Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

Yusuf Bedir

Türkiye'de gündemi takip etmeye kalkmak, şöyle kuvvetli bir başdönmesini ve mide bulantısını göze almayı gerektiriyor. Sistemin temel ideolojik aygıtları arasına giren medya, halkın neyin düşüneceği ve neyi tartışacağını günlük gündemlerle öylesine belirliyor ki, bu kalabalık içinde neyi önemli, neyin önemsiz olduğunu, hangi konunun şişirildiğini, hangi konunun hasıraltı edilerek geçiştirilmeye çalışıldığını ayırdedebilmek, akıntıya kapılmamak için gerçekten de güçlü bir ışık kaynağından yani güçlü bir ideolojiden beslenen gözlere sahip olmak gerekiyor.
Son süreçte bir çok önemli gelişmenin dar bir zaman aralığında birbirini kovaladığını gördük. Bu önemli gelişmelerin, İstanbul AGİT zirvesiyle başladığını söyleyebiliriz. Onu, G-20'nin oluşmasına paralel olarak değerlendireceğimiz yeni ekonomik program ve Türkiye'nin AB adaylığı konuları izledi.
Büyük bir ulusal onursuzluk kampanyasının yarattığı atmosfer içinde Türkiye'yi ABD bayrağının son yıldızı ilan etmek, yani bunu resmileştirmek mümkün görünüyordu. Sömürge insanındaki kompleks ve yabancılaşmanın nerelere dek vardığını görme fırsatımız oldu. Emperyalizme karşı çıkmanın yobazlık sayıldığı AGİT/Clinton günlerinde görüldü ki, bütün politik reflekslerle birlikte, halkın anti-emperyalist ruhu da (sağdan "gavur" soldan "yankee" antipatisi) çok açık biçimde çözüntüye uğramıştı.
Bu dikkatle ele almamız gereken bir durum. Varsayımlarla, yirmi yıllık verilerle halkın politik reflekslerini yanıtlamaya çalışmaktansa, bu gibi somut durumları çözümleyerek yanıt bulmaya çalışalım. Önümüzdeki soru çok açık; halka malolmuş anti-emperyalist ruhun böylesine aşınmasının sebebi, küreşelleşme, sınırların anlamını yitirmesi vs. midir? Ulusal duyguların, ulusal devletle birlikte "eskimesinden" midir bu aşınma? Yoksa halkın anti-emperyalist ruhundaki aşınma, sınıf hareketinin öne çıkmasından, bu burjuva sloganların sahibine iade edilmesinden mi kaynaklıdır? Hayır, bu yaklaşım da yukarıdakini tamamlamamaktadır. Sınıf bilinci, sınıf kültürü geliştiği için değil, emperyalizmin bilinçleri de sömürgeleştirmesinden kaynaklı bir aşınmadır yaşanan.
Ancak, salt bu duruma bakarak anti-emperyalist mücadelenin ömrünü doldurduğunu sananlar fena halde yanılıyorlar. Bugün nesnellikten koparılarak çarpıklaştırılmış, üzerinde oynanmış bir ruh hali ve onun ürünü olan davranışlar sözkonusudur. Önümüzdeki dönemde kendiliğindencilik ve devrimci iradenin yolları tümüyle ayrışacak ve manipülasyonun etkileri, bizler açısından en çok bu noktada anlam kazanacaktır. Kendiliğindencilik, ham hayalleriyle birlikte egemenlerin gündemi peşinde sürüklenecek ve boğulacak, devrim ise, kendi gündemini yaratabildiği ve kitlelere taşıyabildiği, manipülasyon çemberini kırarak kitlelere maledebildiği ölçüde ayağa dikilecek ve taarruza geçecektir.

AGİT zirvesi
Tahmin edileceği gibi, Clinton'ın bu gürültülü ziyareti hiç de hayra alamet değildir. sebeb-ziyareti, 18-19 Kasım tarihlerinde, 53 üye ve 6 katılımcı devletin bir araya geleceği Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı'nın İstanbul Zirvesi'dir. AGİT'in İstanbul'da toplanması, belirttiğimiz gibi, oligarşi için "gurur" kaynağı olmuş, 1999'un 6. Filo'su, karşısında sadece birkaç küçük kitle eylemi görebilmiştir. Oligarşi, daha çok bu yönüyle ilgilenmiş ve halka da bu yönünü yansıtmaya özen götermiştir. Fakat AGİT'in ne olduğu, İstanbul Zirvesi'nde ne kararlar alındığı pek bilinmemektedir.
