Faşist
Devlet Bir Kez Daha Kendi Yıldızlarını Yutuyor
Ankara'da Faili Belli Cinayet
F. Kızılırmak
|
Türkiye karşı-devrim güçlerinin kapsamlı bir saldırısı
ile yüzyüze. Oligarşi her yandan ve her cepheden saldırıyor.
21 Ekim 1999. Kemalist yazarlardan A. Taner Kışlalı
bombalı bir saldırı ile öldürülüyor. Siyasal gündem
bir anda değişiyor. Kim, neden vb sorular ve senaryolar
ortalığı dolduruveriyor. Gerçekten de nasıl anlamalıyız
bu suikasti?
1990'lardan bu yana oldukça karmaşık bir hal alan sınıflar
ve değişik toplumsal kesimler arasındaki çelişki ve
güç ilişkileri ile devletin yeniden yapılanması süreci,
doğal olarak çatışmaların da oldukça karmaşık, sert
ve özgün biçimler kazanmasını da beraberinde getiriyor.
Bu çatışmada kullanılan özgün taktiklerden biri de Kemalist
"sol"cu "laik" ve kamuoyu tarafından
tanınan yazarların, öğretim üyelerinin öldürülmesi eylemleri.
M. Aksoy, B. Üçok, Uğur Mumcu ile başlayan cinayetler
zinciri, A. Taner Kışlalı ile devam ediyor.
Yine bunlara benzer eylemler; sağcı gazeteci Ç. Emeç'e,
ileri demokrat bir yazar olan T. Dursun'a düzenlenen
suikastle ve çok daha kapsamlı biçimde 1993'deki Sivas
katliamı ile gelişip bugünlere geldi.
Her şeyden önce, bu cinayetler tekil siyasal suikastler
değildir. Belirli bir dönemde sürmekte olan kapsamlı
toplumsal çatışmaların birer parçasıdırlar. Bu sansasyonal
cinayetlerin amacı toplumsal çatışmaların derinleştiği
süreçlerde çatışmaların rotasını tayin etmek, siyasal
gündemi belirlemek ve toplumun siyasal-psikolojik atmosferini
tayin etmek, çeşitli ittifak ilişkilerini yeniden kalıba
dökmektir.
Cinayetler kesinlikle faili meçhul değildir. Faili açıktır,
çok net olarak ortadadır; Oligarşidir.
Bu tesbit kaba bir önyargı değildir. Bu cinayetlerin
hangi zamanlama ile gündeme geldiği, kimin işine yaradığı,
devletin cinayetlerin faili olarak işaret ettiği "islamcı"
örgütlerin konumu vb. gibi bir dizi olgu irdelendiğinde,
fail olarak Oligarşi apaçık karşımıza çıkıyor.
Neden Kemalist "sol"cular, "laik"ler
seçiliyor? Neden devlet adeta ironik biçimde Kemalist
"sol"cuları kurban etmeyi alışkanlık haline
getirdi?
Kemalist "sol" ve "laik" çevreler
asla köktenci muhalif bir söylem ve hareket tarzına
sahip olmamış ve kendini daima devletin bir parçası
ve gerçek savunucusu olarak algılamıştır. Bu çevrelerin
1960'lı ve 70'li yıllarda ifade ettikleri emekten yana
sınırlı söylem 12 Mart ve 12 Eylül süreçlerinde devletin
faşist saldırıları ile törpülenmiştir.
1990'ların başlarında dünyadaki değişim ve egemen sınıflar
içindeki güç değişimi, Kürtlerin kendi ulusal demokratik
talepleriyle toplumsal siyasal bir güç olarak ortaya
çıkışları, Alevilerin dinsel ezilmişliklerine karşı
tepkilerinin Alevi kimliğinin canlanması temelinde ortaya
çıkışı, devlet tarafından beslenen siyasal İslamın devletin
istediği ölçüleri aşan tarzda büyümesi, sol ve devrimci
güçlerin ilerleyişi vb. gibi olgular oligarşi açısından
bir toplumsal dağılmaya ve buna karşı geliştirilecek
çok yönlü bir saldırı ve yeniden yapılanma planına işaret
etmekteydi.
