Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

İ. Onur Kutman

Dünya, liberalizmin tek ideoloji olarak egemen oluşu sayesinde sonsuz mutluluk çağına girdi.
Reel sosyalist blokun çökertilmesinden sonraki dönem için Fukuyama denilen fikir fukarasının sarfettiği bu ünlü sözleri, emperyalizmin bomba yağmuru ile 'kurtarılan' Kosova sorunu ile birlikte bir kez daha anımsamamak mümkün değil.
"Liberalizmin egemen oluşu sayesinde", Kosovalılara nasıl bir mutluluk yaşatıldığını hep birlikte izliyoruz. Kürtler, aynı mutluluktan dolayı yıllarca kendilerini yaktılar!..
Balkanlar'da bir süre önce de bu "sonsuz mutluluk" Bosnalılara yaşatılmamış mıydı? Bağdatlılar da sık sık havadan ziyaret edilip, bu sonsuz mutluluktan mahrum bırakılmıyorlar.
Gökyüzünden bomba yağması, binlerce insanın çocuk yaşlı demeden aç ve barınaksız bırakılması, yerlerinden yurtlarından zorla sökülüp atılması, yeni çağın eşiğinde inanılmaz bir biçimde diriltilen ırkçılık nedeniyle kadınların, genç kızların tecavüze uğratılması...
Çoğunun yüreğinde, ölenlerin acısı, yaşananların tanımlanamaz bir kabus gibi çöken ağırlığı ve geleceğin bilinmezliğinin yarattığı büyük korku...
Zorunlu olan herşey içinde bir dram taşır. Ama böylesi acıların eşliğindeki göçler, bütün dramları içinde taşır.
Bunun anlamını bilir misiniz? Yaşanmadan tasavvur edilemeyecek kadar farklı bir durumdur ve bıraktığı izler kuşaklar boyu sürer, eğer geride sağ kalabilenler olursa...
Balkan, Anadolu, Kafkas halklarına, yüzyıllar boyu böyle soykırım göçleri yaşatıldı. Egemen devletlerin ve sonra emperyalistlerin bu bölgeler üzerindeki bitmeyen hesaplaşmasının son bulmaması, Fujiyama'nın "Sonsuz Mutluluk Çağı"nda da büyük göç dalgalarından birinin daha yaşanmasını doğurdu.
Kosova'da neler olduğunu, en iyi bir Kosovalı, ağlayarak özetliyordu TV mikrofonlarına: "Herşey o kadar karışık ki, neler oluyor anlayamıyoruz. Bildiğim tek şey, çok acı çektiğim ve bu acıların bitmeyeceği."
Kosova'da gerçekten herşey, emperyalizm tarafından Balkanlar projesinin bir sonucu olarak, olağanüstü bir biçimde karıştırıldı. Kosovalılar da, bütün bu kargaşa içinde, diğer Balkan halkları gibi neyin doğru neyin yanlış olduğunun ayırdında değiller. Ayırdında oldukları tek somut şey: Herkesin ve herşeyin onlara acı ve gözyaşı getirdiği...
24 Mart 1999 tarihinde NATO; "Kosova Arnavutlarını Sırp zulmünden kurtarmak için" Yugoslavya'ya saldırmaya başladı. Bilindiği gibi reel sosyalizmin çöküşünden sonra savaşların adı "vurmak", "terörizme ders vermek", "şu yada bu ülke halkını bir başka halkın ya da bir diktatörün zulmünden kurtarmak" oldu.
Emperyalizmin olağanüstü geliştirilmiş savaş uçaklarıyla saldırması ve teknik olanaklarının, saldırıya uğrayan ülkelerin gücüyle hiçbir biçimde kıyaslanamayacak olması, "savaş" sözcüğünü artık karşılamamaktadır. Dönemin sosyalistlerinin, bu ve benzeri kavramlar üzerinde de siyasal üretim gerçekleştirmek zorundadırlar.
Saldırıların, bu döneme kadar kullanılan biçimiyle savaş sözcüğünü karşılamadığı açıktır. Herşey büyük bir hızla değişiyor. Değişmeyen tek şey var: Halkların çektiği acılar?..
Yaşadığımız süreçte emperyalistler arası çelişkiler, bir protokol düzleminde ele alınmaktadır. Sorunlar, güneş ışığına çıkarılmadan, yeni sömürge halklarının üzerinde hepbirlikte değnek kırılarak çözümlenmeye ya da en azından hafifletilmeye çalışılıyor.
ABD, Irak'a saldırırken de yalnız değildi. Yine NATO'yu arkasına alarak yola çıkmayı tercih etmişti. Dikkat edilirse bu politika, özellikle öne çıkarılıyor. Kürdistan üzerinde uygulanan oyunlarda da emperyalistlerin çıkarları ciddi biçimde çatıştığı halde, farklı tutumlar içine girmediler.
Yugoslavya sorunununun özü; emperyalizmin dünyayı ırk ve din temelinde olabildiğince ufak ve güçsüz parçalara bölmesi taktiğinin bir parçasıdır. Böylelikle, halkların, çevresiyle sürekli problemleri olan, bu problemler içinde boğularak ne kendi yaşamının çelişkilerini, ne de biraz uzağı, emperyalizmin onu nasıl bir cendereye soktuğunu göremeyen topluluklar haline getirilmesi amaçlanmaktadır.
SSCB gibi, bir halklar mozayiği olan Yugoslavya, en ufak parçalarına ayrılmak isteniyor. Ve ne yazık ki bu doğrultuda epeyce yol alındı. Slovenya, Hırvatistan, Bosna, Hersek, Kosova, Sırbistan, Montenegro (Karadağ) parçalarına bölünmüş bir Yugoslavya, hiç kuşku yok ki,emperyalistler için çok daha elverişli bir coğrafya haline gelecektir.
Şimdi hiç kimse sormuyor, Miloseviç saldırı başlamadan önce Kosova'ya özerklik vermeyi zaten kabul etmişti. Saldırı sırasında tek yanlı olarak ilan ettiği ateşkes de,aynı bağlamda değerlendirilmelidir.
Bütün bunlara rağmen Arnavut bağımsızlık yanlılarının temiz duygularla koştukları UÇK, başta Almanya olmak üzere emperyalistler tarafından desteklendi. Bu denli hızlı büyüyen ve silahlanan, bu denli zor koşullarda kısa zamanda neredeyse bir düzenli ordu olanaklarına kavuşan UÇK'ya, kimler niçin böylesine yardım ediyor dersiniz?
