Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

Ayşe Pınar Bektaş

Çığ büyümeye, çığlık katledilmeye devam ediyor! Bu topraklara bir çığ bırakıldı gökyüzünden. Bu topraklara, soğuk, felaket, ölüm bırakıldı.
Hergün biraz daha büyüyen, hergün yeniden ve yeniden öldüren, dondurucu ayazda önüne gelen herşeyi kasıp kavuran bir çığ...
Emperyalizmdi onun adı!..
İnsanları içine aldıkça büyüyen, büyüdükçe daha fazla öldüren.
Bu topraklarda yaşam yoktu artık, yaşama hakkı yoktu. Acı, endişe, korku, gözyaşı vardı. Soğuk vardı, dondurucu bir soğuk. Çığın nasıl, ne zaman ve ne biçimde geleceği belli değildi. Belli olan tek şey, bir biçimde geleceğiydi sadece...
Umudu öldürdüler önce.
İnsanın insana güvenini, sevgiyi, aşkı, namusu, isyanı, güvercinleri ve arıları öldürdüler.
Bir tek kardelenler ve anka kuşları idi canlı kalmakta direnebilenler.
Öldürücü ayaza karşı, katliamlara karşı, hiç dinmeyen kış iklimine karşı...
Çığa karşı çığlık olan!
Çığ, dağın yamaçlarından yuvarlandıkça, insan kanıyla büyüyor, çığlık yeniden ve yeniden katlediliyordu.
Katliamın kod adı kurşundu, işkenceydi, kaybedilmeydi, darağacıydı. Katliamın adı açlıktı, sefaletti. Göçtü, işsizlikti, kimliksizlikti...
Katliamın türü konusunda müthiş bir çeşitlilik vardı; zaman zaman sel, deprem, yangın, trafik olarak da geliyordu ölüm. Giderek daha büyük bir sıklıkta. Ama mutlaka geliyordu.
Ve insanlar her an bu durumun çıldırtıcı ruh haliyle yaşıyorlardı. Ölümün nereden ve nasıl geleceğini bilmeden. Ama mutlaka geleceğini ve çok haksız olduğunu bilerek.
Bu ülkenin insanları için katliamın adı ayrıca; yabancılaşmaydı, kadercilikti. Katliamın adı bireycilikti, sevgisizlikti. Bilinçsizlikti, cahillikti. Körleşme idi...
Bu ülkenin insanlarının üzerine doğru dağın yamaçlarından bir ölüm çığı akarken, çığlık atmak yasaktı.
Onların çığlıklarını da kurşunluyorlardı.
Delikanlı oğlunun cesedi başında ağlayan, kayıp kızının umut girdabında çırpınan ananın gözyaşlarını da copluyorlardı. Enkaz altındaki bebeğin parçalanmış cesedi karşısında 'ölüm günahkarlara gelir' diyen karakafaya isyan eden babanın öfkesini çarmıha geriyorlardı.
Hiç sabah olmuyordu, hiç gün ışımıyordu bu ülkede.
Ölüm kokuyordu karanlık. Ölüm kokuyordu, çürümüş insan eti kokuyordu dağın her yamacı.
Ve Çığ, büyüyerek akıyordu aşağıya...
Çığlık ise, kan olup yakıyordu anka kuşlarını.
Anka kuşları ve kardelenler, bütün dağın çığlığa keseceği, çığın bu çığlıkta parçalanacağı günün ufku içinde ışıldıyordu karanlığın içinden.
Bütün katliamlara rağmen.
Dirençle. Bir kez daha, bir kez daha...
Ankaca..

Ulucanlar katliamı, devletin kimlik beyanıdır!
26 Eylül 1999 geceyarısı saat 03:00'de, Devlet, Ulucanlar Cezaevi'ndeki siyasi tutsaklara vahşi bir biçimde saldırarak, büyük çığa karşı çığlık sahibi olan onurlu insanları, bir kez daha katletti.
