Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

İ. Temo

2000'li yılların bu ilk ayında bir yazıya başlarken, "Türkiye solunda sağa kaymanın sürdüğü" biçiminde "önemli"(!) bir saptamayla işe girişmek, şüphesiz artık çok ciddi bir anlam ifade etmiyor. Herkesin bildiğini basitçe tekrarlamanın okur bakımından da sıkıcı olduğunun farkındayım aslında. Sosyalist çevrelerde soluk alıp veren her devrimci sempatizan, çoktandır ortalıkta karbondioksit miktarının arttığını, oksijenin ise boğulma duygusuna yol açacak kadar azaldığını kendi günlük hayatında hissediyor. Söz konusu kitlenin devrimci samimiyete sahip kesimlerine gerçekten acı veren bu durum, henüz önlenebilmiş değil ve bu yüzden de onların "saptama" değil, "çözüm" arayışı içinde olmaları doğal görünüyor.
Ayrıca, işe böyle başlamanın bir başka sakıncası daha var: Marksist terminolojide, her şeye rağmen "aile içi" bir sorunu tanımlayan "sağ sapma" gibi kavramlar bugün önümüze çıkan tartışmaların çoğunda artık bu bakımdan da bir yetersizlik taşıyor. Örneğin, "silahlı mücadeleyi ilke olarak reddetmeyen", kongre kararlarında ortalığı kasıp kavuran ve bütün platformlarda mümkün olabilecek en 'sol' yaklaşımları savunan şu bilinen sağcılık biçimleri artık bu ülkede alışılmadık bir şey değil ve o noktada bir terminolojik sorun yaşanmıyor. Kronik yayıncılık politikası üzerinde yeterince sebat gösterilirse, kitlelerin mutlaka bir gün söylenenleri anlayacağı düşüncesi, ta 71'den, Yusuf Küpeli'den bu yana Türkiye solundaki temel bir tartışmanın konusunu oluşturuyor ve oluşturacak.
Ama bütün bunların üzerinden bir an için atlayıp geçtiğimizde, işte orada önümüze, başka, neredeyse bize ait olmayan, genetik kodları bakımından bilinen tanımlara uymayan bir dünya daha çıkıyor. Orada, -sanki yabancı bir gezegendeymişiz gibi- bizim kendi dilimizi, kendi kavramlarımızı kullanmamız mümkün olmuyor; kendi kavramlarıyla kendi düşünme vadilerini yaratan o dünyanın yüzeyinde -söz konusu vadilere girme ahmaklığını gösterirsek eğer- tuhaf ve ilkel yaratıklar olarak aşağılanmaktan kendimizi kurtaramıyoruz. Modernist geçmişin şu eski-püskü bütünlüklerinden kendisini kurtarmış ve "değişen dünya"nın yeni fikriyatına iltica etme eylemini sonlandırmış bulunan bu gezegenin canlıları, geride, eşiğin beri yanında kalmış olanlara pek tuhaf gözlerle bakıyorlar. Bütün yumurta küfelerinin bir kenara bırakıldığı bu inanılmaz siyasi ferahlık ortamında, artık o geçmişin bilinen II. Enternasyonal söylemleriyle, Kautsky türü ince numaralarla karşı karşıya olmadığınızı hemen farkediyorsunuz; karşınızdaki, "başka" bir şeydir ve size bütün reformizm türlerinden daha uzaktır. "Sağın sağı" olarak tanımlanabilecek olan ve aslında artık böyle yön gösterici kavramlarla da anlatılamayan bu dünyanın herhangi bir zemininde, örneğin bu, ÖDP'nin herhangi bir ilçe kongresi olsun diyelim, tutup Leninist örgüt ilkelerinden söz ettiğinizde (böylece boş yere enerji harcamanın sakıncaları bir yana) tuhaf bakışlarla ve şöyle mırıldanmalarla karşılaşabiliyorsunuz: "Kim ola ki bu? Hem cübbesi ve sarığı niye yok?"1
Keşke hepsi bu kadar olsa! Ama değil! Daha 1970'lerin ortalarından başlayarak yalnızca silahlı mücadeleden değil, genel olarak Marksist-Leninist perspektiften de kayan şu malum eğilimin bugün ÖDP gibi yapılarda aldığı yeni biçim, "sağın sağı"nın içersinde yalnızca bir bölümü oluşturuyor. Öteden beri "örgüt değil hareket olduklarını" -nedense- belli bir öğünme tonuyla tekrarlayıp "başkaları teoriyi hayata dayatırken kendilerinin hayatın isteklerine karşılık verdiklerini" yine aynı öğünmeyle anlatırken hiçbir yüz kızarması belirtisi göstermeyenler şüphesiz bu cephe içinde önemli bir yekün tutuyorlar, ama hepsi bu kadar değil. 74 yılında şu kadarcık bir basireti gösterememelerinin sonucu olarak bugün on bin gerillanın başında değil de İstiklal Caddesi kaldırımlarında yürümek durumunda olanlar, yine de "sağın sağı"ndaki kalabalığın bütününü oluşturmuyorlar. Dış kapının en dışı da var ve orada, en dış kapının da dışında mandallar bulunuyor.
Gerçekten de, Birikim/Radikal yazarı Ahmet İnsel'e siyasi yelpazede ille de bir yer bulmamız gerekseydi eğer, herhalde ancak bu söylenebilirdi: Dış kapının en dışının en dış mandalı! Onun durduğu yerin tanımlanabilmesi, bizim bildiğimiz "sol-içi" kavramlar çerçevesinde mümkün değil. Avami tabirle söylersek eğer, karşılıklı duruşumuz şöyle özetlenebiliyor: Evimiz ayrı yolumuz ayrı!