Sırbistan'ın iyice güçten düşürülmesinden sonra, bölgedeki Rus etkinliği tamamen kırılmış olacaktır. Ruslar'ın oynadığı rol, Balkan halklarının içinde kavrulduğu yangını biraz daha güçlendirmek anlamına büründürülmüştür.
NATO ülkelerinin "en seçkin" operasyon timleri Kosova'ya gönderiliyor. ABD'de SEALS, İngiltere'de SAS, Fransa'da Yeşil Bereliler denilen bu timlerin, Sırp milis liderlerinin yakalanmasına yönelik olarak bölgeye gönderildiği açıklanıyor.
Öte yandan İngiliz The Daily Telegraph Gazetesi, bu süreçte Karadağ'ın da Sırbistan'dan tamamen koparılması, yani o işin de arada halledilmesi gerektiğini yazdı. Kosova'ya "bağımsızlık" "verilirken", o arada bir "bağımsızlık" da Karadağ'a "verilsin" deniliyor. Yugoslavya toprakları nüfuz alanları sorununun son maddesinin de aradan hızla çıkarılması gerekliliği öğütleniyor...
Bu denklemler, 'özerklik', 'bağımsızlık' yaftalarıyla emperyalizmin yeni nüfuz alanları politikalarının gerçekleştirilmesinden başka bir anlam ifade etmemektedir.
Tarihte Kosova ve Sırplar
Sırplar için Kosova, Sırpların büyük Sırbistan hayallerinin kalbinin attığı yerdir. Kosova'nın merkezi Amselfeld'dir yani başkent Priştine'nin bulunduğu topraklar... Amselfeld'de, 28 Haziran 1389'da ünlü Kosova Savaşı gerçekleşti ve sonunda bu yöre, Sırp Ortodoks Kilisesi tarafından 'kutsal topraklar' ilan edildi, efsaneleşti.
Sırbistan'ın Balkanlarda önderlik konumunu alarak yükselişi, Bizans'ın yıkılması sürecine, 12. Yüzyıl'a rastlamaktadır. Tüm Sırp boylarının bir araya gelmesiyle, Kral Stephan 4. Dusan (1331-1355) önderliğinde; Bulgaristan, Arnavutluk ve Dalmaçya Kıyıları ile Güney Bosna alınarak büyük bir alana hükmedilmeye başlanıyor.
1346'da, 4. Stephan kendisini tüm Sırpların ve Yunanlıların kralı ilan ediyor. Böylece Sırplar, politik nüfuz alanları ve maddi güç anlamında en parlak süreçlerini yaşıyorlar. Fakat Sırplar, ilk önderlerinin, Stephan'ın ölümünden sonra uzun bir süre başsız kalıyorlar. Avrupa içlerinde ilerleyen Türkler, o bölgedeki otorite boşluğunu değerlendirerek, Güney Sırbistan'ı ve Makedonya'yı da 1371'de ele geçiriyorlar.
Osmanlılar'a karşı, Lazar adındaki bir Sırp Derebeyi tüm bölge halkını direnişe davet ederek, Arnavutlar, Sırplar, Hırvatlar, Walajlar, Bulgarlar ve Bosnalılar'dan oluşan 25 bin kişilik bir ordu kuruyor. Osmanlılar'la Kosova'da karşılaşıyorlar. (Amselfeld). Sultan Murat önderliğindeki 40 bin kişilik bu Ordu'ya karşı savaşıp yenik düşüyorlar. Sırp önderi Lazar, savaşta Osmanlılar'a esir düşerek ölüyor. Sırplar, kaybediyor. Savaşı Osmanlılar kazanıyorlar fakat bir Sırp, Sultan Murat'ı hançerleyerek öldürüyor... Bu savaştan sonra bölgede 500 yıllık bir Osmanlı hakimiyeti başlıyor. Sırplar, bu toprakları iki kere terketmek zorunda kalıyorlar. 1690 ve 1737'de, iki kere büyük Sırp göçleri yaşanıyor.
Arnavutlar'ın önemli bir bölümü kazanan tarafın dinini kabul ettikleri için, Sırpların terk ettikleri bölgelere, evlere ve topraklara yerleşmelerine izin veriliyor.
Böylece, hristiyanlıklarını devam ettiren Sırplar'la islam dinini seçmiş olan Arnavutlar arasındaki tarihi düşmanlık da başlamış oluyor.
Miloseviç başlangıçta, Sırpların tarihinde yeni bir Lazar olmak, 1389'da O'nun yaptığı gibi efsaneleşmek istiyor.
Son gelişmelerin fitilini ateşleyen olaylar, 1987 yılında Sırp milliyetçilerinin büyük gösterileri ile başlamıştı. O zaman 46 yaşındaki Miloseviç, Büyük Sırbistan hedefi ile halk desteğini arkasına aldı ve Kosova ile Voyvodina'nın otonomisini kaldırarak önderliği ele geçirdi.
Bu gelişmelerin hemen ardından yaşanan önemli bir provakasyon var. Kosova-Priştina'daki bir köyde daha öncesi organize edilmiş bir grup insan Sırp polisini taşlıyor. Olaylar bu yönde gelişmeye başlayınca Miloseviç hemen bölgeye gelerek bu saldırıya karşı tepkilerini dile getiren Sırplar'ın şikayetlerini dinliyor. Sırplar, kendilerine yönelik aşağılamalardan, kadınların Arnavutlar'dan dayak yemelerinden, evlerinin yakılmasından söz ediyorlar.
Tüm bu söylenenleri dinleyen Miloseviç, Sırplar'ın ruh halini değiştiren tarihi bir söz sarfediyor ve Sırp milliyetçiliğinin önderi haline geliyor. Diyor ki: "Bu halkı dövmeye kimsenin hakkı yoktur." Miloseviç'in sözkonusu açıklaması, ardı ardına tüm devlet televizyon ve radyolarından yayınlanıyor. Miloseviç'in bu milliyetçi çıkışı, ani bir duygusal çıkış değildir. Önceden hazırlanmış senaryonun sadece bir parçasıdır.
