Küçük Amerika'da Neler Oluyor?
Yusuf Bedir
|
Türkiye'de gündemi takip etmeye kalkmak, şöyle kuvvetli
bir başdönmesini ve mide bulantısını göze almayı gerektiriyor.
Sistemin temel ideolojik aygıtları arasına giren medya,
halkın neyin düşüneceği ve neyi tartışacağını günlük
gündemlerle öylesine belirliyor ki, bu kalabalık içinde
neyi önemli, neyin önemsiz olduğunu, hangi konunun şişirildiğini,
hangi konunun hasıraltı edilerek geçiştirilmeye çalışıldığını
ayırdedebilmek, akıntıya kapılmamak için gerçekten de
güçlü bir ışık kaynağından yani güçlü bir ideolojiden
beslenen gözlere sahip olmak gerekiyor.
Son süreçte bir çok önemli gelişmenin dar bir zaman
aralığında birbirini kovaladığını gördük. Bu önemli
gelişmelerin, İstanbul AGİT zirvesiyle başladığını söyleyebiliriz.
Onu, G-20'nin oluşmasına paralel olarak değerlendireceğimiz
yeni ekonomik program ve Türkiye'nin AB adaylığı konuları
izledi.
Büyük bir ulusal onursuzluk kampanyasının yarattığı
atmosfer içinde Türkiye'yi ABD bayrağının son yıldızı
ilan etmek, yani bunu resmileştirmek mümkün görünüyordu.
Sömürge insanındaki kompleks ve yabancılaşmanın nerelere
dek vardığını görme fırsatımız oldu. Emperyalizme karşı
çıkmanın yobazlık sayıldığı AGİT/Clinton günlerinde
görüldü ki, bütün politik reflekslerle birlikte, halkın
anti-emperyalist ruhu da (sağdan "gavur" soldan
"yankee" antipatisi) çok açık biçimde çözüntüye
uğramıştı.
Bu dikkatle ele almamız gereken bir durum. Varsayımlarla,
yirmi yıllık verilerle halkın politik reflekslerini
yanıtlamaya çalışmaktansa, bu gibi somut durumları çözümleyerek
yanıt bulmaya çalışalım. Önümüzdeki soru çok açık; halka
malolmuş anti-emperyalist ruhun böylesine aşınmasının
sebebi, küreşelleşme, sınırların anlamını yitirmesi
vs. midir? Ulusal duyguların, ulusal devletle birlikte
"eskimesinden" midir bu aşınma? Yoksa halkın
anti-emperyalist ruhundaki aşınma, sınıf hareketinin
öne çıkmasından, bu burjuva sloganların sahibine iade
edilmesinden mi kaynaklıdır? Hayır, bu yaklaşım da yukarıdakini
tamamlamamaktadır. Sınıf bilinci, sınıf kültürü geliştiği
için değil, emperyalizmin bilinçleri de sömürgeleştirmesinden
kaynaklı bir aşınmadır yaşanan.
Ancak, salt bu duruma bakarak anti-emperyalist mücadelenin
ömrünü doldurduğunu sananlar fena halde yanılıyorlar.
Bugün nesnellikten koparılarak çarpıklaştırılmış, üzerinde
oynanmış bir ruh hali ve onun ürünü olan davranışlar
sözkonusudur. Önümüzdeki dönemde kendiliğindencilik
ve devrimci iradenin yolları tümüyle ayrışacak ve manipülasyonun
etkileri, bizler açısından en çok bu noktada anlam kazanacaktır.
Kendiliğindencilik, ham hayalleriyle birlikte egemenlerin
gündemi peşinde sürüklenecek ve boğulacak, devrim ise,
kendi gündemini yaratabildiği ve kitlelere taşıyabildiği,
manipülasyon çemberini kırarak kitlelere maledebildiği
ölçüde ayağa dikilecek ve taarruza geçecektir.
AGİT zirvesi
Tahmin edileceği gibi, Clinton'ın bu gürültülü ziyareti
hiç de hayra alamet değildir. sebeb-ziyareti, 18-19
Kasım tarihlerinde, 53 üye ve 6 katılımcı devletin bir
araya geleceği Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı'nın
İstanbul Zirvesi'dir. AGİT'in İstanbul'da toplanması,
belirttiğimiz gibi, oligarşi için "gurur"
kaynağı olmuş, 1999'un 6. Filo'su, karşısında sadece
birkaç küçük kitle eylemi görebilmiştir. Oligarşi, daha
çok bu yönüyle ilgilenmiş ve halka da bu yönünü yansıtmaya
özen götermiştir. Fakat AGİT'in ne olduğu, İstanbul
Zirvesi'nde ne kararlar alındığı pek bilinmemektedir.
AGİT'in önceli olan Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı,
1 Ağutos 1975'te, Helsinki'de kuruldu. AGİK'in genel
çerçevesini belirleyen Helinki Nihai Senedi imzalandı.
