KUKM'de Dinmeyen Deprem Süreci
Kemal Kara
|
Öcalan'ın Suriye'den çıkarılmasıyla başlayan PKK Depreminde,
ne yazık ki, fay hattı üzerinde yürünmeye devam ediliyor.
Bir yanlışı, bir zaafı, bir tutarsızlığı değil, Öcalan'ın
Türkiye'ye getirilirken içine girdiği teslimiyeti savunmak,
onun teslimiyet tavrına bağlı olarak politika ve taktik
geliştirmekle karşı karşıya kalan PKK, bu durumun açmazları
içinde fay hattının tam içinden yürüyor, yürümeye çalışıyor.
Bu noktada çok daha direkt ve düz konuşmak gerekiyor.
Çünkü; herkesi, hepimizi bağlayan bir karmaşa ortamı
yaratılmış, pratikte yaşanılanların yanısıra, düşünce
ve kavramlarda da inanılmaz bir kaosun içine girilmiştir.
Ya da bu çizgide yaşanmakta olan karmaşa, kabullenilemez
boyutlara sıçratılmıştır.
Bütün dünya devrimcilerinden alınan bir mirasın gelenekleri,
temel prensipleri bulanıklaştırılmıştır.
Emperyalizmin özellikle son süreçlerde en fazla öne
çıkardığı görülen taktiği de bu değil midir? Kafaları,
yürekleri teslim almak... Bunu tam olarak başaramadığı
durumlarda da kafayı ve yüreği, kendi çıkarlarını zedelemeyecek
biçimde işlevsizleştirmek. Sürekli bir alacakaranlık
ortamı yaratmak, insanları körleştirmek...
Yapılanlar ve savunulanlar, yapılmaya ve savunulmaya
çalışılanlar, yaratılmış değerleri anlamsız kılmanın
yanısıra, çok ağır bedellerle kazanılmış mevzilerin
terkedilmesinin yanısıra, geleceği de ipotek altına
almaktadır. Bu yönüyle de, bir yenilgiden çok daha tehlikeli
ve vahimdir. Ve hatta bilinen teslimiyet tavırlarından
da vahimdir. Çünkü teslimiyet, yaşanılan süreci bağlar.
Böyle bir durum ise, hem geçmişi, hem de geleceği bağlamaktadır.
Ve herkesin, bir kez daha, bin kez daha, yoğunluğuna
yaşayarak düşünmesi... düşünmesi ve yeniden düşünmesi
gerekmektedir.
Yaşanılan sorumluluğun boyutları çok açıktır.
Herkes için, hepimiz için!
Yaşamın bütün alanlarında olduğu gibi, doğada olduğu
gibi, politikada da tartışılabilir ve tartışılamaz konular
vardır. Tartışmaya gerek olmayan, tartışmanın çok anlamsız
ve yersiz olduğu konular vardır. Bunlar, temel prensiplerdir.
Evrensel değerlerdir. Bütün dünya halklarının yüzyıllar
boyu süren mücadeleleri içinde şekillenmiş olan, milyonlarca
emekçinin ödediği bedellerin belirlediği değerlerdir.
Doğada yağmurun nasıl yağdığının, güneşin nasıl doğduğunun
artık tartışılmasının anlamsız olduğu gibi tıpkı...
Öcalan'ın içine girdiği yeni tarzın, yani teslimiyetin;
nasıl şekillenmiş olursa olsun, geldiği aşamada hangi
problemler içinde bulunursa bulunsun, yıllardır Öcalan
tarafından yürütülmekte olan bir politikanın yarattığı
değer yargıları ve anlayışlar ne olursa olsun; bir örgüt
tarafından, bir halk tarafından savunulması dayatılmaktadır.
Sadece bir örgütün değil, yaratılan bütün değerlerin
de, ödenen bütün bedellerin de teslimiyeti dayatılmaktadır.
Bu, doğru olmadığı kadar, doğal da değildir. Eşyanın
tabiyatına uygun bir süreç değildir. Ve kaçınılmaz olarak,
Kürt halkı ile beraberinde Türk halkını da, çok fazla
etkileyen bir süreç olarak yaşanacaktır. Ve kendi doğrultusunda
başarı kazanması da, doğal olası değildir.
Bu süreç, bir biçimde parçalanacaktır.
Bu, kaçınılmazdır! Ama ne yazık ki Kürt halkının savaş
içinde ödediği bedellerden çok daha ağır bedellerle...
Ve bir kez daha tüm yüreğimizle, tüm beynimizle yineliyoruz,
hala sürecin tersine çevrilmesinin olanakları vardır.