AGİT'in önceli olan Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı, 1 Ağutos 1975'te, Helsinki'de kuruldu. AGİK'in genel çerçevesini belirleyen Helinki Nihai Senedi imzalandı. AGİK'in kuruluş süreci, emperyalistlerarası entegrasyonun çatırdamaya başlamasından sonra olmuştu. Bilindiği gibi, ABD'nin mali ve ekonomik hegemonyası, daha 1971-73'lerde kırılmaya başlamıştı. Başını F.Almanya'nın çektiği Avrupa emperyalistlerinin ABD hegemonyasına karşı zorladığı kapılardan biri olan AGİK ile asıl hedeflenen, Sovyetler Birliği ile ilişkilerde bir statüko oluşturmaktı. Statüko, Sovyetler Birliği ile karşılıklı saldırmazlık ve Avrupa'nın doğu sınırlarının sağlama alınmasıydı. Sovyetler Birliği, "Barış İçinde Birarada Yaşama" politikasıyla bu konuda zaten daha öncede bir yönelim belirlemişti.
1990'lara girilirken, bu statüko da Sovyetler Birliği ile birlikte çözüldü. Böylece birçok emperyalist kurum gibi AGİK'de yeniden tanımlanma ve yeni döneme uygun işlevlikler kazanma zorunluluğuyla karşı karşıya geldi. 1990'da imzalanan Paris Şartı ile bu zorunluluğa yanıt verilmeye çalışıldı. 1994 Budapeşte Zirvesi'nde ise AGİK-AGİT halini alarak, etkin ve sürekli bir kuruma dönüştürüldü. AGİK'in yeni döneme uygun ilk işlevi, eski Sovyet topraklarına yapılan yağma seferinde yeralmak olmuştu.İstanbul Zirvesi'nde alınan kararlara gelecek olursak... AGİT İstanbul Zirvesi'nde 27 maddelik bir şart kabul edildi. Bu çerçevede bazı önemli kararlara bakmak gerekirse;
AGİT'in polisiye faaliyetleri, "barışı koruma ve yardım operasyonları" konusunda yeteneklerini geliştirmesi ve bu gibi çalışmaları yönetcek bir "Operasyon Merkezi"nin kurulması karar altına alındı. Bu gibi operasyonlar, günümüze değin ABD inisiyatifiyle gerçekleştirilir, Avrupa ülkeleri de ABD'nin peşine takılırdı. Çünkü ABD'nin askeri politik hegemonyası, entegrasyonun yapıştırıcı rolünü oynuyordu. Ekonomik planda ne kadar öne fırlarsa fırlasın, Avrupa Emperyalistleri, dünya genelindeki askeri ve politik operasyonlarda ABD'nin kuyruğuna takılmak, onun inisiyatifini tanımak zorundaydı. Bu avantaj ile ABD, Avrupalı emperyalistleri peşine takabileceği durumlarda (örneğin Körfez Savaşı ya da Somali Operasyonu'nda) BM Güvenlik Konseyi şemsiyesini tercih ederken, hassasiyet derecesi yüksek durumlarda (Kosova gibi) BM güvenlik Konseyi'ni yani mevcut uluslarası hukuk statükolarını çiğnemekte, direkt olarak NATO'yu devreye sokmaktaydı. NATO'nun devreye girmesi, sadece BDT ve Çin'in değil, aynı zamanda Avrupa emperyalistlerinin hiçe sayılması demek oluyordu ki bu durum, özellikle Kosova örneği, AB emperyalizminin askeri müdahale ve denetim kurumlarına (sözü geçen "barış ve yardım operasyonları" gibi) yönelimini hızlandırdı. Sonuç olarak AGİT İstanbul Şartı'nın bu birinci maddesi, AB emperyalizminin, ABD hegemonyasını kırma yönelimlerinin bir ifadesi oldu. NATO'nun 50. yıl zirvesinden aldığı kararla hareket sahası Avrupa'yla sınırlı tutmayarak tüm dünyaya yaymasının akabinde, AGİT, Avrupa güvenliği ile birinci derecede ilgili kurum rolüne soyunmaktadır. Bu rolün NATO'dan AGSK'ya geçiş sürecinde bir tampon durumundadır.
- Nitekim AGİT, bu bölgenin kriz yönetim örgütüdür. İstanbul Şartı'nın ikinci maddesi de kriz yönetiminde benimsenen çapı ortaya koyar; "Devletlerin iç çatışmaları, devletlerarası güvenliği de tehdit ediyor." Yani AGİT, bölgede Düşük Yoğunluklu Çatışma'nın stratejik kurmaylığına soyunuyor. Bu işlev, yakın zamanda gerçekleşen, devrimci içerikten yoksun ve daha çok emperyalistler arasındaki çatışmanın küçük gösterileri olan Kosova ve Bosna gibi örnekler üzerine oturtulmaktadır. Fakat asli hedef dördüncü madde de belirtiliyor; "Terörizm, nedenleri ne olursa olsun, hiçbir biçimde ve görünüşte kabul edilemez. Ülkelerimizdeki terörizmin her türden hazırlığını ve finanse edilmesini engellemek için çabalarımızı arttıracağız ve teröristlere güvenli sığınaklar sağlamayacağız. Küçük çaplı ve hafif silahların aşırı ve dengesiz varlığı ve denetlenmemesi barış ve güvenliğe karşı bir tehdit oluşturmaktadır. Savunmalarımızı bu yeni risklere ve tehditlere karşı güçlendireceğiz..." AGİT'in terörizmden ne anladığı ortadadır; başta halk kurtuluş savaşları olmak üzere bütün anti-emperyalist militan hareketler. Bu yüzden, kitle imha silahları artık çığrından çıktığı halde onları görmezden gelmekte, gözünü küçük çaplı ve hafif silahlara dikmektedir.
