Cezaevleri,
"Af"ve "DGM"ler
Cihan Göksel
|
Günlerce manşetlerde tutulan "af" tartışmalarının,
"kader kurbanları" edebiyatı yapılarak, önce
gündemdeki yeri sağlamlaştırıldı. Her nasılsa hemen
ardından da, "kader kurbanlarının kurbanlarını"
keşfetti medya. Ve başlatılmasından farklı olarak bu
tartışma tersine çevrildi. Tartışma demek pek doğru
da değil aslında...
Çünkü konuşanlar hep aynıydı ve dinleyenler de...
"Af" konusu, gündeme geldiği gibi, aniden
gündemden çekildi daha sonra. Günlerce aynı cephenin
kalemşörleri ve politikacıları, "af"ın kapsamı
üzerinde tartışıp durdular. İlk gündeme getirildiğinde,
"siyasiler" zaten kapsam dışında bırakılıyordu.
İlerleyen günlerde, kırpıla kırpıla "af" edileceklerin
listesi kuşa çevrildi. Kabaca görünen, doğası gereği
"suç" üreten sistemin, son yıllarda iyice
açığa çıkan bu özelliğinden dolayı, manevra yeteneğini
yitirmesiydi.
Bu politikalarının nedenlerini irdelemeden önce hemen
belirtelim ki; kapsamı ne olursa olsun, bir "af"
kararı çıktığında, normal ülkelerde normal süreçlerde,
anayasanın "eşitlik" ilkesi, kaçınılmaz olarak
devreye girer. Ve yasal-siyasal olarak "af"
edilmeyen siyasi tutsaklar için de kullanılabilecek
yeni bir infaz yasası ile bu anayasal çelişki, giderilebilirdi.
"Normal" ülkelerde...
"Af" sürecindeki karmaşanın alt yapısı budur.
Neden "af"?
Oligarşinin diğer kurumları gibi "ceza ve infaz"
kurumları, "yargı" kurumları da, bitkisel
hayattadır. Hukuk sisteminin kitleler nezdinde meşruiyeti
kalmamış, yaldızları dökülmüş, çürümüş yapısı gözü çıkarır
biçimde gün yüzüne çıkmıştır. Baklava çalan çocuklar
9 yıl ceza alırken, "91 leşim var" diyen faşist
katil Ayhan Çarkın'ı aklayan bir hukuk sistemidir bu...
Asıl anlamıyla hukuksuzluk sistemi ...
Sömürü çarklarının daha hızlı dönmesini sağlamak üzere
kurulu göstermelik yasalarını bile uygulamamaktadırlar.
Ve artık iş, çığırından çıkmıştır; ellibinin üzerinde
adli, onbin civarında siyasi tutuklu ve hükümlü vardır.
Kapitalizm, hızla "suçlu" üretmektedir. Düzenden
en küçük adalet umudu bile kalmayan yığınlar, her geçen
gün rezilleşen bu çarkların karşısında olamadığı gibi,
yanında da değildir. Ve tümüyle öğütülmek için sessizce
sıranın kendisine gelmesini beklemektedir. Herşeye rağmen
hala asıl bekledikleri ise, kendisine adalet getirecek
olanlardır.
Gerçekten de, en yerinde ifade ile bu hukuk (suzluk)
sisteminin çivisi çıkmıştır.
Ve bu çivi, yeniden ve yeniden çıka-çakıla, sistem yalama
olmuş, çivi tutmaz hale gelmiştir.
Kendilerinin de adli yıl açılışında söyledikleri, bir
itiraf niteliğidedir:
" Tam bağımsız ve yargıçları tam güvenceli bir
yargımız var mıdır? Hayır, yoktur..." (Yargıtay
Başkanı M. Uygun)
Aynı toplantıda, devletin, demogoji rekorları kıran
'başı', "yargı bağımsızdır" diyordu ve yıllardır
devrimcilerin anlatmaya çalıştıkları devletin yapısı
hakkında, çok güzel bir çift örneği oluşturuyorlardı.
Bu durum, hasbelkader gelinen bir durum değildir. Sistemin
yapısından, mayasındandır. Sürekli krizin sonuçlarıdır.
Ve dün olduğu gibi bugün de, bu çözümsüzlük hamurundan;
geçici, eğreti çözümler çıkarmak zorundadırlar. Sistemin
sınırları dahilinde, uzun vadeli, kalıcı çözümler yoktur.
"Af", bir yanıyla da bu işlevi görmek için
telaffuz edilmiştir: İflas bayrağını çekmiş bir sistemin,
iflas bayrağını çekmiş hukuk kurumlarını biraz daha
ayakta tutabilmek için...
Egemenler açısından sorunun önemli bir yönü de, cezaevlerindeki
devrimci, yurtsever tutsakların durumudur. 12 Eylül
Cuntası'ndan bu yana, devrimci tutsaklar birinci dereceden
hedef tahtasındadırlar. Faşizmin, tutsakları rehabilitasyona
tabi tutma ve teslim alma çabaları, devrim sürecimizde
her zaman ilk sıralarda olmuştur.
Faşizmin, en küçük hak arama taleplerine bile saldırdığı
koşullarda, tutsak ettiği devrimcileri "ihmal"
etmeyeceği açıktır. Devrimcilerin ölüsünün bile onlara
hayatı zehir ettiği bir gerçektir.
Bu anlamda gündeme getirdikleri "hücre tipi"
saldırısını; devrimciler şahsında devrimi boğma, henüz
güçsüzken yok etme yaklaşımının bir ürünü olarak görmek
mümkündür.