Öncelikle hedef üçlüydü; Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi
ile Türkiye Solu ve devrimci güçleri ezmeli, siyasal
islamcı hareketin yükelişi durdurularak sınırlanmalıydı.
Oligarşi bu saldırı planını hangi toplumsal güçler ve
siyasal çevreler, partiler aracılığı ile yürütecekti?
Bu noktada, geleneksel sağcı faşist partiler olarak
ANAP ve DYP ile bunların toplumsal tabanları hazırdı.
Ancak salt bunlar üzerinden kapsamlı bir saldırı ve
yenilenme planının yürütülmesi olasılığı oldukça zayıftı.
Ayrıca ANAP ve DYP tabanı ile siyasal islamın temsilcisi
RP tabanı arasındaki geçişkenlik ve bağlar, bu partiler
aracılığı ile RP'yi sınırlamaya dönük manevraları zorlaştırıcı
bir unsur durumandaydı. Tam da bu noktada 1980'li yıllarda
oldukça ezilen yüzde 20-30 civarındaki sol oyların,
toplumsal kesimlerin devlet eksenine çekilmesi özel
bir önem taşımaktaydı.
Bu bağlamda; birincisi 80'li yıllarda iyice hizaya getirilmiş
Kemalist "sol" ve "laik"ler devletin
çizgisine çekilmeliydi.
İkincisi, yüzyıllardır ezilen ve her dönem ilerici muhalif
bir konumu seçen bu özellikleri ile solun ve devrimci
güçlerin başlıca toplumsal tabanlarından birini oluşturan,
Cumhuriyet sonrasında Kemalist laiklik söylemlerinden
az ya da çok etkilenen ve kendi dinsel kimliğini giderek
daha açık ifade eden geniş Alevi kitleleri devlet politikaları
eksenine çekilmeliydi.
Üçüncüsü, CHP ve DSP'nin tabanını oluşturan geniş emekçi
sol kesimler devletin saldırı politikalarının tarafı
haline getirilmeliydi.
Böylece herşeyden önce siyasal İslamın sınırlandırılması
mücadelesinde laiklik söylemleri temelinde aktif rol
oynayacak oldukça geniş ve etkili bir toplumsal temel
oluşturulacaktı. Öte yandan Oligarşi, bu toplumsal kesimleri
laiklik söylemi ile kendi politik pratik platformuna
çektiği ölçüde bu çevrelerin devrimci güçlerle olan
bağlarını da zayıflatacaktı.
Bu bağlamda bu kesimlerle özellikle tabanda şu veya
bu düzeyde yakın bağlar içinde olan kitle zemini bulan,
ittifak ilişkileri vb. geliştiren Türkiye devrimci güçleri
ve KUKM'nin yalıtılması, sözkonusu bağların koparılması
hedeflendi.
Sözkonusu kesimleri devlet eksenine çekme operasyonunu
ilk adımları CHP'nin hükümete alınmasıyla gerçekleşti.
1990-93 arasında gerçekleştirilen aydın suikastleri
ve Sivas Katliamı da Oligarşi'nin sözkonusu hedeflerine
ulaşmasında önemli rol oynadı.
Suikastler ve katliamlar tarihsel korkuları da depreştirdi.
Politik atmosfer sık sık laik-İslamcı kutuplaşması gündemi
ekseninde Oligarşi'nin istediği tarzda yönlendirildi.
Bu dönemde oligarşinin siyasal islamcı kesimlere esas
olarak ciddi bir saldırı yönelimi bulunmuyordu.
Hedeflenen, yükselen KUKM ve TDH güçleri ile aleviler,
laik kesimler ve emekçi sol kesimler arasındaki bağlantının
zayıflatılmasıydı.. Bu kesimleri sözde şeriatçı saldırılar
karşısında devletin eksenine çekmek, en azından ana
sorunun ulusal, sınıfsal çelişki ve çatışma değil, laik-şeriatçı
çatışması olduğu ve laikliğin kalesinin devlet olduğu
yanılsamasını yaymaktı.
Kemalist "sol" ve "laik" aydınlar
ve bunların ideolojik karargahı Cumhuriyet Gazetesi,
MGK'nin belirlediği doğrultuya girmeye zaten hazırdı.