AGİT, yalnızca Avrupa bölgesinin değil, "özellikle" Akdeniz havzası ve Orta Asya'da "üye devletlerin yakınındaki alanların'da güvenliğini sağlama iddiasındadır. Yani çok geniş bir bölge de DYÇ'nin stratejik kurmaylığını icra edecektir. Clinton'ın Türkiye'yi 21. yüzyıl politikasının başaktörlerinden biri ilan etmesini de bu çerçevede ele alırsak masalları bir tarafa bırakıp gerçeklere baktığımızda gördüğümüz şey, bir yeni-sömürge Türkiye'den başkası değildir. Toplumsal hayatın her planında apaçık sırıtan bu gerçek, belirgin ve acımasızdır. Bir başka gerçek de yeni-sömürgecilik sisteminin tek bir kalıptan ibaret olmadığıdır. Emperyalist sistemin konjonktürel özellikleri ve her ülkenin özgün koşulları, yeni-sömürgeci sistemi biçimlendirir. Böylece ortaya yeni-sömürgeciliğin kategorileri ve ülke grupları çıkar. Türkiye'nin durumunu ifade eden gelişme, Clinton'ın masalları değil, G-20 oluşumu içinde yeralmasıdır. Biz de bu gelişmeye ve onun yansımalarına dikkat çekmeye çalışacağız.

G-20 ve 9 Aralık Kararları
DSP-MHP-ANAP Koalisyonunun halka saldırısının salt ekonomik ayağı üzerinde yoğunlaştığımızda, her şey anlaşılıyor.
IMF ile imzalanan "yakın izleme anlaşması" ardından, vergi sistemindeki değişiklik, sosyal güvenlik alanındaki düzenlemeler, Anayasa değişikliği ile uluslararası tahkimin imzalanması, yeni bankacılık yasası ve onun devamı olarak 5 bankanın batmaktan kurtarılması ile başlayan bu süreç, 9 Aralık'ta yeni para ve kur programının açıklanmasına vardı. Bütün bunlar olup biterken, Türkiye'nin içinde yeraldığı G-20'nin kuruluşu ilan edildi. G-20'de yeralan ülkelerin ortak özelliği, geniş bir iç pazara sahip olmaları ve diğer yeni-sömürgelere nazaran kapitalist ilişkilerin (tabi ki yeni-sömürge kapitalizmi) daha fazla yerleşik olmasıdır. Yeni süreçler oldukları için, henüz somut veriler olgunlaşmış olmasa da 9 Aralık Kararları'nın G-20'ye paralel oluştuğu düşüncesi hiç de tutarsız değildir.
Bilindiği kadarıyla G-20 oluşumu, krizin derinleşmesi durumlarında eşgüdümlü müdahaleler gerçekleştirebilmek için kuruldu. Kurulma kararı, G-7'nin Köln Zirvesi'nde, yani küresel mali deprasyonu atlatma çabalarının tam ortasında alındı. G-20 bileşiminde, G-7 ülkeleri, AB temsilcisi, IMF/Dünya Bankası temsilcisi dışında 11 ülkenin temsilcisi yeralacak. Bu ülkeler; Arjantin, Avusturalya, Brezilya, Çin, Hindistan, Meksika, Rusya, S. Arabistan, G.Afrika, G. Kore ve Türkiye. Bu 11 ülke, emperyalist üretim ilişkilerine en fazla entegre olan, yeni-sömürgeler arasında yeralıyor. Dünya ortalamasına göre yüksek nüfus yoğunluğuna sahip bu ülkeler, emperyalistler için hayati önem taşıyor. Sanayinin hızla aktığı bu ülkeler, dünya üretiminin can damarını oluşturuyor. Tüketim faktörü açısından bakıldığında da; emperyalist ülkelerle kıyaslanacak ölçüde olmasa da diğer yeni-sömürgelere nazaran yüksek bir tüketim kapasitesinin sözkonusu olduğu bu 11 ülkenin dünya mali sistemi içindeki konumlarıyla da ayrıca önem kazanıyorlar. Bu ülkelerin, krizi, anagündem maddesi kabul eden bir oluşumda biraraya gelmesi, rollerini daha fazla açığa vuruyor. Hatırlanacağı gibi, 1997'de derinleşen depresyon dalgasının en şiddetli sonuçları bu ülkelerde gözlendi. Bu depresyon odaklarının, emperyalist metropolleri tehdit eder düzeyde mali denge ve istikrardan yoksun olmasına karşın ele anılan G-20 eşgüdümü, daha çok mali planda işlev kazanacak. Eğer mümkünse, depresyonu denetlemeye ve sonuçlarını asgariye indirmeye yönelik önlemler alacak. Tabii eğer mümkünse.