AGİK'in kuruluş süreci, emperyalistlerarası entegrasyonun
çatırdamaya başlamasından sonra olmuştu. Bilindiği gibi,
ABD'nin mali ve ekonomik hegemonyası, daha 1971-73'lerde
kırılmaya başlamıştı. Başını F.Almanya'nın çektiği Avrupa
emperyalistlerinin ABD hegemonyasına karşı zorladığı
kapılardan biri olan AGİK ile asıl hedeflenen, Sovyetler
Birliği ile ilişkilerde bir statüko oluşturmaktı. Statüko,
Sovyetler Birliği ile karşılıklı saldırmazlık ve Avrupa'nın
doğu sınırlarının sağlama alınmasıydı. Sovyetler Birliği,
"Barış İçinde Birarada Yaşama" politikasıyla
bu konuda zaten daha öncede bir yönelim belirlemişti.
1990'lara girilirken, bu statüko da Sovyetler Birliği
ile birlikte çözüldü. Böylece birçok emperyalist kurum
gibi AGİK'de yeniden tanımlanma ve yeni döneme uygun
işlevlikler kazanma zorunluluğuyla karşı karşıya geldi.
1990'da imzalanan Paris Şartı ile bu zorunluluğa yanıt
verilmeye çalışıldı. 1994 Budapeşte Zirvesi'nde ise
AGİK-AGİT halini alarak, etkin ve sürekli bir kuruma
dönüştürüldü. AGİK'in yeni döneme uygun ilk işlevi,
eski Sovyet topraklarına yapılan yağma seferinde yeralmak
olmuştu.İstanbul Zirvesi'nde alınan kararlara gelecek
olursak... AGİT İstanbul Zirvesi'nde 27 maddelik bir
şart kabul edildi. Bu çerçevede bazı önemli kararlara
bakmak gerekirse;
AGİT'in polisiye faaliyetleri, "barışı koruma ve
yardım operasyonları" konusunda yeteneklerini geliştirmesi
ve bu gibi çalışmaları yönetcek bir "Operasyon
Merkezi"nin kurulması karar altına alındı. Bu gibi
operasyonlar, günümüze değin ABD inisiyatifiyle gerçekleştirilir,
Avrupa ülkeleri de ABD'nin peşine takılırdı. Çünkü ABD'nin
askeri politik hegemonyası, entegrasyonun yapıştırıcı
rolünü oynuyordu. Ekonomik planda ne kadar öne fırlarsa
fırlasın, Avrupa Emperyalistleri, dünya genelindeki
askeri ve politik operasyonlarda ABD'nin kuyruğuna takılmak,
onun inisiyatifini tanımak zorundaydı. Bu avantaj ile
ABD, Avrupalı emperyalistleri peşine takabileceği durumlarda
(örneğin Körfez Savaşı ya da Somali Operasyonu'nda)
BM Güvenlik Konseyi şemsiyesini tercih ederken, hassasiyet
derecesi yüksek durumlarda (Kosova gibi) BM güvenlik
Konseyi'ni yani mevcut uluslarası hukuk statükolarını
çiğnemekte, direkt olarak NATO'yu devreye sokmaktaydı.
NATO'nun devreye girmesi, sadece BDT ve Çin'in değil,
aynı zamanda Avrupa emperyalistlerinin hiçe sayılması
demek oluyordu ki bu durum, özellikle Kosova örneği,
AB emperyalizminin askeri müdahale ve denetim kurumlarına
(sözü geçen "barış ve yardım operasyonları"
gibi) yönelimini hızlandırdı. Sonuç olarak AGİT İstanbul
Şartı'nın bu birinci maddesi, AB emperyalizminin, ABD
hegemonyasını kırma yönelimlerinin bir ifadesi oldu.
NATO'nun 50. yıl zirvesinden aldığı kararla hareket
sahası Avrupa'yla sınırlı tutmayarak tüm dünyaya yaymasının
akabinde, AGİT, Avrupa güvenliği ile birinci derecede
ilgili kurum rolüne soyunmaktadır. Bu rolün NATO'dan
AGSK'ya geçiş sürecinde bir tampon durumundadır.
- Nitekim AGİT, bu bölgenin kriz yönetim örgütüdür.
İstanbul Şartı'nın ikinci maddesi de kriz yönetiminde
benimsenen çapı ortaya koyar; "Devletlerin iç çatışmaları,
devletlerarası güvenliği de tehdit ediyor." Yani
AGİT, bölgede Düşük Yoğunluklu Çatışma'nın stratejik
kurmaylığına soyunuyor. Bu işlev, yakın zamanda gerçekleşen,
devrimci içerikten yoksun ve daha çok emperyalistler
arasındaki çatışmanın küçük gösterileri olan Kosova
ve Bosna gibi örnekler üzerine oturtulmaktadır. Fakat
asli hedef dördüncü madde de belirtiliyor; "Terörizm,
nedenleri ne olursa olsun, hiçbir biçimde ve görünüşte
kabul edilemez. Ülkelerimizdeki terörizmin her türden
hazırlığını ve finanse edilmesini engellemek için çabalarımızı
arttıracağız ve teröristlere güvenli sığınaklar sağlamayacağız.