Orada bilinen bütün yöntemler gündemdeydi. Zemin koşulları öteden beri hazırlanıyordu. Yalan, çarpıtma, siyasi tutsakları hedef gösterme, cezaevlerinin koşullarını değiştirmeyerek, bütün direnişlere, açlık grevlerine, ölüm oruçlarına rağmen ciddi ve kalıcı bir adım atmayarak, cezaevlerindeki sancının dinmemesini sağlıyorlardı.
Ve sonuçta, kendileri açısından birçok nedenin bir arada olduğu uygun bir süreçte, yeni bir katliam gerçekleştirdiler:
Ankara Ulucanlar Katliamı!
l Halil Türker
l İsmet Kavaklıoğlu
l Nevzat Çiftçi
l Abuzer Çat
l Mahir Emsalsiz
l Önder Gençaslan
l Ümit Altıntaş
l Ahmet Sallan
lAziz Dönmez
l Zafer Kırbıyık
hunharca katledildiler.
Aradan bunca gün geçmesine rağmen hala Ulucanlar'a neden böyle bir saldırı düzenlendiği konusunda nasıl bir gerekçe öne süreceğine karar veremeyen devlet, tutsaklara inanılmaz bir vahşet uyguladı.
Diyarbakır, Metris, Eskişehir, Ümraniye, Buca gibi cezaevlerinde gerçekleştirilen katliamlardan sonra, Ulucanlar Katliamı, devletin niteliğini tüm yönleriyle bir kez daha gözler önüne sermektedir.
Devletin kimlik beyanıdır!..
Ulucanlardaki siyasi tutsakların üzerine ateş açıldı, gaz bombası atıldı ve koğuşlar insanların boğulmasına neden olabilecek kadar yoğun biçimde köpükle dolduruldu. İnsanlar öldüresiye dövüldü. İnsanların boğazı kesildi! Banyoya çekilen tutsaklara işkence yapıldı. Kısacası, vahşet adına düşünebildikleri ne varsa, hepsini uyguladılar.
Katliamın boyutlarını gizlemek için, cenazeleri kaçırdılar. Otopsilere avukatların girme talebini reddettiler. Cenaze törenlerini, yeni saldırı alanlarına çevirdiler. Anaların, evlatlarının ölüsünü mezarlara ağıt yakarak koymasına dahi izin vermediler.
Onlar, faili meçhul cinayetlerin sanıkları değildi. Onlar, devletin kasalarından trilyonlar çalanlar değildi. Onlar, vatan haini değildi. Onlar, sokakta, barda, cezaevinde, devletin bakanlıklarında terör estiren mafya kulları değildi. Onlar, uyuşturucu trafiğinin içinde devleti temsil eden ve gençliği tüketen aşağılık organizasyonların elemanları değildi.
Onlar, ülkenin yurtsever, aydın, bilinçli, cesur ve aydınlık insanları olarak; sadece bu nedenlerle 'sanık' sandalyesine oturtulan gençlerdi.
Katliamlarda hedef alınmalarının nedeni de buydu kuşkusuz!..
Cezaevleri Merkezi Koordinasyonu tarafından yayınlanan bildiride, Ulucanlar Katliamı ile ilgili deniliyordu ki;
"Tutsakların tünel kazdıkları, arama yaptırmadıkları, silah kullandıkları için saldırıldığı vb. hepsi alçakça yalanlardır.
Ulucanlar Cezaevinde 40 kişilik koğuşta 120 kişi kalmaktaydı. Tutsaklar yaklaşık bir senedir, idareden yeni bir koğuş talebinde bulunuyorlardı. Ancak, taleplerin çözüm olanakları olduğu halde, bahanelerle reddediliyordu.
10 ay boyuncu diyalog yoluyla sorunu çözmeye çalışan ve büyük bir sorumlulukla davranan tutsaklar, hiçbir çözüm belirtisi göremeyince, nihayet 2 Eylül'de 7. Koğuşu işgal ettiler. Bu tarihten itibaren idarenin kendisi sayım almamaya başlamış, içeriye yemek vermeme, suları kesme, ziyaret yasağı vb. uygulamalarla tutsakları cezalandırma yoluna gitmiştir.