9 Aralık kararları'nın bu çerçevede işlevi ne olacaktır? Bu sorunun yanıtını verebilmek için 24 Ocak 1980'e kadar uzanmamız gerekecek. 1980 24 Ocak'ta emperyalist sistemin ihtiyaçlarına uygun olarak, ihraç ikameci modele göre yeniden şekillendirilen Türkiye Ekonomisi, gerek 1994 5 Nisan'ında, gerekse son depresyon dalgasında iyice görüldü ki, her an batabilecek kadar zayıf bir mali yapıya sahip. Savaş faktörüyle bu bataklık, daha da içinden çıkılmaz hale geliyordu. Yani bataklıktan çıkabilmek için, önce Kürt halkının ulusal kurtuluş savaşıyla başa çıkmak zorunda olan oligarşi, tüm gücüyle bu savaşa seferber oldu. Bugün itibariyle oligarşi, Kürt halkının ulusal kurtuluş savaşıyla başa çıkmanın yolunu bulmuş görünüyor. 9 Aralık Kararları vb.'nin, İmralı sürecini takip etmesi tesadüf olmasa gerek.Türkiye, dünyanın en büyük 16. ekonomisine sahip. 405 milyar dolarlık bürüt ulusal gelirin kişi başına dağılımında ise, yıllık 6 bin 300 dolarla, 90. sırada. Kişi başına düşen yıllık gelir rakamı da tek başına bir anlam ifade etmiyor. Nüfusun en zengin %20'si ile en yoksul %20'sinin ulusal gelirden aldığı paylar arasında 11 katlık bir uçurum var. Dİğer G-20 üyeleri açısından da durum pek farklı değil. Örneğin, dünyanın en büyük 2. ekonomisi olan Çin, kişi başına ulusal gelirde 129. sırada yer alıyor. (Dünya Kalkınma Raporu 1999/2000, Dünya Bankası)
Bu ekonomik büyüklük ile Türkiye'de 24 Ocak Kararları'yla başlayan sürecin tıkanması, emperyalistler için ciddi bir tedirginlik kaynağıdır. Tıkanıklığı birçok açıdan gözlemek mümkün; yüksek enflasyon, pahalı döviz, yüksek faiz, yüksek dış ticaret açığı, bütün bunlara paralel; düşük sanayi üretimi, düşük ihracat, kapanan kredi muslukları, kırılan kredi notları.... Bütün bunlara eşlik eden, başıbozuk bir kamu maliyesi ve yüksek bütçe açığı. 9 Aralık Kararları, bu tıkanma verilerinin üzerinde ete-kemiğe büründü. Savaşın dorukta olduğu 1994 yılında 5 Nisan Kararlarıyla gündeme getirilen fakat şiddetle geri tepen politikalar bugün çok daha kapsamlı olarak ve emperyalistlerin direkt yönlendirmesiyle yeniden gündeme alınıyor. Emperyalistlerin direkt yönlendirmesi, öylesine, lafın gelişi bir ifade değildir. 9 Aralık Kararları'nın uygulanabilirliği, IMF ve Dünya Bankası'ndan gelecek olan kredilere göbekten bağlıdır. Eğer bu krediler gelmezse, ortada karar falan kalmaz. Yeni bir 5 Nisan yaşanır.
Gelişmelere gözatacak olursak...
Birinci planda, deflasyonist politikalara gidilmektedir. 5 Nisan'dan sonra %l50'lere varan eflasyonun önümüzdeki dönemde %20'lere çekilebilmesi için çeşitli politikalar uygulamaya sokuldu. Emperyalist efendilerin de izniyle, uzun dönemde sabit kur politikasına geçildi. Bugüne değin izlenen politika ise, Merkez Bankası'nın piyasadaki döviz daralmasına karşı TL çekerek döviz sürmesi ve sürekli devalüasyondu. Sonuçta, 1980'li yıllarda ortalama 664 TL'na eşit olan dolar, bugün 540 bin TL'na yükseldi. Yeni para ve kur programıyla hedeflenen de TL'nin güçlendirilmesidir. İlk olarak banka faizlerinde 1 günde 35 puana varan düşüşler yaşandı. Kamu kağıtları açısından bakıldığında, 24 katrilyonluk bütçenin 15 katrilyonunun iç borçlara gittiği bir ülkede, faizlerinde düşmesi oldukça önemli bir gelişme. Sadece kamu maliyesi açısından değil, ekonominin bütünü için aynı şey geçerli. Sanayi üretiminde kapasite kullanım oranlarının %70'lerde seyretmesi ve en büyük 500 sanayi şirketinin gelirlerinin %87'sini faizin oluşturması, bir ülkede ekonominin batakta olduğunu desteklemeye yeter verilerdir. Sözkonusu 500 şirket, 1987'de karın %80'ini üretim faaliyetinden elde ediyordu. Yani emperyalist sistemin genel eğilimlerinin (üretimden kaçış) yanısıra, burada daha çok bir özgünlüğün sözkonusu olduğunu görüyoruz. Özelde iç borç stoğunun daraltılmasıyla kamu açıklarını ve genelde de sanayi üretiminden kaçışı ortadan kaldırmayı hedef alan bu kur ve para politikasına yeni vergi politikalarıyla destek yaratılması ve kamu gelirlerinin artırılması da diğer tamamlayıcı politikaları oluşturuyor.