Oluşan şeriatçı-laik kutuplaşması atmosferinde Alevilerin
de organize edilmesi işine girişildi.
1999 yazına bu sürecin derinleştiği koşullarda varıldı.
Oligarşi toplumsal muhalefetin iki temel öznesi olan
KUKM ve TDH'ni ciddi biçimde darbelemiş olarak girdi
yaz aylarına.
KUKM önderliğinin mahkeme tavrı ve sonrasındaki gelişmeler
KUKM'un ideolojik bir kırılma ve siyasal bir yenilgiye
uğradığını gösterdi. Oligarşi, son onbeş yılın en büyük
siyasal zaferini kazandı. Son 19 yıldır adım adım gelişen
inişli çıkışlı bir tasfiyecilik süreci yaşayan Türkiye
Devrimci Hareketi ise pratik ve örgütsel açıdan bir
varolma savaşı yürütür konuma gelmiştir. Besleme siyasal
islam ise önemli ölçüde sınırlandırılmıştı. Oligarşi'nin
içindeki ve dolayısıyla devlet içindeki iç çatışma ve
yeniden yapılanma süreci de TÜSİAD-MGK ikilisinin hegemonyalarını
kurmalarıyla belli sonuçlara ulaştı.
Muhalif örgütlü siyasal odakları önemli ölçüde etkisizleştiren
Oligarşi, toplumsal ilişkilerin kapsamlı bir düzenlemesine
yöneldi. Bu bağlamda Nisan 1999 seçimleri ile oluşan
meclise "kurucu meclis" misyonu yüklenmişti.
DGM'lerdeki askeri hakim ve savcıların sivillerle değiştirilmesine
ilişkin göz boyamaya dönük anayasa değişikliği ile ilk
adım atılan yasal düzenlemeler daha sonraki adımlarda
büyük bir toplumsal muhalefetle karşılaştı.
Memur zamları ile ortaya çıkan emekçilerin büyük öfkesi,
SSK yasası, Tahkim yasası ve Af yasası ile olağanüstü
ölçülerde büyüdü. Türkiye tarihinin en büyük kitle gösterilerinden
biri Temmuz ayında Ankara'da gerçekleştirildi. Yeni
hükümetin prestiji şaşaalı biçimde yapılan Öcalan yargılamasına
rağmen 3 ay içinde sıfırlandı. Hükümet partilerinin
kitle desteği önemli ölçüde zayıfladı. Hükümetteki MHP
varlığı Alevi kitlelerindeki korkuyu büyüttü. 1990'lı
yıllarda güçbela ilerletilen Alevileri devlet eksenine
alma politikası ciddi biçimde zedelendi. Tahkim yasası
Kemalist "sol", "laik" çevrelerin
bir bölümünün karşı koyuşu ile karşılaştı. Bu kesimlerin
Oligarşi karşısındaki duruşları parçalı hale geldi.
Bu gelişmeleri deprem felaketi izledi. Deprem felaketi
her ne kadar SSK, Tahkim vb. gibi önemli sorunları ikinci
plana itmişse de devlet ve hükümet açısından bunları
da aşan kapsamlı olumsuz sonuçlar yarattı. Deprem tam
bir kapitalist felaket yarattı. Yaklaşık 30-40 bin insanımızın
ölümü ve bir o kadarının yaralanması kendiliğinden bir
biçimde sistemin sorgulanmasını beraberinde getirdi.
Devletin gösterdiği acze ve ordunun elindeki olanakları
sadece askeri birimler için kullanmasına karşı büyük
bir öfke oluştu. Ordunun pretsiji ilk kez bu denli zayıfladı.
Kutsal devlet ve ordunun büyüsü bozuldu. Devletin güvenlik
ve idari birimlerinde en üst düzeydeki yöneticileri
halkın durumunu "her an bir patlama yaşanabilir"
sözleriyle açıklıyordu.
Bütün bu olgular Eylül ayına gelindiğinde toplumsal
muhalefetin nesnel dinamiklerinin oldukça güçlendiğini
gösteriyordu.