Eskisinden daha sağlıklı bir rotada, gerçekten daha
özgürleşilmiş bir örgütsel ortamda ve gerçekten daha
sonuç alıcı taktikler üzerinden... Kürt halkının potansiyeli
ve değerleri, son derece saygıdeğer ve önemlidir çünkü.
Emperyalizm ve Oligarşi açısından ise süreç, eşyanın
da kendilerinin de tabiatına uygun, yani doğal seyrinde
yürümektedir.
Gerek Ortadoğu'nun, Gerek Türkiye'nin ve gerekse PKK'nin
durumu analiz edilmiş, Öcalan'ın Ortadoğu'dan çıkarılmasının
uygun olduğuna karar verilmiştir. Ardından Avrupa'da
da barınmasının koşulları zorlaştırılmış ve en 'iyi
çözüme' doğru yol açılmıştır. Öcalan, Türkiye'ye hediye
edilmiştir.
TC'nin 'bu işi bitirmek' istemesinin en önemli nedeni,
savaşın maliyetidir. Orada kimlerin öldüğü ve öldürdüğü,
onu çok fazla ilgilendiren, davranışlarına yön veren
bir konu değildir. Emperyalizm, yarattığı dünyada silahlı
muhalefetin kaçınılmaz olduğunu kendisi de kabul etmekte;
ve 'terörü' yok edemeyeceğini, amacın 'onu kabul edilebilir
sınırlar içinde tutmak' olduğunu açıkça ifade etmektedir.
Öte yandan, kimi halklar arasındaki çatışmalar onun
dönem politikalarını güçlendirmekte, hatta onlara hizmet
etmektedir. Bu amaçla, bizzat örgütlediği böyle çatışmalar
olduğu, hatta Angola sürecinden beri bizzat örgütlediği
'sol' örgütler olduğu, artık bütün kamuoyu tarafından
bilinmektedir.
Kabul edemediği sınırlar, bizzat kendisinin canını yakan
durumlardır. Maddi ya da manevi...
Ve PKK savaşının TC'ye maliyeti ise, 350 milyar dolar
boyutlarındadır. Sadece 'son süreç' diye tanımladıkları
dönemde de ayrıca, (Tansu Çiller Hükümeti'nden bu yana),
nereye harcadıkları belli olmayan (!) 110 milyar dolar
tutarında bir örtülü ödenek harcaması vardır.
Öcalan'ın Türkiye'ye getirilmesi ile içine girdiği tavırlar,
TC'nin ve emperyalizmin politikalarını, alabildiğine
kolaylaştırmıştır, koyulaştırmıştır. 'Başka türlü olabilir
miydi, düşman bunu da hesaplamış mıydı' gibi psikolojik
tahlillere girmek istemiyoruz. Önemli olan sonuçtur
şu anda ve gerçekleştirilmiş olan savaşın yanlışlığını
ifade eden Öcalan, kendi tanımıyla 'PKK güç ve olanaklarını
TC'nin hizmetine verme politikası' içine girmiştir.
Düşmanın, Öcalan'ın büyük bir hızla bu noktaya gelmesi
için uyguladığı taktikler, sıradan bir militana uyguladığı
taktiklerden çok fazla farklı değildir. Sadece, 'sıradan
militanlara', fiziksel baskı da uygulanır. Buradaki
çözme taktiği, sadece diyalog olmuştur. Öcalan, bu durumun
ilk örneği değildir, ama ne yazık ki reddedilmeyen ilk
örneği olmuştur.
Öcalan'ın o noktalarda, o diyaloglarda, bazı ödünler
koparabilir miyim düşüncesi içinde miydi? Çok büyük
bir ihtimalle... Bu tür çözülmeler içine giren tüm insanlar
için belirleyici motiv, budur. Bu, genel bir psikolojidir
ve bizzat düşman tarafından özellikle yaratılır.
"Zaten kötü bir noktada olunduğu, birşeyleri kurtarmak
için işbirliği içine girilmesinin en akılcı yaklaşım
olduğu, gerçekçi olunması gerektiği, yapılmak istenilenlerin
anlamsızlığı, çekilen acıların anlamsızlığı, aile, çocuk
motivasyonları, karşıdaki insanın diğerlerine nazaran
çok farklı ve akıllı olduğu, bu durumu bir çıkış noktası
olarak kullanabileceği, kendilerinin bunun koşullarını
yaratmak için her türlü özveriye hazır oldukları, aslında
bizlerin onları yanlış tanıdığı, bu vesile ile gerçekten
tanışılma, birbirini anlama olanağı bulunduğu, bunun
iyi değerlendirilmesi gerektiği..."