Bunun için, "hücre tipi" cezaevleri"nin
yapımı, bir çok yerde tamamlanmıştır ya da devam etmektedir.
Doğacak olan ekonomik külfet ise, Bayrampaşa ve Buca
örneğinde görüldüğü gibi, cezaevlerinin ve arazilerinin
satılmasıyla ya da adli tutukluların cezaevlerinden
salınmasıyla giderilmeye çalışılmaktadır. Bu gelişmelerden
sonra olası bir "AF" ile boşaltılacak cezaevlerinde,
"hücre tipi"ni yaşama geçirirken, karşılaşacakları
direncin objektif olarak azalacağı açıktır ve faşizm,
bütün bunları hesaba katabilecek programlama yeteneğine
kavuşmuştur.
Ayrıca cezaevlerinin, geliştirilen direniş ve eylemlerle
gündem belirleme özelliği, devleti öteden beri ciddi
anlamda rahatsız etmektedir. Cezaevlerinin kendileri
için rahatsızlık yaratan özelliğini ortadan kaldırmak
için uzun yıllardan bu yana, "hücre tipi cezaevi"
politikasını uygulamaya çalışmaktadırlar. Öte yandan
da, 1991'de "Terörle Mücadele Yasası"yla yaptıkları
gibi, daha ağır yasalarla, yaptırımlarla devrimcileri
zorlama yönünde çabaları olduğu ortadadır.
Yeri gelmişken belirtelim:
Rehabilitasyon politikalarının belli ölçülerde hayat
bulduğu da açıktır. Burada en önemli neden, devrimci
hareketin, kendi zaaf ve eksikliklerini aşmada gösterdiği
çabaların yetersizliği sonucu, ciddi bir atılım yaratamamasıdır.
Türkiye Devrimci Hareketi, kendi gerçekliğini gerektiği
biçimde tahlil edip bunun üzerinden bir duruş gerçekleştireceği
yerde, yanılsamalı ve abartılı tesbitlerle, kendini
bulunduğu yerin daha ötesinde görmekte-göstermektedir.
Oysa ki; "gerçekler devrimcidir" ve hergün
kendini bir biçimiyle gösterir. Rehabilitasyon politikalarının,
-çokça bilinmesine rağmen- alttan alta kendisine bir
zemin bulabilmesinin nedeni de budur. Ayrıca özellikle
KUKM nezdinde yaşatılmaya çalışılan, ancak bir bütün
olarak devrimci harekete yöneltilen marjinalleştirme,
kabul edilebilir sınırlarda tutma politikası da ne yazık
ki; kağıt üzerindeki çözümlemelerin ötesine taşırılmaya
başlanmıştır.
Yüz çürümüştür ve makyaj tutmaz haldedir
"Af"tan beklenenler arasında sayılabilecek
bir olgu da "kazayla" içeride kalmış kontra-çetelerini,
tekrar görevlerinin başına döndürebilmek, aklamaktır.
Hatta görev başındaki bu katillerin deşifre olanları
nasıl olsa "af" ile çıkacakları için tutuklanabilir
de...
Böylece, demokrasi makyajı da yapılmış olur.
Ama yüz çürümüştür ve makyaj tutmaz haldedir.
Sedat Peker, Kürşat Yılmaz, Alaaddin Çakıcı gibi faşist
mafyacıların "yakalanması" -teslim olması-
ya da 'iade edilmesi' de, bu olasılığı güçlendirmektedir.
Bu durum, faşist katillerin aklanabilmeleri için iyi
bir fırsat doğurur ve bu faşist katiller, daha önceki
örneklerde olduğu gibi, cezaevlerinden "iyi ve
namuslu" vatandaşlar, "saygın iş adamları"
olarak çıkabilirler.
Yüzlerce katili, devlet tetikçisi mafyacıyı 'yargılar
gibi yapıp', süreç içinde aklanmalarını sağlayacaklardır.
Fakat öte yandan her gün medya aracılığıyla koparttıkları
yaygaralarla, aslında kendilerini teşhir etmeleri gibi
bir gerçeklik vardır. Ancak bunu yapmalarının bir sebebi
de, teşhir olan mafyacı, kontracı niteliklerinin açığa
çıkmasının, devrimci bir tarzda kullanılamayacağından
emin olmalarıdır.
Artık öyle bir noktaya gelinmiştir ki; devrimcilerin
teşhir edemediğini, düzen kendi iç çelişkileri içinde
teşhir edebilmektedir. Önümüzdeki dönemin üzerinde durulması
gereken bir olgusu da budur.
Temel amaç, devrimci hareketi sindirmek, uzun vadede
faaliyetini sınırlamak olduğundan dolayı, Oligarşi'nin
içinde olduğu uluslararası ilişkiler çerçevesinden de
değerlendirme yapmak yerinde olacaktır.
Devlet, özellikle AB Emperyalizmi'nin "insan hakları
ve demokratikleşme" konusundaki sahte taleplerini,
aynı sahtelik içerisinde yerine getirmek durumundadır.
Yani, sömürge tipi faşizmin karakterinden dolayı, bir
taraftan bazı haklar "verilirken", diğer taraftan
çok daha azgın bir saldırganlık kurumsallaştırılmaktadır.
"Af"ın gündeme gelmesinin nedenlerinden birisi
de, hem uluslarlarası ilişkilerde bir argüman yaratmak,
hem de "af"tan yararlanacak olanlar ve onların
ailelerinden toplamayı düşündükleri oyların hesabıdır.