Gelişmelerin bir katliam hazırlığı olduğunu cezaevi deneyimlerinden bilen bizler, bu durumu engellemek için yaklaşık üç hafta önce yani 10 Eylül tarihinden itibaren, Bayrampaşa Cezaevi Müdürlüğü ve İstanbul Başsavcılığı nezdinde girişimlerde bulunduk. Görüşme taleplerimize muhatap bulamadık.
Keza yazılı ve sözlü olarak eğer çıkacak aftan sonra koğuş sorunun çözüleceği sözü verilirse, arkadaşlarımızın işgal ettikleri koğuşu boşaltabilecekleri, durumun normale döndürülmesi, bu gidişatın iyi olmadığı, bir katliama doğru gittiği uyarılarında bulunduk. Tüm ısrarlarımıza rağmen bizlere bir yanıt verilmedi. Tek söylenen, taleplerimizin "ilgili yerlere iletildiği" oldu."
Siyasi tutsakların katliamdan sonraki talepleri ile devam ediliyor: "Yaralıların tedavisi engellenmesin. Cezaevlerinde incelemelerde bulunulsun. Katliamı yapanlar hesap versin. Hücre tipine geçme politikası açıkça ifade edilsin. Tünel olduğu, siyasi tutsaklarda silah bulunduğu, askerlerde de silah yarası olduğu, af istendiği gibi yalanlara açıklık getirilsin. Sürgündeki arkadaşlarımız geri getirilsin.
Yaşam normale dönsün. Çeşitli cezaevlerinde hazırlıkları yapılan katliamlar için önlem alınsın."
Öte yandan özellikle Öcalan'ın mahkeme sürecinden bu yana cezaevlerindeki tutsakların sıkı bir pişmanlık kuşatmasıyla karşı karşıya bırakıldıkları biliniyor. Bu kuşatmaya karşı direnmek amacıyla, bir çok cezaevindeki direnişler aylardır sürüyor.
Tutsaklar ülkesinin cezaevleri, devrimci kamuoyunun 12 Eylül'den bu yana değişmez gündem maddesi oldu.
Son süreçte devlet, çeşitli nedenlerle yine cezaevlerine yüklenmeye başladı. 1999 Sonbaharı'nda, devletin intikamcı-katliamcı politikaları siyasi tutsaklar üzerinde yoğunlaştı.
Önce, Eskişehir tabutluğuna gömülmek istenen TKP/ML tutsakları Kemal ve Bülent Ertürk'lerin açlık grevi direnişleri ölüm sınırına yaklaştı. Artık açlık grevleri karşısında duyarsızlığı adet haline getiren devlet, devrimci tutsakların sayım vermeme ile başlayan, malta işgali ve son olarak da rehin almalarla boyutlanan eylemlilikleri sonucu; Bülent ve Kemal Ertürk'ün Ankara'ya, Çankırı Cezaevi'nden sürgün sevk ile Eskişehir'e götürülen Cemalettin Polat'ın ise Bartın'a sevk edilmesini kabul etti.
Bu eylem sürecinde özellikle ilgi çekici noktalar vardı. 1996'da Eskişehir tabutluğunun bir kez daha açıldığı süreçte, devlet, katliamcı yüzünü açıkça sergilerken, tutsak yakınlarının her eylemine acımasızca saldırıp bunu gizleme ihtiyacı dahi duymazken; son eylem sürecinde farklı bir yöntem deneyerek, tutsak yakınlarının tüm eylemlerini ısrarla kamuoyundan gizlemeye çalışmış, gayrı resmi bir sansür uygulamasını hayata geçirmişti.