Sırp milliyetçiliği son dönemdeki yükselişinin teorik çerçevesini, 1986 yılında "Sırp Bilim ve Sanat Akademileri" nin bir araştırma tezinden almaktadır. 1986 yılında hazırlanan ve yayınlanan araştırmada: Yugoslavya sınırları içinde yaşayan en büyük halk olan Sırpların ayrı devlet kurma hakkının tanınmadığı ve kendi hakları olan topraklarda iki otonom bölgeye mahkum edildikleri; kısacası, Sırpların bu bölgede hak ettikleri durumda olmadığı, bir halkın genel haklarından mahrum kaldıkları savunuluyor. (Sözü edilen 'İki bölge', Kosova ve Voyvodina'dır.)
Aynı tezde ayrıca, Sırplar'ın diğer bölgelerde, Hırvatistan ve Bosna Cumhuriyetleri'nde de yaşamaya mecbur kaldıkları ve oralarda asimilasyona uğratıldıkları belirtiliyor. Kosova'da ise Arnavut çoğunluk tarafından yok olma tehlikesi ile karşı karşıya bırakıldıkları söyleniyor. Tez esas olarak; çok cumhuriyetli Yugoslavya'da bir "anti-Sırp gerçeğinin" var olduğu düşüncesi üzerinde yükseliyor.
Miloseviç işte bu tezi kendisine temel alarak diğer halklara saldırmanın, yükselen işçi muhalefetini milliyetçilikle boğmanın, işçilerin memmuniyetsizliklerini bu kanala akıtmanın koşullarını yaratır. İktidarı da böyle bir yoldan yürüyerek yakalar. İktidara geldikten sonra ise, Kosova ve Voyvodina'nın otonomisini iptal ederek Tito'nun anayasal güvenceye kavuşturduğu hakları ortadan kaldırır.
Miloseviç'in milliyetçiliği körüklemesinin nedenlerini sınıfsal bir zeminde incelemek zorunludur. Aynı zamanda, Yugoslavya'nın, "3. Yol" ya da "neo sosyalizm" olarak tanımlanan örtülü kapitalizm tercihinin çarpıklığını, bu "Yol"un beraberinde getirdiği sorunları iyi değerlendirmek gerekir.
Miloseviç, Tito'nun ölümünden sonra doğan otorite boşluğunu kendi lehine çevirerek iktidarı alıp kitlelere yeni bir hedef sağlamak, insanları savaşlara hazırlamak için, bundan on yıl önce, 28 Haziran 1989 yılında bir başlangıç yaptı.
28 Haziran 1989 yılında, yani Kosova yenilgisinin 600. yılında, devlet desteğiyle tüm Sırbistan insanlarını savaşın kaybedildiği ovaya yığdı. O gün orada tam bir milyon insan vardı. Nüfusun yüzde doksanını müslümanların oluşturduğu bir yörede Sırp savaş marşları yükseldi. Milliyetçilik şaha kaldırılarak, geçmişle günümüz arasındaki durum arasında benzerliklerin var olduğu bağlantısı yapıldı. Miloseviç orada kitleye seslenirken şöyle dedi:
"Bugün 600 yıl sonra tekrar savaşın içerisindeyiz. Ve yine savaştayız ve savaşlarla karşı karşıyayız. Bunlar şu anda silahlı savaşlar değillerdir. Fakat olmayacağı anlamına da gelmiyor!..."
1989'da Sırbistan'ın Başkanı olarak Kosova ve Voyvodina'nın otonomilerini kaldırıp Tito'nun Anayasası"nı iptal etti. 1991'de, Yugoslavya devlet aygıtında darbeci bir tarzda iktidarı ele geçirdi. Slovenya ve Hırvatistan'ın demokratik adımlar atmaya başlaması karşısında, Belgrad bu gelişmeleri sindirme ve savaş politikası benimsedi.
Kuşkusuz emperyalistler, bölgedeki tüm bu gelişmeleri ve çelişkileri, son tahlilde sadece ve sadece kendileri için yararlı olabilecek bir genel programın parçası haline getirmekte gecikmedi.
Almanya'nın, Slovenya ve Hırvatistan'ın bağımsızlık ilanlarını tanıyan ilk emperyalist güç olarak devreye bu boyutta girmesiyle, savaş daha da gelişti.
Miloseviç'in savaştaki hedefleri belliydi; ona göre Sırbistan, Sırplar'ın yaşadıkları tüm bölgelerdi. Bu tez doğrultusunda, Slovenya'da Sırplar yaşamadığı için Belgrad Slovenya'nın bu karara sessiz kalıp çekip gitmesine izin verdi. Fakat Sırpların yoğun olarak yaşadıkları Hırvatistan'da buna izin veremezdi ve ordu Hırvatistan'a girerek, Sırplar'ın yoğun olarak yaşadıkları bölgeler dahil olmak üzere, hiç Sırplar'ın olmadığı Zadar ve Dobronik gibi bölgelerini de işgal etti.
Bosna'da ise, Miloseviç destekli Radovan Karadziç, müslümanlara karşı diğer bölgelerde olduğu gibi etnik temizlik adı altında katliamlar düzenledi.
1995'e doğru Hırvatlar'ın emperyalistlerin ve özellikle Almanya'nın desteğinde ordulaşması, Sırplar'a yönelik başarılar elde etmesi, NATO'nun bombalamalarla "ikna" etmesi sonucu, anlaşmaya oturmak zorunda kalındı. Sonuçta, Dayton Antlaşması'yla, Miloseviç'in Büyük Sırbistan hayali suya düştü, Sırp kitlelere benimsetilen rüya sona erdi...

UÇK
ABD'de devlet destekli yayınlanan Foreign Affairs'in Mayıs-Haziran Sayısı'nda UÇK'ya geniş yer ayrıldı.
Balkan uzmanı Amerikalı Cris Hedgess'e göre; UÇK, ne savaş esnasında ne de sonrasında, hedefinden vazgeçmeyecek. UÇK, şu anda daha çok Washington'un desteklediği ve Arnavutlar açısından muhatap olarak gördüğü İbrahim Rugova'yı dıştalamıştır. Bu durum tabii ki ABD'yi rahatsız ediyor. Çünkü Arnavutlar'ın büyük bir bölümü UÇK'yı önder olarak görmekte.