Bütün bunlar ve benzerleri, Öcalan'ın kendi dışında
yaşanan pratiklere de değer verme konumu olsaydı, sıradan
militanlardan bile duyabileceği klasik taktikler olarak
dağarcığına yazılacaktı.
Fakat ilk andan itibaren söylediğimiz gibi, bu noktada
ve özellikle böylesi bir tavır karşısında bir ödünleşmenin
mümkün olamayacağı, son derece açık ve berraktır. Düşman,
'bir demokratik güç' değil, emperyalizmin en sadık acentalarından
biridir. Niteliğini, her noktada ve artık uzun savaş
yıllarından almış olduğu deneyimlerle göstermiştir.
Göstermeye de devam edecektir.
Dağlarda katliamlar bütün hızıyla sürmektedir. Öcalan'ın
'demokratik cumhuriyetle' girdiği barış ve diyalog sürecinde,
yüze yakın gerilla katledilmiştir. Hiçbir konuda en
ufak bir iyiniyet gösterisi dahi bir yumuşama belirtisi
dahi görülmemiştir, görülmesinin ne olanakları ne de
koşulları vardır.
Düşman bir tek seçenek sunmaktadır. "Pişmanlık
Yasası". Yani inkar, yani bütün kişiliği, kimliği,
geçmişi ve geleceği teslim alan bir 'seçenek'!..
PKK'nin bütün adımlarına rağmen, "samimi değil"
görüşü bildirilmektedir. ABD'den, TC'nin dağdaki komutanına
kadar...
Başta özellikle dağlardaki savaşı somut olarak yaşamış
olan PKK'li arkadaşlar olmak üzere, mücadelede, direnişte
bizzat var olmuş bütün insanlar bilirler ki; düşmanın
ödün alma tarzında sınır yoktur.
Herşeyi ister.
Ve bir kez ödün vermeye başladığınızda, tüm kişiliğinizi,
tüm varlığınızı onun anatomi masasına yatırmışsınız
demektir. Bunun farklı bir örneği yoktur. Orada, sadece
bir kadavra muamelesi görürsünüz. Kısa bir süre sonra,
neşter kalbinize de girer ve artık geriye dönüş şansınız
kalmaz...
Fakat şimdi, Kürt halkının ve savaşçılarının yarattığı
değerlere dayanarak diyoruz ki; hala neşter kalbe girmemiştir.
Yanlışı yadsımak, yaratılan değerler ve ödenen bedeller
üzerinden yeniden doğrulmak, daha sağlıklı, daha demokratik
ve sosyalizme dönük programlarla yürümek şansı vardır.
Karmaşık olmayan, geçmiş yılların pratiği içinde de
değişik biçimlerde şekillenmiş ve değişik biçimlerde
ifadesini bulmuş olan bir durum vardır: Öcalan, politikayı
kendisine göre biçimlendirme tarzı içinde olan, ilerleyen
yıllar içinde bunu bir alışkanlık haline getiren, Kürt
halkının sonsuz özverileriyle yükselen savaşın ritmi
içinde de bunu bir özellik, bir üstünlük olarak ifade
etmeye başlayan bir kimliktir.
İlerleyen yıllar içinde çeşitli yöntemlerle PKK kadroları
ve militanları bu tarz içinde öylesine biçimlendirilmişlerdir
ki; yapılan bütün yanlışlar kendilerine, bütün doğrular
Başkan'a ait olmaya başlamıştır. Eleştiri mekanizması
tümüyle çürütülmüş, aşağıdan yukarıya eleştiri yokedilerek,
yukarıdan aşağıya 'çözümleme' tarzı getirilmiştir. 'Önderlik'ten
başlayan bu tarz, en küçük parti birimine, hatta halkın,
dostların eleştirilerine kadar uzayan bir hat izlemiştir.
Kaçınılmaz olarak...
Önceleri, 'önemli', 'çok önemli bir şey' olan 'Parti
Önderliği', giderek 'tek önemli şey'e dönüşmüştür. Ve
bu şekillenme, şartlanma içindeki insanlar; birgün,
en sıradan değerlerin çiğnendiği bir sürece giren, açık
ve hiçbir biçimde tartışılamaz şekilde teslimiyeti seçen
Başkan'ın durumu karşısında, büyük bir şaşkınlığa düşmüşlerdir.
Hata yapmayan, günah işlemeyen Başkan, 'acaba ne yapmaktadır'.
Evet, birşeylerin yanlış olduğu malumdur ama?
Acaba bir bildiği mi vardır?
Tanrıların günah işlemeyeceği öğretilmiştir bize
"Politika, bilinmeyen gelecek için var olan
verilerden, temel gelişme yasalarına uygun sonuçlar
çıkarma ve pozisyon tutma hareketidir.