Ama bu gerçeklik tabii ki her şeyi halletmiyor. Şüphesiz salt bu durumuyla o, bizimle özel bir muhataplık ilişkisi içinde bulunmuyor; kendisinin de zaten böyle bir şeyi arzu etmeyeceği az çok kesin. Ayrı yerlerde duruyoruz, selamlaşmamız bile gerekmiyor. Neredeyse kendi dışındaki bütün solu "geri zekalılık"la suçlayan İnsel'in, bu sol yazına vakıf olmadığı, "sokaktaki" devrimci sempatizanın düşünce ve duygularından haberdar olmadığı, hatta böyle bir gereksinme hissetmediği de kesin görünüyor. Bütün iktisadi ve siyasal durumları Oidipus üzerinden çözüveren özel psikanalisti Bülent Somay'la birlikte onlar, solun problemlerini "nezih" bir seviyeden, sonu Vatan Caddesi'nde biten yollara girmeden tartışıyorlar ve elbette bunu -bize bulaşmadan- sonsuza dek sürdürmelerinde bir sakınca yok.
Bütün bunlar Radikal gibi genç insanların alıp okuduğu bir gazetede yapılmasaydı eğer ve en önemlisi İnsel, Aydın Doğan'ın lütfettiği köşesinde yayınladığı AB tefrikası boyunca Oscar Wilde'in deyimiyle "zekâdan aşağı vurma" yolunu seçerek bütün terbiye sınırlarını aşmamış olsaydı yine de sorun olmayabilirdi. Bugünlerde "iş/güç ve çoluk/çocuk sahibi" her eski solcunun ağzındaki şu "AB sürecine neden karşı olalım ki" laflarının tekrarıyla yetinmiş olsaydı eğer ya da en azından "ben böyle düşünüyorum" gibi mütevazı bir noktadan konuşuyor olsaydı, gerçekten de mesele yoktu. Nihayetinde AB meselesi bu topraklar üzerinde yaşayan az çok politikaya meraklı herkesi ilgilendirmektedir ve herkesin bu konuda fikir beyan etme hürriyeti bulunmaktadır. En ünlülerinden hiç adı duyulmamışlarına dek bütün öğretim üyelerinin kanal kanal gezerek hepimizi "bilgilendirdiği" ve hatta televole sanatçılarının bile ısrarlara dayanamayıp bir kaç kelimeyle "değindikleri" bir konuda mahalle bakkallarının dahi bir fikir sahibi olmasında şaşılacak bir şey yok. Nitekim, bütün iletişim olanaklarından mahrum olan sosyalistler de kendi yayın organlarında sorun üzerine fikirlerini ifade etmeye çalışıyorlar, en azından bu konuda tartışıyorlar.
Ama siz, neredeyse herkesi "devlet hizmetkârı" olmakla suçlayarak binbir türlü küfür ve yalanı bir gazete köşesinde ardarda sıralıyorsanız ve üstelik bunu yaptığınız yer, devletin aktüel politikasının en yakın destekçisi olan bir gazeteyse, bu tamamen ayrı bir şeydir. O zaman, devlete karşı duruşunu "Oidipal baba yalakalığı" olarak tanımladığınız sol, eline bir ayna alıp karşınıza geçmek zorunda kalır ve siz bunun sonuçlarına katlanırsınız.

Üç önemli zamir: biz, siz, onlar
En sonda söylenecek olanı en başta söylemekte yarar var: Bugün AB meselesinde -ya da başka herhangi bir konuda- devrimciler bakımından yaşanan asıl ve en önemli sorun, bütün bu olup bitenlerin, onların müdahil olamadığı bir ortamda olup bitiyor olmasıdır. Yani, AB sürecinin şöyle ya da böyle değerlendirilmesinin ve bütün teorik tahlillerin de ötesinde asıl mesele, solun yaşanan olguların "yorumlayıcısı" konumunda durması ve "kendi dışında oluşturulan gündemlere tepki üretme" şeklindeki klasik politikasının da bu konumu değiştirmiyor olmasıdır. Halk deyimindeki "oyunu bozan zor", yaşadığımız momentte sürece müdahil değildir ve Türkiye'nin/dünyanın efendileri kendi çizdikleri rotadan yürüme özgürlüklerini -bütün bu elverişli koşullara rağmen inanılmaz bir beceriksizlikle- kullanmaktadırlar. Bu anlamda AB'nin genişleme projesi de içinde olmak üzere sistemin güncel projelerinin çoğu, aslında kendi başına "yeni" olgular olarak değil, düzlenmiş dünya ortamında artık uygulanma olanağı bulmuş eski tasarılar olarak düşünülmelidir. Sözgelimi 50'li 60'lı yıllardaki kuruluş mantıkları bakımından "dünyanın en uygun köşesinde üretim yapıp en uygun köşesinde satmak" amacına yönelik olan Çokuluslu Şirketler, bugünün "genişlemiş" pazar dünyası üzerinde böyle bir uygulamanın imkânlarını yakalamışlardır; dünkü tasarım, "lanet olası duvarlar" yüzünden gerçekleştirilemeyen düş, reel ortamını bulmuş, sınırsız sermaye dolaşımının spekülatif atmosferi dünyayı sarmıştır. Dolayısıyla -aynı döneme bir iletişim sıçraması denk düşse bile- aslında kendi bünyesinden gelen bir gücü değil de, karşıtının yokluğundan doğan rahatlığı kullanarak şu andaki konumunu inşa eden sistem, henüz bir devrimci dalga tarafından sınanmamışlığın da zaafını içinde barındırmaktadır. Yakın ya da orta vadede bu işleyişin hayat tarafından nasıl bir imtihana tabi tutulacağı ve dünya haritasının yeniden ve lise müfredatının yetişemeyeceği bir hızla değişip değişmeyeceği henüz sonuca bağlanmış bir sorun değildir. Ama en azından bir şey kesin görünüyor: Tek bir raundu maçın tamamı zannedenler, pek çok yanılacaklardır ve Engels'in "yuvarlanan taçlar" üzerine kehaneti, yeni yüzyılda yeniden ve şüphesiz başka bir boyutta gerçekleştiğinde, bugünün Dühringlerini de başka bir çok ayrıntı gibi anımsamayacağız artık.