Cris Hedgess doğal olarak, UÇK'nın ideolojik açıklamalarını ve uluslararası ilişkiler içindeki konumlanışını hızlı bir şekilde geçiştirmekte. Örneğin, UÇK'nın, CIA'nin araştırmalarına göre, islami örgütlerle çok önemli bağlantıları var. Hatta ABD devlet görevlilerinin raporlarına göre UÇK, Körfez'deki bazı ülkelerden milyonlarca dolar yardım görmektedir.
Hedgess, ABD'nin 1998 yılına kadar UÇK'yı terör örgütü olarak değerlendirdiğini de yazmamaktadır. Bu konuda, 5 Mart 1999 tarihli ve yine ABD'de yayınlanan haftalık Human Events Gazetesi'ndeki şu açıklama dikkate değerdir:
Temmuz 1998'de Sırbistan-Arnavutluk sınırında, Yugoslav Ordusu elliye yakın mücahit askeri ile çatışmaya giriyor. Bu grup sınırı geçerek Kosova'ya girmeye çalışmıştır. Çatışmada Sırplar, Alija Rabie adındaki bir gerillayı öldürür. Öldürülen kişi, Arnavut ve UÇK üyesidir.
İlginç olan, Rabie'nin üzerinde bulunan belgelerdir. Bu belgelere göre Rabie, 50 yabancı mücahidi sınırdan geçirerek Kosova'ya getirmiştir ve onların Hristiyan-Ortodoks azınlığa karşı 'kutsal bir savaşa' katılmaları için önderlik etmektedir.
Yazının geri kalan kısmı, haftalık İbir gazete olarak yayınlanan Jane's İnternational Defense Review'dan alıntı yapıyor. Bu dergi, merkezi İngiltere'de olan NATO bağlantılı bir enstitünün yayın organıdır. Enstitünün asıl araştırma konuları, NATO'nun 'terörist' olarak tanımladığı ülkeleri büyüteç altına almak ve araştırmaktır. Kurum bu doğrultuda, ABD haberalma örgütü ile sıkı bir şekilde işbirliği yapmaktadır.
"Jane"e göre, UÇK sinsi bir örgütlenmedir ve üç hedefi vardır. Birinci hedef; UÇK ile hareket etmeyen müslümanların, ikincisi Sırp polislerinin ve üçüncüsü Hristiyan Ortodoks azınlığın öldürülmesidir...
UÇK açısından bu amaçların gerçekleşmesi iki gelişmeyi beraberinde getiriyor: Bu saldırıların sonuçları, UÇK'nın amaçlarına hizmet eden sonuçlardır. Birincisi, Sırplar'ın öldürülmesi ve buna bağlı olarak Sırp polislerin bu saldırıların sonucunda gerçekleştirecekleri ağır misilleme eylemlerinin UÇK'ya puan kazandırması...
Human Events, bu gerçekler doğrulsunda Clinton yönetiminin politikasına şüpheci bakmaktadır ve sormaktadır: Bu nasıl bir politikadır ki, Avrupa'nın tarihi sınırları içerisinde, ulusal bağımsızlık savaşı vermek için terörizme başvuran ve İslami özellikler taşıyan, bu amaçlarını gerçekleştirmek için Arap devletlerinden maddi yardım alan bir örgüt desteklenmektedir.
Human Events, UÇK'nın İslami özelliklerini ve bağlantılarını ortaya koyan tek örgütlenme değildir. Bunun dışında ayrıca The Scotmans Dergisi'nden Chris Stephens, 30 Kasım 1998 tarihinde şu açıklamayı yapar: İslamcı gericiler Arnavutluk'a tamamen yerleşmiş durumdalar. Hatta 1998 yazında Arnavut güvenlik güçleriyle CIA'nin birlikte düzenledikleri operasyon sonucunda "İslami Cihad" ın beş önemli kilit adamı burada yakalanıyor. Buna rağmen bölgede, Sudan, Tunus, Cezayir ve Mısır destekli ve kaynaklı gericileşme giderek ağırlık kazanmaktadır.
Stephens'e göre ABD, UÇK ile çıkarları gereği dirsek temasında olsa dahi bir yandan da giderek kontrolü kaybedip UÇK'nın islamcı güçlerle bütünleşmesi tehlikesini hissetmektedir. Örneğin ABD'nin bir no'lu düşman olarak ilan ettiği Osama Bin Laden'in adamlarının Arnavutluk'ta çalışma yaptıkları, artık herkes tarafından bilinen bir gerçek haline gelmiştir.
29 Kasım 1998 tarihli Accocıated Press haberine göre, Osama Bin Laden, savaşçılarını Kosova'ya göndermiş, Arnavutlar'ı desteklemek için geniş bir dağıtım ve destekleme ağı kurmuştur.
Bu konuda daha detaylı yazan Jerausalem Post (sayı 14, Eylül 1998) 'da yazan Steeve Rodan 'a göre, UÇK'yı İran ve Suudi Arabistan, CIA'nin bilgisi doğrultusunda, birinci derecede desteklemektedir. Osama Bin Laden ise, UÇK'yı maddi anlamda desteklemektedir.
Rodan devam eder: Basında UÇK'nın islami bağlantıları ve Balkanlar'da islami gericiliğin yükselişinin açıklaması yer almamaktadır. Hatta tartışılması ve batılı devletlerce bu yönüyle ele alması gündeme gelmemektedir.
Nedeni, batılı devletlerin islam devletlerini büyük bir pazar olarak değerlendirip bu tür tartışmaların ve bazı devletlerin konu edilmesi, aradaki ticari ilişkileri bozacaktır .Fakat buna rağmen İslam ve Arap devletlerinin UÇK'yı ve bölge müslümanlarını desteklemesi Balkanlar'da bir İslam ve batı Avrupa'ya bir tehlike olarak görmeye başladı.
Rodan, örneğin İran Cumhuriyet Muhafızları'nın UÇK'yı eğittiklerini ve hatta İran ve Suudi Arabistan'ın UÇK'ya bölge içinde de destek vermek için temsilcilikler açtığını ve hatta Tiran'da bir islam bankasının kurulduğunu açıklamaktadır. Ayrıca Arnavutluk'ta Skadar'da, İranlı temsilciler, bir Ayetullah Humeyni Cemiyeti kurmuşlardır.
Şu anda UÇK'nın içerisinde, daha önce Bosna'da da savaşmış olan, bir çoğu Bosnalı kadınlarla evli 7000'e yakın islamcı profesyonel savaşçı vardır. Bunların çoğunluğu İranlılar'dan oluşmaktadır ve aralarında Afganlı, Cezayirli, Çeçen ve Mısırlı islamcılar da vardır.
