Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

Çağla Tebriz

Ulucanlar Katliamı, cezaevlerindeki saldırı zincirinin son halkası oldu. Olayın temelinde yatan sorun da aslında çok yeni değil. Oligarşinin siyasi tutsakları hücrelerde çürütme hevesi neredeyse 1980'den beri devam ediyor. 80'li yıllarda cezaevinde bulunan ve ilk Eskişehir Tabutluğu direnişini yaşayan bir devrimciyle yapılan röportajı, bir deneyimin bugüne aktarılması bakımından önemli buluyoruz.

S: 80 sürecinden sonra tutsak olan bir insan olarak hangi yıl yakalandığınızı, hangi cezaevlerinde kaldığınızı ve bu cezaevlerinde size uygulanan baskıları ve bununla beraber gelişen sizin direnişlerinizi kısaca anlatır mısınız?
Y: 1982 yılında yakalandım. Adana 6. Kolordu Askeri Sıkıyönetim Komutanlığı'nda yargılandım. 1986 yılında da idam cezası aldım. 1982-1984 arasını Adana Cezaevlerinde geçirdim. 84'e kadar 6. Kolordu Askeri Cezaevi'nde yattım. O dönemde askeri cezaevinde tek tip dayatması yoktu. Daha çok; askerlere komutanım denmesi, istiklal marşı söylenmesi, yemek duası yapılması ve zorunlu spor gibi dayatmalar vardı.
İlk başlarda nasıl bir direniş sergileyeceğimizi biz de bilmiyorduk. Bunun verdiği acemilikle daha çok ferdi direnişler vardı. Bu direnişler karşısında saldırıya maruz kalıyorduk. Saldırıdan sonra yarı baygın, ağzımız burnumuz kırık vaziyette hücrelere atıyorlardı. Hücreler havasız, tek kişilik, tuvalet yok, yalnızca bir teneke vardı. Onun içinde tuvalet ihtiyacını gideriyorsun. Yemeği mazgaldan veriyorlardı. 15 gün kalıyorsun hücrede . 15 gün sonunda koğuşa çıkıyorsun. 1 gün koğuşta kalıyorsun. Sonra yine, aynı dayatmalar, aynı direniş, yine hücre. 82-84 dönemi böyle geçti. O dönemde doğru dürüst görüşe de çıkamadık. Hücrede olunca zaten görüş yoktu. Mektup ve görüş yasağı gibi cezalar vardı. Mektup yasağı mahkeme kanalıyla, üç ya da altı ay gibi sürelerle geliyordu. Daha sonra 83'te 20 günlük geniş katılımlı bir açlık grevi oldu. Bu açlık grevinden sonra da güçleri bölmek amacıyla eylemin elebaşı gibi gördükleri kişileri farklı cezaevlerine sürgüne gönderdiler. Bununla beraber bir takım haklar alınır gibi oldu. 84'te alınan haklar, tekrar gasp edilmeye başlandı. Aynı yıl bir açlık grevi daha gerçekleştirildi. Bunun ardından da açlık grevleri bitirilmeden tekrar sevkler başladı. Hatay, Maraş, Adana Kapalı'ya. Biz de Adana Kapalı'ya götürüldük.