1994'ten 1999'a felç halinde süren ve bu tıkanmanın 9 Aralık Kararlarıyla aşılması girişimi de daha şimdiden birçok belirsizlik taşıyor. Ve bu belirsizlikler, emperyalistlerin akıttığı kredilerle de ortadan kalkacak gibi görünmüyor. TL'yi değerlendirmeye dönük politikanın anlamı ihracatın daralması, iç pazarın önem kazanmasıdır. Fakat iç pazarda da talep daraltıcı politikalar izlenmektedir. Ayrıca bir de ihracatın teşvik paketinin açılması, belirsizliğin ve kararsızlığın açık bir göstergesidir. Sürekli devalüasyon halinden çıkarılan ve güçlendirilmek istenen TL'nin yüksek oranlı bir devalüasyonla kırılması, küçük bir ihtimal değildir. Borsa, benzeri bir kırılma potansiyelini taşımaktadır. Bayram-seyran değilken %400 yükselen bir borsa, çakılacak demektir. Enflasyon açısından bakıldığında da hükümetin hedefleri havada kalmaktadır. İşçi-memur ücret zammı %20'yi geçmediği halde, %50 beklenen enflasyon %68 çıkmaktadır. 9 Aralık Kararları'na bir ciddiyet katmak üzere, geriye sadece emperyalist mali kuruluşların kredileri kalmaktadır. Bütün bu belirsizlikler kaçınılmazdır. Yeni sömürgelerdeki krizin derinliği karşısında emperyalizmin reçetesi kalmamıştır.
Yeni ekonomik programın kimi detaylarını IMF'e yazılan niyet mektubunda bulmak mümkün. DSP-MHP-ANAP hükümeti, IMF'in istediği "yapısal reformları" yerine getirmek yönünde emperyalist efendilere yeminler ediyor bu mektuplarda. Sözü edilen "yapıssal reformların" başında, bilindiği gibi özelleştirmeler geliyor. Özelleştirmelerin "hızlandırılacağı niyeti ifade ediliyor. Yakın zamanda, özellikle enerji sektöründe özelleştirmelerin yoğunlaşması bekleniyor. "Yapısal Reformlar"ın değşimeyen ikinci maddesi ise tarım sübvansiyonlarının (desteklemenin) kesilmesi. Bu konuda hükümetin IMF "önerisini" yerine getirmesinin sonucu iki yönlü olacak. Birincisi; tarımsal üretime yapılan desteklerin (örneğin, gübre desteği) sona ermesi, köylülerin felaketi olacak. Ya da örneğin Ziraat Bankası kredilerinin kesilmesi de aynı sonucu getirecek. Çünkü köylülerin büyük bir bölümü, mevcut koşullarda ancak, bu kredilerin faizini ödeyebiliyor. Kredinin kesilmesi demek köylünün elinde avucundaki son kalıntılara haciz gelmesi. Anadolu'dan metropollere doğru bölük bölük yeni işizlerin akması demektir. Bu uluslararası gıda tekellerinin "yapısal reformudur". Tıpkı enerjide olduğu gibi yakın zamana kadar tahıl ihracatçısı olan Türkiye'de artık California pirinci ya da ithal mercimek market raflarını süslemektedir. Türkiye ithalatının halihazırda %10'unu tarımsal ürünler oluşturmaktadır. Özellikle özelleştirmeler paralelinde uluslararası gıda tekellerinin bu "girilmeye değer pazar"a akması bekleniyor. Tarıma sübvansiyonların kesilmesinin ikinci sonucu da, tarımsal ürünlerin ticareti sürecinde faaliyet gösteren prekapitalist unsurlara son darbenin vurulmasıdır.
