Marmara'nın İsyanı
İnan Akın
|
17 Agustos 1999 gece yarısı... Saat 03:02. Marmara
Bölgesi sallanıyor. Doğa-insan çelişkisinin yanısıra
insan-insan çelişkisinin en acımasız biçimlerinden biri,
bir kez daha varlığını şiddetli biçimde hissettiriyor.
Sonuç ağır. Onbinlerce ölü. Emekçi halkımız, bir kez
daha kendini çaresizce ölümün kollarında buldu.
Katiller aynıydı: Emperyalizm ve Oligarşi!
Bu halk düşmanı güç, her gün damla damla emdiği kanı,
bu kez oluk oluk akıttı. Ortalığı kaplayan kan o kadar
çoktu ki, resmi açıklamalarda ölülerden onbinlerce tenzilat
yapsalar da, 45.000 ceset torbası talep ettikleri halde,
ölü sayısını indirip 18.000 olarak açıklamaya çalışsalar
da;
Cinayeti gizleyemediler.
Onbinlerce ceset ortada olduğu halde, aynı şiddette
bir depremin kısa bir süre sonra meydana geldiği Meksika'da
sadece 14 kişi öldüğü halde;
Bir kayıp vardı afet bölgesinde: Devlet!
Depremde yaşamını yitiren insanlarımızn sayısına ilişkin
olarak da, inanılmaz bir tavır içine girdi Devlet. Bölgenin
pek çok yöresinde, Doğu'dan gelen binlerce mevsimlik
fındık işçisi insanımız vardı. Yine aynı bölgelerden
inşaat işçiliği yapmak üzere gelmiş binlerce can vardı.
Onların yaşam ve ölüm kayıtlarının tutulmaması ise,
zaten alışılagelen bir uygulama idi...
Enkaz kaldırma çalışmaları başladıktan sonra, enkazın
altındaki çürümüş cesetler, enkazla birlikte atılmaya
başlandı. Sözkonusu işte çalıştırılan görevliler, bu
gerçeği bütün çarpıcı yönleriyle ifade ediyorlar ve
kepçelerine sürekli olarak kolların, bacakların, kafaların
takıldığını söylüyorlar. "Söylenildiği gibi hepsini
birden, bize gösterilen moloz yığınları bölgelerine
atıyoruz" diyorlar.
Adının açıklanmayacağına güven duyabilen yetkililer,
kaybın en az 60 bin civarında olduğunu söylüyorlar.
Gölcük'ten bir mühendis, sadece kendi çalıştığı bölgede
en az 20 bin cesedi enkazle birlikte 'attıklarını' ifade
ediyordu.
Hükümetin "resmi" rakamları ise, bütün bölge
için hala 20.000'e ulaşmadı.
Enkaz altındaki gerçek kayıp, yani devlet, parçalayan
ve parçalanan güç, daha ilk saniyelerde saptanmıştı.
Arandı-soruldu, bağırıldı, çağırıldı, sessiz gözyaşlarıyla
ifade edildi, sesli-sessiz çığlıklarda yankılandı:
Devlet nerede?
İnsanlar elleriyle kaldırdılar enkazları. Tırnaklarıyla
kurtardılar canlarını. Kurtaramadıklarının kokan etinin
kokusunu kendi başlarına soludular. Onlara canını dişine
takıp yardıma gelen binlerce insan da aynı acıları,
aynı gözyaşlarını, aynı yoksunlukları paylaştı.
Zaman zaman devletin oralara, 'düzeni sağlamak için'
düşen bazı görevlileriyle de boğuşarak, sadece acıyı
paylaştılar sonuçta... Tüm olanaksızlıklarına rağmen
sarıp sarmalayıp getirdikleri yardımı, gözyaşları ve
canlanan insanlık duyguları içinde paylaştılar.
Deprem bölgesinde insanlık canlanmıştı evet, çünkü orada
devlet yoktu henüz.
Yani insanı insana yabancılaştıran güç, yani konuşmayı
ve paylaşmayı engelleyen güç, yani insanın kendisini
insanca ifade etmesini yasaklayan güç!...
İlk ayın, ölüm kokularının arasından yükselen olağanüstü
insanlık kokan atmosferini, buna borçluyuz.
Yunanlı'nın Türk çocuğu kucaklarken döktüğü gözyaşlarını
buna borçluyuz. Haftalık erzakını yüklenerek Ankara'dan
yola çıkıp İzmit'e giden emekli memurun insanlığını
buna borçluyuz. Ve tüm diğerlerini...
Sonra yavaş yavaş devlet belirmeye başladı afet bölgesinde.
Yasaklarıyla, baskılarıyla, yolsuzluklarıyla, saklanan
deprem yardımlarıyla, küflenen yiyecek skandallarıyla,
insanı tekrar insandan uzaklaştıran atmosferiyle...