Aslında şimdiye kadar süreç böyle gelişiyordu. Biz çok
fazla düşünüp taşınmadan, kendimizi bu işin içine çok
fazla katmadan, günlük olarak başkalarının belirlediği
politikalar içinde hareket ettik. Ya çevremizde belirlenen
politikalar ya da partinin saptadığı politikalar ışığında
hareket ettik, yönlendirildik.
Bunu anlamaya, bütün süreci ve yaşamı kavramaya çalışıyoruz.
Belirlenen kararlar içerisinde tepkiyle hareket eden,
bilmeden, adeta refleks olarak tavır gösteren, pratik
süreci de bu şekilde yürüten kadrolar olamayız. Var
olan değerlendirmeleri ve belirlemeleri anlayan, hatta
nelerin olup biteceği üzerinde görüş belirten, öngörüde
bulunan, bilinçli tutumlar oluşturan, önceden hazırlığını
yapan tutumları hayata geçiren kadro düzeyine ulaşmak
istiyoruz. Şimdiye kadar başka türlü hareket ettik.
Eğer eleştiriler ve pratikte başarısızlık varsa buradan
ileri geldi.
Bu anlamda, pratik savaş durumumuzun çok köklü analize
tabi tutulması gerekiyor. Bu geçmişte de yapılıyordu.
Parti önderliği, "yaptığınız işin yüzde doksan
beşinin partimizle alakası yok" diyordu. Yine öyle
olsa da, partiye uygun çalışma yaptığımızı sanarak ve
ona inanarak, Önderlik böyle söylese bile, içimizden
tersinin doğru olduğunu kabul ederek yaşadık ve yaşıyoruz.
Böyle bir sürüklenme durumu ortaya çıktı. Elbette bu
da istenen gelişmeyi, başarıyı ortaya çıkaramadı. Partinin
ve Önderliğin bütün çabalarına rağmen, bu durum aşılamadı....
Şimdiye kadar tehlikeleri ortadan kaldıran ve çözen
bir kuvvet vardı ve biz işleri hep bu kuvvete bırakıyorduk.
Böylece kendimizi sürekli ortama, zamana bıraktık. Bilinçli
hareket eden, ne yapması gerektiğini araştıran, bulan
ve ona göre pratik yapan değil, bilinçsiz, tepki gösteren
bir politik-pratik süreci yaşadık. Aslında savaş çalışmalarımızda,
eylemlerimizin yüzde doksan beşinin böyle olduğunu şimdi
çok daha iyi değerlendirebiliyoruz.
Elbette böyle olması, partiye büyük zararlar verdi.
Ama çok fazla tehdit etmedi. Çünkü verdiği zararın aşırı
tehlike arzetmesini önleyen bir güç vardı. Önderlik
her defasında bunlardan doğacak bütün zararları önleyebilecek
derinlikte ve güçte bir politik savaşım yürüttü. Hatta
çoğu zaman süreçle fazla alakası olmayan çabalarımızın
ve eylemlerimizin bile bir politikaya dönüşmesini sağlıyordu....
Şimdi öyle bir noktaya geldik ki, artık bu tarz bir
politika ile devrimci çalışmaları yürütme koşullarımız,
imkanlarımız kalmadı. İçinde bulunduğumuz savaşım o
gücümüzü elimizden aldı..." (Serxwebun, Ağustos
1999)
Yazı, gerçekten durumun doğru ifadesi ve tahliline tanıdığı
olanaklar açısından son derece önemli. Doğru ve dostça
yaklaşıldığında, bir gerçekliğin farkında olan, ama
bunu aşma, farklılaştırma noktasında eski inanç ve alışkanlık
orjinlerinden henüz kopamayan bir yaklaşımın ifadesi
olarak şekilleniyor.
Bir yandan herşeyi yapmaya hazır ve istekli, bir yandan
anlama ve çözme yetenek ve iradesini göstermeye kararlı,
bir yandan da 'herşeyi çözen güç gitti, şimdi ne olacak'
boyutları var. Gerçek anlamda kadro olma dinamizmiyle
birşeylerin çatıştığını çok somut olarak görüyoruz.
İnsanın özgürleştirildiği nokta bu değildir. Özgürlük
savaşçılarının kadrolaştırıldığı anlayış bu değildir.
Bu, insanın bir inanç düzeneğinden, bir başka inanç
düzeneğine geçirilmesidir. Bizim düzeneğimizin bir öncekinden
ne kadar daha ileri olduğu, tarih için sadece bir niyet
tartışmasıdır. Amaca giden yol, amaca uygun yöntemlerle
şekillenmek zorundadır. Diyalektik ve materyalizm, tersini
asla kabul etmez.