Çok belirleyici bir unsur olmasa da, burjuva siyasetinin
oylar üzerinde sürdürdüğü rekabet, gözden kaçırılmamalıdır.
Öte yandan, üretimden kopuk, çok büyük rantlarla dönen
ekonomik yapının, yıllardır biriken ve geçici soluklanmaların
dışında yapısallık arzeden krizi, bütün toplumu bir
karmaşa ve parçalanmışlık içine sokmuştur. Ve sakinleştirici
bir etki yaratmak gereksinimi içindedirler. TC'nin,
75 yıldır çürüyen ve lime lime olan elbisesini yamalarla
yenilemeye çalışıyorlar.
Bütün bu nedenler içerisinden birisini temel neden olarak
ele alıp, diğerlerini değerlendirmemek, konunun önemiyle
bağdaşmaz. Temel-tali sınırları içerisine kendimizi
hapsetmeden, konuyu bütünlüklü olarak değerlendirmek,
kuşkusuz daha anlamlıdır.
Oligarşi, çok seçenekli hareket ediyor ve hesapladığı
sonucu elde etmeye çalışıyor. "Af" konusunda
da birden çok seçeneğe oynanmaktadır. Ancak kazanacaklarını,
sürecin gelişimi içerisinde bir çok faktör belirleyecektir.
"Ayrımsız genel af" ve "tutsaklara özgürlük"
"Af" konusunun gündeme getirilmesiyle
birlikte, hem cezaevlerinde hem de dışarıda, bir çok
kesim farklı tepkiler ortaya koydu. Devlet de zaten
böyle bir durumun oluşmasını hedeflemiş, yani toplumun
ve tutsakların tavırlarını gözlemlemek istemiştir.
Çünkü getirilecek şu ya da bu düzeydeki yasal düzenlemenin,
gelecekte başına ne gibi "işler" açacağını
hesaplamak istemektedir. Bu anlamda yürüttükleri rehabilitasyon
politikalarının ne derecede başarıya ulaştığı, devlet
açısından önemlidir.
Yeri gelmişken belirtelim, cezaevlerinde bedeller ödenerek
elde edilen hakların, özellikle merkezi cezaevlerinde
bir dönemdir süreklilik kazanması, bu rehabilitasyon
sürecini hızlandıran tali faktörlerden biri olmuştur.
Elbetteki en önemli faktör, dışarıda sürdülen mücadelenin,
dönemin ihtiyaçlarına denk düşen nitelik ve boyutlarda
olmamasıdır. Bu durum, devletçe, "kabul edilebilir
sınırlar" içerisinde tutulmaya çalışılan devrimci
harekette, rehabilitasyonun azımsanmayacak boyutlarda
hayat bulmasına da yol açmaktadır.
Bunun üstesinden gelmek için dönem dönem geliştirilen
eylemlerin de, rehabilitasyon politikasını tamamen bertaraf
ettiği söylenemez. Dediğimiz gibi asıl önemlisi, kendi
gerçekliğini kabul etmek ve bunun üzerinden mücadeleyi,
kendi iç dinamiklerini temel alarak, zımnen kabul edilmiş
olan "sürdürülebilirlik" sınırlarının üzerine
çıkarmaktır.
"Af çıkacak" söyleminin ardından uzun süre
beklenerek tepkiler ölçüldü ve buna göre bir "af"
politikası netleştirilmeye başlandı. Çünkü hangi sınırlarda
olursa olsun "af"ın sonuçları vardır ve onlar,
göze alabilecekleri sonuçları belirlemek durumundadırlar.
Oligarşi, yürüttüğü sindirme ve rehabilitasyon politikalarının
sonuçlarını KUKM'nin içine girdiği yeni sürecin cezaevlerindeki
verilerini de görmek istiyor.
Çok önemli bir boyut olarak; bu süreçte kamuoyundan
ve demokratik kitle örgütlerinden 'genel af' talebinin
yükseltilmemiş olması, bu yönde bir etkinlik geliştirilmemiş
olması, son derece önemlidir. İHD'nin bilinen tavırları
dışında, çok az sayıda tutsak yakının bazı girişimleriyle
sınırlı kalan bir duyarlılık söz konusu olmuştur. Yani,
duyarsızlık...
Tam da bu noktada, genel reaksiyonu gözlemlediğimizde
şu sonuçlar ortaya çıkıyor:
Birçok sol hareket, medyanın gündemine girmeden çok
önce, İHD'nin başlattığı "Ayrımsız Genel Af"
kampanyasından yola çıkarak, İHD'nin ne kadar "oportünist,
reformist" olduğunu itina ile "çözümledikten
sonra "af istemiyoruz, özgürlük istiyoruz"
dediler.
Anlaşılan o ki, yine sap-saman fena halde birbirine
karıştırılmıştı. İHD, "bir insan hakları kurumu,
bir DKÖ'dür." Öte yandan onun "Ayrımsız Genel
Af" kampanyasına karşı çıkanlar, "iktidarı
devrim ile alacak olan proletarya partileri"dir.
Ve bu "proletarya partileri"nin, bir DKÖ ile
kendi kulvarını karıştırmaması gerekir...
İHD, düzen içi bir kurumdur ve işlevi, programı, yapısı,
tüzüğü gereği öyle kalmak zorundadır.
Kulvarlar farklı olduğu için bu iki kesimin yarışması,
karşılaştırılması da mümkün değildir. Hatta denilebilir
ki, "İHD, kulvarı gereği daha geri bir tutum sergiler"
diye beklenilen bir çok konuda (özellikle Kürdistan'daki
savaş konusunda ) kendine "Marksist-Leninist"
, "Proletarya Partisi" sıfatlarını yakıştıranların
çoğundan daha ileri, daha militan ve daha net bir tavır
sergilemiştir.