Rodan, ABD Kongresi'nin bölgedeki islam yayılmacılığını herkesten iyi bildiğini, fakat şu anda süreç gereği bu konuyu gündeme getirmediklerini belirtiyor.
İranlılar'ın bu gelişmeler karşısında bölgede güç kazanmaları bile görmemezlikten geliniyor. Avrupa bu konuda ABD'den farklı düşünüyor ve islam yayılmacılığını kendileri açısından bir tehlike olarak görüyor.
22 Mart 1998 tarihli Londra Sunday Times'e göre Osama Bin Laden'in UÇK'yı desteklemesinin arkasında yatan gerçek, gelecekte Avrupa'ya yönelik bir kampı Kosova'da kurma düşüncesi içinde olması... Ayrıca, bölgedeki gelişmelerin önemli bir yönü daha var: UÇK, dünya eroin trafiğinin tam içinde...

Kosova'daki özel durum
Sovyetler Birliği'nin çözülüşünden sonra ABD'nin dünyadaki rolü ve işlevleri değişti. ABD şimdi bir bütün olarak, tüm dünyaya yönelik programlar ve taktikler geliştiriyor. "Küreselleşme"nin gerçek anlamı da bu...
Fakat kuşkusuz ki bu duruma, irili ufaklı devletler ve bazı güçler, çeşitli biçimlerde direnişler geliştiriyorlar. Boyun eğme sürecinin içine kolay girmek istemeyen ayrıkotları rolünü oynuyorlar.
Bu yeni dünya düzenine objektif olarak direnen ve onu objektif nedenlerle tehdit eden, onun sonunu bu bağlamda hazırlayan verilerin yanısıra, bu ayrıkotlarının varlığı da önümüzdeki çağda emperyalizmi bir hayli uğraştıracaktır. Anlaşmazlıkların ve çelişkilerin, silahlı savaşlar dışındaki biçimleri, yeni çağın değişik çatışmaları olarak yaşanacaktır.
Ayrıca ABD, hem sömürge ülkelere karşı egemenliğinin gücünü ve sınırlarını göstermek, hem de diğer emperyalist devletlere, ona karşı direnen bazı güçlere siyasi ve askeri anlamda ders vermek için, zaman zaman çeşitli hedeflere yönelir. Bu taktikleriyle, dünya jandarmalığı rolünün tartışılmazlığını kanıtlamaya çalışır.
Yukarıdaki çözümlemeye en iyi örnek, 1991'deki Körfez Savaşı'dır. ABD orada uluslararası güçlere önderlik ederek, hem o bölgede petrol yatakları üzerindeki etki alanını sağlamlaştırdı, hem de ona çeşitli biçim ve düzeylerde muhalif olabilecek güçlere, bunu yapabileceğini gösterdi.
ABD aynı tavrı, 1991'de Hırvatistan'da ve Slovenya'da da aldı.
Her ne kadar Almanya, Hırvatistan ve Slovenya'yı ilk tanıyan ve Balkanlar'da geçmişten sarkan gücünü canlandırmaya çalışan bir emperyalist güç olarak bölgede çeşitli taktikler geliştirmeye çalışmışsa da ABD orada, Yugoslav ordusuna karşı Hırvatlar'a askeri eğitim vererek, müslümanları silahlandırarak, 1995'te Sırbistan'ı bombalayarak ve Hırvatistan'dan 200 bin Sırp'ı göç ettirerek, etkinliğini pekiştirdi...
Şimdi bizzat kendilerinin yarattıkları Kosova Krizi'ne sözde 'müdahale ederek' Avrupa'nın göbeğine de askeri ve silahlı olarak müdahale edebileceklerini gösteriyorlar.
Almanya'nın rolü nedir?
NATO'nun Doğu Avrupa'daki planlarından önemlisi, sosyalist blokun çözülüşünden sonra geriye kalan devletleri kendi nüfuz alanlarına almaktır.
Bunun için, Polonya ve Macaristan gibi bazı ülkeler direkt NATO üyesi yapılmakta, bazıları ise NATO'nun "partner ship for peace' projesine dahil edilmektedir. Bu taktiklere karşı Rusya'nın geliştirmeye çalıştığı alternatiflerin ayağı ise bir türlü yere basamamaktadır.
Almanya ve Rusya arasındaki tüm eski Doğu Bloku ülkeleri, emperyalizmin ağına girmiş durumda, şimdilik bir tek Sırbistan hariç, o hala Rusya'nın en sağlam müttefiki durumundadır. Fakat işte tam bu noktada, NATO müttefiklerinin çıkar birliktelikleri sona ermektedir.
Almanya önderliğindeki Avrupa Birliği'nin hedefi, ABD'den ayrı hareket edip kendi çıkarlarını korumak ve yeni pazar alanları yaratmak veya bu konuda olduğu gibi, eski nüfuz alanlarını korumaktır. Fakat bunu yaparken, NATO kozunu elden çıkarmamak ve o da bunu kullanmak istiyor.
Oysa NATO'nun önderliğini ABD yapmaktadır. Alman CDU'nun, kırmızı yeşil Hükümeti ABD'nin kuyruğuna takılmakla suçlaması ve AB için bağımsızlık, kendi başına belirleyici olmak hakkı istemesi, işte bu yüzdendir. Yoksa kendi argümanlarına göre "bağımsız ve demokratik Avrupa" safsatasından değildir...
Kapitalizmin krizlerini emperyalistlerin masa başında çözümleyememeleri, çelişkilerin silah yardımıyla -ama yine yeni sömürgeler üzerinden- çözümlemeye yönelinmesini doğurmaktadır.
Fakat günümüz koşullarında bunu ABD'den bağımsız bir şekilde yapmak mümkün değildir, her halükarda silahlı savaşların yolu ABD'den geçmektedir. ABD, NATO'nun önderliğini yapmakla birlikte, diğer ülkelere nazaran silah ve ordu bakımından çok daha üstün bir ligde top koşturmaktadır. Örneğin, ABD tek başına geçen yıl bütçesinde orduya 280 milyar dolar ayırmışken, tüm AB ancak 180 milyar dolar ayırmıştır. ABD, tüm dünyada birçok uçak gemisine sahipken, AB'nin İngilteresi'nin ve Fransası'nın, yanlızca birer uçak gemisi vardır.