Küçük çaplı ve hafif silahların aşırı ve dengesiz varlığı
ve denetlenmemesi barış ve güvenliğe karşı bir tehdit
oluşturmaktadır. Savunmalarımızı bu yeni risklere ve
tehditlere karşı güçlendireceğiz..." AGİT'in terörizmden
ne anladığı ortadadır; başta halk kurtuluş savaşları
olmak üzere bütün anti-emperyalist militan hareketler.
Bu yüzden, kitle imha silahları artık çığrından çıktığı
halde onları görmezden gelmekte, gözünü küçük çaplı
ve hafif silahlara dikmektedir.
AGİT, yalnızca Avrupa bölgesinin değil, "özellikle"
Akdeniz havzası ve Orta Asya'da "üye devletlerin
yakınındaki alanların'da güvenliğini sağlama iddiasındadır.
Yani çok geniş bir bölge de DYÇ'nin stratejik kurmaylığını
icra edecektir. Clinton'ın Türkiye'yi 21. yüzyıl politikasının
başaktörlerinden biri ilan etmesini de bu çerçevede
ele alırsak masalları bir tarafa bırakıp gerçeklere
baktığımızda gördüğümüz şey, bir yeni-sömürge Türkiye'den
başkası değildir. Toplumsal hayatın her planında apaçık
sırıtan bu gerçek, belirgin ve acımasızdır. Bir başka
gerçek de yeni-sömürgecilik sisteminin tek bir kalıptan
ibaret olmadığıdır. Emperyalist sistemin konjonktürel
özellikleri ve her ülkenin özgün koşulları, yeni-sömürgeci
sistemi biçimlendirir. Böylece ortaya yeni-sömürgeciliğin
kategorileri ve ülke grupları çıkar. Türkiye'nin durumunu
ifade eden gelişme, Clinton'ın masalları değil, G-20
oluşumu içinde yeralmasıdır. Biz de bu gelişmeye ve
onun yansımalarına dikkat çekmeye çalışacağız.
G-20 ve 9 Aralık Kararları
DSP-MHP-ANAP Koalisyonunun halka saldırısının salt ekonomik
ayağı üzerinde yoğunlaştığımızda, her şey anlaşılıyor.
IMF ile imzalanan "yakın izleme anlaşması"
ardından, vergi sistemindeki değişiklik, sosyal güvenlik
alanındaki düzenlemeler, Anayasa değişikliği ile uluslararası
tahkimin imzalanması, yeni bankacılık yasası ve onun
devamı olarak 5 bankanın batmaktan kurtarılması ile
başlayan bu süreç, 9 Aralık'ta yeni para ve kur programının
açıklanmasına vardı. Bütün bunlar olup biterken, Türkiye'nin
içinde yeraldığı G-20'nin kuruluşu ilan edildi. G-20'de
yeralan ülkelerin ortak özelliği, geniş bir iç pazara
sahip olmaları ve diğer yeni-sömürgelere nazaran kapitalist
ilişkilerin (tabi ki yeni-sömürge kapitalizmi) daha
fazla yerleşik olmasıdır. Yeni süreçler oldukları için,
henüz somut veriler olgunlaşmış olmasa da 9 Aralık Kararları'nın
G-20'ye paralel oluştuğu düşüncesi hiç de tutarsız değildir.
Bilindiği kadarıyla G-20 oluşumu, krizin derinleşmesi
durumlarında eşgüdümlü müdahaleler gerçekleştirebilmek
için kuruldu. Kurulma kararı, G-7'nin Köln Zirvesi'nde,
yani küresel mali deprasyonu atlatma çabalarının tam
ortasında alındı. G-20 bileşiminde, G-7 ülkeleri, AB
temsilcisi, IMF/Dünya Bankası temsilcisi dışında 11
ülkenin temsilcisi yeralacak. Bu ülkeler; Arjantin,
Avusturalya, Brezilya, Çin, Hindistan, Meksika, Rusya,
S. Arabistan, G.Afrika, G. Kore ve Türkiye. Bu 11 ülke,
emperyalist üretim ilişkilerine en fazla entegre olan,
yeni-sömürgeler arasında yeralıyor. Dünya ortalamasına
göre yüksek nüfus yoğunluğuna sahip bu ülkeler, emperyalistler
için hayati önem taşıyor. Sanayinin hızla aktığı bu
ülkeler, dünya üretiminin can damarını oluşturuyor.
Tüketim faktörü açısından bakıldığında da; emperyalist
ülkelerle kıyaslanacak ölçüde olmasa da diğer yeni-sömürgelere
nazaran yüksek bir tüketim kapasitesinin sözkonusu olduğu
bu 11 ülkenin dünya mali sistemi içindeki konumlarıyla
da ayrıca önem kazanıyorlar. Bu ülkelerin, krizi, anagündem
maddesi kabul eden bir oluşumda biraraya gelmesi, rollerini
daha fazla açığa vuruyor. Hatırlanacağı gibi, 1997'de
derinleşen depresyon dalgasının en şiddetli sonuçları
bu ülkelerde gözlendi. Bu depresyon odaklarının, emperyalist
metropolleri tehdit eder düzeyde mali denge ve istikrardan
yoksun olmasına karşın ele anılan G-20 eşgüdümü, daha
çok mali planda işlev kazanacak. Eğer mümkünse, depresyonu
denetlemeye ve sonuçlarını asgariye indirmeye yönelik
önlemler alacak. Tabii eğer mümkünse.