Adana Kapalı Cezaevi'ne vardığımızda ilk girişte bir "hoşgeldin" dayağı vardı. Asker "suçun ne?" diye soruyor, tutsaklar da "siyasi" diye cevap veriyordu. Bu konuşmadan sonra asker saldırdı ve hücreye atıldık. Adana Kapalı'nın koşulları daha ağırdı. Çok eski bir cezaevi olduğu için hücreler de zemin kattaydı. Adana nemli bir şehirdir. 2-3 metre kazdığın zaman su çıkar. Doğal olarak hücreler sulu ve nemliydi. Büyük fareler vardı; biz onlara "Cardın" diyorduk. Üç-dört tane briketi üstüste yığarak tuvalet oluşturulmuş, yemek, içmek, uyumak da dahil her türlü ihtiyacımızı aynı yerde karşılıyorduk. 10-l5 gün orada kaldığında deride kızarıklıklar ve başka hastalıklar başlıyordu. Sonrasında tekrar koğuşa alındık. Adana Cezaevi'nde, aynı davadan yargılandığımız insanlar ve komün yaşamı vardı. Tutsak sayısı fazlaydı. Bu insana hem maddi hem de manevi anlamda güç veriyordu. Sonuçta 86 yılına kadar orada kaldık. Bu arada ailelerin dışarıda korkunç bir desteği de vardı. İki tane daha büyük açlık grevi oldu. Bir de ölüm orucu oldu. Biz ölüm orucuna katılmadık, destek amaçlı açlık grevleri yaptık. Tarz olarak ölüm orucu değil, fiili direnişi benimsiyorduk. Bizce zaten ölüm orucunun da koşulları yoktu. Aileler kullanabildikleri her olanağı kullanıyorlardı. Düzen partılerini bile. l986 Haziran ayında cezaevi idaresi, direnişlerde başı çekenleri başka cezaevlerine gönderme kararı aldı.
Biz de bir grupla beraber, Konya Akşehir'e götürüldük. Başka cezaevlerine giden arkadaşlar da oldu. 86 yılından sonra durum biraz rahatladı. Zaten Akşehir Cezaevi'ne ilk giden siyasi tutsaklar bizlerdik. "Şöyle davranın, böyle davranın" diyorlardı ama ufak tefek didişmelerin dışında ciddi saldırı olmadı. Adana'dan bizim tavrımızı da biliyorladı. Tutumumuz netti. 87'de Ağutos Genelgesi gündeme geldi. Bu sırada dışarıda tutsak yakınlarının büyük direnişleri oluyordu. Cezaevlerindeki baskıları protesto etmek için, TBMM'nin önünde yapılan eylemde Didar Abla'yı kaybettik.
88'den sonra Bursa E Tipi'ne götürüldük. Bu cezaevinde de "hoşgeldin" dayağı ve "tek-tip" dayatması vardı. Bursa E Tipi'nde, bizden önce dört tane siyasi tutsak vardı. Onlar "tek-tipi" kabul etmişlerdi. Ama bizim oraya gitmemiz ve direnişe geçmemizden sonra, onlar da tek-tipe karşı çıktılar. Bursa Özel Tip'in yapımı bitmişti. 87 yılından itibaren "Özel Tip"e tutsak sevki başlamıştı. "Özel Tip" cezaevi aslında hücre sistemidir. 4 kişilik odalar vardır ve koğuş kapıları sürekli kapalıdır. Buradaki tutsakların direnişleri sonucunda koğuş kapıları açtırılmış ve bazı haklar elde edilmişti. 88'in sonunda bizi "Özel Tip"e götürdüler. İlk defa bir cezaevine girdiğimizde dayatmalara maruz kalmadık ve bizi siyasi temsilciler karşıladı. Bu manevi anlamda çok büyük bir mutluluktu.