Ayrıca NATO ülkeleri arasında, NATO'nun ortak araç olarak görülmesi konusunda, gittikçe artan oranda yaşanan çıkar çelişkileri, AB ülkelerinin ilişkilerinin bu temelde kötüye gitmesini doğurmaktadır.
Doğu Avrupa'da yaşanan pazar kavgaları ise emperyalistler arası gerginliği, uyuşmazlığı arttırmaktadır.
Fakat herşeye rağmen hiçbir emperyalist ülke, bu bölgeye Almanya kadar hakim değildir. Başta Hırvatistan ve Slovenya olmak üzere, Balkanlar'ın büyük bir bölümünde geçerli para, Alman Markı'dır. Almanya'nın Balkanlar'da yaptığı ticaret, 167.3 milyar dolardır. Ve (1997 yılı itibarıyla), % 10 oranında, bölgenin Kuzey Amerika ile yaptığı ticaretten daha yoğun bir ticari ilişki yaşanmıştır. Alman dış ticareti, Balkanlar'da dünyanın diğer bölgelerine göre iki kat fazla büyümekte ve Baltıklar'dan Polanya'ya kadar, Almanya ticari önderliği şimdilik rakipsiz biçimde götürmektedir.
İşte bu gerçeklik, Almanya'nın Kosova Savaşı'na katılım biçimini anlamak açısından çok önemlidir. Savaş karşıtlarının düşüncelerinden farklı olarak çıkan bir düşünce de bu kadar başarılı olan bir bölgedeki çatışma gündemine, ABD'nin aksine Almanya niçin katılmıştır, düşüncesidir. Çünkü ilk bakışta, Almanya'nın bu bölgede var olmak için hiç bir biçimde silaha başvurmasına gerek yoktu...
Ayrıca Almanya'nın en azından bir bombalamaya ve hava saldırısına katılmasıyla, Alman Dışişleri Siyaseti de ilk defa savaş siyasetine bir geçiş yapmış olacaktı. Buradaki taktik, Alman Kamuoyunu, Almanya'nın artık dışarıda savaş yürütecek aşamaya geçtiğini ve savaş fikrine alıştırmaktır. Yani Almanya'nın sürekli ihtiyaç duyduğu argüman olan Alman Kamuoyunu savaşa yeniden alıştırma zorunluluğunu gerçekleştirmektir.
Nazi Almanyası'nın yıkılışı ve Federal Almanya'nın kurulmasıyla, Alman Ordusu'nun işlevleri anayasada belirtilmiş, görevleri yalnız vatan savunmasına göre düzenlenmişti. Alman Anayasası, hangi nedenle olursa olsun, dışa, bir başka ülkeye yönelik saldırıya izin vermemektedir.
Peki Almanya niçin kara harekatına karşı çıktı?
Bunun iki nedeni vardır. Birincisi, kara harekatına katılarak Almanya'daki büyük anti-savaş muhalefetinin harekete geçmesini engellemek. İkincisi, Rusya'yla olan önemli ekonomik anlaşmaları tehlikeye atmamak...

Yugoslavya'da tarihi gelişim ve işçi muhalefeti
1950 ve 1960'larda, Yugoslavya'ya, Doğu Avrupa'nın barışçıl ve istikrarlı ülkesi olarak bakılıyordu. Fakat 1990'ların ortasında süren savaştan sonra, bölge yeniden büyük bir yıkımın içinde... Tüm bunlar, kapitalist krizlerle bağlantılı olarak emperyalizmin bölgeye müdahaleleri ve ülkenin politikacılarının onlarla geliştirdikleri işbirliklerinin sonucudur.
Yugoslavya'nın, diğer reel sosyalist blok ülkelerine nazaran farklı bir sosyal sistem uygulamasından dolayı, 1960'lı yıllarda tüm dünyada yaşanan kapitalist kriz, burayı da etkiledi.
Yugoslavya Hükümetleri, ekonomik sorunları çözmek için ülkeye yabancı sermayeyi çekerek borçlanma yolunu tercih ettiler...
Fakat durum iyileşeceğine, çok daha fazla kötüleşti. Enflasyon % 38'lere vardı. İhracat artacağına ithalat arttı. 1970'lerin sonuna doğru, kişi başına düşen milli borç, 1000 dolar oldu. O sıralar kişi başına milli gelir, 120 dolardı. Yani milli gelirden yılda 120 dolar pay alan insanlar, 1000 dolar borçlandırılmaktaydı...
1987 yılında, maaşlar donduruldu ve temel gıda maddelerine % 25-%60 arasında zam yapıldı. Tüm milliyetlerden insanlar, maddi yaşam koşullarının 30'lu yılların gerisine düştüğünü fark ettiler. Dünya Para Fonu IMF, daha fazla borç verebilmek için, sosyal hakların daha da kısılmasını ve insanların yaşam standartlarını düşüren uygulamaların başlatılmasını şart koştu. Mali sermayenin uygulamalarıyla derinleştirdiği kriz, ülkeyi parçalanma noktasına getirdi.
İşçilerin kötüleşen hayat şartlarına karşı ilk müdahaleleri diğer halklara değil, patronlara saldırı olmuştur.
1987 yılında 365.000 işçi, toplam 1570 grev gerçekleştiriyor... 1987 yılının Haziran Ayın'da, 1945'den sonra Belgrad'da örgütlenen en büyük işçi mitingi gerçekleştiriliyor.
Bu miting, (IMF) Dünya Para Fonu'nun politikalarını protesto amaçlıdır.
Sözkonusu miting-yürüyüşte, Hırvatlarla Sırplar birlikte hareket etmektedirler. Bu önemli eyleme ilişkin izlenimlerini aktaran The Guardian Gazetesi'nin muhabiri şöyle yazar: "Yürüyüşçüler, Arnavutlar'ın ölümünü isteyen bir grup milliyetçiyi dinlemedi..."
İşte bu Miting'ten sonra Yugoslavya'nın her bölgesinde milliyetçiler ortaya çıkar ve diğer halkları, var olan ekonomik olumsuzlukların sorumlusu olarak göstermeye başlar. Emperyalizmin bölgesel bir programı karşısında, halklar birbirlerini günah keçisi haline getirmeye başlar. Çünkü emperyalizmin çıkarları doğrultusunda milliyetçi yaklaşımların insanların kafasına yerleştirilme yolu, egemenler tarafından seçilmiştir. Çünkü işçiler haklı tepkilerini düzene doğru yöneltmişlerdi ve bu tepkilerin farklı kanallara akıtılması gerekiyordu.