Ahmet İnsel'le ilgili temel problem de tam burada yatmaktadır: Fikri dünyası pek karmaşık görünen ama aslında tarih bilinci CNN seviyesinin azıcık üstünde seyreden bu adamlar, pek erken konuşuyorlar ve üstelik artık bu konuşmalarını da kendilerini içinde saydıkları dünyanın diliyle yapıyorlar. Radikal 2'de iki hafta üstüste yayınlanan (ve Birikim'de yinelenen) yazılardaki asıl sorun -bu onun açısından bir sorunsa eğer- zaten İnsel'in kendisini nereye koyduğu ve hangi dünyanın diliyle konuştuğudur. Öcalan örneğinde sık sık tanık olduğumuz cümlelere İnsel'de de rastlamak aslında bu bakımdan bize çok şaşırtıcı gelmiyor. Şöyle başlıyor İnsel: "Bu yazı yayımlandığında, Türkiye'nin geleceğiyle ilgili önemli bir karar alınmış olacak. Avrupa Birliği'ne aday üyeliğimizin kabulü, sonuçları Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kuruluşu ile karşılaştırılabilecek önem ve kapsamda bir süreç başlatacak." (Radikal 2, 12 Aralık 1999, italikler bize ait)
Benzer bir dil, aynı konu üzerine yazılmış ikinci yazıda da kullanılıyor: "İçinde bulundukları toplum özgürlük, demokrasi, eşitlik ve dayanışma hedeflerini gerçekleştirme olanakları daha fazla olan bir siyasal-iktisadi yapı içine entegre olma sürecine yöneliyorsa, sosyalistlerin tavrı bu yönelişe karşı çıkmak olamaz."(Radikal 2, 26 Aralık 1999)
İnsanlık için küçük ama İnsel için büyük bir adım! Sıçrıyoruz ve hop! Yeni bir dünyanın içine en baştan giriyoruz: Orada artık 'miz' iyelik eki, ezilenleri, yoksulları ve bizim onlarla aidiyet bağlarımızı değil, kendisini "toplum'la bütünleştirmiş olan İnsel'in konumunu anlatmaktadır: Biz, AB'ye aday üyeyiz! İçinde bulunduğumuz toplum böyle bir "yönelim" belirtmektedir! Şüphesiz o, yani "toplum" dediğimiz şey, bunu "birlik ve beraberlik" ruhuyla yapmaktadır; garip bir biçimde kollektif davranma becerisini gösterebilen, bir yere "entegre" olmaya yönelen ya da yönelmeyen (keyif onun değil mi?), bunun kararlarını alıp uygulayabilen bir bütünlükle karşı karşıyayız. Bu arada, şu ya da bu politik kararı "miz" ekiyle ifade edilebilir hale getiren, toplumdaki çeşitli sınıflardan insanların ona "rıza" göstermesini sağlayarak bütün herkesin fikriymiş gibi algılanmasını sağlayan bütün o manipülasyon mekanizmaları, çatlak sesleri kısarak İnsellere "köşe"ler bahşeden o büyük dezenformasyon dalgası filan tabii ki hiç önemli değildir: Toplum böyle istiyor! Böyle bir total güç vardır ve o, bir bütünlük halinde "istek" bildirmektedir. En azından kendini "buna karşı çıkmamak"la görevlendirmiş olan "sosyalist yurttaş" İnsel, bundan emindir.
Haksızlık etmemek için, İnsel'in, "miz" ekiyle kendini "içinde" tanımladığı toplumun tam bir bütünlük oluşturmadığının farkında olduğunu da teslim etmeliyiz. O, tabii ki toplum dediği şeyin farklı gruplardan meydana geldiğini bilmektedir, diyalektikten bu kadar da uzağa düşmüş değildir. Yazının bütününden anladığımız kadarıyla, toplum aslında başlıca iki kategoriden oluşmaktadır: Bir yanda "devlet koruması altında tekel rantlarına göz dikmiş" beleşçi kodomanlar ve Türkiye soluna "taşra esnafı" gibi hükmeden "muhafazakâr solcu"lar vardır; öte yanda ise İnsel'in de içinde bulunduğu bütün ilim irfan sahipleri! Elbette bu "toplum" içinde işçiler ve onların örgütleri, yurttaş girişimleri gibi başka kategoriler de vardır ama onlar bu AB işinden zarar değil yarar görecek olan "şanslı" kesimlerden sayıldıkları için, genel durumu bozmamaktadırlar. Niye kaygılansın ki onlar? Kıt zekalı "üçüncü dünya solcuları"nın sandığının tersine onlar böylece "özgürlük ve dayanışma Avrupası"nın kurulması mücadelesine katılma biletini garantiye almış olacaklardır. Gerçi bir taraftan da ortalıkta, MAI-MIGA ve Tahkim gibi kötü hayaletler dolaşmakta, AB'nin genişlemesiyle yeni kölelik biçimlerinin inşası arasında bir bağlantı olduğu "şüphesi"(!) fena halde yayılmaktadır ama olsun! Bundan kaygılanacak olanlar "rantçılar" ve "üçüncü dünya solcuları"dır.

"Milli burjuvazi" yeniden mi hortluyor?
İnanılmaz gibi geliyor ama gerçekten de karşımızdaki tanım budur ve insan bunları duyduğunda, 70'lerden beri Maocu modele uysun diye Türkiye'de beyhude yere aranan "milli burjuvazi"nin (ya da TKP'nin uDC bileşeni olan ulusal kesimlerin) İnsel tarafından nihayet bulunduğu kanısına varıyor. "[AB'ye girildiğinde] Kim bağımsızlığını kaybedecek sorusunu sormamaya özen gösteriyorlar. İşçi sendikaları mı, siyasal partiler ve dernekler mi, yurttaş girişimleri mi Türkiye'de bağımsızlığını kaybedecek olanlar? Gerçekten üretime yönelen, devlet koruması altında tekel rantlarına göz dikmeyen girişimciler mi?"(a.g.y) gibi inanılmaz bir demogojiyi sürdürürken İnsel'in yinelediği aslında tam da bu eski hikâyedir. Bu ülkede birileri her zaman bir yerlerde o günkü hakim konsepti onaylamayan "başka türden" burjuvaların (girişimcilerin!) bulunduğunu varsaymışlar ve onları aramaktan hiç usanmamışlardır. "Arayıcı"ların kimlikleri (M. Belli, İ. Bilen, A. Öcalan, vb.) ve aranan şeyin nitelikleri (milli burjuvazi, ulusalcı güçler, barış yanlısı "akıllı" işadamları, vb.) bazen değişmiş ama arama azmi hiç azalmamıştır. Karşımızdaki en son versiyonda ise arayan İnsel, aranan "gerçekten üretime yönelik" burjuvalardır. Onlar vardırlar ve fakat muhtemelen (rant yiyici hırsızların dünyasında) seslerini çıkaramamaktadırlar; ya İnsel'in "sosyalist"lerinin çabalarıyla ya da uğur Dündar'ın "normal" patronları tenzih eden mücadelesiyle "hırsızlar" kahredildiğinde zuhur edeceklerdir! Emek hırsızlarıyla (yanılmıyorsak kapitalist üretim böyle yapılıyordu!) karaparacı faiz hırsızları birbirinden ayrıldığında, ki muhtemelen AB süreci bu konuda da "turnusol kağıdı" işlevini görecektir, durum netleşecektir.