Gelelim, "af istemiyoruz, özgürlük istiyoruz"
konusuna... Öncelikle belirtelim ki; devrimcileri "affetmek"
hakkı sadece örgütlerine, halklarına ve tarihe aittir.
Oligarşi'yi böyle bir önermeyi ortaya atma noktasına
getiren, kendi çözümsüzlüğü olmuştur. Yani, onun devrimcileri
"affetmek" hakkı olmadığı gibi bu durum, onun
için keyfi bir tercih değil, hesapların ve zorunlulukların
dayattığı bir tercihtir.
Böyle bir tercih ya da yöneliminin gözüktüğü koşullarda
devrimcilerin tavırları ne olmalıdır. Öncelikle bu tavır,
"af istemiyoruz, özgürlük istiyoruz" sloganının
kolaycılığına düşmeyen bir tavır olmalıdır.
Devrimci hareketin gerçekliği ile baktığımızda biz bu
kadar iyi niyetli olamıyor, söylem ve sloganlardaki
keskinlik ile nesnel durumun birbiri ile çeliştiğini
düşünüyoruz.
Ama yine de; demir parmaklıklar ardından ve alanlardan,
"Tutsaklara Özgürlük" diye bağıracağız.
Bu da, dönemimizin ironilerinden biridir.
"Af" ve "DGM'ler kapatılsın"
"Af" tartışmaları sürerken, DGM'ler de
tartışılan bir gündem maddesi oldu. DGM'lerin tartışılması,
AHİM'in 9 Haziran 1998 tarihli kararı ile birlikte başladı.
AİHM, DGM heyetlerinde yer alan asker üyelere, -sicil
sistemlerinin farklılığı gibi- çeşitli nedenlerle karşı
çıkıyor ve bu üyelerin varlığıyla DGM'lerin "tarafsızlığına
gölge düştüğünü" belirtiyordu...
AİHM'in bu kararı ile başlayan tartışmalar sonucunda,
cezaevlerinde de bir çok devrimci yapının içinde yer
aldığı bir kampanyaya gelindi. "DGM'ler kapatılsın"
kampanyasının eksenindeki eylem ise 5 Eylül 1998 tarihinden
itibaren DGM'lere çıkmamak olarak belirlenmişti.
Bu noktada, ülkemizde DGM'lerin tarihsel sürecini irdelemenin
yararlı olacağı kanısındayız. Özellikle 1976'daki "DGM'ye
Hayır" eylemlerinden, bir çok kez çeşitli nedenlerle
söz edilir.
DGM'ler, 12 Mart sonrasında, 26 Haziran 1973'deki özel
yasa çıkarılarak yürürlüğe giren özel mahkemelerdir.
Bu yasa, 11 Ekim 1975'de Anayasa Mahkemesi tarafından
iptal edilmiştir. Ancak Milliyetçi Cephe Hükümeti tarafından
yeniden başlatılan tartışmalar, DGM'leri tekrar gündeme
getirmiştir. MC Hükümeti içindeki CGP'nin, 163. Madde'nin
de DGM kapsamına alınması önerisi, AP, MHP, MSP tarafından
olumsuz karşılanmış; ayrıca CHP, MC'ye karşı yürüttüğü
"muhalefet" içinde, DGM kanun teklifini desteklememiştir.
Öte yandan, ülkemizdeki toplumsal muhalefetin bir sonucu
olarak ortaya çıkan DİSK, özellikle 1976 1 Mayıs'ında,
yıllardan sonra ilk kez yapılan geniş katılımlı mitinglerin
etkisiyle, MC Hükümeti'nin saldırılarına karşı muhalefetini
"zorunlu olarak" yükseltiyordu. Ancak, aynı
dönemde DİSK'in "devrimci sendikacılık" anlayışı
da yerini, "demokratik sınıf ve kitle sendikacılığına"
bırakıyordu. DİSK içindeki "sosyal demokrat"
ve "ilerici" gruplar arasındaki çelişkiler
bir dönem için uzlaştırılıyor, CHP 'nin desteklenmesi
konusunda da bir uzlaşmaya varılıyordu.
Toplumsal muhalefetin, 12 Mart sonrasındaki kitlesel
gelişmesinin bir sonucu olarak DİSK, DGM'leri "sınıf
mahkemeleri" olarak tanımlayıp, 16 Eylül 1976'da
bir bildiri yayınlayarak "genel yas" ilan
etti:
"1) Ülkemizi MC'nin yarattığı karışıklık ve bunalımdan
kurtarmak,
2) Hayat pahalılığı artışına son verip emekçi halkımızın
geçim olanaklarına kavuşmasını sağlayacak kapıları açmak,
3) Demokrasiyi açıkça boğazlanmaktan kurtarıp demokratik,
sendikal, siyasal hak ve özgürlükleri koruyup genişletmek,
4) Bu nedenle emekçi halkımızın '77 genel seçimlerinde
özgürce oy kullanma ve bu istemleri destekleyen dileği
olan iktidarı seçme olanağını sağlamak amacıyla...
Bu iktidarın anayasal ve demokratik yoldan düşürülmesine
ve halktan yana bir iktidarın kurulmasına kadar, tüm
ülkede 'genel yas' ilanı... kararlaştırılmıştır."