Gözyaşlarını tekrar kahır ve kader seline çeviren yaptırımlarıyla.
Devlet, keşke sen hiç olmasaydın!..
Ne önce, ne sonra.
Orada, cesetlerin çukurlara kepçelerle atıldığı toplu
mezarlar kuruldu. Onlar, toplu mezarlar başında yapayanlız
dua ettiler. Kayıpları konusunda da, bugün hala bir
umut ışığı bulmak için kendileri çaba harcıyorlar. Aradan
geçen yaklaşık iki ay içinde acılarının yerini daha
çok isyanları aldı.
Açlıkla, soğukla, pislikle, mekansızlıkla, çıplaklıkla
döğüşmek zorunda bırakıldılar, Marmara Bölgesi'nin tam
ortasında. Ülkenin en büyük sanayi bölgesinde. Ülkenin
gelir dağılımında en önemli payı alan yörelerinden birinde...
Ve hala soruyorlar; Devlet Nerede?
Devlet işte tam da burada.
Bütün bunlara neden olan çarpıklıklarda.
Bütün bunlara neden olan yolsuzluk, rüşvet, vurgun,
talan düzeninde.
Emekli ikramiyenizle aldığınız evin yanlış inşa edilmesinde,
bebeklerinizin cinayetinde, çocuklarınızın ana-babasız
bırakılmasının nedenlerinde, bir yaşam boyu alınteriyle
biriktirdiklerinizin yokoluşunda, umudunuzun, geçmişinizin
ve geleceğinizin katlinde. Sokakta bu şekilde aç-çıplak
bırakılışınızın temelinde...
Aslında devlet heryerde, herşeyde!..
Son günlerde, devlet aleyhinde konuşursanız çadırsız,
aç-susuz kalırsınız tehditleri gündeme gelinceye kadar,
çığlıklarla da isyan edildi.
Ama isyan bastırma uzmanı Devlet, bütün acıları aynı
anda yaşayan bu insanları bu kez de baskı ve terörle,
tehditle konuşturmuyordu.
İnsanlar açız, açıktayız, trilyonlarca dolarlık yardımlardan
bize düşen bit ve soğuk, açlık ve çıplaklık mı diyemiyorlar.
Yardımların ise nereye gideceği bellidir, bildiktir.
Ülkenin tüm zenginliklerinin aktığı güçlere...
Halkın herşeye rağmen bütün insanlık duygularının canlandığı,
hatta Türk ve Yunan halkları arasında devletlerin bozduğu
dostluğun dahi yeniden kan bulduğu ortamı, devlet bir
kez daha katlediyordu.
Onun görevi, onun işlevi katliam değil miydi? 40.000
insanın katledildiği bu kan deryasında, ne ilginçtir
ki, bir tek devlet görevlisi bile suçlu değildi.
Felaket allahtan gelmişti! Ama ne hikmetse bu allah,
bir gün olsun Oligarşi üyelerine bir nebze felaket,
bir nebze kader ve keder sunmuyordu. Felaketi ise, hep
yoksullara, hep emekçilere, hep namussuzluğa kendi dünyasında
direnmeye çalışanlara sunuyordu.
Bu nasıl bir takdir-i ilahi idi. Bu nasıl bir adaletti.
Kundaktaki bebekler, anne karnındaki ceninler günahkardı
ve bu cezayı haketmişlerdi ama, milyonların kanını emenler,
sevapkarlıklarıyla başbaşa olağanüstü rahat ve lüks
yaşamayı sürdürüyorlardı.
Ölüm, bizler içindi, yaşam onlar için... Acı bizler
içindi, mutluluk onlar için... Gözyaşı bizler içindi,
rahatlık, güven onlar için...
Bütün bu adaletsizlik ve çirkef çamuru içinde devlet
kayıptı.
Çünkü devlet, halkını öldürmek için vardı, yaşatmak
için yoktu.
Orada, kutsal mülkiyeti korumak için vardı, kurtarmak
için yoktu.
Dünyanın parasıyla satın alınan Skorsky'ler halka bomba
yağdırmak, ölüm kusmak için vardı, yaralı taşımak için
yoktu. "Devlet büyükleri" Gölcük'teki Donanma
komuta kademesiyle ilgiliydi. Halkın arasına girecek
cesaretleri yoktu. Yıllarca "Türkün Türkten başka
dostu yoktur" safsataları ile doldurulan kafalar,
karşılarında yardım için gelen, sınırlardaki bütün engellemeleri
güçlükle aşabilen Rus, Yunan, Bulgar, Macar, Alman,
İngiliz... emekçilerini, kan bağışı yapan Yunan halkını
görüyor ama TC Ordusunu, polisini, diğer görevlilerini
boşuna arıyordu.