Belki konuyla ilgisi yok gibi görünüyor ama neo-liberal solun savaş ve barışla ilgili temel problemi de esasen bu noktada düğümlenmektedir. Savaş bitecektir, bitmelidir. Böylece, bu ülkede bir yerlerde mutlaka bulunması gereken aklı başında bir burjuva kesim -ki bunlar, İnsel'in varlığından şüphe duymadığı üretim sevdalısı iş adamları olabilir- artık daha cesur olacaklardır. Çünkü bunlar, ekonomi politiğin "normal" ölçülerine göre işlerini yapıp paracıklarını kazanmak isterler ve çatapata para harcanmasından pek hoşlanmazlar. Savaşı isteyenler, bütün bu baskı yasalarının, kafamıza inip kalkan copların müsebbibi ise kuşkusuz, "rantçılar" olmalıdır.
Ve tabii, Türkiye'deki baskı düzeni de, onca yıllık kurumsal faşizmle değil, esasen savaşla ilgilidir ve o bittiğinde, doğru dürüst bir sosyalist mücadelenin yolları açılmış olacaktır. Kürt savaşı ortalıkta yokken de bu ülkenin siyasi tarihinin zulüm tarihi olduğunu hatırlamak artık çok gereksizdir. Hem savaş konusu da nihayetinde zaten bitmesi gereken bir musibettir ve belasını İmralı'da bulmuştur. Şimdi, düzlenmiş olan yolda, her şey mümkündür. Savaşın bir ülke kurmak için başlatılmış olması da çok anlamlı değildir zaten, ulus devletlerin tükendiği çağda bu, son bir çırpınıştır, vs., v.s.
Öyle anlaşılıyor ki İnsel, Maocu modeldeki ayrıksı burjuva katmanı, ters yönden keşfetmiştir: Bu kez karşımızdaki, hem "üretimci", hem de Avrupa'nın nimetlerini görecek kadar "akıllı" ve "milli"likten uzaklaşmış bir kesimdir. Bunların kim olduğunu o bize söylemiyor, bu konuda herhangi bir iktisadi veri de sunmuyor; ama bir yerlerde bulunduklarından emin. Bu "girişimci"lerin tekel rantlarından uzakta bir yerde nasıl durabildikleri, sistemin hem Türkiye'de hem de Avrupa'da bütünüyle spekülasyona ayarlandığı koşullarda (pek zayıf bir olasılıkla kişisel ahlak dışında) nasıl bir temele dayandıkları da bilinmiyor.
Gerçekten, kim bunlar? Tekeller dışında bir yerde, "yerli malı Türkün malı" şarkılarıyla "üretim" yapmaya filan çalışan birileri mi var Türkiye'de? Tabii ki İnsel böyle bir şey söylemiyor bize. Hem o zaten "milli" değil, "hakiki" burjuvalardan söz ediyor; yani beş yaşında çocukların da bildiği şeyi, örneğin Türkiye'de otomobil üretmek istiyorsanız bunun yolunun yabancı ortaklıklardan geçtiğini unutmuş değil; bütün problem, faiz numaralarından, rant yiyicilikten arınmış burjuvaların bu işi yapabilmesinde yatıyor.
Peki ama Türkiye'deki sermaye sahiplerinin "üretimciler" ve "rantçılar" diye ikiye ayrıldığını kim söylemiş İnsel'e? Çılgın bir para havuzunun üzerinden üretim ve para spekülasyonunun birbirine sıkı sıkıya bağlandığından, bu konuda en çok mızmızlanan yerleşik tekellerin de boylu boyunca bu havuzun içine gömüldüğünden haberi yok mu? 1997 yılı verilerine göre yalnızca bankalardaki bölümü 105 milyar dolar tutan ve gayrı-resmi meblağla birlikte ölçülemez boyutlara varan bu kocaman havuzun bir avuç "hırsız" tarafından mı yönlendirildiğini sanıyor?
Böylece Sabancı-Koç gibi klanlarla Korkmaz Yiğit-Cem uzan, vb., gibi yeni yetmelerin karşılıklı duruşlarını ifade ediyorsa eğer, bu ayrımın hakiki olduğunun garantisini nereden alıyor? Örneğin, "hakiki" burjuvalar tarafından "üretilerek" sokakları çekirge sürüleri gibi işgal eden otomobillerin nasıl ve hangi para düzeni sayesinde bu kadar çok satılabildiğini sanıyor? Daha da önemlisi, en önemlisi İnsel, en yüksek kâr düzeyini yakalama üzerine kurulmuş olan mevcut sistem içersinde, para-sermayenin bu düzeyi nerede görüyorsa oraya kayacağını, kaymayanın da batacağını azbuçuk biliyorsa eğer, "üretime yönelik girişimci"lerine nasıl bir öğüt vermeyi düşünmektedir?
Bütün bu soruların yanıtı yok. Ama onlar var, oldukları kesin ve Mihri Belli'nin "zinde güçler"i gibi bir yerlerde duruyorlar. Üstelik şüphesiz "demokrasi yanlısı" olmalıdırlar; "üretim" yaptıkları fabrikalarında bir ücret sorunu çıktığında, kriz filan bile olsa, çekleri-senetleri geri dönüyor bile olsa, mevcut baskıcı sendika yasasının uygulanmasını, sınıf hareketinin ve tabii ki solun bastırılmasını -her şeye rağmen- istemezler, vb., vb.