Bildirinin içeriği incelendiğinde; DİSK'in sınırlarını
çoktan aşmış olduğu görülecektir. Bu durum neyin ifadesidir?
Devrimci taleplerle ayağa kalkmış kitlelerin; 12 Mart
sonrasında, devrimci hareketin yenilgiden yeni yeni
sıyrıldığı dönemlerde, DİSK Yönetimi tarafından CHP'ye
kanalize edilmeye çalışılmasının ifadesidir.
Ancak gelişmeler bu çerçevede kalmamış, eylemler için
serbest bırakılan işçiler, 16-17 Eylül'de İstanbul,
İzmir, Sakarya, Balıkesir'de iş bırakmışlardır. DİSK,
bu eylemlere en fazla 300.000 kişinin katılacağını tahmin
ederken, olağanüstü büyük katılım gerçekleştiren işçiler,
bütün tahminleri çok fazla aşmıştır. "DGM'ye Hayır!
MC'ye Hayır!" sloganlarının atıldığı eylemlere,
18 Eylül'de Ereğli Demir Çelik İşçileri de katılıyor
ve DKÖ'lerin yanısıra, Türk-İş bile desteğini bildiriyordu.
"DGM'ye Hayır" eylemleri, burjuvazinin yoğun
saldırılarıyla karşılaştı ve işten atılmalar yoğunlaştı.
Eylemlerin yayılmasından ürken ve kendi burjuvazi icazetli
politikalarından dolayı ikircimde kalan DİSK, 20 Eylül'de
yürütme kurulunu toplayarak, ertesi gün "tabanın
uyarılması" nı içeren bir karar aldı.
12 Mart sonrasındaki dağınıklık koşullarında devrimci
hareket kendisini yeni yeni toparlamaya başladığı için,
TKP reformizminin sınıf üzerindeki belirleyiciliği katmerleniyordu.
Alınan bu kararla işçiler işbaşı yapıyor, ancak dönemin
bir özelliği olarak ortam 'sakinleşmiyordu.'
Profilo'da MESS'in talimatıya 18 işçi işten atılıyor
ve bunun üzerine 22 Eylül'de işçiler fabrikayı işgal
ederek direniş başlatıyordu. 29-30 tarihlerinde polis
saldırısı sonucunda Yaşar Keser adlı işçi katlediliyor
ve 500 işçi gözaltına alınıyordu.
Bütün bu eylemler süreci ve Oligarşi içi çelişkiler
nedeniyle DGM'ler, 11 Ekim 1976'da, yeniden kurulacağı
1983'e kadar ortadan kalkıyordu. Ancak diğer mahkemelerle,
olmadı 'Sıkıyönetim Mahkemeleri' ile Oligarşi, DGM'lerin
işlevini yerine getirebilecek kurumlaşmalar yaratmıştır.
O dönemde faşizm, bugün olduğu gibi, devletin iliklerine
dek köklü bir örgütlenmeyi tam olarak sağlayabilmiş
değildi. Bu durumun doğurduğu istisnalar sözkonusu olsa
da, reformistlerin iddialarının aksine, Türkiye Halkları
demokrasi yüzü görmemişlerdir. Yani o yıllarda da faşizmin
"yargı" kurumları, DGM adıyla olmasa da, işliyordu.
Nihayetinde, Eylül sonrası açık faşizm koşullarında
DGM'ler yasallaştırılarak, faşist yargının yoluna DGM'ler
ile devam etmesi de sağlandı.
Şimdilerde bazı dergi sayfalarında, 1976'daki zaferin
yeniden kazanılabileceğine dair yazılar yer alıyor.
O dönemde hemen hemen tüm siyasetlerin bu eylemi reformist
olarak değerlendirdiğini anımsamakta da yarar var! Aradan
geçen zaman, dünkü reformist eylemi, bugün "sınıfın
siyasal zaferi" olarak hedef gösterilecek hale
getirmiştir.
Gerçekten de o günün -kitlelerin mücadeleye akın ettiği-
koşullarında, TKP reformizminin, düzene yedeklenme mantığıyla,
işçi sınıfının önüne geçmek istediği biliniyor. Ancak
yine o günün kitle dinamiğinin bunun çok daha ilerisinde
olduğu ve DİSK'in "ilericiliğini" aştığı da
bir gerçektir.
Sürekli faşizmin özellikleri
Bir ülkede faşizmin varlığı ve sürekliliği, gelişmelerin
ne yönde olacağının da göstergesidir.
Türkiye'de, yeni sömürge ülkelere özgü faşizm vardır.
Yani faşizm, yukarıdan aşağıya örgütlenmiştir. Devlet
örgütlenmesi, tepeden tırnağa bu karakteri taşımaktadır.
Faşizm, sosyal korkuyla daha da saldırganlaşmış, bütün
mekanizmalarını bu korkuya dayanarak örgütlemiş devlet
biçimlenişidir.
Yeni sömürgelerdeki sürekli devrimci krize karşılık
olarak devlet, her birimini "kriz masası"
biçiminde örgütler ve içinde yaşadığımız süreçte, bu
kurumsallaşma tamamlanmıştır. Bürokrasi, yargı, militer
organlar, parlemento ve yürütme, daha önceki süreçlerle
kıyaslanamayacak şekilde içiçedir, kaynaşmıştır. Bu
durum, onun devrimci savaşa karşı ayarlı yapısından,
bu temelde uzun yıllardan bu yana örgütlenmesini sürdürmesinden
ve özellikle açık faşizm süreçlerinde kazandığı deneyimlerden
doğmuştur.