9 Aralık Kararlarını, salt G-20 paralelinde düşünmek yeterince açıklayıcı olmaz. G-20, Türkiye'nin emperyalist sistem içinde rolünü, yeni-sömürgeciliğin hangi kategorisinde yeraldığını anlayabilmemiz için gerekli bir veridir. Fakat 9 Aralık Kararları'nın özgün yönleri de var. Bu özgünlüklerin başında, şüphe yok ki Türkiye'nin AB süreci geliyor. Bu kararlar, aynı zamanda AB kriterlerine uyum sürecinin bir gereği olarak hayata geçiriliyor. Kararların Helsinki Zirvesi'nin hemen arifesinde açıklanması da bunun bir göstergesi. 2003'e kadar bu kriterlerin yakalanması ve 2004'te tam üyeliğin gerçekleşmesi bekleniyor. Hem AB ve hem de ABD emperyalistlerinin bu yönelimlerinin büyük ölçüde çakıştığı görülüyor. ABD emperyalizminin yeni dönemde Türkiye'ye biçtiği rol üzerinde kimi noktaları ele alabiliriz. 1998 itibariyle Türkiye'ye meta ihracı, ithalatının iki katı. Sermaye ihracı açısından bakıldığında ise, son 19 yılın toplam direkt sermaye ihracı,12 milyar dolar. Bu rakam diğer yeni-sömürgelerle karşılaştırıldığında oldukça düşük kalıyor. Çünkü 97 yılı itibariyle yeni-sömürgelere akan yabancı sermayenin toplamı 400 milyar dolardır. Aynı yıl itibari ile yeni-sömürgelerde konumlanmış bulunan yabancı sermaye stoğunun 3.5 trilyon dolar olduğunu göz önüne aldığımızda, Türkiye'deki 12 milyar dolarlık direkt yabancı sermaye yatırımı oldukça hafif kalacaktır. 1998 yılında Türkiye'ye yatırım için giren yabancı sermayenin %68.4'ü (643 milyon dolar) kar transferi olarak geri dönmüştür. Yabancı sermayenin Türkiye'yi tercih etmemesinin nedenlerinin başında siyasal ve ekonomik istikrarsızlık geliyor. Emperyalist tekeller, mevcut siyasal istikrarsızlığı bile yeterli buluyorlar. Bu kadarı bile onları zayıf halkalardan uzak tutmaya yetiyor. Yani ekonomik programın bir diğer amacı da direkt yabancı sermayeyi cezbedecek bir istikrar havası yaratmaktır. Sözünü ettiğimiz raporlarda 9 Aralık Kararları'nın tamamlayıcısı olacak sektörel dağılıma ilişkin kimi işaretler bulmak mümkün. Emperyalist tekeller bugüne değin daha çok tekstil, demir çelik, dayanıklı tüketim malları gibi sektörleri tercih etmişti. Türkiye, dünyanın yedinci en büyük pamuk üreticisi ve aynı zamanda dünyanın altıncı tekstil ve hazır giyim ihracatcısı. Bu sektör Türkiye ihracatının %37'sini teşkil ediyor. Önümüzdeki dönemde tekstilin bu ağırlığını kaybetmesi yeni sektörlerle paylaşması sözkonusu. Bunların başında elektrik üretimi, telekomünikasyon, ve otomotiv sektörleri geliyor. 32 elektirik santrali ve bunların dağıtım ağı için birçok emperyalist tekelin hazır beklediği biliniyor. Bunların içinde nükleer enerji üreten şirketler de var. Diğer yandan, özellikle cep telefonu ve bilgisayar açısından Türkiye bakir pazar olarak kabul ediliyor. Bunların dışında, 16 otomotiv üreticisi şirketle birlikte bin 300 oto yedek parça yapımcısı şirketin yer aldığı sektör de ağırlık kazanmaya başlıyor. Tüketim potansiyeli öne çıkarken emperyalist uluslarası iş bölümünde Türkiye'nin yoğun emek gücü ve zengin hammadde yatağı olma özellikleri hala etkilidir. Kriz içinde debelendikleri halde tekstil ve deri sektörlerinin tümden çökmemesinin nedeni de budur. Yaşanan yoğun iflaslar daralmayla birlikte aslolarak tekelleşmenin ifadesidir. Gerek ABD ticaret bakanlığının gerekse AB'nin önümüzdeki dönem için Türkiye'ye biçtiği misyon bu noktalarda kesişiyor; bir sanayi ve tüketim merkezi...
Bu ekonomik rolün tamamlayıcı ayakları arasında, Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya'ya açılan emperyalist tekellerinTÜrkiye'yi ve TÜrkiye'deki işbirlikçilerini sıçrama tahtası olarak seçmesi de yer alıyor. Örneğin Procter and Gemble Orta Asya'ya mallarını pazarlamak için Türkiye'yi üst seçti. Bu sıçrama tahtasının değişik kullanımı şöyledir; Koç Grubu, Fiat ile işbirliği içinde midibüs-kamyon vb.. üretmektedir. Aynı Koç Grubu, aynı lisansla Özbekistan'daki işbirlikçileriyle bir minibüs kamyon fabrikasının (SanKoçAuto) temellerini açmıştır. Fiat ise, Özbekitan'da ortalıkta gözükmemektedir.