Toplumsal bir özne olmaktan çıkarılıp marjinal konuma
itilmiş olan devrimci güçlerin yeniden güç ve moral
kazanmaları için elverişli bir zemin oluşmuştu. Bu zeminde
siyasal İslamın da yeni gelişme olanakları yaratması
mümkün hale gelmişti.
Tam da bu koşulların oluştuğu noktada MGK, Eylül'den
itibaren yeni bir saldırı dalgasının startını verdi.
Demirel, Ecevit ve Adalet Bakanı açık biçimde cezaevlerindeki
devrimci tutsakları hedef gösteriyordu. Vali ve emniyet
müdürleri "teröristler depremi kullanıyor"
yaygarası ile deprem bölgesinde yardım örgütleyen demokratik
kitle örgütlerini hedef tahtasına çaktılar.
Evet, gündem değiştirilmeli, devrimci güçlerle nesnel
toplumsal muhalefet dinamiklerinin olası bir birleşmesi
engellenmeli, siyasal İslamın geriletilmesi süreci yeniden
ivmelendirilmeliydi. En aktif ve en önemli toplumsal
muhalefet gücü olan KUKM'u (PKK) siyasal olarak yenmenin
verdiği güç ve yarattığı zeminle Eylül'den itibaren
saldırı başlatıldı.
İlk önemli adım 26 Eylül'de gerçekleştirilen Ulucanlar
Katliamı oldu. 10 devrimci vahşice yöntemlerle katledildi.
Fakat saldırı dalgası daha ilk adımda ciddi biçimde
zedelendi. Devrimci tutsaklar devrimci iradenin teslim
alınamayacağını can pahasına dirençle gösterdiler. Direniş
diğer cezaevlerindeki direnişlerle oluşan kamuoyu desteği
ile büyüdü. Oligarşinin yaratmak istediği dehşet ve
teslimiyet havası bozuldu.
Devlet katliamı meşrulaştıramadı. Tersine Tahkim, SSK,
Af Yasaları, deprem felaketindeki aczi vb. gibi nedenlerle
devletle olan bağları zayıflamış Kemalist "sol"
kesimlerin bir bölümü, Aleviler ve sol emekçi kesimler,
katliama karşı tavır aldılar. Devletin yardım çalışmaları
yürüten demokratik kitle örgütlerini deprem bölgesinden
çıkarması öfkeyi daha da büyüttü. Bunu Adana'da gerçekleşen
infaz izledi. Bir devrimci ve özellikle devrimcilerle
hiçbir ilgisi olmayan bir işçinin pervasızca katledilmesi
hükümet dışındaki tüm kesimlerin tepkisini topladı ve
arıdndan "Merve" krizi geldi.
Sonuç olarak devletin saldırı dalgası kısa sürede tersinden
etki yarattı. Daha önceki süreçlerde devlet eksenine
çekilen kesimlerle devlet arasındaki bağlar zayıfladı.
Bu gelişmeler daha baştan devletin siyasal ve moral
açıdan insiyatifi ele geçiremediğini gösterdi.
Bu noktada MGK'nin saldırı dalgasını sürdürmek için
siyasal dayanakları pekiştirmeye, zayıflayan toplumsal
destek ve ittifaklarını güçlendirmeye ihtiyacı vardı.
Bu bağlamda saldırılarını sürdürebilmesi için Kemalist
"sol" ve "laik"ler, aleviler, sol
emekçi kesimler, DYP, ANAP vb partilere oy veren geleneksel
kesimler hizaya çekilmeli, siyasal ve moral atmosferi
belirlemede insiyatif ele geçirilerek, bu kesimler yeniden
devlet politikaları ekseninde aktifleştirilmeliydi.
Bu noktada kamuoyunda geniş etki yapacak suikastler
ve suikast girişimleri en hızlı, en kesin ve en keskin
sonuçları yaratan olaylar. Oligarşi bunu daha önceki
deneyimlerinden biliyor.
Ahmet Taner Kışlalı, sahip olduğu özellikler itibariyle
sözkonusu hedeflere ulaşmak için oldukça uygun bir hedef
oluşturuyordu. Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD)'nin Genel
Başkan Yardımcısı, bir Kemalist "sol"cu, militan
bir "laisist" aydın, Cumhuriyet Gazetesi yazarı,
üniversite öğretim görevlisi bir profesör.