9 Aralık kararları'nın bu çerçevede işlevi ne olacaktır?
Bu sorunun yanıtını verebilmek için 24 Ocak 1980'e kadar
uzanmamız gerekecek. 1980 24 Ocak'ta emperyalist sistemin
ihtiyaçlarına uygun olarak, ihraç ikameci modele göre
yeniden şekillendirilen Türkiye Ekonomisi, gerek 1994
5 Nisan'ında, gerekse son depresyon dalgasında iyice
görüldü ki, her an batabilecek kadar zayıf bir mali
yapıya sahip. Savaş faktörüyle bu bataklık, daha da
içinden çıkılmaz hale geliyordu. Yani bataklıktan çıkabilmek
için, önce Kürt halkının ulusal kurtuluş savaşıyla başa
çıkmak zorunda olan oligarşi, tüm gücüyle bu savaşa
seferber oldu. Bugün itibariyle oligarşi, Kürt halkının
ulusal kurtuluş savaşıyla başa çıkmanın yolunu bulmuş
görünüyor. 9 Aralık Kararları vb.'nin, İmralı sürecini
takip etmesi tesadüf olmasa gerek.Türkiye, dünyanın
en büyük 16. ekonomisine sahip. 405 milyar dolarlık
bürüt ulusal gelirin kişi başına dağılımında ise, yıllık
6 bin 300 dolarla, 90. sırada. Kişi başına düşen yıllık
gelir rakamı da tek başına bir anlam ifade etmiyor.
Nüfusun en zengin %20'si ile en yoksul %20'sinin ulusal
gelirden aldığı paylar arasında 11 katlık bir uçurum
var. Dİğer G-20 üyeleri açısından da durum pek farklı
değil. Örneğin, dünyanın en büyük 2. ekonomisi olan
Çin, kişi başına ulusal gelirde 129. sırada yer alıyor.
(Dünya Kalkınma Raporu 1999/2000, Dünya Bankası)
Bu ekonomik büyüklük ile Türkiye'de 24 Ocak Kararları'yla
başlayan sürecin tıkanması, emperyalistler için ciddi
bir tedirginlik kaynağıdır. Tıkanıklığı birçok açıdan
gözlemek mümkün; yüksek enflasyon, pahalı döviz, yüksek
faiz, yüksek dış ticaret açığı, bütün bunlara paralel;
düşük sanayi üretimi, düşük ihracat, kapanan kredi muslukları,
kırılan kredi notları.... Bütün bunlara eşlik eden,
başıbozuk bir kamu maliyesi ve yüksek bütçe açığı. 9
Aralık Kararları, bu tıkanma verilerinin üzerinde ete-kemiğe
büründü. Savaşın dorukta olduğu 1994 yılında 5 Nisan
Kararlarıyla gündeme getirilen fakat şiddetle geri tepen
politikalar bugün çok daha kapsamlı olarak ve emperyalistlerin
direkt yönlendirmesiyle yeniden gündeme alınıyor. Emperyalistlerin
direkt yönlendirmesi, öylesine, lafın gelişi bir ifade
değildir. 9 Aralık Kararları'nın uygulanabilirliği,
IMF ve Dünya Bankası'ndan gelecek olan kredilere göbekten
bağlıdır. Eğer bu krediler gelmezse, ortada karar falan
kalmaz. Yeni bir 5 Nisan yaşanır.
Gelişmelere gözatacak olursak...
Birinci planda, deflasyonist politikalara gidilmektedir.
5 Nisan'dan sonra %l50'lere varan eflasyonun önümüzdeki
dönemde %20'lere çekilebilmesi için çeşitli politikalar
uygulamaya sokuldu. Emperyalist efendilerin de izniyle,
uzun dönemde sabit kur politikasına geçildi. Bugüne
değin izlenen politika ise, Merkez Bankası'nın piyasadaki
döviz daralmasına karşı TL çekerek döviz sürmesi ve
sürekli devalüasyondu. Sonuçta, 1980'li yıllarda ortalama
664 TL'na eşit olan dolar, bugün 540 bin TL'na yükseldi.
Yeni para ve kur programıyla hedeflenen de TL'nin güçlendirilmesidir.
İlk olarak banka faizlerinde 1 günde 35 puana varan
düşüşler yaşandı. Kamu kağıtları açısından bakıldığında,
24 katrilyonluk bütçenin 15 katrilyonunun iç borçlara
gittiği bir ülkede, faizlerinde düşmesi oldukça önemli
bir gelişme. Sadece kamu maliyesi açısından değil, ekonominin
bütünü için aynı şey geçerli. Sanayi üretiminde kapasite
kullanım oranlarının %70'lerde seyretmesi ve en büyük
500 sanayi şirketinin gelirlerinin %87'sini faizin oluşturması,
bir ülkede ekonominin batakta olduğunu desteklemeye
yeter verilerdir. Sözkonusu 500 şirket, 1987'de karın
%80'ini üretim faaliyetinden elde ediyordu. Yani emperyalist
sistemin genel eğilimlerinin (üretimden kaçış) yanısıra,
burada daha çok bir özgünlüğün sözkonusu olduğunu görüyoruz.