Devrimci hareket, DGM'ler konusundaki yaklaşımlarını
ortaya koyarken, ifade ettiği bütün verilerle "Türkiye'de
faşizm vardır" gerçeğinin altını çizip duruyor.
Bilinen bir olguyu, yeniden, yeniden "tesbit"
etmekten öteye gitmeyen bu yaklaşım, "mücadele,
savaş, kavga" kavramlarıyla henüz gerektiği gibi
bütünleşemediği için, devrimin ihtiyaçlarına cevap veremiyor.
Türkiye'de faşizmin varlığı gerçeği, onun ancak "devrimci
savaş" ile yıkılabileceği gerçeğini zorunlu olarak
doğurmaktadır.
Demokratik mücadelenin (ya da bazı kesimlerin ileri
sürdüğü reformlar için sürdürülen mücadelenin), devrimci
hareket ile emekçi halklar arasındaki açıyı daraltmamasına
rağmen, ısrarla yanlış değerlendirilmeye devam edilmesi,
dönemin en önemli sorunlarından biridir.
Mücadele biçimleri, temel-tali ilişkisi bağlamında ele
alınmak ve bu ilişki iyi kurulmak zorundadır. Dergi
sayfalarında yapılan "tesbit"lerden yola çıkarak
dahi "faşizme", "kontrgerilla, Susurluk,
MGK"... devletine karşı mücadele edilirken, silahlı
mücadelenin temel, diğer ekonomik-demokratik mücadele
biçimlerinin, temele bağlı, tali olarak ele alınması
gerektiğini anlayabiliriz. Yaklaşımımızı daha iyi ifade
edebilmek için Mahir Yoldaş'ın şu satırlarını anımsayalım:
"Emekçi kitlelerin ekonomik ve demokratik mücadelelerinin,
Oligarşik diktatörlük -isterse temsili görünümde olsun-
tarafından terörle bastırıldığı, merkezi otoritenin
ordusu, polisi, vs ile "dev" gibi güçlü olarak
halk kitlelerine gözüktüğü, gizli işgalin varolduğu
bu ülkelerde, kitlelerle temas kurmanın, onları geniş
bir siyasi gerçekleri açıklama kampanyası ile devrim
saflarına kazanmanın temel metodu, silahlı propagandadır."
"Silahlı Propaganda, belli bir devrimci stratejiden
hareketle, emekçi kitlelere, elle tutulur, gözle görülür
hedefler gösterir, maddi ve somut eylemlerden hareketle,
soyuta gider. Maddi olaylar etrafında siyasal gerçekleri
açıklayarak, kitleleri bilinçlendirir, onlara politik
hedef gösterir. Silahlı Propaganda, halkın düzene karşı
memnuniyetsizliğini ajite eder, onları emperyalist beyin
yıkamanın giderek etkisinden kurtarır. Önceleri kitleleri
sarsar, giderek de bilinçlendirir. (Bütün Yazılar. Atılım
Yayınları Sayfa 318-319)
Dönemimizde, birbirinden kopuk arka arkaya cılız kampanyalar
niteliğinde gündeme getirilen demokratik mücadele, büyük
beklentilerle yaşama geçirilmeye çalışılıyor. Layıkıyla
gerçekleştirilmediği halde, halkın somut talepleriyle
buluşamadığı halde, pratik esnasında çeşitli hatalar
yapılarak sempati yerine antipati kazanıldığı halde...
Doğru politik taktikler bağlamında değil, grup propagandası
temelinde geliştirildiği ve bu yönüyle de baştan başarı
şansını yitirdiği halde...
Öte yandan, ülke, bazı kesimler tarafından temel öneme
sahip bir noktaya getirilen demokratik mücadelenin,
özünde kazanılmayan "kazanımları" ile yetinilebilecek
bir noktada değildir ve hiçbir zaman da olmamıştır
.
Demokratik mücadelede dönem sorunları
Demokratik mücadelenin her koşulda ve herşeye rağmen
sürdürülmesi yanlış değildir, fakat bugün için sakıncalı
olan, endişe verici olan bir durum vardır ki; devrimcilerin
bir kesimi, iktidarı hedefleyen bir mücadele hattını
yaşama geçirmenin zorlukları ve geçmişte bu konuda uğranılan
başarısızlıklardan, sürecin elverişsizliklerinin bu
tür mücadeleyi olağanüstü zor kılmasından dolayı, kendisini
"demokratik mücadele" boyutunda sınırlıyor.
Sözkonusu sınırlamadan ve demokratik mücadele adına
yapılan pratik yanlışlıklardan, bu alanın mücadele yöntemlerinde
ve tarzında, bu alanın özelliklerine uygun davranılmamasından
ve diğer çeşitli nedenlerden dolayı, demokratik mücadelede
de kısır kalınıyor.
Yine bir başka kesim, radikal söylemin ve tavrın bütün
biçimlerini "demokratik mücadele" platformlarında
yaşama geçirmeye çalışıyor. Böylelikle de, mümkün olduğunca
çok sayıda insanın katılımının esas olduğu bu alan,
birkaç militanın gösteri yaptığı bir alan haline dönüştürülüyor.
Sonuçta; yanlışı sağdan yapan diğer kesimle bir ortak
paydada buluşuluyor. Diğer mücadele alanlarının zorlukları
ve zaman zaman olanaksızlıkları nedeniyle bu önemli
ve her açıdan riskli alanlarla bulunmak... Bir sistematiğin,
orta ve uzun vadeli bir savaşımın programlanması, taktiği,
görev bölüşümü temelinde değil...