90'lardan itibaren artık "idam cezaları yerine getirilsin mi, getirilmesin mi" tartışmaları başladı. Bu sırada dışarıdaki toplumsal muhalefet çok yoğundu. Bu muhalefet düzen partilerine ve boyalı basına baskı yapıyordu. Basının gündemini sürekli cezaevleri oluşturuyordu. Aydınlardan, yazarlardan, demokratik kurum ve kuruluşlardan, her yerden tepki vardı. Bu sıralarda "af" gündeme geldi. Ardından yasa çıktı. Bu aftan ilk elde adli suçlar ve l4l/l42. maddeden yargılananlar yararlandılar sadece. Bunun ardından Anayasa Mahkeme'sine başvurular oldu. Anayasa Mahkemesi, eşitlik ilkesine aykırı olduğuna dayanarak yasayı bozdu, ama kendi içinde bir eşitisizlik yaparak l25. maddeden yargılananları kapsam dışı tuttu. Bunun nedeni açıktı. Ulusal hareket büyük bir gelişme ve atılım içindeydi. Tabii bu arada devletin de cezaevlerine ilişkin, tutsaklara ilişkin değerlendirmeleri vardı. Kimin çıkınca ne yapacağını hesaplıyordu devlet. İnfaz yasası gündeme gelmeden önce "hücre tipi" tartışmaları vardı. O zamanki siyasi yapılar ortak bir deklarasyonla hücre tipi gündeme geldiğinde kalınan cezaevinden başlayarak fiili direnişe geçileceğini ve hücre tipinin kabul edilemeyeceğini, kamuoyuna duyurdular. Öncelikle gitmek kabul edilmeyecek, zorla götürüldüğünde ring arabasından inilmeyecek, kimlik bildiriminde bulunulmayacak, üst aratılmayacak hücrelere atılındığında ise slogan atılacak, patlatılabilecek ne varsa patlatılacak ve açlık grevine başlanacaktı. 9l'de infaz yasasının çıkmasıyla birlikte birçok siyasi tutsak dışarı çıktı ve cezaevindeki sayıda azaldı. PKK'li tutsaklar ağırlıktaydı. Tüm tutsaklar direnmeyi ve deklerasyona uymayı kararlaştırdık. Ve 91 Kasım'ında idare, bize "sevke gidiyorsunuz" dedi. Biz de gitmeyeceğimizi bildirdik ve direnişe geçtik. Barikat kurduk. Karşılıklı kafa, göz patlatıldı. Sonuçta arabalara bindirildik.
Eskişehir Tabutluğu'na vardığımızda zorla ring arabalarından indirildik, dövüldük, zorla saçlarımız kesildi. Ve yine yaralı, yarıbaygın bir vaziyette hücrelere atıldık. Hücre 2 metre eninde, 3 metre boyunda bir yerdi. Yatma, yeme, tuvalet hepsi onun içindeydi. Havalandırma, yine hücre kadar,5 metre yük sekliğinde ve üstten tel örgülerle kapalı. Kafes gibi. Hİç kimseyle bağlantın yok. Hücrelerde insanlar kendilerine geldikten sonra slogan atmaya ve patlatabildikleri yerleri; kapı, duvar vs patlatmaya çalıştılar ve açlık grevine başlanıldı. Havalandırmaya çıkarak yandaki hücrelerle bağlantı kurmaya çalıştık. Bu diyaloğun sonucunda hemen hemen her cezaevinden insanlar olduğunu gördük.
Sosyal ilişki yoktu, biz çeşitli yöntemler geliştirdik. Örneğin, herkes bir gazete ya da dergi alıyor, havalandırmaya çıkınca yüksek sesle okumaya başlıyor, o bitirince diğeri okuyordu. Karşılıklı giysi, araç-gereç alışverişi yapamıyorduk, ama yanındakinin ihtiyaçlarını öğrenip, parasını ödeyip, bunların, yanındakine verilmesini sağlayabiliyorduk. Yemek, kapının altında mazgaldan veriliyordu. Gardiyan oradan içeriye itiyordu. Açlık grevinde olduğumuzu söylüyorduk ve geri itip almıyorduk. Gardiyanın bile yüzünü görmüyorduk. Bu koşullardaydık. Ama moralimiz yüksekti. Dışarıda da aileler bizimleydi. Gazeteler aracılığıyla kamuoyunun tepkilerini de öğrenebiliyorduk. Biz tabutluğa getirilmeden önce seçimler yapılmış ama yeni hükümet kurulmamıştı. Eski hükümetin son icraatı da tabutlukları açmak olmuştu. Yeni hükümet kurulunca kamuoyunun baskısıyla ilk Bakanlar Kurulu toplantısında, cezaevlerini gündemine aldı. 27 günlük bir direniş sonucunda, Eskişehir Tabutlukları kapatıldı ve herkes sevk olduğu cezaevine geri döndü.