Yine farklı bir uygulamaya giderek, kamuoyu nezdinde çok yıprandığından dolayı, inandırıcılığını yitirmiş resmi kaynaklar yerine, hastane kaynaklı gibi görünen çevrelerin ağzından direnişin bittiğine dair yalan haberler yayıp, eylemin zeminini zayıflatmaya çalışmıştır. Bizim açımızdan önemsiz gibi görünen bu manevralar, yeterince boşa çıkaramadığımız için, geniş kesimler açısından belli bir etki gücüne sahip olabilmiştir.
Bu eylemliliklerden sonra Eskişehir bir kez daha kapatıldı ama, cezaevleri yine hareketli idi. Buca'da direniş sürdü, değişik cezaevlerinde açlık grevleri devam etti. Ve devlet, tek tek cezaevlerine, kişilere yönelik saldırıların ötesine geçti.
Bütünsel bir F (hücre) Tipi Cezaevleri saldırısına, açık açık hazırlandı. Bu hazırlıklarını da halen sürdürmektedir.
Ayrıca, 12 Eylül günlerinden bu yana siyasi tutsakların ölümüne direndiği ve asla, hiçbir koşulda kabul etmeyeceklerinin çok iyi bilindiği 'fiziki arama' koşulu yeniden gündeme getirilerek, yeni katliamların koşulları yaratılmak istenmektedir.
Devrimcilerin 'fiziki arama'yı kabul etmeleri asla mümkün değildir. Çünkü bunun, arzu edildiğinde edep yerlerine parmak sokulması, boğazlarına kadar parmak sokulması anlamına geldiğini, deneyimleriyle bilmektedirler.
Bu uygulamaların avukatlar ve görüşçüler için de getirilmesi, tutsakların avukatsız ve görüşçüsüz bırakılması anlamına gelmektedir.
Bütün bunları siyasi tutsakların kabul edebileceklerini düşünmek dahi imkansızdır!..

Siyasi tutaklar hücrelere girmeyecek!
Şu an 60 kişilik koğuşlarda 300 kişi 'barındırılırken' ve kalacak-yatacak yer sorunu siyasi tutsakların en önemli talepleri arasında iken; devlet başka bir planın hazırlığını sürdürüyor: Siyasi tutsakları süresiz olarak hücrelere tıkmak!
Bakanlık bütçesinin % 38'i cezaevlerine aktarılmaktadır. Buna rağmen cezaevlerinde siyasi tutsakların durumu, gerek ayrılan iaşe bedelleri açısından, gerekse yaşam ve barınma koşulları açısından, son derece kötüdür. Cezaevlerinde, resmi rakamlara göre, Ekim ayı verilerinde 8881 siyasi tutsak olduğu belirtilmektedir. Buna karşılık adli tutuklu ve hükümlülerin sayısı, 50.000 civarındadır.
Dolayısıyla uyuşturucu tacirlerinin, soyguncuların, tecavüzcülerin, çetecilerin dışarıya salınmaları, devlet güçleri arasındaki bazı problemleri çözeceği gibi, aynı zamanda siyasi tutsaklar için programlananların rahatça gerçekleştirilmesine de olanak tanıyacaktır.
Hücre tipi yeni cezaevleri inşa edilirken, var olan cezaevlerinde koğuşlar, hücrelere bölünüyor. Bu uygulamaya, Kartal E Tipi Cezaevinde fiilen başladılar. Amaç çok açık: Devrimci tutsakları insanlık dışı koşullarda, toplumdan tamamen soyutlayarak, onların sosyal varlık olma niteliklerini ellerinden almak, sindirmek, yanlızlaştırmak...
Her tür toplu direnişin baştan itibaren önünü kesmeyi de hedefleyen bu saldırı dalgası, adım adım örülmek isteniyor. Uygulama için ise öncelikle şu anki cezaevleri yapılanmasının parçalanması gerekli ki devrimci tutsakların buna asla izin vermeyeceklerini, devlet de biliyor.