Yine de 'ordu, polis' soruyordu kimileri. Oysa bilmiyorlardı
ki, sorduklarına insan yaşatmak değil, insan öldürmek
öğretilir. Bilmiyorlardı ki, sordukları, en temel ilk
yardım bilgilerinden yoksundur ama standart ekipman
olarak "boğma teli" taşır...
Devletin sadece halka karşı örgütlendiği, halkın yanında
olabileceği en ufak bir organizasyon gerçekleştirmek
gibi hiçbir yönelimi olmadığı, ancak bu kadar açığa
çıkabilirdi.
"Kriz Yönetim Merkezi " diye cilaladıklarının,
ancak halka karşı çalışabileceği, halkın yararına hiçbir
şey yapmayacağı, çünkü bunun için örgütlendirilmediği
ancak bu kadar net görülebilirdi.
Devlet, son bir yılda, özellikle "Kenya Operasyonu"
ile suni dengeyi oldukça güçlendirmişti. Yıkılmaz, baba
devlet imajı, uluslararası operasyonlar, büyük ideolojik
kampanyalarla desteklenmişti. Ülkenin batısındaki geniş
bir kesim, güvencesiz de olsa bir iş bulabilmenin avantajıyla,
yaşama koşullarının biraz nefes alabilecek gibi olmasının
aldatıcı etkisiyle, doğuya oranla farklılığıyla, bu
yanılsamaya "ikna olmuş" gibiydi.
Doğa bu suni oyunu, onbinlerin canı pahasına bozdu.
En çıplak haliyle gerçekler çıktı ortaya:
Devlet, bırakalım halkı, kendi yarasını sarmaktan bile
acizdi.
Halk için hiçbir şey yapabilme yeteneğine sahip değildi.
Yaratmak, güçlendirmek için o kadar uğraştığı imaj,
45 saniyede çöktü. Enkaz altında kaldı.
Bizzat bu politikaların uygulayıcı memuru olan bir astsubay,
TV kameralarına, "burada devlet yok" diyordu.
Ve bunu söylediği yer, Türkiye sanayisinin kalbi, donanmasının
merkezi, belki de görece en fazla "şehir"
olan bir yerdi.
"Yıkılmaz baba devlet" imajı, suni dengenin
bu önemli bileşeni, büyük bir yara aldı.
Ancak bu durum, bir politik bilinç haline dönüştürülmezse
bir süre sonra tamir edilebilir. Bundan da öte, tehlikeli
bir hal alabilir. Şöyle ki; tek başına "burda devlet
yok" demek bir bilinç oluşturmadığı gibi, özellikle
toplumsal dayanışmanın gözlemlenmediği yerlerde, bundan
sonra herkesin "tek başına olduğu", artık
buna göre yaşaması gerektiği noktasına varıldığında,
bireyciliğin olağanüstü bir biçimde bir kez daha yükselişi
için de, bir kapı açılabilir.
Devletin bir şeyler yapması gerektiğine ilişkin beklentinin,
inancın yok olmasıyla oluşan boşluk, doğru bilinçle
doldurulmazsa, zaten post-modernizmin hedefi durumundaki
kitlelerde kendiliğinden oluşan cılız düşünce, tümüyle
yok olabilir.
Devletin tüm bu niteliklerini, bu sonuçlara vardırmasa
da, kulakları çekilene kadar düzen medyası da yazdı-çizdi.
Öte yandan düzen medyasının insanlık değerleri açısından
korkunç boyutlardaki bir durumda, toplu gömülen cenazelere
gösterdiği haklı tepki, bazı yönleriyle bir çifte standarttı.
Çünkü bugün sergilenen, bir kaç yıl önce Antalya Serik'te
gerilla cesetleri kepçelerle parçalandığında, ortada
olmayan bir haklı tepkiydi... Bugünkü korkunç manzaraya
"bakamıyoruz" çığlıkları atan ve o gün ibret
olsun diye bu görüntüleri defalarca gösteren, aynı medyaydı.
Depremde gücümüz oranında yardım, kurtarma çalışmalarında
yer aldık. Her türlü çalışmada yer aldık. Arkadaşlarımız,
bilinçleri gereği, olayı öğrenir öğrenmez, hiçbir yerden
haber almaya gereksinim duymadan, bütün olanaklarını
seferber ederek, deprem bölgelerine ulaştılar ve sadece
birer insan olarak, orada ulaşabildikleri bütün insanlara
yardım etmeye çalıştılar. Oralardaki en zor işleri üstlenmeye
çalıştılar.
Cezaevlerindeki devrimci, yurtsever tutsakların kan
bağışı ve ceşitli yardım malzemeleri gönderme taleplerine
ise, devlet kulak tıkadı.