Bu kesimin demokratik alan işlevlerinde, silahlı mücadelenin
en üst boyutunun uygulanması esnasında atılabilecek
sloganlarla, silahlı örgüt imzalarıyla gerçekleştirilen
protesto, gösteri vb ile eylemler, militanın içinden
yönlendirdiği kitle eylemleri olmaktan çıkıp, militanın,
örgütün ya da ona direkt bağlı kurumların eylemi haline
geliyor.
Öte yandan, eylemin amacı olan demokratik talepler,
örgüt sloganları ve gösterileri, rakip örgüt çatışmaları
ve sataşmaları arasında, yokolup gidiyor.
Kitle hareketliliğinin geriliği, giderek bazı devrimci
grupları, iktidar perspektifinden uzaklaşmaya, kolaycılığa
itiyor.
Bütün bunlardan, bu dönemde demokratik alan çalışmalarının
yapılmamasının savunulduğu, kesinlikle çıkarılmamalıdır.
Tam tersine, bu alan, doğru tarz ve sloganlarla mücadele
edildiği taktirde, devrimci hareketin gereken kanı bulacağı,
kitlelerle aradaki 'kara duvarları' sarsmaya, yıkmaya
başlayacağı alandır.
Bu alan, son derece hassas bir alan olmasından dolayı,
nitelikli programların, nitelikli elemanların ve zor
olanı gerçekleştirmenin alanıdır. Ama diğer alanlardan
kaçışın kolaycılığı, savsaklamacılığı ve reformizmi
ile ya da alanın özelliklerine denk düşmeyen bir sekterlikle
yaralanmadığı zaman... Yapılan yanlışlar, bu alanı yaralamaktan
öte, ağır hastalığından bir türlü kalkamamasını doğurmaktadır.
Devrimci mücadelede, kendini olduğundan daha büyük ve
güçlü gösterme hastalığı, birkaç büyük tehlikeyi birden
getirir. Bazıları açısından, zayıf olduğunu kabul etmek
reddedilmekte, güçlü olunduğu iddiasıyla güçlü olunmaya
çalışılmaktadır.
Bu anlayış, ne kadar geniş yelpazede "isteklerde"
bulunursak, o kadar geniş kesimlerin desteğini alırız
düşüncesi ile hareket etmektedir. Sonuçta; solun gerçeklerle
arasındaki bağ, her geçen gün biraz daha fazla kopmaya
devam etmektedir.
DGM'lerin kamuoyu gündemine gelmesi, Oligarşi içerisindeki
bir kesimin, Avrupa'nın da işaretiyle medyada başlattığı
tartışmalarla olmuştur. Fakat burada, devrimciler açısından
kritik bir nokta vardır: Faşizmin ülke ve dönem politikalarını
temelde değişmediği için, DGM'lerin kaldırılması, faşizmin
hukuk sisteminin yıpranmamış, sözde yenilenmiş kurumlarla
sürmesi anlamına gelir. Çünkü, konunun özüne vurgu yapılamamakta,
yanlış bir zamanda, çıkmaz içinde olan bir kurumun sadece
kendisine yönelinmeye çalışılmaktadır.
Buradan, DGM'lere karşı mücadele edilmemesi gerekliliği
gibi bir düşüncede olunduğu, kesinlikle çıkarılmamalıdır.
Ama, bazı kritik sorunlara ve izleyecek dönemin problemlerine
işaret etmek endişesi, bunları tartışmak kaygısı içindeyiz.
AİHM kararları ve Avrupa'nın sahte demokratik yaklaşımları,
niçin DGM'ler dışında da bir bütün olarak yargıçların
"bağımsız değiliz" diye haykırdıkları Türk
Hukuk sistemine yönelmemektedir. Örneğin bir dergide;
"Avrupa'ya göre hareket eden kesimlerin de desteği
alınarak devrim ve demokrasi önündeki bir engelin (DGM)
kaldırılabileceği" belirtiliyor. Sormak gerekir.
"Avrupa'ya göre hareket eden kesimlerin" sınıfsal
karakteri ve bu karakterden doğan amaçları nedir ve
bu amaçlar "proletarya ideolojisi"nin amaçlarına
ne kadar uygundur.
AİHM nedir, nasıl bir kurumdur?AİHM, Avrupa emperyalistlerinin
"siyasal" bir kurumudur ve "insan hakları"
da bu kurumun siyasal bir argümanıdır. Siyasal çıkarları
olmadığı yerde, hiçbir hak ihlalini görmezken, siyasal
çıkarları sözkonusu olduğunda en kahraman "demokrat"
kesilirler. Bütün bunları her zaman göz önünde bulundurmak
zorundayız. Ülkemizdeki bütün devrimci-demokrat kesimlerin
bu gerçeklerin ayırdında olduğunu, ama zaman zaman dönemin
öne çıkan problemlerinin etkisinde kalarak, gerçekleri
gereken normlarda değerlendiremediğini düşünüyoruz.
Nitekim AİHM'in aldığı son karar da, onun TC Oligarşisiyle
ilgili kullandığı bir kozdur. Emperyalizm, sömürgelerindeki
faşist karakteri değiştirmek istemez. Çünkü bu karakteri,
ona kendisi vermiştir. O, Oligarşi'nin Türkiye ve Kürdistan
halklarına karşı sürdürdüğü savaşın, çok bariz olarak
açığa çıkan aşırılıklarını törpülemek ister, çünkü daha
uzun vadeli düşünür ve bunu yaparken, "taviz"
bile koparır.