Aynı yazıdan devam ediyoruz:
Önderlik,..."Sistem olarak kapitalizmin 20. yüzyılda
içine girdiği durumu; yaşadığı gelişme düzeyini, emperyalistler
arasında varolan çelişki durumu, emperyalist savaş ve
tabi bunun içerisinde de Sovyet sisteminin doğmuş olmasını,
dünyanın iki sisteme ayrılması olarak gösteriyor. Ayrıca
"Bütün bunlar ulusların kendi kaderlerini tayin
hakkı ilkesini, ayrı devlet kurma ve bunun için savaş
vermekle özdeş hale getirdi" diyor.
Bu mümkündü, bu düzeyde savaş vermek imkan dahilindeydi.
Çünkü ulusları egemenlik ve bağımlılık altında tutan
dünyaya karşı, böyle bir savaşa destek olacak ikinci
bir dünya vardı. Hem de geçmişten gelen baskı ve egemenlik
sistemi içerisinde, onun kapitalist-emperyalizmle aldığı
düzeyde, ayrı devlet, ulusal özgürlük açısından en ileri
yöntem olarak görülüyordu. Çözüm bu temelde arandı;
bir çok halk çözüme ulaştı, ulusal çelişkiyi çözdü.
20. yüzyıl bu anlamda büyük bir ulusal çözüm yılı oldu...
Dünya koşulları artık böyle birşeyi kaldırmıyor, ulusal
sorunun çözümünde zorlanıyor. İki ayrı bloka ayrılmış
dünyanın ortaya çıkardığı gerçeklik gibi bir durum sunmuyor.
Yaşanan gelişmeler içerisinde geri bir çözüm oluyor.
Ayrılmak, ayrı devlet kurmak, emperyalist sistemden
gelen egemenlik yaklaşımına karşı cephe almak, bütünüyle
sistem dışına çıkmak ve kendi kabuğuna çekilmek, ulusları
geliştirmiyor, geliştirmedi de. Yüzyılın sonuna geldiğimiz
bu süreçte, artık ulusların kendi kaderlerini tayin
hakkı ilkesi, çözüm yöntemi olarak esas alınmaması gereken,
gelişme açısından yeterlilik arzetmeyen, ulusun gelişimine
denk düşmeyen bir yöntem olarak kalıyor."
Şimdi, bu üç önemli paragraf temelinde, tartışılması
gereken gerçekten çok önemli şeyler var ve bu üç paragraf,
bir çok yönüyle son derece önemli saptamalar içeriyor.
Birincisi, yeni koşullarda herşeyin geçmişte olduğundan
çok daha farklı ve halklar mücadelesi açısından çok
daha zor olduğu, objektif bir gerçektir.
Bu tartışma, KUKM'nin özgün koşullardaki yükselişi dolayısıyla,
'Türk Solu'nun beceriksizliği, basiretsizliği' ve zaman
zaman 'niyetsizliği' ile tanımlanan bir kargaşada, diğer
çeşitli nedenlerin de etkisiyle, ne yazık ki gerektiği
gibi yürütülemedi... Oysa, en azından bu tartışmanın
doğru gerçekleştirilebilmesi, bir çok konuda ciddi perspektifler
açabilirdi.
Aynı yıllar, Halk Kurtuluş Mücadeleleri için, sınıf
savaşımlarından daha farklı koşullar sunuyordu. Fakat
burada tartışılması bizim açımızdan da zayıf bırakılan
bir ana halka vardı: Yaşadığımız süreçlerde halk kurtuluş
mücadelelerinin sınıf savaşımlarından ayrı düşünülmesi,
olanaksızdı...
Tartışmanın bu yönünü, dönemin çok daha yakıcı sorunları
içinde öne çıkarılmaması düşüncesiyle ertelemek gerekiyor.
Fakat bu tartışmanın gerektiği gibi yürütülmemesi, 'ulusların
kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesini'nin 'ulusun gelişimine
denk düşmeyen bir yöntem olarak kalması' anlamına gelmemektedir.
Tartışmayı gereken noktalarda yürütmemek-yürütememek,
karşıt uçta kolaylıkla yer almayı, çok daha olası kılmaktadır.
Evet, emperyalizmin yeni döneminde birçok şey değişmiştir.
Ama değişmeyen, henüz değişmesinin koşulları olmayan
noktalar vardır. Değişimi gerçek normları içinde değerlendirememek,
farklı noktalarda tutunma zorunluluğunu doğurur.