Bu tartışmayı uzatmak gerekmiyor. Çünkü asıl sorun bundan daha ötede bir yerde duruyor. Asıl sorun, İnsel'in böyle "üretimci girişimciler"i bulup onlarla ve diğer bütün yurttaşlarla, sendikalarla, derneklerle, vb., yeni bir Türkiye kurma, en azından bunu düşleme özgürlüğüne sahip olduğu halde, işin içine sosyalizmi niye karıştırdığıdır. Sosyalizm başka bir şeydir, "girişimci"lerin düzeni başka bir şey. İnsel, birincisinin artık imkânsız olduğunu düşünerek ikincisini seçebilir; ama o zaman, bütün terminolojisinde yaptığı değişiklikleri, sosyalizm kavramına dek genişletmek zorundadır.
Eline yetki verseler...
Adaylık sürecinin başlamamasından ya da kesintiye uğramasından çok korkuyor İnsel ve herhalde bunun sorumlusu olarak "muhafazakâr sol"u ilan etmeye hazır.
Bir de siyasal iktidardan korkuyor; onun süreci oyalayacağından çekiniyor. Sırtında "yumurta küfesi" olmadığı için son derece radikal bir şekilde her şeyin hızla yapılabileceğini düşünüyor. Oysa, devleti yönetenler, AB üyeliği için ölüp bittikleri ve bunu İnsel'den daha fazla istedikleri halde, sırtlarında çoğu zaten kırılmış olan yumurtaları içeren bir "küfe" taşıyorlar. Çünkü süreç, yalnızca üç-beş yasanın yenilenmesinden değil, çok sıkı bir IMF programından da oluşuyor ve bu program, ezilen kesimlerin taleplerinin reddini gerektiriyor. Sosyal itibarı da pek yüksek olmayan iktidarın, bu densizleri nasıl "ikna" edeceği, "ikna" edemezse ne gibi yollara başvuracağı sürecin çok ciddi sorunlarıdır. Şüphesiz onlar, öncelikle solun zayıflığına ve işçilerin örgütsüzlüğüne güveniyorlar ama işleri yine de zor görünüyor.
Burada çok önemli olan soru şu: AB süreci, hem reel ücretleri geriye çekmeyi (işçi hareketini bastırmayı) hem de siyasal baskıyı yanılsamalı bir yoldan nisbeten hafifletmeyi (şiddetin konsantre edilerek kör biçimlerden kurtarılmasını) birlikte içerdiğine göre, "eline yetki verilse" bizim "gölge başbakanımız" İnsel, bu ülkeyi nasıl yönetmeyi düşünmektedir? Olup bitenlerin sonuçlarına katlanmak istemeyen ("özgür ve dayanışmacı Avrupa yurttaşları olmamız"ın önemini kavrayamayan) yoksullara ve kendilerini onları örgütlemekle görevli sayan devrimcilere ne yapmayı planlamaktadır? Tabii ki o, öncelikle (Ecevit gibi!) ikna yolunu deneyecektir; ama "tekdir ile uslanmayan" ne olacak? Sanırım bu, İnsel'in bile bildiği şeydir: Bu ülkede ya da dünyanın başka herhangi bir köşesinde, ezilenlerin taleplerinin yüksekliği ve koşullar karşısında gösterdikleri tahammülsüzlük miktarı, "istikrar" için gereken şiddet dozunu da belirler!
Görüldüğü gibi bol keseden atmak yetmemektedir; ayrıca iktidarın süreci oyalamak gibi bir derdi de yoktur. İktidar, elinden geleni yapacaktır ve onun elinden gelen üzerinde durduğu sosyal zeminin sağlamlığı-çürüklüğü ile ilgilidir. Bu politika, devrimci muhalefetin ve sınıf hareketinin düşük yoğunluklu bir çatışma haline sıkıştırılmasını, solun geniş öbeklerinin "iktidarsız" bir baskı grubu olarak merkeze doğru çekilmesini ve kalanların da vahşice ezilmesini içermektedir. Devrimci hareketin buna razı olup olmayacağı, şüphesiz en dış kapının en dış mandalını değil, sorunun gerçek muhataplarını ilgilendiriyor; bu konuda bir yol bulması için İnsel'i zorluyor değiliz elbette ama bizim kaygımız iktidarın süreci oyalamasından işkillenen İnsel'in "çeribaşı" vazifesini kazara üstlenmiş olsa, kalbinin bu "önce babasını kesme" işine dayanıp dayanamayacağıyla ilgilidir.

Yalandan ölünmez mi?
Bu baskılanmanın bir sonucu olsa gerek, İnsel, gerçek dünyadan kaçmak için yalan konusunda bir sınır tanımıyor. "AB'ye üyeliği, ulusal bağımsızlığın yitirilmesi, emperyalist güçlere teslim olunması, tekelci ululararası sermayenin av sahası haline gelinmesi olarak algılayan sol çevreler, bugün ulusalcı devletçilerle aynı dili konuşuyorlar. ulusal devletin üzerinde yer alıp onun tasarruflarını sınırlayan veya yönlendiren bir gücü bağımsızlığın kaybedilmesi olarak algılayıp bunu başımıza gelebilecek en büyük felaket olarak sunuyorlar." diyor örneğin. Ve sorular soruyor: "ulusal bağımsızlığın devletin efendilerinin dokunulmazlığı ve bağımsızlığına indirgenmesi midir solun verdiği bağımsızlık ve özgürlük mücadelesinin anlamı?"
"AB üyeliği dinamiğinin 75 yıllık merkeziyetçi, otoriter ve tahakkümcü devlet idaresi geleneğinin temellerine yerleştireceği dinamitleri [insan gerçek "dinamit"leri unutunca neler söyleyebiliyor!] önemsemiyorlar."
"Sosyalist olduklarını zannederlerken, bu devlet geleneği, bu devlet erkanı ve bu fırsatçı ve kaypak 'burjuvaziyle' ["üretime yönelik girişimci"leri tenzih ederiz!] kapalı kapılar ardında başbaşa kalmayı tercih ediyorlar. Ne adına? Kutsal devletimizin egemenliğinin korunması adına, ...."