Deprem, halkın yaralarını sarmakta en yakınında bulacağı
yegane gücün yine kendisinin, yani halkın olacağını
bir kez daha gösterdi.
"Sistem çökmüştür, sistem işlemez haldedir"
(TOBB)
Bölgede hızla, daha sonra devletçe sömürülmeye,
kullanılmaya çalışılan bir toplumsal dayanışma atmosferi
oluştu.
'Ev-iş-servis hapishaneleri'nin duvarları yıkıldı.
Yabancılaşma aygıtları da çok büyük bir darbe almıştı.
Komşuluk hatırlandı, güçlendi. İnsana dair ilişkiler
için gerek maddi, gerekse de psikolojik bir ortam oluştu.
Acılarımızın ekseninde de olsa, uzun zamandır örneği
görülemeyen toplumsal bir birliktelik yaratıldı.
Yıkıntılar arasında aranan, kurtarılan canlar, yabancılaşmanın
cenderesinde çaresizce kıvranan yüreklere, hayat kurtarmanın,
başkaları için birşeyler yapmanın erdemini anımsattı.
Hepimizin umudu olan o yürekler, umudumuzu tazelercesine
sahip çıktılar insanlıklarına...
Doğa, kapitalist üretim araçlarını ve onun kaçınılmaz
sonucu olan kentleri sarsarken, sanki onun toplumsal
ilişkilerdeki uzantılarına da darbe vurmuştu.
Bu toplumsal dayanışma ruhunu paylaşmaktan sevinç duyduk.
Ama bunu başarabilecek pratiği göstermek için "emir"
bekleyenler, "ne yapacağını" soranlar olduğunu
da üzülerek öğrendik. Marx, sosyalist insanı, yolu sınıfsız
topluma düştüğünde ne yapacağını şaşırmayan insan, olarak
tanımlar.
Daha yol oralara düşmeden ne yapılacağının çok açık
ve net olduğu böylesi dönemlerde, "sıradan"
insanlar bile harekete geçtiği halde böyle atalet gösterenleri
ve öncelikle de onları biçimlendiren anlayışları nereye
koymak gerekiyor bilemiyoruz.
Ayrıca, ortaya çıkan toplumsal dayanışma, her tür olumsuzluğu
halka fatura etme meraklılarına bir kez daha önemli
bir ders verdi umarız ki...
Bu tür yaklaşımlarla, halkın geriliklerinin ardına sığınmak,
bir ucunda popülizmi, diğer ucunda iradesizliği ifade
eder. Ve halk, kendini halk yapan niteliklerini ortaya
koyup, dayanışmasını, tavrını, reflekslerini sergilediğinde,
bu dayanışmanın içinde, çarpık anlayış sahibi "önderler"
yoktur. Çünkü bir yanıyla da yapacaklarının propaganda
malzemesi olmayacağını bildikleri için, propagandadan
menkul politik yaşamlarında bu tür yaklaşımlar onlara
fuzuli gelir. Çünkü halka inanmamakta, güvenmemektedirler.
Çünkü aslında kendilerine inanmamakta, güvenmemektedirler...
Tablonun bir yanı dayanışmayı, yakınlaşmayı gösterirken,
başka bir yanında ise bunun tam tersi görüntüler vardı.
Yıllardır bilinçli bir çürütme kampanyasının hedefi
durumundaki toplum, yaşadığı erezyonu da yansıtıyordu.
Sadece seyredenler vardı. Çığlık çığlığa gelip yardım
isteyenleri, gelin şunları kurtaralım diyenleri öylece
dinleyenler, kendinden başkasını düşünmeyenler, herşeyden
bir çıkar sağlamaya çalışanlar, yani korkunç boyutlarda
bir bencillik de vardı yaşananlar arasında...
Öte yandan devlet, her noktadaki çarpıklığı, yardımların
il ve ilçelere dağılımı esnasında gözettiği kriterlerde
de sergiledi kaçınılmaz olarak. Bilindiği gibi İzmit,
CHP'li seçmenin yoğunlukta olduğu ve genellikle, solcu
bildiklerine oy veren bir yöre.
Dolayısıyla devlet, oraya tek kuruş yardım yapmadı.
Aradan haftalar geçtikten sonra isyan eden CHP'li İzmit
Büyükşehir Belediye Başkanı Sefa Sirmen, yardım gelmemesinin
gerekçesinin CHP oyları olduğunu vurgulayarak istifa
edeceğini bildirdi.
Ortadaki tablonun hiçbir çizgisi, rengi tesadüf değildir.
Gerçekliğimizin bütün çizgilerini taşımaktadır.