Aynı şekilde, siyasal açıdan da Türkiye'nin emperyalist merkezler gözünde işlevi açıktır; önümüzdeki dönemde bölgenin emperyalist dünya entegrasyonunu hızlandırmak, dil-kültür avantajıyla Orta Asya ve Kafkaslar'da, din avantajıyla da Ortadoğu'da emperyalistllerin çıkarlarını temsil etmek. AB üyesi olduğunda da Türkiye'ye biçilen bu rol değişmeyecek. Ne ABD, ne de AB açısından...Ama bu rolü oynayacak olan Türkiye'nin siyasal-sosyal yapısı bu istikrar potansiyelini taşıyor mu?
Sosyal açıdan bakıldığında; Türkiye'nin AB'yi en çok korkutan özelliği 65 milyon nüfusundur. Bu nüfusu, içinde koca bir işsizler ordusu barınmaktadır. Çalışan nüfusun da ezici bir çoğunluğu yoksulluk sınırları içindedir. Metropolleri çevreleyen varoşlar, ne zaman patlayacağı belirsiz bir bomba olarak tanımlanmaktadır. "Ayaklanmalar yüzyılında" ateş alması muhtemel bombalardan biri de gerekse Kürt göçüyle kırlardaki yığınlar tarafından varoşlar büyütülmekte, tahrip gücü arttırılmaktadır. Bu tahrip gücü siyasal islam tarafından emilmek, etkisizleştirilmek istinse de İstanbul'un hiç bir zaman Paris kadar sakin bir şehir olmayacağı ortadadır.
Türkiye'deki siyasal durum, emperyalistlerin istikrar hesaplarını destekliyor mu, köstekliyor mu? Konumun bu yönüne baktığımızda, 28 Şubat'la belirlenen siyasal risklerin ne duruma geldiğini de gözönüne almamız gerekecek. 28 Şubat 1996 itibariyle oligarşiyi en çok tehdit eden siyasal unsur (PKK), 2000 itibariyle tehdit olmaktan çıkmış, sistemin merkez partilerinden farklı bir siyasal programa sahip olmaktan çıkmıştır. Oligarşinin belirlediği ikinci tehdit unsuru olan siyasal islam da, geçen zaman zarfında budana budana Nasrettin Hoca'nın kuşuna dönmüş, bırakalım tehditi, bahanelik bir tarafıda kalmamıştır. 28 Şubat'ın üçüncü hedefi olan, Türkiye Devrimci Hareketinin bulunduğu durum ise yakından bilinmektedir. KUKM'nin tasfiyesi, Türkiye Devrimci Hareketini en az reel sosyalizmin çözülmesi kadar yoğun etkilemiştir. Bu etkileşim, dünyadaki genel tasfiyeci dalgayla birleşerek, özellikle ideolojik planda yoğunlaşmıştır. Yeni dönemin ihtiyaçlarına yanıt veremeyen unsurlar silinecek, saf dışı kalacaktır. Fakat yeni dönemi çözümleyenler, kendini yenileyebilme iradesi gösterebilenler devrim yürüyüşünü sürdürebilecektir. Öyleyse, Türkiye'deki mevcut siyasal durum risk altındadır. Devrim yürüyüşünü sürdürebilenler sosyal bombayı ateşleyebilirler.Yani Türkiye'deki sosyal-siyasal yapı, emperyalistlerin beklediği istikrarı sunabilecek durumda değildir. Emperyalistlerin üzerinden geçerek Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya'ya hakimiyet kurmayı düşündükleri bu köprü sağlam değildir, çürüktür. Buna rağmen hem ABD hem de AB açısından en uygun ulaşım kanalı Türkiye'dir.
ABD'nin "stratejik müttefiği" olmasına rağmen, AB emperyalizmi de bu seçeneği elinin tersiyle itememektedir. Ve mümkün mertebe bu yolu zorlama eğilimindedir. Sosyal, siyasal, ekonomik vb. kriterlerine uymadığı halde Türkiye'yi AB sürecine entegre etmeye çalışmaktadır. ABD'nin tutumu da Türkiye'nin AB üyeliğini destekleme yönündedir. Çünkü Türkiye ABD'nin "truva atıdır". Bu özelliği ile AGSK (Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği) ekseninde AB emperyalizmini tedirgin etmektedir. AGSK (ya da eski adıyla Batı Avrupa Birliği), AB ordusunun embiriyonudur. Tedirginliğinin bir ifadesi olarak AB, Türkiye'yi AGSK'nın karar mekanizmasına kabul etmemiştir. Türkiye AB ordusuna sadece asker verecektir. Karar mekanizmasında yer alabilmesi ise tam üyeliğin kabuluyle mümkündür. Şu açıktır ki AB'nin tedirginliğinde "demokrasi ve insan haklarının" payı yoktur. Avrupa emperyalistleri, bu konuda ikiyüzlülüğün dikalasını sergilemektedir. Yakın zamana değin, yaralı gerillar Alman panzerlerine bağlanarak süründürülüyordu. Şimdi aynı Almanya'dan alınan Leopard tanklarıyla dağlar bombalanacak. Ya da "insan haklarının yılmaz savunucasu" İtalya'dan alınan savaş helikopterleri halka ölüm kusturacak.