Özelde iç borç stoğunun daraltılmasıyla kamu açıklarını
ve genelde de sanayi üretiminden kaçışı ortadan kaldırmayı
hedef alan bu kur ve para politikasına yeni vergi politikalarıyla
destek yaratılması ve kamu gelirlerinin artırılması
da diğer tamamlayıcı politikaları oluşturuyor.
1994'ten 1999'a felç halinde süren ve bu tıkanmanın
9 Aralık Kararlarıyla aşılması girişimi de daha şimdiden
birçok belirsizlik taşıyor. Ve bu belirsizlikler, emperyalistlerin
akıttığı kredilerle de ortadan kalkacak gibi görünmüyor.
TL'yi değerlendirmeye dönük politikanın anlamı ihracatın
daralması, iç pazarın önem kazanmasıdır. Fakat iç pazarda
da talep daraltıcı politikalar izlenmektedir. Ayrıca
bir de ihracatın teşvik paketinin açılması, belirsizliğin
ve kararsızlığın açık bir göstergesidir. Sürekli devalüasyon
halinden çıkarılan ve güçlendirilmek istenen TL'nin
yüksek oranlı bir devalüasyonla kırılması, küçük bir
ihtimal değildir. Borsa, benzeri bir kırılma potansiyelini
taşımaktadır. Bayram-seyran değilken %400 yükselen bir
borsa, çakılacak demektir. Enflasyon açısından bakıldığında
da hükümetin hedefleri havada kalmaktadır. İşçi-memur
ücret zammı %20'yi geçmediği halde, %50 beklenen enflasyon
%68 çıkmaktadır. 9 Aralık Kararları'na bir ciddiyet
katmak üzere, geriye sadece emperyalist mali kuruluşların
kredileri kalmaktadır. Bütün bu belirsizlikler kaçınılmazdır.
Yeni sömürgelerdeki krizin derinliği karşısında emperyalizmin
reçetesi kalmamıştır.
Yeni ekonomik programın kimi detaylarını IMF'e yazılan
niyet mektubunda bulmak mümkün. DSP-MHP-ANAP hükümeti,
IMF'in istediği "yapısal reformları" yerine
getirmek yönünde emperyalist efendilere yeminler ediyor
bu mektuplarda. Sözü edilen "yapıssal reformların"
başında, bilindiği gibi özelleştirmeler geliyor. Özelleştirmelerin
"hızlandırılacağı niyeti ifade ediliyor. Yakın
zamanda, özellikle enerji sektöründe özelleştirmelerin
yoğunlaşması bekleniyor. "Yapısal Reformlar"ın
değşimeyen ikinci maddesi ise tarım sübvansiyonlarının
(desteklemenin) kesilmesi. Bu konuda hükümetin IMF "önerisini"
yerine getirmesinin sonucu iki yönlü olacak. Birincisi;
tarımsal üretime yapılan desteklerin (örneğin, gübre
desteği) sona ermesi, köylülerin felaketi olacak. Ya
da örneğin Ziraat Bankası kredilerinin kesilmesi de
aynı sonucu getirecek. Çünkü köylülerin büyük bir bölümü,
mevcut koşullarda ancak, bu kredilerin faizini ödeyebiliyor.
Kredinin kesilmesi demek köylünün elinde avucundaki
son kalıntılara haciz gelmesi. Anadolu'dan metropollere
doğru bölük bölük yeni işizlerin akması demektir. Bu
uluslararası gıda tekellerinin "yapısal reformudur".
Tıpkı enerjide olduğu gibi yakın zamana kadar tahıl
ihracatçısı olan Türkiye'de artık California pirinci
ya da ithal mercimek market raflarını süslemektedir.
Türkiye ithalatının halihazırda %10'unu tarımsal ürünler
oluşturmaktadır. Özellikle özelleştirmeler paralelinde
uluslararası gıda tekellerinin bu "girilmeye değer
pazar"a akması bekleniyor. Tarıma sübvansiyonların
kesilmesinin ikinci sonucu da, tarımsal ürünlerin ticareti
sürecinde faaliyet gösteren prekapitalist unsurlara
son darbenin vurulmasıdır.
9 Aralık Kararlarını, salt G-20 paralelinde düşünmek
yeterince açıklayıcı olmaz. G-20, Türkiye'nin emperyalist
sistem içinde rolünü, yeni-sömürgeciliğin hangi kategorisinde
yeraldığını anlayabilmemiz için gerekli bir veridir.