Dile kolay, katliamlara alkış tutan, tezahürat yapan
insanlar türetildi toplumda. Son seçimlerde MHP'nin
aldığı oyların oranı, önemli bir göstergeydi. Bugün
deprem bölgesinde yaşanan olumsuzluklar, sadece tabloyu
bir parça daha tamamlıyor. Sistem çökmüştür, sistem
işlemez haldedir. Ama öte yandan, halkın bütün doğal
sınıf duruşuna rağmen, toplum da çürüyor...
Ve devrimci irade gerektiği gibi müdahale etmedikçe
çürüme derinleşecek, herşeye bulaşacak-bulaşıyor. Bunlarla
baş etmek, sadece tanımlamakla, " bireyciliktir,
pragmatizmdir, çürümedir" demekle olmuyor.
İnsanlık erdemlerinin en yoğun ve en güzel yaşandığı
bir ilişki ve yaşam tarzını, kendimizde somutlayarak
topluma götürmezsek, toplumsal dayanışmayı örgütlü-bilinçli
hale getirmezsek, insanlaşmanın yolunu ve kazanımlarını
somutta yaşamazsak-yaşatmazsak; halkın önemli bir kesiminin
çürüyüşünü, 'şaşarak' izleyeceğiz.
Depremle somutlanan bir diğer toplumsal olgu da, suni
dengenin ve yabancılaşmanın vardığı boyutu gösteren
"yönetici arayışı", "birlikte birşeyler
yapamama" durumudur. (Herşeyi ekonomik göstergelerle
açıklamaya alışkın olanların, bu tür durumlarda söyleyebileceklerinin
ne kadar az olduğunu tahmin edebiliyoruz.)
Hepimiz gözlemiş ya da en azından TV'lerden izlemişizdir:
Yıkıntıların üzerinde bir kalabalık. Her kafadan bir
ses çıkıyor. Herkes birbirine itiraz ediyor. Bir yandan
birşeyler yapmak, insanları kurtarmak istiyorlar ama
el attıkları her işi yapılan itirazlarla bırakıyorlar.
Nihayet en çok bağıran ya da "otorite koyan"
birisi çıkıyor ve doğru-yanlış birşeyler yapılıyor.
Var olan önerilerden en doğrusunu elbirliği ile hayata
geçirmek yoktu yaşanılanlarda. Herkes doğru bildiğinden
kesinlikle şaşmıyordu. Bencilliğin, benim doğrularım
adı altındaki bir başka boyutu idi yaşanılanlar.
Sonuçta; beraber düzgün birşey yapamama olarak somutlanan
bu toplumsal davranış özelliği, ülkemiz devrimci hareketlerinin
yaşadığı sorunların, toplumsal atmosferden tamamen bağımsız
olarak ele alınamayacağını da bir kez daha bize gösterdi.
Böylesine bir toplumsal afet durumunda bile davranış
birliği gösteremeyen insanlarımızın "birlik olma"
durumuna bu denli yabancı duruşu ile istemlerinin, ilk
an reflekslerinin çelişkisi; yaşadıkları duyguların
kaosu, düzenin yarattığı tahribatın sadece bir boyutudur.
Düzenin bir öcü gibi gösterdiği örgütlü olma halinin
ne denli önemli bir toplumsal ihtiyaç olduğu ancak bu
kadar açık görülebilirdi. Ne var ki bu ihtiyacı ve sorunu
bizzat yaşayan halkın da, bu bilinçle görebilir hale
gelmesini sağlamak zorundayız.
Bu sorunları yaşayan insanlar, artık "komite",
örgütlenme lafına öcü gibi bakmamayı ancak sosyalistler
sayesinde öğrenebilirler. Biz öncülük yapamazsak, pratik,
herkeste değişik izler bırakacaktır, değişik şeyler
öğretecektir.
Depremin artçı dalgaları daha da tehlikelidir!
Deprem, Türkiye'nin en önemli sanayi bölgesinde
gerçekleşti. Sanayileşme yoğunluğu olarak, İstanbul'u
dahi geride bırakıp birinci olan İzmit, depremin de
merkeziydi.
Türkiye'de fiilen üretim durdu.
Patronların büyük paniğinin nedeni de budur. Devletin
imaj sorunu halledilebilir, sonuçta basın yayın vb.
ideolojik bombardıman araçları sapasağlam duruyor.
İnsan kaybı ve kalanların çektikleri acılar ise, Oligarşi'nin
en son düşündüğü şey. Ama sanayi tesisleri için aynı
şeyi söyleyemezler. Sigortalı bile olsa, tekrar aynı
üretim araçlarının, alt-yapının oluşturulmasına kadar
geçecek süreçte, büyük bir artı-değer kaybı bekleniyor.
Ve somut bir üretim düşüşü, zaten sürekli kriz halindeki
ekonomiyi biraz daha dibe doğru sürükleyecektir.
Peki bu durum nelere yol açabilir?