Oligarşi bu saldırı ile istediği hedefe esas olarak
ulaşmıştır. Toplumun gündemi yeniden laik-İslamcı çatışması
eksenine kaydırılmıştır. Aleviler, laisist aydınlar,
Kemalist "sol"cular, sol liberaller, sol emekçi
kesimler, bir kez daha şeriat öcüsüyle korkutulmuştur.
Bu kesimler MGK'nın kanatları altında yönlendirilmiştir
ve siyasal İslama karşı aktifleştirilmiştir. SSK, Tahkim,
deprem, cezaevi saldırısı, infazlar vb toplumsal sorunlar
ikincil plana düşürülmüştür. "İnsan hakları",
"ulusal bağımsızlık", "insanca yaşama"
vb. gibi muhalif yaklaşımlar bir anda yerini anti-şeriatçı
söyleme bırakmıştır. Suikastin yarattığı öfkenin "terör"e
yani devrimcilere karşı saldırılara meşruluk kazandırmak
için kullanılacağı ise kesindir.
Kısacası suikast, toplumsal siyasal, moral atmosferin,
güç ilişkilerinin hızla MGK politikaları ekseninde belirlenmesine
hizmet etmiştir. Bu suikastten kazanan sadece MGK'dır.
Cenaze töreninde Ecevit ve Bahçeli'nin yuhalanması ve
hükümete olan kızgınlık çok açık görülüyor. Fakat MGK'nın
şefi Genelkurmay Başkanı alkışlanıyor. Toplumsal bilinç
MGK tarafından belirleniyor.
Bu noktada suikastle islamcılar arasında kurulan bağlantıya
kısaca da olsa değinmek gerek. İslamcılar mı yaptı?
Eldeki veriler üzerinden baktığımızda yanıtımız, hayırdır.
Öncelikle ülkemizde doğrudan ya da dolaylı kontrgerillanın
denetiminde olmayan silahlı islamcı bir yapının olmadığı
gerçeğinin altını çizmek gerekiyor. Var olanların hepsi
kontrgerilla beslemesidir, devletin denetimindedir.
Mezopotamya'da faaliyet yürüten Hizbullah örgütünün
halk arasındaki adı Hizbikontra'dır. 1991'den 1995'lere
değin binlerce yurtseveri katleden bu örgütün şu ana
değin devlete karşı tek bir eylemi yoktur. Kadrolarının
Diyarbakır'daki Çevik Kuvvet Polis Merkezi'nde eğitim
gördüğü belgelenmiştir. Devlet binlerce yurtseveri katleden
bu örgütün varlığını 1993"e değin kabul bile etmemiştir.
Hizbullah'ın yöneticisi olarak açıklanan Şefik Polat
Batman'da bir yurtseveri katlettikten sonra halk tarafından
suçüstü yakalanmış ve polisçe serbest bırakılmıştır.
Devlet 1997'den itibaren bu örgüte dönük "operasyon"lar
yapmaktadır. Örgütün tüm üye ve sempatizanlarının, olanaklarının
dökümünü içeren arşivinin "ele geçirildiği"
devlet tarafından açıklanmıştır. Silahlı faaliyet yürüten
diğer İslamcı örgüt ise İslami Harekettir. Bu örgütün
pek çok kadro ve yöneticisinin polisçe yakalanıp "yukarıların"
emriyle bırakıldığı biliniyor. Bu örgütün de devlete
karşı eylemi yok.
Bir diğer örgüt, İBDA-C'dir. Bu örgütün de devlete karşı
eylemi yoktur. Örgütün provakatif açıklamaları ve birahanelere,
tekel bayiilerine ve bir de ılımlı islamcı kesimlere
karşı (para almak için) bombalama eylemleri sözkonusu.
Hepsinin birinci ortak özelliği, devlete karşı tek eylem
yapmamalarıdır. Ne hikmetse "laik küfür düzenine"
karşı eylem yapmıyorlar. İkincisi, ilk ikisinin son
sürece kadar devlete karşı en önemli muhalefet dinamiği
olan KUKM'a düşman oluşudur.