Bu noktaların en önemlilerinden biri de, halk kurtuluş
savaşımları ve sınıf savaşımları arasındaki ilişkilerdir.
Bu ilişkiler, Türkiye'nin ve bütün Üçüncü Bunalım Dönemi
ülkelerinin kurtuluş stratejileri konusunda sağlam açılımlar
getiren THKP/C düşüncelerinde gerektiği gibi formüle
edilmiştir. Değişimler, bu temel taktiklerin yadsınmasını
gerektirecek özellikler taşımamaktadır. En azından şimdilik...
Tartışılacak çok şey olmasına rağmen, başta da dediğimiz
gibi, bu aşamada, özellikle temel-ilkesel sorunların
tartışılması, diğer konularla gündemin daha fazla bulanıklaştırılmaması
gerekmektedir.
Yine aynı yazıdan devam ediyoruz:
"Şiddeti çok ileri götürmek, kural ve ölçüyü aşan
bir savaş pozisyonu ile denge durumunu tersine çevirmek,
tıkanmayı ortadan kaldırmak için bir yöntemdi. Fakat
bunu ne kadar yaparsak yapalım, çok daha ağır sonuçlar,
daha ağır tahribatlar, giderek halkların birbirlerinden
uzaklaşmalarını ve çözüm koşullarının ağırlaşmasını
ortaya çıkarır.
Şimdiden mevcut tıkanmayı aşmanın, çözüm üretmenin yolu
ve yöntemi olarak siyasi mücadeleyi öne almak gerekiyor.
Siyasi çözüm yollarını aramak, barış, kardeşlik ve demokratik
çözüm temelinde dönemi geliştirmek; tıkanmayı aşmaktan
öteye kalıcı çözümlere ulaşmanın yöntemi oluyor. Ne
yapılırsa yapılsın, mutlaka içine girilecek yöntem budur.
"(Serxwebun Agustos 1999)
Barış grubu teslimiyeti
Özgür Barikat Dergisi'nin birinci sayısında yer
alan bir yazıda, Oligarşi Aritmetiği'nin, 'Pentagon
Politikaları+Geleneksel Osmanlı Değerleri+Şark Mantalitesi+Ortadoğu
İklimi' denkleminde olduğu çözümlenmişti.
Dergide yer alan 'Görüş' bantlı bu yazının, konunun
çözümlenmesi açısından son derece önemli olduğunu düşünüyoruz.
Çünkü, KUKM'nin gelişme ve ilerleme koşullarının bu
denklemin tüm verileriyle birebir ilişkilendirildiği
ve sosyalizmin örgüt prensipleriyle birebir uyumlu hale
getirilebildiği zaman kalıcı başarı yolunda ilerlenebileceği
açıktır.
Aksi halde, halkın ve militanların bütün özverilerine
rağmen, kadroların bütün direnişçiliklerine ve çabalarına
rağmen, coğrafyanın özellikleri aşılamayacak, Leninizmin
bizim gibi ülkeler için öngördüğü programlar anlaşılamayacak,
emperyalizmin savaşları boğma taktikleri yenilemeyecek,
sosyalizmin savaşların başarısı için sunduğu ilkeler
aşınmaya devam edecektir.
"Genel Başkanımızın talebi ve çağrısı üzerine,
Türkiye'ye göndermek istediğimiz barış ve demokratik
çözüm grubu, Türkiye'nin yetkili organlarına, Merkez
Komitemizin mektubunu iletiyor. Böyle bir mesaj götürme
grubu. Bu adım, 1 Eylül'den itibaren başlattığımız sürecin
ilerletilmesi ve geliştirilmesi konusunda bir iyi niyet
adımı, sürecin kendi ruhuna uygun olarak işletilmesini,
geliştirilmesini temsil ediyor. Aynı zamanda sürecin
daha da ileri götürülmesi, Türkiye toplumunun, Devletinin
demokrasi ve barış sürecine yönelik görevlerini yerine
getirebilmelerine imkan ve fırsat sunuyor...
1 Eylül 1998'den başlayan bu süreç, şimdi ilerletmek
istediğimiz süreçtir. Bu uluslararası komployla boşa
çıkarılmak, bu sürecin önü kesilmek, süreç tersine çevrilmek
istendi....
Özellikle bu son adımımızla birlikte artık çözüm sürecinin
fiili olarak da gelişebileceği umut ve inancındayız.
Hem bunun psikolojik-ruhsal ortamını yaratmak, hem de
fiili olarak, pratik olarak bunu gerçekleştirecek bir
temsil gücünü ortaya çıkartmak gibi bir anlama sahip...