Fakat 9 Aralık Kararları'nın özgün yönleri de var. Bu
özgünlüklerin başında, şüphe yok ki Türkiye'nin AB süreci
geliyor. Bu kararlar, aynı zamanda AB kriterlerine uyum
sürecinin bir gereği olarak hayata geçiriliyor. Kararların
Helsinki Zirvesi'nin hemen arifesinde açıklanması da
bunun bir göstergesi. 2003'e kadar bu kriterlerin yakalanması
ve 2004'te tam üyeliğin gerçekleşmesi bekleniyor. Hem
AB ve hem de ABD emperyalistlerinin bu yönelimlerinin
büyük ölçüde çakıştığı görülüyor. ABD emperyalizminin
yeni dönemde Türkiye'ye biçtiği rol üzerinde kimi noktaları
ele alabiliriz. 1998 itibariyle Türkiye'ye meta ihracı,
ithalatının iki katı. Sermaye ihracı açısından bakıldığında
ise, son 19 yılın toplam direkt sermaye ihracı,12 milyar
dolar. Bu rakam diğer yeni-sömürgelerle karşılaştırıldığında
oldukça düşük kalıyor. Çünkü 97 yılı itibariyle yeni-sömürgelere
akan yabancı sermayenin toplamı 400 milyar dolardır.
Aynı yıl itibari ile yeni-sömürgelerde konumlanmış bulunan
yabancı sermaye stoğunun 3.5 trilyon dolar olduğunu
göz önüne aldığımızda, Türkiye'deki 12 milyar dolarlık
direkt yabancı sermaye yatırımı oldukça hafif kalacaktır.
1998 yılında Türkiye'ye yatırım için giren yabancı sermayenin
%68.4'ü (643 milyon dolar) kar transferi olarak geri
dönmüştür. Yabancı sermayenin Türkiye'yi tercih etmemesinin
nedenlerinin başında siyasal ve ekonomik istikrarsızlık
geliyor. Emperyalist tekeller, mevcut siyasal istikrarsızlığı
bile yeterli buluyorlar. Bu kadarı bile onları zayıf
halkalardan uzak tutmaya yetiyor. Yani ekonomik programın
bir diğer amacı da direkt yabancı sermayeyi cezbedecek
bir istikrar havası yaratmaktır. Sözünü ettiğimiz raporlarda
9 Aralık Kararları'nın tamamlayıcısı olacak sektörel
dağılıma ilişkin kimi işaretler bulmak mümkün. Emperyalist
tekeller bugüne değin daha çok tekstil, demir çelik,
dayanıklı tüketim malları gibi sektörleri tercih etmişti.
Türkiye, dünyanın yedinci en büyük pamuk üreticisi ve
aynı zamanda dünyanın altıncı tekstil ve hazır giyim
ihracatcısı. Bu sektör Türkiye ihracatının %37'sini
teşkil ediyor. Önümüzdeki dönemde tekstilin bu ağırlığını
kaybetmesi yeni sektörlerle paylaşması sözkonusu. Bunların
başında elektrik üretimi, telekomünikasyon, ve otomotiv
sektörleri geliyor. 32 elektirik santrali ve bunların
dağıtım ağı için birçok emperyalist tekelin hazır beklediği
biliniyor. Bunların içinde nükleer enerji üreten şirketler
de var. Diğer yandan, özellikle cep telefonu ve bilgisayar
açısından Türkiye bakir pazar olarak kabul ediliyor.
Bunların dışında, 16 otomotiv üreticisi şirketle birlikte
bin 300 oto yedek parça yapımcısı şirketin yer aldığı
sektör de ağırlık kazanmaya başlıyor. Tüketim potansiyeli
öne çıkarken emperyalist uluslarası iş bölümünde Türkiye'nin
yoğun emek gücü ve zengin hammadde yatağı olma özellikleri
hala etkilidir. Kriz içinde debelendikleri halde tekstil
ve deri sektörlerinin tümden çökmemesinin nedeni de
budur. Yaşanan yoğun iflaslar daralmayla birlikte aslolarak
tekelleşmenin ifadesidir. Gerek ABD ticaret bakanlığının
gerekse AB'nin önümüzdeki dönem için Türkiye'ye biçtiği
misyon bu noktalarda kesişiyor; bir sanayi ve tüketim
merkezi...
Bu ekonomik rolün tamamlayıcı ayakları arasında, Ortadoğu,
Kafkaslar ve Orta Asya'ya açılan emperyalist tekellerinTÜrkiye'yi
ve TÜrkiye'deki işbirlikçilerini sıçrama tahtası olarak
seçmesi de yer alıyor. Örneğin Procter and Gemble Orta
Asya'ya mallarını pazarlamak için Türkiye'yi üst seçti.
Bu sıçrama tahtasının değişik kullanımı şöyledir; Koç
Grubu, Fiat ile işbirliği içinde midibüs-kamyon vb..
üretmektedir. Aynı Koç Grubu, aynı lisansla Özbekistan'daki
işbirlikçileriyle bir minibüs kamyon fabrikasının (SanKoçAuto)
temellerini açmıştır. Fiat ise, Özbekitan'da ortalıkta
gözükmemektedir.
