak gösterme çabası içine giriyor.

Devrimci yapıların ve tutsakların, geliştirecekleri direnişlerin haklılığını ve meşruluğunu geniş emekçi yığınlarına duyurmak ve onların desteğini almak için sistemli bir faaliyet yürütmeleri gerektiği açıktır. Bu bağlamda cezaevleri direnişinin önemli bileşenlerinden biri, dışarı cephesi, yani aileler, insan hakları örgütleri, tutsaklarla dayanışma kurumları ve genel demokratik kamuoyudur. Zaten çok yaygın ve etkin olmayan bu güçlerin kendi aralarındaki koordinasyonu zorunludur.
Başta aileler ve insan hakları örgütleri olmak üzere, tüm kesimlerin tutsaklarla dayanışması daha örgütlü hale getirilmeli ve aktifleştirilmelidir. Devrimci sosyalist tutsaklar bu noktada üzerlerine düşen sorumlulukları eksiksiz ve kesintisiz biçimde yerine getirme görevi ile karşı karşıyadırlar.
7-
Toparlayacak olursak, önümüzdeki günler, cezaevlerinde düşmanın hücre tipi cezaevi politikası temelinde genel bir saldırısına gebedir. Düşmanın hedefi yine devrimci tutsak kitlesini ayrıştırmak, küçük parçalar halinde izole ederek, siyasal, örgütsel, sosyal birliği yok etmek ve böylece siyasal teslim alma programlarını uygulamanın koşullarını yaratmaktır.
Devrimci tutsakların görevi açıktır. Fiili ve diğer direniş biçimleriyle, direniş siperlerini örerek düşman saldırılarını boşa çıkarmak, mevcut mevzileri korumak ve güçler ölçüsünde yeni mevziler kazanmak.
Devrimci sosyalistler açısından cezaevleri direnişleri, içiçe geçmiş üç ana halkadan oluşacaktır.
Birincisi, devrimci sosyalistlerin kendi siyasal ve örgütsel duruşlarını sağlamlaştırıp geliştirerek, saldırı ve direnişi bütün boyutlarıyla çözümleyerek geliştirecekleri direniş tavrıdır.
İkincisi, tüm devrimci tutsak kitlesinin ve örgütlerin birliği ve ortak mücadelelerini esas alan, dağıtıcı ve bozucu tavırlara prim vermeyen genel direniş tavrıdır.
Üçüncüsü ise, tutsak aileleri ve insan hakları örgütleri başta olmak üzere tüm demokratik kamuoyunun ve devrimci güçlerin, tutsakların talepleri temelinde geliştirecekleri eylemlerdir.
Oligarşinin saldırılarını bozguna uğratmak için, her üç halkadaki görevlerimize sımsıkı sarılalım.
Düşmanın aşamayacağı devrimci direniş siperleri yaratalım.

CEZAEVİ KATLİAMLARI TARİHÇESİ
Türkiye'de, 12 Eylül süreciyle cezaevlerine yönelik baskılar ve insanlık dışı uygulamalar yoğunlaşmış ve Terörle Mücadele Kanunu ile de had safhaya ulaşmıştır.12 Eylül sonrasında kendini daha da çok hissettiren bir baskı politikasının cezaevlerinde uygulandığını görmekteyiz.
1980'de Selimiye Cezaevinde bu cezaevinin yaşam koşullarına uygun olmadığını belirterek boşaltılmasını isteyen tutsaklara karşı İLK GAZ BOMBASI kullanılmıştır.
4 Mart 1981'de Diyarbakır Cezaevinde, Kemal Pir ve Hayri Durmuş önderliğinde bir grup tutsak ölüm orucuna başlamışlardır. 30. gününde Ali Erek mide kanamasından ölmüştür.
Resmi kayıtlara göre, 1983 yılının Eylül ayına kadar Diyarbakır 5 Nolu cezaevinde çeşitli nedenlerle ölen ve öldürülenlerin sayısı 26'dır.
11 Nisan 1984'te Metris Cezaevinde Devrimci Sol ve TİKB davası tutsakları süresiz açlık grevine başladılar. 49. günde bu açlık grevi, "ölüm orucuna" dönüştürüldü. Sağmalcılar Cezaevi'nde de açlık grevi 45. günde ölüm orucuna dönüştürüldü. Bu ölüm orucu sürecinde; 66. günde Haydar Başbağ (Devrimci Sol Davası), bir saat sonra Fatih Öktülmüş (TİKB Davası), 73. günde Hasan Telci (Devrimci Sol Davası) ve Abdullah Meral (Devrimci Sol Davası) yaşamlarını yitirdiler.93-96 yılları, cezaevlerinde ençok açlık grevlerinin yaşandığı süreç olmuştur.
21 Eylül 1995'te Buca Cezaevi'nde, tutsaklara yönelen baskıların yoğunlaşması, ölüm va yaralanmaların yaşanması üzerine sayım vermeme eyleme başlatılmış, Cezaevi Savcısı, alay komutanı ve özel giysili askerler diyaloğu reddederek koğuşlara saldırmışlardır. Bu saldırı sonucunda 3 tutsak yaşamını yitirmiştir.
Buca Cezaevi'ndeki katliamın üzerinden henüz üç ay geçmişken Ümraniye Cezaevi'nde katliam gerçekleştirildi. Bu katliam sonucunda 4 tutsak yaşamını yitirdi.
Mehmet Ağar'ın Emniyet Genel Müdürlüğü yaptığı 93-95 yıllarında 29'u 1993'de, 34'ü 1994'te, 77'si 1995'te toplam 140 kişi gözaltında ve cezaevlerinde yaşamını yitirmiştir. Yine aynı süreçte 23'ü 1993'te, 49'u 1994'te, 165'i 1995'te olmak üzere toplam 237 gözaltında kayıp iddiası yaşanmıştır.Bu süreçte yargısız infazların toplam sayısı ise, 166'sı 1993'e, 129'u 1994'e, 77'si 1995'e ait olmak üzere 372'yi bulmuştur. Faili meçhul cinayetlerin toplam sayısı ise 975'tir.24 Eylül 1996'da Diyarbakır Cezaevi'nde gardiyanların keyfi olarak bir grup tutsağa küfürle saldırması, tutsakların buna karşı çıkmaları ve daha sonra özel tim ve askerlerin de saldırmalarıyla 10 kişi katledilmiştir.
En son 26 Eylül sabahı Ankara Ulucanlar Cezaevi'nde insanlık dışı uygulamalarla gerçekleştirilen saldırı sonucunda 10 tutsak yaşamını yitirmiştir. Koğuşların çatıları delinerek içeriye gaz bombası atılmış, itfaiye araçlarından köpükler sıkılmıştır. Robokop ve Özel Jandarma Timleri'nin joplarla, kalaslarla, kancalı demir çubuklarla ve dipçiklerle saldırdığı tutsaklar dövülerek ve sürüklenerek işkencehane haline getiriler hamamda katledilmişlerdir.
Tüm bunlar göstermektedir ki; devletin teslim alamıyorsan katlet politikaları geçmişte vardı, bugünde var önümüzdeki süreçte de devletin pervasız politikalarıyla devam edecektir.
(İHD İstanbul Şubesi tarafından hazırlanan cezaevleri dosyasından yararlanılmıştır)


 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92