Ve nihayet en tiksinti verici ima geliyor: "Kendini sol olarak tanımlamaya ağız alışkanlığıyla devam eden Kemalist devletçilerin son zamanlarda ülkücü harekete sevecenlikle bakmalarının işaret ettiği gibi, zaman içersinde yukarıdaki tavrı devam ettiren sosyalistlerin de 'yerli toplumculuk' cephesinde saf tutmasına şaşırmayacağız."
"Yerli toplumculuk" kavramındaki 'nasyonal sosyalizm' anıştırması, bu yazının çerçevesinde yanıtlanabilecek türden değil, onu geçiyoruz. Devrimcilerin tahammül gücü geçmişe oranla hayli artmıştır artık ve doğrusu İnsel buna ne kadar sevinse yeridir.
İşin diğer bölümü ise gerçekten akla sığmaz yalanlardan oluşmaktadır ve neresinin düzeltebileceği bile bilinememektedir.
Şu çok açık: Bu topraklar üzerindeki hiçbir devrimci, en çok Kemalizmle suçlanmış olan Denizler dahil,(ve şüphesiz soldan başka bir yerde duran Aydınlık çevresi hariç!) bağımsızlık kavramını sosyalist bir Türkiye bağlamı dışında kullanmamışlardır. Bunun tersini iddia etmek, utanmazca bir yalandır. Türkiye devrimci hareketi bir çok yönden eksik ve zaaflı olabilir, bugün için kitleselleşmenin çıkış yollarını bulamıyor da olabilir; ama onun bünyesindeki hiçbir aklı başında insan, sosyalist bir Türkiye bağlamının dışında, kendi devletini olumlayan, onunla bir arada yaşamayı içeren bir "bağımsızlık" biçimini aklından bile geçirmemiştir.
Hiç laf ebeliğine gerek yok. Mesele gayet basittir. İnsel gibi "dayanışmacı yurttaş" olmayı değil de, dünyanın herhangi bir köşesinde sosyalist bir iktidarı istiyorsanız, isteyip aldığınız bu iktidarı korumak, uygulamasına başladığınız şeylerin sahibi olmak zorundasınızdır ve bunun da adı "bağımsızlık"tır. Şüphesiz bugünün koşullarında işiniz daha zordur ve içe kapanmış "dar" bir bağımsızlık biçimiyle yetinemezsiniz. Belki de bunun yerine, dünyadaki muhalif güçlere daha çok açılan, onlarla dayanışmayı ve onları desteklemeyi daha çok amaçlayan, "kendini koruma"yı fiziki sınırlar boyutunda düşünmeyen bir anlayışın seçilmesi daha doğru olacaktır. Bu bağımsızlık anlayışı paradoksal gözükse de muhtemelen "daha çok açılma"ya dayanacaktır. Ama bütün bunlar ayrı şeylerdir, kendi devletine "yalakalık" yapan bir "bağımsızlık" anlayışı ayrı bir şeydir. Kapı mandalları bugün unutmuş olsalar da, daha 1900'lü yılların başında "artık sosyalizm dışında bir ulusal bağımsızlığın tarihe karışmış bulunduğu" marksist yazında yeterince işlenip, tartışılması bile gereksizleşmiş bir sorundur. Birileri, eşitsiz gelişim yasasının, dolayısıyla zayıf halkalar, tek tek devrimler sürecinin sona erdiğini, artık yalnızca "muhalif baskı grubu" biçiminde konumlanmak gerektiğini düşünüp öyle davranabilir; ama iktidar isteyenler, bağımsızlık da isterler, istemek zorundadırlar. Birileri "kendi ulus devletlerine sarılmayan Avrupa solu"nu pek makbul sayıp, onlarla birlikte bir "yurttaşlar Avrupası" kurmayı düşleyebilirler; ama devrim düşleyenler, bunun ulus-devlet dahil bugüne ait ne varsa hepsinin paramparça edilmesi gerektiğini bilirler. vb. vb.
Ayrıca yine İnsel'in izleme zahmetine katlanmadığı devrimci çevrelerde de hiçkimse, Türkiye'nin bugün "bağımsız" olduğu ve bu "bağımsızlığın" AB süreciyle sakatlanacağı gibi ahmakça bir düşünceye sahip değildir. AB süreci, olsa olsa bu bağımlılık zincirinin yeni bir halkasına denk düşmektedir, bu halka çözümlenebilir, tartışılabilir; ama bunun dışındaki bütün yorumlar ve atfı cürümler tamamen İnsel'in düş dünyasındaki bir sol karikatüre aittir.

Prens'in akılları fikirleri...
Okumuş olanlar bilir, Dostoyevski'nin "Amcanın Rüyası" isimli uzun öyküsünde yaşlı ve bunak bir prens vardır; dönem, Rusya'da "yeni fikirler" icat etmenin moda olduğu dönemdir ve biz, bütün öykü boyunca Prens'ten hep şu komik cümleyi duyarız: "İşte! Aklıma bir fikir geldi! unutmadan hemen odama çıkıp onu defterime yazmalıyım."
Psikanalizm konusundaki yazılarıyla tanınan Bülent Somay da tam bizim yaşlı prensimize benzemektedir. Defter dergisinin yaz 99 sayısında, Türkiye'deki devrimci kesimlerin devletle ilişkilerini Oidipus kompleksiyle "açıklayan" bir denemede bulunan Somay, o zaman bir hayli ilgi yaratmıştı. Şüphesiz bu, Defter gibi geniş kitleleri hedeflemeyen bir dergide yapılmış bir denemeydi ve bu bakımdan da yaşlı prensimizin tuhaflıkları gibi hoşgörülebilir bir şeydi. Bu konuda en çok söyleyebileceğimiz şey, asıl iştigali yüksek ücretli psikanaliz seminerleri vermek olan Somay'ın böyle ciddi adamların işlerine karışmasının yersizliği üzerine olabilirdi.
Ama şimdi anlaşılıyor ki, bütün iktisadi/sosyal/politik değerlendirmeleri "gereksiz" kılan(!) bu büyük keşif, aslında İnsel'in düşüncelerinin ve kafasındaki "solcu" karikatürünün temelini oluşturmaktadır.