Aynı şekilde, siyasal açıdan da Türkiye'nin emperyalist
merkezler gözünde işlevi açıktır; önümüzdeki dönemde
bölgenin emperyalist dünya entegrasyonunu hızlandırmak,
dil-kültür avantajıyla Orta Asya ve Kafkaslar'da, din
avantajıyla da Ortadoğu'da emperyalistllerin çıkarlarını
temsil etmek. AB üyesi olduğunda da Türkiye'ye biçilen
bu rol değişmeyecek. Ne ABD, ne de AB açısından...Ama
bu rolü oynayacak olan Türkiye'nin siyasal-sosyal yapısı
bu istikrar potansiyelini taşıyor mu?
Sosyal açıdan bakıldığında; Türkiye'nin AB'yi en çok
korkutan özelliği 65 milyon nüfusundur. Bu nüfusu, içinde
koca bir işsizler ordusu barınmaktadır. Çalışan nüfusun
da ezici bir çoğunluğu yoksulluk sınırları içindedir.
Metropolleri çevreleyen varoşlar, ne zaman patlayacağı
belirsiz bir bomba olarak tanımlanmaktadır. "Ayaklanmalar
yüzyılında" ateş alması muhtemel bombalardan biri
de gerekse Kürt göçüyle kırlardaki yığınlar tarafından
varoşlar büyütülmekte, tahrip gücü arttırılmaktadır.
Bu tahrip gücü siyasal islam tarafından emilmek, etkisizleştirilmek
istinse de İstanbul'un hiç bir zaman Paris kadar sakin
bir şehir olmayacağı ortadadır.
Türkiye'deki siyasal durum, emperyalistlerin istikrar
hesaplarını destekliyor mu, köstekliyor mu? Konumun
bu yönüne baktığımızda, 28 Şubat'la belirlenen siyasal
risklerin ne duruma geldiğini de gözönüne almamız gerekecek.
28 Şubat 1996 itibariyle oligarşiyi en çok tehdit eden
siyasal unsur (PKK), 2000 itibariyle tehdit olmaktan
çıkmış, sistemin merkez partilerinden farklı bir siyasal
programa sahip olmaktan çıkmıştır. Oligarşinin belirlediği
ikinci tehdit unsuru olan siyasal islam da, geçen zaman
zarfında budana budana Nasrettin Hoca'nın kuşuna dönmüş,
bırakalım tehditi, bahanelik bir tarafıda kalmamıştır.
28 Şubat'ın üçüncü hedefi olan, Türkiye Devrimci Hareketinin
bulunduğu durum ise yakından bilinmektedir. KUKM'nin
tasfiyesi, Türkiye Devrimci Hareketini en az reel sosyalizmin
çözülmesi kadar yoğun etkilemiştir. Bu etkileşim, dünyadaki
genel tasfiyeci dalgayla birleşerek, özellikle ideolojik
planda yoğunlaşmıştır. Yeni dönemin ihtiyaçlarına yanıt
veremeyen unsurlar silinecek, saf dışı kalacaktır. Fakat
yeni dönemi çözümleyenler, kendini yenileyebilme iradesi
gösterebilenler devrim yürüyüşünü sürdürebilecektir.
Öyleyse, Türkiye'deki mevcut siyasal durum risk altındadır.
Devrim yürüyüşünü sürdürebilenler sosyal bombayı ateşleyebilirler.Yani
Türkiye'deki sosyal-siyasal yapı, emperyalistlerin beklediği
istikrarı sunabilecek durumda değildir. Emperyalistlerin
üzerinden geçerek Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya'ya
hakimiyet kurmayı düşündükleri bu köprü sağlam değildir,
çürüktür. Buna rağmen hem ABD hem de AB açısından en
uygun ulaşım kanalı Türkiye'dir.
ABD'nin "stratejik müttefiği" olmasına rağmen,
AB emperyalizmi de bu seçeneği elinin tersiyle itememektedir.
Ve mümkün mertebe bu yolu zorlama eğilimindedir. Sosyal,
siyasal, ekonomik vb. kriterlerine uymadığı halde Türkiye'yi
AB sürecine entegre etmeye çalışmaktadır. ABD'nin tutumu
da Türkiye'nin AB üyeliğini destekleme yönündedir. Çünkü
Türkiye ABD'nin "truva atıdır". Bu özelliği
ile AGSK (Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği) ekseninde
AB emperyalizmini tedirgin etmektedir. AGSK (ya da eski
adıyla Batı Avrupa Birliği), AB ordusunun embiriyonudur.
Tedirginliğinin bir ifadesi olarak AB, Türkiye'yi AGSK'nın
karar mekanizmasına kabul etmemiştir. Türkiye AB ordusuna
sadece asker verecektir. Karar mekanizmasında yer alabilmesi
ise tam üyeliğin kabuluyle mümkündür. Şu açıktır ki
AB'nin tedirginliğinde "demokrasi ve insan haklarının"
payı yoktur. Avrupa emperyalistleri, bu konuda ikiyüzlülüğün
dikalasını sergilemektedir. Yakın zamana değin, yaralı
gerillar Alman panzerlerine bağlanarak süründürülüyordu.
Şimdi aynı Almanya'dan alınan Leopard tanklarıyla dağlar
bombalanacak. Ya da "insan haklarının yılmaz savunucasu"
İtalya'dan alınan savaş helikopterleri halka ölüm kusturacak.