Böyle bir süreçte devrimci tutsakların direniş birliğini zedeleyecek tavırlardan uzak durulması, devletin parçalayıcı provakasyonlarına karşı uyanık olunması gerektiği de, konunun ayrıca çok önemli bir yönüdür.
Devletin cezaevlerine yönelik bu politikalarını uygulayabilmek için, tutsak yakınlarının oluşturduğu kamuoyuna yönelik programlar var. 95 ve 96 yıllarındaki uzun süreli açlık grevleri ve son Eskişehir eylemliliği sırasında, tutsak yakınlarının kitlesel olarak ancak ölümler ufukta göründüğü zaman harekete geçmesi, devletin ciddi olarak değerlendirdiği bir veri...
Geniş olarak düşünüldüğünde, politik olmaktan çok farklı bağlarla mücadele eden ya da böyle yola çıkan tutsak yakınları, devletin "af" söylemleri ile boş umutlara sokularak duyarlılıkları azaltılmaya çalışılmaktadır. Özellikle medya aracılığı ile pompalanan haberlerde belirli bir muğlaklık payı bırakılması, tesadüf değildir.
Asıl olarak MHP'nin kendini iktidara taşıyan katillere, halk düşmanı mafyacılara, işkencecilere diyet ödemesinden öte hiçbir anlamı olmayan bu yasalar, öyle bir cilalanıyor ki, yeterli politik bilince sahip olmayan tutsak yakınları dahi, bu kampanyalardan kaçınılmaz olarak etkileniyorlar.
Öte yandan, gelişmelerin bir başka boyutu da şudur ki; halkın umutlarıyla oynamayı politik araç olarak kullanmayı adet haline getiren devlet, 'af' ve yalan kampanyaları ile düzenin çarklarının arasında kalıp kendini cezaevinde bulmuş birçok halktan insanı ve onların çevrelerini de, düzene bağlamaya çalışmaktadır.
Devletin devrimci tutsaklar için geliştirdiği bir diğer 'yasal' saldırı ise, Pişmanlık Yasası saldırısıdır. Ve son derece önemlidir. Son derece büyük bir titizlikle ve yoğunlukla üzerine gidilmesi zorunludur, yaşamsaldır!..

"Demokratik" ! bir kavşak
Ulucanlar Katliamının zamanlaması birçok nedenin aynı kavşakta buluştuğu özellikler taşımaktadır.
Devlet, özellikle son 20 yıllık süreçte, attığı-attırıldığı adımların, birden fazla amaca hizmet etmesini gözetir olmuştur. Aynı şekilde, Ulucanlar Katliamı, devletin bir tek değil, birkaç gerekçesinin birden gündemde olduğu bir katliamdır.
l Kısa bir süre önce, Bayrampaşa Cezaevinde faşist devlet çetelerinin kendi aralarındaki hesaplaşmasının 7 ölümle aldığı boyutun, devletin özelliklerini sergileyen bir olay halinde somutlaşması konusunun, değişik mecralara akıtılması gerekiyordu.
Çetelerin cezaevlerindeki kaçınılmaz özgürlüklerinin, sahip oldukları olanakların, oraları ihale hesaplaşmalarının, eroin trafiğinin, devletin kanatları arasındaki güç çatışmasının, çek-senet tahsili kapışmalarının... merkezi yapabilmelerinin aldığı boyutların farklı resimlerle gizlenmesi, unutturulması, flulaştırılması gerekiyordu.
Bütün bu rezaletleri siyasi tutsaklara fatura etmek, kuşkusuz bir çok açıdan avantajlı olacaktı...
l KUKM'nin içine girdiği yeni dönemde, yurtsever güçlerin bütün adımlarını, bildik "devlet taviz vermez" nakaratıyla karşılayan devlet, bu durumun sözde olmadığını göstermek, teslim olan gücü ezip yok etmek için topyekun bir saldırı programı içine girmiştir.
Burada, "teröriste" tanınan tek "hak", nedamettir. Hem de onu her açıdan tüketecek özellikler taşıyan bir nedamet... Bu "seçeneğin" dışında devlet, her alanda ve hızlandırdığı bir terör dalgasıyla "yanıt" vermektedir.