Bu 27 gün içerisinde sosyal ilişki yok, insan yok, televizyon yok, etkinlik yok, kitap yok. 27 gün kısa bir süre, daha uzun olsaydı şüphesiz biz, yine devrimci inancımızla ayakta kalırdık, ayakta kalmayı görevimiz sayardık ama oradan hem psikolojik hem de fiziki olarak sağlıklı çıkmak da pek kolay değildi. Devletin amacı da bu. Emperyalizmin geçmiş deneyimlerinden yararlanıyor. Hücre tipinin başka ülkelerde de örnekleri var. Mesela; Uruguay'da, Tupamarolar ll yıl hücrelerde kalmışlar. Bu sırada intihar edenler, çıldıranlar var. Dışarıya çıktıklarında hayata uyum problemleri var. Ayakta kalan çok az. Havalandırma kapısı kapatıldıktan sonra hücrede yalnızsın. Kendi dünyandasın. Seni ayakta tutan tekşey, bilincin. Belleğini taze ve güçlü tutmaya çalışıyorsun. Kendini geliştirmeye çalışıyorsun, kitap olmadığı için okuyamıyorsun. O zaman geriye yalnızca yazmak kalıyor. Dışarıyı olabildiğince düşünmemeye çalışıyorsun. Yazarak atmosferden uzaklaşmaya çalışıyorsun ve tabii gerilememek için yazıyorsun. Fakat zor oluyor. Olabildiğince diri durmaya çalışıyorsun. Bizlerin en büyük gücü, silahı, bilincimiz. Tercihimizi bilinçli yapıyoruz. Neden orada olduğumuzu biliyoruz. O bilinçle hareket ediyorsun ve ayakta kalmaya çalışıyorsun. En azından o koşullara kendini kaptırırsan başına neyin geleceğini biliyorsun, bilincindesin. Buna karşı ayakta durmaya çalışıyorsun. Ama bir çok faktör senin aleyhinde.
Koğuş sistemi, bizler için büyük önem taşıyan birlikte üretebilme, sosyal aktiviteyi geliştirme, dayanışma, yardımlaşma ve bilincimizi diri tutmayı sağlıyor. Devlet, hücre sistemiyle bütün bunları engellemek ve tutsakları kişiliksizleştirmek ve toplumdan tecrit etmek istiyor. Ayrıca güvenlik açısından da koğuş sistemi daha sağlıklı. Dünyadaki pratiklerden örnek verirsek Almanya'da RAF üyeleri tek kişilik tecrit hücrelerinde katledilmişlerdir. Oysa kamuoyuna intihar ettikleri duyurulmuştur.
Bugünden baktığımızda çıkarılması gereken dersler olduğunu görüyorum. Kamuoyu daha duyarlıydı. Farklı ve çeşitli kesimlerden insanlar destek sunuyorlardı. Ailelerin dışında, aydınlar, sanatçılar, yazarlar, demokratik kurumlar, vs içerdeki tutsaklarla birlikteydi. PKK'li tutsakların özellikle Ulucanlar Katliamı'ndan sonraki tavırları belli. O zamanlar henüz hep birlikte hareket ediyorduk. Avrupa'da bir kamuoyu oluşturmaya çalışılıyordu. Öğrenciler, devrimciler, yurtseverler yerinde ve daha güçlü bir ses çıkarıyorlardı.
Hücre tipine karşı mücadelede en önemli etken dışarıda oluşturulacak kamuoyu. 1991'de Eskişehir Tabutluğu'nun kapatılmasında toplumsal muhalefetin önemli bir payı var. Bugün kamuoyunun duyarlılığını diri tutmak çok daha önemli. Çünkü devlet, geçmiş deneyimlerinden de yararlanarak, elindeki tüm araçlarla, çok daha boyutlu bir saldırı dalgasına hazırlanıyor. Bu dalgayı kırmanın koşuluysa devrimci mücadeleyi yükseltmekten geçer. Teşekkür ederim.

- Size teşekkür ederiz.

 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92