İyimser olmayı gerektirecek hiç bir şey yok!
Veriler, bu krizin devrimci krize çevrilme olasılığının
düşüklüğünü gösteriyor. Ancak bu durumla artan işsizlik,
zaten yanlış bir rotada olan ve güç kaybeden sendikal
hareketi iyice baltalayacak, mezarda emeklilikten, tahkime
kadar işçi sınıfına indirilen bir çok darbe, karşısında,
önemsenecek bir örgütlü muhalefet bulamayacaktır...
Belki deprem öncesinde de böyle bir durum yoktu denilebilir;
ancak bu gün ortaya çıkan durum, devrimcilerin sınıf
hareketine bu zeminden yüklenebilmelerinin altını da
oymuştur. Yeni bir sendikal dalga yakalayabilme şansımızı
azaltmıştır. Ama tümüyle ortadan kaldırmamıştır. Herşey,
bizlerin çabasına bağlıdır.
Deprem ve benzeri doğal afetler sonucu oluşan ilk toplumsal
reflekslerden ilki dizginsiz isyan, ikincisi dine yöneliştir.
Bunun için devletin tavrının ne olacağını, 28 Şubat
kararlarına bakarak kestirebiliriz.
Ancak yine de şu an oluşmuş bulunan devlete kırgınlık,
güvensizlik, umutsuzluk durumunun bilinçli toplumsal
muhalefet olmaya yönelmesi durumunda, devlet bu dalgayı
kırmak ya da çarpıtmak için her türlü yönteme başvuracaktır.
Tıpkı şimdiden konuşmayı, yakınmayı yasaklamakla işe
başlaması örneğinde görüldüğü gibi...
Bir diğer önemli sonuç ise; MHP yükselişi ile belli
sinyaller veren sağcı dalganın bu durumdan yararlanma
çabasıdır. Her ne kadar devlete karşı bir kırgınlık
oluşmuşsa da; bu durum sınıf bilincine dönüştürülmezse,
ulusal kampanyalar aracılığı ile yeni şoven dalgalar
yaratmak yolunu açacak, Oligarşi'ye bir taşla iki kuş
vurma olanakları sağlayacaktır. Hem siyasal gericilik
güçlenecek hem de yaratılan milli kampanya histerisi
ile işgücü, bir kez daha oldukça ucuza getirilecektir.
Mussolini faşizminde "korporatizm" olarak
ifade edilen, sınıf çelişkilerini gizlemeye yönelik
geliştirilen "milletçe kenetlenme" motivasyonu
ya da eskiden kalma kemalist kavramları kullanacak olursak,
"sınıfsız imtiyazsız bir millet" (dini litaratüre
çevirirsek "ümmet") yaratma kampanyaları,
şimdiden başlamış durumdadır.
Adolf Hitler, Birinci Paylaşım Savaşı'nın yıktığı, ezdiği
ekonomik ve sosyal kriz içindeki Almanya'yı "toplamak"
için, binlerce işsizi çaresizce boğaz tokluğuna çalıştırdığı
otoyol yapımı kampanyaları örgütlerken, bir yandan da
yapılan otoyolları Alman ulusunun gururlanacağı eserler
şeklinde sunan şovenizm kampanyaları ile siyasal kampanyasını
yürütmüştü.
Bu Hitler modeli kampanyanın uygulanması açısından bir
gerçeklik daha karşımızda duruyor. Bugünkü dengelerden
yola çıkarak Oligarşi'nin şovenizmi geliştirme yolunda
adımlar atmaya çalışması kaçınılmazdır.
Şovenizm kaçınılmaz mıdır?
Buradan zorunlu olarak bağlantılı yönlerinden hareketle
başka bir gündeme geçeceğiz.
İmralı'nın doğal uzantısı bazı gelişmeler, devletin
şovenizmi geliştirme yöntemlerinin eskisi gibi uygulanmadığının
yeni örnekleri olmuştur.
Ülkemizde şovenizm, yeni biçimlere büründürülmüştür.
MHP'nin misyon değil, vitrin değiştirmesinin ardındaki
gerçekleri iyi görmek gerekiyor. MHP'nin yeni tarzını
doğru çözümlemek gerekiyor.
KUKM'nin oluşturduğu atmosferin ve Türk halkı üzerindeki
etkilerinin Oligarşi tarafından iyi kullanılmış olması,
şovenizmin bir partinin, bir kesimin değil, tüm halkın
duyguları, ortak payda haline getirilmesinin yollarını
açmıştır. Dolayısıyla, 'olanakların' bir partide hapsedilmesi
yerine, genel bir devlet politikası yapılmasına yönelinmiştir.
TC'nin kuruluşundan itibaren buna uygun bir şekillenmenin
yaratılmış olması da sözkonusu politika için elverişli
zemini sunmuştur.