Dağda operasyonlar yoğunlaştırılarak ve zaman zaman sınır ötesine kayarak sürdürülmektedir. Kentlerde bir süredir hızını kesen "yargısız infazlar" yeniden gündeme getirilmiştir. Sosyalist basın üzerindeki baskılar arttırılmıştır. Sınıf eylemliliklerine yönelik tavır ve sansür koyulaştırılmıştır.
Terörün yükseltildiği dönemlerde direnişin ve siyasal tavrın simgesi olan cezaevlerine yönelinmemesi olanaksızdır. Bir gelenek haline getirilmiştir. Dolayısıyla Ulucanlar Katliamı, bu yönüyle de devletin süreç politikalarının sonuçlarından biridir.
l Bu arada, Ulucanlar'daki ve diğer cezaevlerindeki PKK davası tutsaklarının olaya ilişkin 'tavır'ları, özel bir önem taşımaktadır. Sabah Gazetesi manşetine; "Biz Yokuz Binbaşım" biçiminde geçen bu tavır, dönemin özellikleri açısından oldukça kritiktir.
Tutsakevlerindeki genel organizasyonlara, devrimcilerin birbirlerine karşı yükümlülüklerinin önemine, yılların emeğiyle oluşmuş genel anlayışlara rağmen -bunların yanısıra-, direniş içindeki güçler zaman zaman (ilkesel olmayan konularda), yanlış buldukları eylemlere katılmayabilirler. Cezaevleri Direnişleri Tarihi, bu durumun birçok örneğiyle doludur.
Fakat, Yurtsever Güçler'in türban eylemlilikleri dışındaki üniversite direnişleri, insan hakları eylemlilikleri, sınıf eylemlilikleri, hatta BDGP eylemlilikleri gibi birçok alanda çekimser kalmaları, öteden beri süren çok önemli bir yanlıştır.
Bugünün KUKM'ne ilişkin sorunları, problemleri doğuran nedenleri, buralarda da aramak, sorgulamak ve değiştirmek gerekir. Bu tür tavırların yol açtığı çok değişik boyutlardaki tavırları doğru değerlendirmek gerekir.
Aynı zamanda, yıllardır, Batı'nın emeğinin ve gücünün çok önemli bir bölümünü Doğu'ya aktarmasını, bu aktarımın lokal durumlarda kutsanmasını, ama global eleştirilerde, Batı'da devrimci durumun yükselmemesinin şiddetle yadsınmasını doğru çözümlemek gerekir.
Açık faşizmin sürekliliğinin yüzlerce kez altını çizdiğimiz ve başka türlü olmasının ne yazık ki hiçbir koşulunun olmadığı bu ülkede, devletin kendisinden daha fazla "demokrasi" söylemleri içine girenlerin, bu acı dersi ve sürecin diğer benzer olaylarını gerçekçi bir gözle değerlendireceklerini umuyoruz.
l Ulucanlar Katliamı sırasında, Başbakan Bülent Ecevit'in ABD gezisi yolunda oluşunun altını özellikle çizmek zorunludur. Ve Ecevit; "Cezaevlerine devletin egemen olması için her önlemin alınması" talimatını vermişti.
Bu ülke insanları, başta açık faşist diktatörlerin ilan edildiği günler olmak üzere, ne zaman ABD-Türkiye arasında üst düzey ziyaretler olsa, o günlerde mutlaka bir katliam olmasına, alışmışlardır. Bazı durumlarda da özel bir görevlinin ziyareti, yeni bir katliamın ya da yeni bir terör dalgasının habercisidir.