Bu kriz süreci içinde bankacı olan Slobodan Miloseviç, politikaya atıldı ve ülkede sefaletin nedeni olarak Kosova'da yaşayan Arnavutlar'ı sorumlu gösterdi. Hükümete yönelik tepkiyi Arnavutlar'a yönelterek, suçluların Arnavutlar olduğunu söyledi.
Aynı taktik, Hırvat halkı üzerinde de gündeme getirildi. Aynı politikayla hareket eden-ettirilen Hırvat Franjo Tudamandi de ülkedeki ekonomik güçlüklerden sorumlu olarak Sırpları gösterdi. Bunun üzerine, "Hırvatistan Hırvatlarındır", "Sırbistan Sırplar'ındır" sloganlarıyla karışık ve aslında bölge halklarından kimsenin bir şey anlamadığı bir süreçte, o güne kadar bir arada yaşayan halklar, 1991 yılında başlayan savaşla birbirine kırdırıldı. Batı, ilk süreçte Hırvatları destekledi. Sonuçta, 1992'de Bosna ikiye bölündü.
Arnavutlar'ın göçü sırasında bir Arnavut kadın ağlayarak haykırıyordu: "Neler oluyor? Ben komşum Sırp'ı öldürmem, o iyidir. O'nun benim çocuğumu öldüreceğini sanmam. Biz birlikte iyiydik. Neden böyle oluyor?"
İngilizcede, "day" sözcüğünün anlamı, 'gün'dür. Öğrencilerin ilkokullarda ilk öğrendikleri sözcüklerden biridir. NATO Genel Komutanlığı'nda "D-day"ın anlamı, savaşın ilk günüdür. Tüm savaş planlaması ona göre yapılmaktadır. Askerler, savaşı günlerinin sayısını doğru saymaktadırlar, fakat diğer insanlara göre değişik bir hesaplama tarzları vardır. Örneğin onlara göre savaşın onuncu günü "D+9" dur.
Onlar için "D-1" in anlamı da büyüktür. Bu onlara göre, savaşın son günü demektir. İşte bu gün çok önemlidir. Bu gün ordular, tüm kararlarını tekrar gözden geçirme imkanına sahiptir. Eğer savaş tarzlarını değiştirmezlerse, savaşa yönelik yeni planlamalar yapmak zorundadırlar.
24 Mart 1999, "D-1day" oldu. Tüm savaşların, savaş öncesi bir tarihleri vardır. Fakat herzaman asıl başlangıç konusunda, savaşların tarafları farklı görüşlere sahip olmuşlardır. İşte bu noktada 1989 yılı, değerlendirme açısından önem kazanmıştır.
Bu yıl Slovodan Miloseviç, Sırp-Yugoslavya başkanlığına seçilerek, zaten sınırlı bir kısmı ile var olan Kosova Bölgesi'nin otonomisini kaldırarak, orada çoğunlukta olan Arnavut kökenli halka yönelik baskıları arttırma yoluna gitmiştir. Mart 1998 tarihinde, Kosovalılar ilk defa UÇK adında bir gerilla grubu kurmaya başladıklarında, Sırp-Arnavut sorununun daha fazla gelişeceğinin tanımını da yapıyorlardı...
ABD Dışişleri Bakanı, bu ordunun gelişebileceği değerlendirmesini yaparak, Mart 1998'den itibaren ABD Hükümeti'nin Balkan politikasında bu sorunu politik malzeme yapıyor ve soruna cepheden yaklaşma, tansiyonu yükseltme yolunu seçiyordu.
Tekrar geçmişteki gibi kamuoyunda dünya jandarması olarak gözükmek için ABD, NATO'yu kendi politikalarına artık direkt alet etmek taktiğini gündeme soktu. Haziran 1998'de Shape'de (NATO'nun Brüksel'deki ana karargahında), Yugoslavya'ya karşı bir kara savaşının planları üzerinde çalışmalar yapıldı. İki farklı plan ve hedef için senaryolar çizildi.
Bu senaryoların gerçekleşmesi doğrultusunda, ilk hedeflere göre, Kosova içinde Arnavutlar'ın korunmasını sağlayacak özel güvenlik bölgesi için en az 10 bin asker gerekiyordu.
İkinci bir hedefe göre, tüm Kosova'nın işgal edilmesi için gereken asker sayısı, 200.000 olarak saptanıyordu. Bu ikinci plan onlar için, sorunu kökten halletmek açısından daha gerçekçiydi. Fakat, bu 200.000 askeri orta vadede bölgeye yığabilmek için o bölgede gerekli hava ve deniz limanları yoktu.
Bu nedenle, sözkonusu plandan vazgeçildi ve ordunun bürokratları, genel bir hava saldırısı başlatmak için, hava saldırıları üzerinde çalışmaya başladılar.

CIA'nin seferberlik ilanı
1998 Krizi derinleşmeye doğru giderken, NATO bölgedeki hava gücünü artırmaya devam etti.
2 Ekim tarihinde, NATO seferberlik ilan ediyordu.
Bu doğrultuda 1203 Nolu Birleşmiş Milletler kararı çıkıyor, bu doğrultuda, Birleşmiş Milletler'e bağlı gözlemciler, Kosova'ya yerleşiyordu. BM Güvenlik Konseyi'nin kararının hayata geçmesi için yeterli sayıda gözlemci bulunamaması, projenin hayata geçmesini uzatıyordu.
5 Ocak tarihinde, Kosova'nın Racak bölgesinde Sırp-Yugoslav çeteleri, elliye yakın Arnavudu katlettiler.
Bu, ilk katliam değildir, fakat süreç için politik açıdan bir dönüm noktasıdır. Bu olay sonrasında Amerikalılar, tamamen askeri çözümü zorlamaya başladılar. 14 Mart'ta, Yugoslav tarafı da sorunun askeri çözümü için harekete geçerek, Potkova adını koyduğu operasyonun başlamasına karar verdi.
19 Mart'ta, operasyonun 25 Mart'ta başlamasına karar verildi. Yani Sırplar, savaşa hazır olduklarını ve geri adım atmayacaklarını ilan ettiler.