AB'nin demokratlığı konusu, en pervasız yalan balonlarının
uçurulduğu bir bellek tecavüzüne dönüştürülmüştür. Karşımıza
konulan senaryo şudur; "AB'ne giriş süreci, darbeler
döneminin kapandığının, demokratik devrimin resmi ilanı
olacaktır. Bu da herkesin çıkarınadır. Karşı çıkmak
gericiliktir." Liberaller korosunun dillerinden
düşürmediği nakarat budur. Halklarımızın demokrasi özlemi,
liberal demogogların elinde oligarşiye siyasal payanda
yapılmak isteniyor. Ve darbe sopası, yine el altında
tutuluyor. Çok basit bir tercih sunuluyor önümüze; "ya
AB, ya generaller..."
Oysa biliniyor ki (Pakistan gibi istisnalar dışında)
yeni sömürgelerde cuntalar dönemi sona ermiştir. Fakat
bunun anlamı, Düşük Yoğunluklu Çatışma döneminin başlamasıdır.
DYÇ'de açık ve gizli faşizmin unsurları, kimi parlamanter
motiflerle değişik bir bileşimde sunulmaktadır. Devlet
terörizmi dereceli ve esnek olarak sürmekte, yeri geldiğinde
öne çıkarılmaktadır. Bunun adı demokratik devrim değildir.
DYÇ'nin içerdiği parlamanter motifler biçimseldir. Konsantre
şiddet, devlet aygıtının özünü oluşturmaya devam etmektedir.
Türkiye'nin AB'ne girmesiyle bu durumun ortadan kalkacağını
beklemek için, Türkiye'nin sosyal-siyasal gerçekliğinden
bihaber olmak gerekir. AB'ne uyum sürecinin bir parçası
olarak, örneğin MGK'nin rolü değişebilir ya da değişmeyebilir,
hiç önemli değil. Önemli olan devlet aygıtının bütün
kilit noktalarında MGK azmiyle emperyalizme hizmet ruhunun
örgütlenebilmesidir. Örgütlenmiştir.
Devrimin gündemi
AB, bizim çıkarlarımıza hizmet edebiliyor mu? Türkiye'nin
yoksul halklarının çıkarlarına hizmet edebiliyor mu?
Ya da şöyle soralım; AB emperyalizmi için dünya halkları
ne anlam taşıyor? Fransa özelinde AB emperyalizmi, yakın
zamanda bu sorunun yanıtını Kongo'da verdi. ABD ile
karşılıklı olarak Fransa Kongo'yu bir insan mezbahasına
çevirdi. Sokaklarda Hutu'ların ya da Tutsi'lerin ceset
tepeleri yükseldi. Ne için? Emperyalistlerin Orta Afrika'yı
talan edebilmesi için. Yani AB emperyalizmi, bu sorunun
yanıtını yüzyıldır veriyor. Elbette ki Türkiye'yi Kongo'dan
ayıran kimi özellikler var. Bu özellikler, emperyalist
efendilerin azıcık daha sosyal refah, azıcık daha demokrasi
kırıntısı bahşetmesine neden olacak diye AB'yi alkışlayacak
ya da sükutu ikrar eyleyeceğiz, çünkü AB hepimizin çıkarınadır
öyle mi? Hayır! AB, emekçi halklarımızın çıkarına değildir.
Halklarımızın çıkarı esenliği ve geleceği Demokratik
Halk Devrimi için verilen savaşımdadır, bu savaşımın
zaferindedir. Ve bizler, vaadlerle halklarımızın demokrasi
özleminin sömürülmesine seyirci kalmayacağız. Yeni demokrasi
paketleriyle belleğimize tecavüz etmeye kalkıyorlar.
Bu ülkede yaşayan herkes çok iyi bilirki "demokrasi
paketi" demek, halka yeni saldırı dalgası demektir.
Bütün bu gerici yalanların perdesini, devrimci gerçekle
yırtacağız.
Oligarşi, 2004 yılında AB'ne tam üyeliği hedefliyor.
Bu sürecin işleyeceğini varsaydığımızda, devrimin önünde
yeni gündemlerin, yeni görevlerin oluşacağını kestirmek
zor değildir. Bu süreç, halkların birleşik mücadelesinin
önemine vurgu yapıyor. Devrimin gündemi, enternasyonal
dayanışmayı ve mücadeleyi güçlendirmektir. Klasik ve
neo liberaller korosu, korusunun borazanı eski solcular
Avrupa Emperyalizmini alkışlamaya ve demokratik devrim
beklemeye devam edecekler. Fakat bizde halkların devrimci
ateşini 0birleştirmeye ve büyütmeye, Gazi'nin ateşini
Atina'nın ateşine, Kuala Lumpur'un ateşini Mexico City'nin
ateşine katmaya devam edeceğiz.
Dünya halklarının devrimci ateşi, kimi zaman Seatlle'lara
sıçrayacak. Ve gerçek demokrasi için, halk demokrasisi
için dünyanın dört bir yanında boyveren bu ateşler,
birbirlerini körükleyerek emperyalizmi tutuşturacak.
|