Bu genellemenin yanısıra, Ecevit'in sözkonusu son ABD seyahatinin değerlendirmesinden son derece ilginç sonuçlar çıkacaktır. Magazin yönüyle, ABD'ye 'deprem felaketinden doğan para sorununu çözmek için gittiği' yolundaki yorumlara rağmen, Ecevit'in, çok önemli bir siyasal kavşakta orada olduğu bilinmektedir. Orada, söylemde 'ABD'nin insan hakları üzerindeki talepleri' olarak dile getirilenin ise, pratikte nasıl şekillendiğini yaşıyoruz. Dağlarda süren katliamlar, sınıfın son soluğuna kadar ezilmesi, 'pişmanlık' kuşatması ve cezaevleri katliamları...
l Gündemdeki 'af' yasasından, ne şekilde olursa olsun siyasilerin yararlandırılmak istenmediği, bilinmektedir. Devletin en önemli sözcülerinin dahi tanımlamakta güçlük çektikleri, yasa tasarısının 'babası' Başbakan Ecevit'in bile 'içine sindiremediğini' söylediği şekliyle 'af yasasının' kesinleşmesinden, son anda geri dönülmüştür.
Bu geriye dönüşe rağmen siyasilerin af kapsamı dışında tutulma kararlılığı, cezaevlerinde siyasi tutsaklara yönelik yeni ve önemli bir tavrın alınacağının işaretiydi.
Feci katliama rağmen orada on kişinin işkenceyle öldürülmesi değil, siyasilerin içeride nasıl olağanüstü olanaklara sahip oldukları, oraları nasıl birer terör eğitimi yuvası haline getirdikleri; kısacası nasıl uslanmaz ve tehlikeli şahsiyetler oldukları işlendi.
Ve birkaç münferit eylem dışında ne yazık ki bu propagandayı gerçeklerin verileriyle yenecek güç gösterilemedi-gösteremedik!.. Yıllardır değiştiremediğimiz bu gerçekliğimizin de, ayrıca her adımımızda sürekli göz önünde bulundurulması gerekir!..
l Marmara depreminden sonra özellikle Yunanistan'ın yumuşayan tavrı, Almanya'nın farklılaşan söylemleri, AB aday üyeliği için bazı kapıların aralandığının işaretleri olarak algılandı. AB yolu, bilindiği gibi biraz da 'insan hakları ihlallerinin azaltılması' koşulunu taşıyordu. Dolayısıyla, bu yönüyle de bazı şeyleri mümkün olduğu kadar bu ara sürece sıkıştırmakta, fayda vardı.
Devletin, bütün bu argümanlardan oluşan sayfayı iyi değerlendirmeye çalışacağı açıktır.

Sonuç
Bütün bu nedenler, siyasi tutsaklara yönelik yeni bir katliam gerçekleştirmeyi ve katliamı onların yaşam koşullarını daha da güçleştirmek için kullanma tavrını doğurmuştur.
Süreçte, saldırganlığın alabildiğine yükseltildiğini, her türlü katliamın, baskı ve şiddetin dozunun arttırıldığını iyi görmek gerekiyor.
Dolayısıyla, bunun nedenlerini doğru tahlil etmek ve direnişin, tavrın biçimini doğru saptamak sorumluluğu, gündemimizin en önemli maddesidir.
Ülkemiz çok önemli bir kavşağın tam ortasında.
Sürecin bu özelliği, emperyalizmin sözcüleri ve Oligarşi'nin en önemli temsilcileri tarafından da değişik biçimlerde ifade ediliyor.
Devrimcilerin, ilericilerin ve yurtseverlerin bütün gelişmelere hazırlıklı olmaları gerekiyor.
Çığın büyüyerek üzerimize geldiği bu koşullarda çığlığı da yükseltmek, büyütmek, yeni vadilerde, yeni yamaçlarda, bu koca dağın yeni kıvrımlarında yankılanmasını sağlamak gerekiyor.
Çığlığın çığı eriteceği, yok edeceği, dağın her noktasındaki seslerle büyüyüp günü ışıtacağı zamanların coşkusuyla, bir kez daha bütün tutsakevi şehitlerini selamlıyoruz!..
Dörtler'den, Ulucanlara kadar...


 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92