Yani kısaca söylendiğinde durum şudur: Türkiyeli devrimci, "yekpare devlette kendi Oidipal korkularının yansımalarını" bulmakta ve klasik psikanaliz kuramına uygun olarak onda "devlet korkusu" ve "nefreti" ile, devlete karşı duyduğu hayranlık, ("devlet yalakalığı") içiçe geçmiş olarak bulunmaktadır. Yoğun şiddet eğiliminin ve teslim oluşunun altında da bütün bunlar yatmaktadır. vb.
Prens ve dış kapı mandalının gele gele geldikleri yer işte burasıdır: Oidipal bir devrimci karikatürü!
Hayatları boyunca bir kez olsun zahmet edip devrimcilik denilen şey nedir, devrimciler nasıl insanlardır, nasıl davranırlar, ne yer ne içerler diye düşünmemiş olan bu adamlar, hesaplarını böyle bir karikatürle görüyorlar işte! Her satırından açık bir nefretin sızdığı bütün bu laf yığını, gelip insanları aşağılama noktasına varıyor.
Hayatları boyunca devlet memuru olarak yalnızca postacılar ve nüfus memurlarıyla karşılaşmış olan bu adamların, devletin karanlık bodrumlarında hayaları burulan, tecavüze uğrayan, yüksek pencerelerden boşluğa uçanlara reva gördüğü, budur işte: "Babaya yalakalık!"
Bütün bunlar hamasi edebiyat olarak algılanabilir belki; ama hiç değil! Bu topraklar üzerinde gencecik insanlar, İnsellerin hiç tanımadığı o "devlet" denilen şeyi daha onbeş yaşında tanımaya başlarlar ve iyi tanırlar. Onu derilerinde, iliklerinde hissederler. Ona karşı nasıl mücadele edileceği konusunda şüphesiz yetersizlikleri vardır; dün vardı, yarın da olabilecektir.
Devleti tanımak, somut bir deneyim olarak otomatik biçimde doğru mücadele biçimlerinin keşfine yol açmaz. Ama bu, onların devlet konusundaki sezgilerini ve somut bilgilerini hiç de değersiz kılmaz.
Devrimle ilgili her şey, esas olarak insanla ilgiliyse eğer, şüphesiz o insanın kavranılması sürecinde başka şeylerin yanında, psikoloji biliminin yaklaşımlarını da kullanabilirsiniz; ama bu ayrı şeydir, yaklaşık 70 yıla yayılan ve kendi içinde hiç de homojen filan olmayıp çeşitli kategorilere ayrılan Türkiye solunun tarihini bütün diğer bağlamlarından koparıp basit bir klinik vaka gibi görmek, her şeyi böyle kolaylıkla genişçe bir torbanın içine sıkıştırmak ayrı bir şeydir. En aşırı Freud müritlerinin bile cesaret edemeyeceği kadar cüretkâr olan bu büyük sıçrama, tümevarım/tümdengelimlerin ve diğer bütün yolların bu aşırı zorlanışı, sonuçta gelip düpedüz bilimin spekülasyon alanında kullanılması noktasına dayanmaktadır. AB iyi bir şeydir... Karşı çıkanlar "devlet hizmetkârı"dır... Bu muhafazakârlığın psikanalitik temeli ise Oidipus kompleksinde yatmaktadır. Prens ve kapı mandalının mantık zinciri böyle işliyor.

Kim nerede duruyor?
Peki ama gerçekten, kim kimin babasıdır bugün? Önce, çok net olarak söylemek gerekiyor. İnsel tarafından hurafeler diyarına sürüklenmek istense de, AB tartışması solun geleceği bakımından çok önemli bir tartışmadır.
Türkiye solu, bugün, AB süreciyle doğrudan ilgili olmayan, başlangıç noktası ta 1983 yılına dek uzanan bir sıkışmayı yaşamaktadır. Bu sayıda yer alan bir başka yazıda (Şiddetin Konsantrasyonu ve Kitle Hareketinde Yeni Süreç) açılmaya çalışılan bir dönem boyunca Türkiye'nin politik/sosyal manzarası değişmiş, ortaya çıkan yeni durumda solun konumu da hayli zayıflamıştır.
Bu noktada sosyalistler, "zaten" sözcüğünün arkasına sığınarak davranamazlar. Sözgelimi "Türkiye'nin zaten bağımlı bir ülke olduğu" saptamasını öne sürüp AB'nin buna eklediklerini görmezlikten gelemezler. AB süreci Türkiye'nin emperyalist sistem içindeki yeni-sömürge konumu bakımından önemsiz bir halka değildir; ama bugün olup bitenler dün olanlardan çok bağımsız da değildir. Daha 1940'lı yıllarda bile asla bir "muz cumhuriyeti" olmayan ve "yarı-köleci Latin toprak düzeninden" daha farklı ve özgün bir yoldan yeni-sömürge sürecine dahil olan Türkiye, zaman içersinde coğrafi avantajların da etkisiyle klasik bir Ortadoğu ülkesi olmaktan öteye sıçrama eğilimi göstermiş, 90'lı yıllar boyunca da sistemin "genişleme"sine parelel olarak zaman zaman bu eğilimini ortaya koymuştur. Hatta bu durum, olguya salt medyatik bir yüzeyden bakıldığında neredeyse "bağımsız" bir ülke gibi davranıldığı yanılsamasını da yaratmıştır; oysa sistemin işleyişine derinlemesine bakıldığında manzara çok değişiktir. Dünya emperyalist sisteminin "iyi günleri"nde kurulan bu ilişkiler, henüz hayat tarafından zorlanmamış olan yapısı düşünüldüğünde, eşitlerin entegrasyonu değil, bağımlılığın yeni bir türü olarak algılanabilir. "Onlar ortak biz pazar" tekerlemesi bu bakımdan aslında gereğinden çok fazla basit olmakla birlikte yanlış değildir; "pazar" kavramını salt "satış yeri" olarak değil, sermaye dolaşımının bütün biçimlerini kapsayan bir genişlikte kullanmak koşuluyla... Ve ayrıca, bu ilişkinin, herkesin yükü daha alttakilere yıkmak isteyeceği bir kriz ya da devrimci bir dalga koşullarında kurulmamış olduğunu da unutmadan. Yani, çok erken çekilen fotoğraflardan hareketle yapılan "bir siyasi bütünlüğe dahil olunduğu" ve öyleyse demokratik dönüşümlerin yolunun açıldığı gibi saptamaları ihtiyatla karşılamak gerekiyor.