Bu grubumuz barış elçisi misyonu ile bütün kesimler
tarafından karşılanabilir...
Türkiye basının bu görevi ileri düzeyde yerine getireceği
umudu içindeyiz...
Biz inanıyoruz ki, çeşitli siyasi çevreler bu durumu
yeterince değerlendirecekler ve buna uygun bir tutumun
sahibi olacaklar. Çünkü Türkiye önemli bir karar sürecinde.
Demokratikleşmede önemli bir karar sürecinde, bunun
önemli bir parçası olarak Kürt sorununun çözümünde önemli
bir karar sürecinde. Genel Başkanımızın durumu ve çabaları,
önümüzdeki aylarda böyle bir kararın gelişeceğini gösteriyor..."
Bu noktada, siyasal çözümlemeler, öngörüler çerçevesinde
değil, ülkede yaşanmakta olan pratik, halkların karşı
karşıya olduğu katliamlar düzeyinde bir tesbit yapmak
gerekiyor. Dağlarda, TC sınırları içinde, Kuzey Irak'a
dalarak ve hatta şimdilerde İran sınırlarını zorlayarak
sürdürülen operasyonların yanısıra, cezaevlerindeki
katliamları, kentlerde yeniden başlatılan yargısız infazları,
kitle eylemliliklerine saldırıları anımsatmakla yetiniyoruz.
"Devlet, değişime açık olduğunu, demokratik gelişmeye
duyarlı olduğunu göstermiştir. Bunu bütün temel devlet
kurumları taahhüt etti. Bu kurumları yöneten yetkililer
kamuoyuna açıklamalarda bulundular. Cumhurbaşkanlığı,
Başbakanlık, Genelkurmay Başkanlığı, hatta Meclis Başkanlığı
bile en sonunda böyle bir sürecin geliştirilmesine yönelik
açıklamalarda bulundu. Türkiye Başbakanı Sayın Ecevit'in
açıklamalarını biz de izledik. Böyle olumlu bir yaklaşımı
ifade ediyor. Kuşkusuz bu önemli ve değer biçtiğimiz
bir yaklaşım..."
Ya arkadaşlar ya da biz, bir başka ülkede yaşıyoruz.
Ya arkadaşlar ya da biz, sözkonusu açıklamaların ne
anlama geldiğini yorumlamak konusunda sürrealist bir
süreç yaşıyoruz!
"Böyle bir çabayı teslimiyet olarak görenlerin,
böyle değerlendirenlerin nerede olduklarını, neyle meşgul
olduklarını anlamak istiyoruz. Bizim de onlara sorularımız
var. Biz henüz kendi yerimizdeyiz. Kendileri nerededirler,
neyin güvencesinde yaşıyorlar, nereden besleniyorlar?...
Böyle bir kenara sıkışmış, marjinalleşmiş, hiçbir politik
değer üretmeyen, sözleri tekrarlayıp duran bir konumdan
kendilerini çıkarmaları gerekiyor.... Yine de bizim
çağrımız bu olumsuzluklardan vazgeçmeleridir. Yoksa
bunda ısrar ederlerse, şimdiye kadar marjinalleşmişler,
artık bu adımın gelişimi, pratikleşmesi karşısında da
silinip gidecekler. Başka çareleri yoktur, kendileri
için başka bir gelecek görünmüyor...
Türkiye'nin 21. yüzyıla büyük bir reformdan geçmiş,
yenilenmiş olarak aktif bir biçimde girmiş olarak yöneleceğini,
böyle bir yönelimle de Türkiye'nin çok parlak bir geleceğe
doğru yürüyeceğine olan inancımızı ifade ediyoruz ve
bu temelde yapılacak çalışmalarla sonuna kadar birlikte
olduğumuzu ifade ediyoruz."
(Özgür Politika 25 Eylül 1999)
Bir insanın, bir büyük partiyi, inanılmaz derecede kendini
yükseltmiş bir halk gücünü kendi durumuna, kendi teslimiyet
çizgisine çekmek istemesinin ve tüm bu güçlerde yıllardır
hakim olan psikolojik şekillenme dolayısıyla yaşanan
paradoksun en net ifadeleridir bunlar... Yeni duruma
göre bir mantık oluşturmaya çalışmak, yeni duruma uyum
sağlamaya çalışmak, kendini inkarın yolunu ve yordamını
yaratmak zorluğu...
"...ve sonra başkan Apo aramızdan koparılıp alındı.
Bu esaretin nedeni; sahte dostlarla yetersiz yoldaşlar,
yani bizlerdik..."
Hayır öyle değildi!