MHP bu politikada hala en ileri karakoldur ama, artık
eskiden olduğu gibi devletin kolluk güçlerinin görevlerini
bizzat yapmasına gerek kalmamıştır. Her türlü cinayet
ve katliam, bizzat devlet tarafından işlenmektedir.
Öyleyse, MHP'nin daha 'efendi' daha bıyıksız ve daha
'itidalli' bir parti olmaması için hiçbir neden yoktur.
Sözgelimi, Öcalan'ın mahkeme sürecinde bazı "şehit
aileleri" eylemlerinin daha 'itidalli' olması yönündeki
MHP'nin müdahalesi, bu durumun açık örneklerinden biridir.
Aynı gösterilerin MHP'liler tarafından organize edilmiş
olmasıyla bu "resmi açıklamanın" taşıdığı
anlam birlikte değerlendirilmelidir... İtalyan mandalinalarının
üzerinde daha fazla tepinmeden şovenist politikada bu
noktaya gelmek dikkat çekmeyecek bir şey değildir.
Neden sonuç bağlantısı ise çok açık karşımızda duruyor:
İmralı'da savunulanlar, giderek boyutlandı.
Bir aşamada Öcalan, gerillaların sınır (misak-ı milli
sınırları) dışına çıkmaları emrini verdi. Emre aykırı
bir gelişme gözlemlenmedi. Bu da yeterli bulunmayınca,
'silahlı teslim olma birimleri' oluşturuldu. Ve KUKM
acısından çok tehlikeli bir süreç aralanmış oldu.
Ne yazık ki süreç, aynı minvalde devam etmekte, herşeye
rağmen Kürdistanlılar, 'Biji Serok Apo' demeye davet
edilmeye devam etmektedirler.
Artık, sadece kağıt üzerindeki düşünceler olarak ele
alamayız İmralı savunmasını. Çünkü yadsınmamıştır. Çünkü
'katılındığı' açıklanmıştır tam tersine. Kimin, hangi
kesimin ne kadar katıldığı, gerillanın ve halkın durumunun
ve gerçek duygularının neler olduğu ise, bizce muamma
değildir. Çünkü bütün bunların da bir diyalektiği, kaçınılmaz,
doğal yönleri vardır.
Öte yandan, işleyen bir pratik, işleyen bir başka diyalektik
sözkonusudur. Henüz gerilla açısından tümüyle pratiğe
geçirilmiş bir teslimiyetin olmamasıyla avutamayız kendimizi.
Gerilla, uğrunda savaşılan ideallerden ayrı olarak ele
alınamaz. Bugün işlemeye başlayan bu sürecin nerede
noktalanacağını kestirmek çok güç değildir. Zaten savunmalarda
ve mahkemede ifade edildi. Bugün yapılan, orada savunulanı
adım adım örme çabasıdır.
Fakat bütün bunlar kadar açık birşey daha vardır ki;
halkın ve gerillanın bir kısmının savunma mekanizmalarının
devreye girmesinin kaçınılmazlığı...
Kardeşlerimiz bu süreci böyle yaşarken bu durumun bizi
etkilememesi ise neredeyse olanaksızdır. 90-91 döneminde
tüm dünyada yaşanan depreme rağmen yükselmesiyle, moral
güç olan KUKM, girdiği yeni süreçle bu durumu tam tersine
çeviren adımlar atmaktadır.
Bu durum, kaçınılmaz olarak bugüne kadar kendi ürettiklerinden
çok KUKM'nin ürettiklerinden moral (ve hatta "ideolojik")
güç alan, bu sayede ayakta duranları silkeleyecektir.
Gerçekten sağlam ideolojik iskelete sahip olanlar bu
durumu atlatabilecek, ancak diğerleri görünüşte sergiledikleri
farklı duruş ne olursa olsun, bu girdabın ardından sürüklenecektir.
Buna hazırlıklı olmalıyız. 91'e hazırlıksız yakalandık.
Elimizde o kadar ipucu varken, bunları bir araya getirip
bir netlik olarak sunamamak, insanlarımızı yönlendirmede,
bilinç açıcı olmada bizi silahsız bıraktı.
Bugün, hazırlıklı olmamız gerekiyor.
"İdeolojik mücadele her türlü oportünizmin panzehiridir"
şiarına sıkı sıkı sarılmalıyız.
KUKM-İran sorunu
KUKM'nin belirlediği bir diğer önemli gelişme ise
İran ile yapılan son görüşmelerdi.