Diğerinin ise genellikle halktan insanlara yönelik eylemler
yapmasıdır. Üçüncüsü, yine ilk ikisinin kesin biçimde
kontrgerilla bağlantılı örgütler olmasıdır.
Kısaca ilk iki örgüt, kontrgerilladan bağımsız olarak
düşünülemez. Bunların eylemleri esas olarak devletin
eylemleri olarak ele alınabilir. Kaldı ki bu tür eylemleri
hemen üstlenmeye meraklı olanları dahi bu eylemi üstlenmemiştir.
Öte yandan suikastin hedefleri ve failleri noktasında
ileri sürülen hurafelerden biri de AB'ye giriş gündeminde
iken, Kasım ayında AGİT'in İstanbul'daki toplantısı
gündemdeyken böyle saldırıların Türkiye'nin imajını
bozmak isteyenlerce yapıldığı biçimindedir. Ecevit ABD'ye
giderken, 10 devrimcinin katledilmesinde benzer tarzda
açıklanmaya çalışıldı. Söylenmek istenen, devletin (devlete
rağmen egemen olan MGK'nin) böyle bir aşamada bu tür
saldırıları yapmayacağıdır. İşaret edilen devlet içindeki
egemen klik değil de muhalif klikin ya da islamcıların
suikasti gerçekleştirmiş olabileceğidir.
Bu tür yaklaşımlar Türkiye gerçekliğini, Türkiye'nin
emperyalist-kapitalist sistem içerisindeki yeri ve duruşunu
kavrayamamaktan kaynaklanıyor.
Birincisi, emperyalistlerin Türkiye'den istikrar beklentisi
yoktur, bunu pek de istemiyorlar. Türkiye'nin yeni-sömürge
oluşu gerçeğinin buna izin vermeyeceğinin farkındalar.
Onlar nezdinde Türkiye kontrol edilebilir bir istikrarsızlık
ülkesidir. Ve böyle kalması da en iyisidir. Yani öyle
sanıldığı gibi bir "iyi imaj" sorunları yoktur.
Türkiye ve benzeri ülkelerde toplumsal çatışmaların
buna izin vermeyeceğini bilirler. İlişkilerini de bu
gerçekliği bilerek geliştirirler.
İkincisi, Türkiye'nin bu gerçekliğine de bağlı olarak,
AB Türkiye'ye sorunlarını, "terörü çöz de gel"
demiyor. Türkiye'nin AB üyeliğine kabulünü öngören son
AB raporunda bu nokta çok açık ifade ediliyor.
Türkiye'nin üyeliğe kabulü için şart yok. Aday olunduktan
sonra sorunlar adaylık görüşmelerine paralel olarak
beraber çözülecektir deniliyor. Yani suikastin bu noktada
onayabileceği özel bir rol yok.
Üçüncüsü, bu tür suikastler hem ülke. hem de dünya kamuoyunda
devrimcilere ve siyasal islama dönük saldırılara meşruluk
sağlamak için kullanılmaktadır. Bu durum da devletin
işine gelmektedir.
Kısacası suikastin faili de, suikasten kazanan da sadece
ve sadece devlet ve MGK'dir.
Bu suikast kesin biçimde devletin başlattığı saldırı
dalgasını sürdürmek içini manivela olarak kullanılacaktır.
Devrimcilerin görevi açıktır. Sokaklarda, iş yerlerinde,
okullarda, cezaevlerinde mevziler korunacaktır, korunmalıdır.
Tek yol devrimci direniştir. Bu noktada birlik olunması
gereken her yerde en geniş birlikler hedeflenmelidir.
Düşmanın istediği zeminide değil, bizim istediğimiz
zeminlerde çatışma esas alınmalıdır. Bu noktada özel
bir duyarlılık gösterilmelidir.
Her yere koşturma temelinde zaten az olan direniş güçlerini
parçalayan dağınık ve zayıf bir direniş tarzı değil,
emekçilere, toplumun duyarlı kesimlerine sesimizi güçlü
biçimde duyuran, onları dinamize eden faaliyet biçimleri
esas alınmalıdır.
Devrimci direniş kazanacaktır. Bu saldırı dalgası da
boşa çıkarılacaktır.
|