Sonuçta devrimci kesimler açısından bu konularda ciddi tartışmalara ihtiyaç duyulduğu açık ve basit ajitatif söylemlere başvurmadan bu tartışmaların yapılması gerekiyor.
Ama kanımızca en önemlisi, işin bu cephesinden çok, Türkiye'deki şiddet ve baskı unsurunun AB ile başlamayan ama ona denk düşen yeni macerasıdır. 90'lı yıllar boyunca geliştirilen "düşük yoğunluklu çatışma" ve "şiddetin konsantrasyonu" politikalarının yeni süreçte daha olgunlaştırılacağı söylenebilir ve bu durum devrimciler açısından ciddi riskler içermektedir.
Ekonomik/sosyal politikalar ve bütün ideolojik araçlar birlikte kullanılarak yeni türden bir kitlesel pasifikasyonun yaratılması, bunun devasa boyutlara büyütülerek artık hayatın her alanına sızan bir şiddet aygıtı yoluyla pekiştirilmesi ve nihayet uluslararası haydutluklar/ibret amaçlı misillemeler yoluyla perçinlenmesi yeni dönemin en belirgin politikalarıdır. Ezilen sınıfların örgütsüzlük yoluyla felç edilmesi ve devrimci güçlerin köşeye sıkıştırılarak, hayatın kenarına bir yere itilmesi bu politikaların temel amacıdır.
Bütün bunlar, şüphesiz AB süreciyle başlayan şeyler değildir ama yeni süreçte daha olgunlaşmaları beklenmelidir. Şiddetin estetize edilmesi, yoğun bir medyatik "linç"in, beyinleri deforme eden düşünsel şiddetin buna daha gelişkin biçimleriyle eklenmesi, yeni sürecin karakteristik unsurları olacaktır.
Bu bakımdan İnsel gibilerinin "yeni ufuklar" konusundaki hayalleri kendi bakımlarından reeldir; çünkü onlara, aklı başında "sosyalist"lere zaten dün de dokunmayan yılan, yarın çok daha az dokunacaktır. Yani, siz kendinizi, zaten "dayanışmacı yurttaş" çizgisine dek çekmişeniz ve ne yaparsanız tutuklanacağınız, ne yaparsanız evinizin kana bulanacağı belleğinize iyice kazınmışsa, niye dokunsun ki?
Netice olarak varılmak istenen nokta ise, tam da İnsel'in modelindeki gibi iktidar/devrim derdi olmayan baskı gruplarının, NGO'ların seviyesine düşmüş bir solun yaratılması, bunun için mümkün olanların merkeze çekilmesi, çekilemeyenlerin de imhası ya da politik olarak imhasıdır. Politik imha vurgusundan kastımız çok açık: Katlanılabilir, tolore edilebilir bir etkisizlik düzeyinde kilitleme. Her kongresinde "komünist ihtilal" perspektifleri saptayan ama 1940'ların Türkiye solu gibi iki tevkifat arasına ancak bir hücre iki afiş sığdırabilen, sürekli budanarak güçlenmesi engellenen bir marazi unsur...
Yani çok açıkça söylenebilir: Türkiye solu, ciddi bir tehdit altındadır. Ve devrimci güçler, "karamsarlığın aptallıktan daha hayırlı olduğunu" hiç unutmadan, meseleleri dergi sayfalarında gürültüye getirmeden bugüne ve geleceğe ilişkin ciddi tartışmalar yapmak ihtiyacıyla karşı karşıyadır.
Şüphesiz bütün bunlar, ağır ve ciddi görevlerdir ve bu ciddi işler, zaman zaman pek hafif tutumlar sergiliyor olmalarına rağmen, yine de "devrim" işinin talibi olan kesimleri ilgilendirmektedir. "Aklına durmadan yeni fikirler gelen" prenslerle ya da uzaktan akrabamız bile olmayan başka dünyaların insanlarıyla bu nokta bakımından tartışacak bir şeyimiz yok. Ama yine de, bitirmeden önce, İnsel'e dönüp önemli bir noktayı anımsatmadan yapamayacağız.
Son derece canalıcı olan soru şu: Türkiye Cumhuriyeti'ni şu anda yönetmekte olanlar, daha açık bir biçimde söylersek, MGK'dan en büyük tekellere uzanan o kadro, yani oligarşi dediğimiz şey, AB'ne girilmesini istiyor mu istemiyor mu?
Adına ne derseniz deyin bu gücün ve onun ayak işlerini gören politik kadroların AB konusunda son derece hevesli olduğu, salt hevesin ötesinde bu konuda pratik adımlar atttığı, tasarımlar yaptığı -bu tasarımların sosyal zemininin zayıflığı bir yana- ve hatta konu üzerine çıkabilen çatlak sesleri en azından sessizlik yoluyla boğduğu doğru mudur değil midir?
Eğer bütün bunlar doğruysa, ki çok açıkça görünen oligarşinin bütün kanatlarının İnsel'den daha fazla AB'ci olduğudur, o zaman ortaya İnsel'in suçlamaları bakımından yeni bir karmaşa çıkmıyor mu?
Yani, Türkiye'de Demirel dahil bütün devlet erkanı AB'nin cansiperane bayraktarlığını yaparken, "ulus devlete" ve onun hizmetkârı olan "sol"a sövgüler yağdıran İnsel, kendi politik duruşu bakımından nasıl bir yer tutmuş oluyor?
Gerçekten, sayın Somay ve sayın İnsel, bu durumda, kim kendi "ulus-devlet"iyle işbirliği içinde olmaktadır ve gerçekten kim "muhafazakâr"dır?

DİPNOT:

(1) Bunun tersi de geçerlidir aslında. Geçtiğimiz aylardaki bir röportajında "hiyerarşik işleyen bir örgütte artık yer almayacağını" kesin bir dille deklare eden Nevzat Çelik de (onu kimin nereye davet ettiği sorusu ve bu vehminin komikliği bir yana) aslında doğru söylemektedir. Bu iki dünya birbirinden kesin olarak ayrılmıştır çünkü.


 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92