Bu görüşmeler sonucunda varılan anlaşmanın, görünüşte
öncekilerden pek farkı yoktu. Nasıl ki Suriye ile açık
tehdit-şantaj sonucu yapılan anlaşmalar ancak belli
sınırlar içinde kalıyorsa; arkasında emperyalist güçlerin
de olduğu tahmin edilen bazı toplumsal muhalefet gösterilerine
sahne olan İran'la, açık askeri saldırıların ardından
yapılan bu anlaşmanın neye varacağını görmek zor değildir.
İran, çok daha farklı çelişkileri bağrında taşımaktadır.
9 Ekim komplosunun ardından İran'da Kürtlerin yaptığı
gösteriler, ciddi bir muhalefet potansiyelini barındırıyordu.
ABD-İsrail-TC eksenli politikaları protesto etme temelinde
İran Devleti'nin hoşgörü ile baktığı bu gösteriler,
bölgedeki Kürt potansiyelinin kendi gücünü gördüğü,
açığa çıkardığı eylemler olarak, İran Devleti'ni ürküten
boyutlar kazanmıştır. Dolayısıyla bu noktada sınırlandırma,
engelleme çabalarına girişilmiştir. Bu gelişmelerin
de, İran ile Türkiye arasındaki son anlaşmanın seyrini
etkilemediği düşünülemez.
Yapılan bu anlaşmayı hazırlayan koşullar bir yana, zamanlaması
oldukça dikkat çekicidir. Öcalan'ın sınırların dışına
çekilme emrini vermesinden kısa bir süre sonra bu anlaşmanın
yapılması tesadüf değildir.
Güney'e inip operasyon yapmakta bir sıkıntısı olmayan
TC'nin, aynı avantaji Doğu 'da da kullanmak istediği
biliniyordu.
Ama bugüne kadar ki girişimler İran Devleti tarafından
açıkça reddedilmişti. Bugün iç muhalefet dolayısıyla
belirli çalkantılar yaşayan İran, köylerinin bombalanması,
TC askerlerinin sınır ihlalleri ile neredeyse zoraki
olarak görüşme masasına getirilmiş ve tüm bilgilerine
hakim olamadığımız bu sürecin sonunda anlaşmaya varılmıştır.
Anlaşmaya göre TC ve İran, ortak operasyonlar düzenleyerek
PKK gerillalarının bölgedeki etkinliğini sonlandıracaklar.
Her ne kadar düzenli ordu güçlerinin gerilla karşısında
belirleyici bir kazanım elde edemeyeceği herkesçe biliniyorsa
da bu tür gelişmelerin PKK'yı biraz daha zora sokacağı
da bir gerçektir. Yapılan anlaşmanın ne ölçüde hayata
geçip geçemeyeceğini ise ancak zaman gösterecek.
Tüm bu gelişmeler, Öcalan'ın Türkiye'ye getirilişinin
ardından, önemli bir psikolojik avantaj yakalayan ve
bu dalganın verdiği güçle, her sorunu çözme iddialarıyla
seçimden çıkan DSP-MHP-ANAP Hükümeti'nin balonunun çabuk
söndüğünü gösteriyor. Her ne kadar yeni balonlar üretme
mekanizmaları yerli yerinde duruyorsa da, böyle bir
dalganın bir kez daha yakalanması çok zor görünüyor.
Devrimci bir dinamiğin etkisi olmadan bunların gerçekleşmesi,
hükümetin ne kadar kof olduğunu da ortaya çıkardı. Emperyalizmin
emirlerini yerine getirip, mezarda emeklilik-tahkim
yasalarıyla halka saldırmaktan başka bir icraatı olmaya
Hükümet, depremle tam olarak enkaz altında kalmıştır.
Planlanmış gelişmeler dışı olgular, tarihte sınıflar
mücadelesinin seyrini çok farklı noktalara çekebilmiştir.
Ama bir tek koşulla; hazır bir ideolojik örgütsel gücün
varlığı!
Bilindiği gibi hiçbir kriz, devrimci irade ile müdahale
edilmediğinde, devrime yol açmak bir yana; ilerici diyebileceğimiz
gelişmelere bile yol açmaz.
Devrimci irade, kendi gündemini yaratıp Oligarşi'nin
sahte gündemlerini hakettiği çöplüğe gönderene kadar,
daha bir çok hükümet gelip gidecektir.
Bu bilinçle önümüzdeki sürecin omuzlarımızda kelimenin
her anlamıyla çok daha fazla görevler yüklediğini bilmeliyiz.
Görevler çok ve ağır. Ama "tarih sahnesinin bilinçli
aktörü" (Che) olarak, artık insanlaşma evriminin
doğal nesnesi deği, bilinçli yapıcısı; öznesi olduğumuzun
farkındaysak, "insan" olmaya doğru yürüyüşümüzün
adımları bize ne zor gelecektir, ne de ağır...
Çünkü yürüyüşümüz, tarihin kendisidir!
Yürüyüşümüzün anlamı, savaşmaktır!
|