DGM'ler konusundaki AİHM kararı ile devletin DGM'leri
yeniden yapılandırma türünden bir açmaz içerisine girdiği
"tesbit" edilerek, abartılı varsayımlar öne
sürmek doğru değildir. Devrimci hareket, herşeyden önce
kendi gündemini belirlemeli, Oligarşi'nin açtığı tartışmalara
taraf olmaktan öteye geçerek, kendi yaklaşımını, politikasını
üretebilmelidir.
Bu gündemlerin devrimci haraketin zaten cılız olan gücünü
de hapsettiği, onu temel ve hedeflerinden uzaklaştırdığı
da görülmelidir.
Devrimciler bir politika ürettiğinde bunun yaşama geçirilebilme
olasılıklarını da, gücün doğru değerlendirilip değerlendirilmediği
gerçekliğini de gözetmek durumundadırlar. Eylemlerimizden
sonra kitle güveni probleminin tartışılması ya da tartışılmaması
da yine önemli dönemsel sorunlarımız arasındadır.
1976 örneği, bazı çevrelerde çok sık gündeme getiriliyor.
76'daki DGM karşıtı eylemlerin başarıya ulaşmasında,
kitlelerin tavrının yanısıra, Oligarşi içindeki çelişkilerin
de yadsınamayacak bir payı vardır. Tarihsel gerçekliklerin
ajitatif söylemlerle göz ardı edilmesi, bugünü yorumlamada
ortaya çıkan sıkıntıların önemli nedenlerinden birini
oluşturuyor.
O günlerde reformistlerin elindeki DİSK'e eylem kararı
aldıran ciddi bir devrimci kabarışın olduğu, böyle bir
atmosferde bulunulduğu, unutulmamalıdır. Kaldı ki DİSK'in,
emekçilerin tepkilerini törpüleyen, onu düzen içi kanallara
(CHP) akıtmaya çalışan niteliği karşısında, pek çok
yapı eylemi 'reformist' olarak değerlendiriyordu.
O günlerin kitle haraketi ivmesiyle bu günkü durum karşılaştırıldığında,
büyük bir uçurum göze çarpmaktadır. Bugün, 76'daki gibi
iyi bir atmosfer hakim değildir. Öylesine hakim değildir
ki, o günlerde hayallerden bile geçirilemeyecek olan
bazı desteklerden medet umulabilmektedir: Sözgelimi,
İslamcı çevrelerin desteği ve onlara destek vermek gibi...
Bu tür eylemlerimizde, ne takiyyeci faşist grupların
ne de düzene yedeklenmiş diğer grupların desteğini beklemek
şöyle dursun, sundukları bir destek varsa bile reddetmeliyiz.
İkinci olarak, ülkedeki atmosfer, abartılı yorumlanmaktadır.
Dolayısıyla, girişilen demokratik karakterli eylemler
ve buna destek sunacak kesimler, bu eylemlerden beklentiler,
gerçekçi olamamaktadır.
Devrimci hareketin, reformizm ile arasındaki sınırları
netleştirmesi gerekiyor. Söylemde reformizme karşı demediğini
bırakmayan sol, pratikte onun ürettiği ve uğraştığı
politikaları kendine uyarlayarak, yaşanan tıkanmayı
aşamaz, aşamayız.
Devrimci mücadelenin kendi iç dinamikleri ile geliştirilmemesi
durumu, son yıllarda devrimci hareketi nesnel yola çıkış
noktaları dışındaki alanlardan, en kolay kanallardan
beslenme yoluna itmiştir.
Yanlış politikalarla her ne kadar "ajitasyon-teşhir"
düzeyinin aşılacağı iddia edilse de yukarıda sıraladığımız
gerçeklerden dolayı, bunlar mümkün görülmemektedir.
Yanılsamalardan hareket edilerek sloganlaştırılan politikaların,
sonuçta bazı çevreleri gerçeklikle yüzleştireceğini
de pek sanmıyoruz. Geçmiş deneyimleri değerlendirmek,
buna engel oluyor.
Türkiye devrimci hareketinde özellikle son yıllara damgasını
vuran bir tıkanıklık var. Bunu, çoğu kez vurguluyoruz.
Kuşkusuz tıkanıklık olgusunun başlangıçtaki hali, akış
içinde çürümeye evriliyor. Maalesef öyle görünüyor ki
çürüme, bireyleri, grupsal aktiviteleri, günlük pratikleri
aşıyor. İdeolojik zayıflıkla birleşerek, politik duruşu
belirliyor. Doğru bir öncülüğün ve savaşçı çizginin
sürece damgasını vuramamış olmasından dolayı da, bu
durum devam ediyor.
Sonuç olarak;
Faşizmin dönemsel politikaları, belirli dönemlerde güncellik
kazanan kurumları, elbette teşhir edilmelidir. Ancak
bu, dergi sayfalarında "kitlesel" basın açıklamalarıyla
sınırlanarak, düzenin enformasyon kanallarına bel bağlanarak
değil, siyasi gerçekleri açıklama doğrultusunda, devrimci
kurtuluş mücadelesinin geliştirilmesiyle mümkündür.
Doğru siyasal taktiklerle ve doğru tavırlarla, sosyalistlerin
prensipleri, etiğiyle yola çıkarak, kitlelerin somut
talepleriyle buluşmakla mümkündür.
İktidar perspektifinden sapmadan, devrimci adalete yaşam
kazandırarak, devrim yolunun sarp yamaçlarında ilerleyecek
ve;
ŞAFAĞA VARACAĞIZ!
YAŞAMI KAZANACAĞIZ!
|