Halk ve militanlar, üzerlerine düşen herşeyi, gerektiği
gibi, gerektiğinden, beklenebilecekten çok fazlasıyla
yapmışlardır. Şimdi ise, eleştiri hakları bile ellerinden
alınmaktadır. Bazı insanlar, 'Herkes, bulunduğu yer
itibarıyla eleştiri hakkına sahiptir. Kim ne yapmıştır
ki' gibi ilginç savlarla halk toplantılarına gelme cesaretini
bile gösterebilmektedirler.
Eleştirinin kısıtlanabildiği bir tek durum vardır. Aynı
tüzük ilkeleriyle sınırlanmış bir parti-örgüt biriminde,
aynı haklara sahip insanlar arasında yaşanabilir. Diğer
yoldaşları görevlerini yerine getirdiği halde kendi
üzerine düşenleri yapmayanlar, kaçınılmaz olarak; yapmayan
ama sadece konuşan eşit haklara sahip insanları, eşit
haklara sahip olma konumundan men ederler. Bunun dışında,
halkın, değişik görüşlere sahip sosyalistlerin, alt
kademelerin, yukarıyı, örgütü her zaman eleştirme hakları
vardır. Tıpkı bizim onlardan birşeyler talep etme ve
onları yönlendirme hakkını kendimize tanıdığımız gibi...
Özellikle böyle bir süreçte, sosyalizmin yanlışlarının
yargılandığı ve bu yargılamanın yaşamsal önemde olduğu
dönemlerde, yaşanmış yüz yıllık bir pratikten daha geriye
düşme şansını, kimse bizlere bahşetmemiştir.
Halklar adına yola çıkmış iken.."Barış bizim için
bir kimlikti, özgürlüktü, eşit ve kardeşçe bir yaşamdı.
Bunlar olmaksızın yaşayamazdık. Bunları kazanmak için
şiddetin dilini konuşmak zorunda bırakıldık. Bizi insan
olarak yaşama hedefine götürecek bütün yolların kapılarına
kilit vurulmuş ve yalnızca bir tek kapı biraz olsun
aralık bırakılmıştı.. Şiddet kapısı. İşte biz halk olarak
buradan çıkıp diğer bütün kapılara dayanarak yeni yollar
açmaya çalıştık..."
Bu koşulların değiştiğini, hangi kapıların açıldığını,
bir tercih olarak değil, bir zorunluluk olarak başvurduğumuz
şiddet kapısının dışındaki seçeneklerin nasıl oluştuğunu
anlamak istiyoruz.
Bu ülkenin emperyalizmin denetiminden çıkıp çıkmadığını,
bu ülkenin devletinin katliamlar devleti olmak kimliğini
terkedip terketmediğini, bu ülke yöneticilerinin işkence
ve soykırım özelliklerini değiştirip değiştirmediğini
anlamak istiyoruz!
" Diş ağrısından daha büyük acı tanımayan ve ömürleri
boyunca hep açık buldukları kapılardan içeri damlayan
bazı kimseler şu sıralarda 'savaşa devam edin, öteki
kapılar kapalı' diye bağırıyorlar... " Ali Haydar
Kaytan 1 Ekim 1999 Özgür Politika
Çok iyi biliniz ki; bu önerilerde bulunanlar, diş ağrısı
dışındaki tüm ağrıları çekmiş insanlardır.
İşkencenin, acının, katliamların, soykırım sorunlarının,
tecavüzün, düzenle tüm ilişkilerini yaşam boyu koparmış
olmanın sorumluluklarının, kırklı yıllara yaslanan mücadele
birikimlerinin ağrılarını çekmiş insanlardır...
Yazıyı, birkaç haberle bitirmek istiyoruz. Yorumsuz
olarak: Haber: "Barış grubunun geçiş yapması beklenen
Hakkari'nin Şemdinli ilçesi kırsalında Türk Silahlı
Kuvvetleri harekat düzenledi. Harekat sırasında sınırı
kaçarak geçen Türkmen 8 sivil öldürüldü. (Özgür Politika)
"Şırnak'ın Beytüşşabap ilçesi kırsalında 25 Eylül'de
başlatılan harekat sürüyor. Operasyona, jandarmanın
yanısıra, Gevdan, Jirki ve Mamxuran aşiretlerine mensup
300 dolayında korucu da katılıyor." (Özgür Politika)
KUKM sürecinde başlayan bu depremi, sözkonusu mücadelenin
dinamizmi, potansiyeli ve asli gücü olan Kürt halkının,
onun değerli militanlarının yeni bir dönemece eriştireceğine
inanıyoruz. Tarih, eşyanın tabiatı ve sosyalizmin öğretileri,
bunu söylüyor bize...
|