AB'nin demokratlığı konusu, en pervasız yalan balonlarının uçurulduğu bir bellek tecavüzüne dönüştürülmüştür. Karşımıza konulan senaryo şudur; "AB'ne giriş süreci, darbeler döneminin kapandığının, demokratik devrimin resmi ilanı olacaktır. Bu da herkesin çıkarınadır. Karşı çıkmak gericiliktir." Liberaller korosunun dillerinden düşürmediği nakarat budur. Halklarımızın demokrasi özlemi, liberal demogogların elinde oligarşiye siyasal payanda yapılmak isteniyor. Ve darbe sopası, yine el altında tutuluyor. Çok basit bir tercih sunuluyor önümüze; "ya AB, ya generaller..."
Oysa biliniyor ki (Pakistan gibi istisnalar dışında) yeni sömürgelerde cuntalar dönemi sona ermiştir. Fakat bunun anlamı, Düşük Yoğunluklu Çatışma döneminin başlamasıdır. DYÇ'de açık ve gizli faşizmin unsurları, kimi parlamanter motiflerle değişik bir bileşimde sunulmaktadır. Devlet terörizmi dereceli ve esnek olarak sürmekte, yeri geldiğinde öne çıkarılmaktadır. Bunun adı demokratik devrim değildir. DYÇ'nin içerdiği parlamanter motifler biçimseldir. Konsantre şiddet, devlet aygıtının özünü oluşturmaya devam etmektedir. Türkiye'nin AB'ne girmesiyle bu durumun ortadan kalkacağını beklemek için, Türkiye'nin sosyal-siyasal gerçekliğinden bihaber olmak gerekir. AB'ne uyum sürecinin bir parçası olarak, örneğin MGK'nin rolü değişebilir ya da değişmeyebilir, hiç önemli değil. Önemli olan devlet aygıtının bütün kilit noktalarında MGK azmiyle emperyalizme hizmet ruhunun örgütlenebilmesidir. Örgütlenmiştir.

Devrimin gündemi
AB, bizim çıkarlarımıza hizmet edebiliyor mu? Türkiye'nin yoksul halklarının çıkarlarına hizmet edebiliyor mu? Ya da şöyle soralım; AB emperyalizmi için dünya halkları ne anlam taşıyor? Fransa özelinde AB emperyalizmi, yakın zamanda bu sorunun yanıtını Kongo'da verdi. ABD ile karşılıklı olarak Fransa Kongo'yu bir insan mezbahasına çevirdi. Sokaklarda Hutu'ların ya da Tutsi'lerin ceset tepeleri yükseldi. Ne için? Emperyalistlerin Orta Afrika'yı talan edebilmesi için. Yani AB emperyalizmi, bu sorunun yanıtını yüzyıldır veriyor. Elbette ki Türkiye'yi Kongo'dan ayıran kimi özellikler var. Bu özellikler, emperyalist efendilerin azıcık daha sosyal refah, azıcık daha demokrasi kırıntısı bahşetmesine neden olacak diye AB'yi alkışlayacak ya da sükutu ikrar eyleyeceğiz, çünkü AB hepimizin çıkarınadır öyle mi? Hayır! AB, emekçi halklarımızın çıkarına değildir. Halklarımızın çıkarı esenliği ve geleceği Demokratik Halk Devrimi için verilen savaşımdadır, bu savaşımın zaferindedir. Ve bizler, vaadlerle halklarımızın demokrasi özleminin sömürülmesine seyirci kalmayacağız. Yeni demokrasi paketleriyle belleğimize tecavüz etmeye kalkıyorlar. Bu ülkede yaşayan herkes çok iyi bilirki "demokrasi paketi" demek, halka yeni saldırı dalgası demektir. Bütün bu gerici yalanların perdesini, devrimci gerçekle yırtacağız.
Oligarşi, 2004 yılında AB'ne tam üyeliği hedefliyor. Bu sürecin işleyeceğini varsaydığımızda, devrimin önünde yeni gündemlerin, yeni görevlerin oluşacağını kestirmek zor değildir. Bu süreç, halkların birleşik mücadelesinin önemine vurgu yapıyor. Devrimin gündemi, enternasyonal dayanışmayı ve mücadeleyi güçlendirmektir. Klasik ve neo liberaller korosu, korusunun borazanı eski solcular Avrupa Emperyalizmini alkışlamaya ve demokratik devrim beklemeye devam edecekler. Fakat bizde halkların devrimci ateşini 0birleştirmeye ve büyütmeye, Gazi'nin ateşini Atina'nın ateşine, Kuala Lumpur'un ateşini Mexico City'nin ateşine katmaya devam edeceğiz.
Dünya halklarının devrimci ateşi, kimi zaman Seatlle'lara sıçrayacak. Ve gerçek demokrasi için, halk demokrasisi için dünyanın dört bir yanında boyveren bu ateşler, birbirlerini körükleyerek emperyalizmi tutuşturacak.

 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92