Bu noktada, top artık Amerikan tarafındaydı. ABD yönetimi bu noktada, CIA'nin yanlış analizine kulak vererek bir savaş stratejisi oluşturdu. Yanlış analiz şuydu: Muhtemelen, ABD' nin ve NATO'nun saldırısı ve bombalamasına karşı Miloseviç direnişe geçecektir ve ilk saldırıyı geri püskürtecektir. Fakat ABD'nin kararlı savaş politikası sonucunda, NATO'nun 1995'teki Deliberate Force operasyonunda olduğu gibi, geri adım atacaktır.
Tam bu süreçte kamuoyu, bir savaş tehlikesinin farkında idi. Fakat o süreçte hala süren Fransa Ramboillet'deki görüşmeler, NATO, Sırp ve UÇK taraflarını bir araya getirmektedir. Bu görüşmelerin anlamı, kamuoyunda, daha çok Sırplar'ın Kosova'ya otonomi tanımasını dayatmak olarak ortaya konulmuştur fakat gerçek başkadır.
Eğer Sırplar NATO'nun oradaki taleplerini kabul etselerdi, o zaman Yugoslavya'yı NATO'nun tamamen işgal etmesini kabullenmiş olacaklardı. Bu görüşmelerle ilgili olarak kamuoyunda şimdiye kadar açıklananlar son derece sınırlıdır ve orada gerçeklerin gizli tutulması, ayrıca, özellikle kararlaştırılmıştır.
Kamuoyuna yansıtılan resmi biçimiyle bu görüşmelerdeki pazarlık konuları; Kosova için adil bir otonomi ve Kosovalılar'ın güvenliğinin sağlanması amacıyla orada bir barış gücünün konuşlandırılması olarak lanse ediliyordu. Fakat Sırplar'ın imzalamaya zorladıkları barış antlaşmasınnı askeri yönü çok daha farklı idi. Bu doğrultuda, NATO Ordusu ve askerleri, tüm Yugoslavya topraklarında özgürce dolaşma hakkına sahip olmalı idiler. Yani hem Kosova, hem Sırbistan ve hem de Montonegro'da...
Antlaşmanın 8. Maddesi'nde, aynen şöyle yazıyor: "NATO personeli, tüm uçakları, gemileri, araçları ve teçhizatları ile tüm Yugoslavya topraklarında ve karasularında ve hava sahasında özgürce hareket edebilmeli ve hiç bir engele takılmadan ve izin almaksızın, kamplar kurup, tatbikatlar düzenlemeli, bazı bölgelerin binalarını kullanmalı ve lojistik imkanlarına sahip olmalıdır" diyor.
Madde 6: "İşgal güçlerine sınırsız dokunulmazlık tanınmasını" öngörüyor. "Bu doğrultuda; NATO personeli, tüm alanlarda dokunulmazlığa sahiptirler" diyor.
Madde10; NATO'ya, Yugoslavya'nın tüm havaalanlarını bedava kullanma hakkı tanıyor.
Sonuçta; böyle bir antlaşmayı imzalamak, bir devletin bağımsızlığına veda etmesi anlamına gelecektir. Böyle bir şey, kimseden beklenemezdi...

Kosovalılar'ın durumu
Saldırı öncesi, Ekim 1998'e kadar, 70.000 Kosovalı yurtlarını terk etmişlerdi. ABD Dışişleri Bakanlığı'nın açıklaması, 16 Nisan 1999'da, toplam 700.000 Kosovalı'nın kaçmış olduğunu ve Mayıs ortasında bu sayının bir 100.000 daha yükseldiğini ortaya koymakta.
NATO saldırılarının başlamasıyla, Sırp Ordusu ve çeşitli Sırp Çeteleri, 400'e yakın köyü yakıp 60 değişik katliamda 3500'e yakın insanı katlettiler.
NATO'nun herhangi bir saldırısında Sırplar'ın, bölge halkına yönelik saldırılarını arttıracakları tüm yönleri ile açıkken, NATO bunu bile bile bu gerçeği duymamazlıktan geldi. Tabi ki, bu durumda Sırpların zulümlerini engellemek olanağı ya da amacı da yoktu.
Yurtlarından kaçan veya göçe zorlanan Kosovalılar'dan 100.000'inin, diğer ülkelerce kabul edileceği yönünde karar çıkmasına rağmen, ancak 21.000 Arnavut NATO ülkelerine alındı. Diğer tüm mülteciler, Montonegro, Arnavutluk ve Makedonya'daki kamplara dolduruldular. Buralarda ilk salgın hastalıklar da başgösterdi.
Başlangıçta ilan edilen "kısa vadeli askeri çözümün", "olumsuz hava koşulları gibi nedenlerle gerçekleştirilememesi" ve dolayısıyla Arnavutlar için NATO tarafından 'vadedilenlerin' değil, yeni Sırp katliamlarının hayata geçmesi, NATO'nun sözde 'humaniter' planlarının bir kez daha ne anlama geldiğini ortaya koymuştur: Felaketlerin, halklar için yeni biçimler altında büyümesi...
NATO'nun hava saldırılarında dikkat çeken diğer bir yön de, hava saldırılarını ikinci haftadan sonra tamamen yok etme ve ülkenin sanayi alt yapısını tahrip etme hedefine yönelmesiydi. NATO'nun Nisan ortasında yaptığı açıklama, Kosova'da topu topu yedi panzeri vurdukları doğrultusundaydı. Bunun dışında, diğer tüm hedefler; köprüler, elektrik santralleri, endüstri merkezleri, yollar vb ...
Bazı veriler şöyleydi: Hava limanlarının % 50'sinin yok edilmesine karşın, Sırp uçaklarının % 15'i, uçaksavarların üçte biri yok edilmişti.
Şimdi, tüm bunların, NATO'nun savaş programına göre, daha bir ay öncesinden yok edilmesi gerekiyordu.
İlginç olan bir başka gerçek ise, bazı öncelikle saldırılması gereken hedeflerin çok sonraları vurulmasıydı. Örneğin, NATO uçakları, ancak 38. savaş gününde Belgrad'daki Ordu Genel Komutanlığı'nı vuruyordu.
Yani NATO, Yugoslav Askeri aygıtını yok etmeyi, önüne ilk hedef olarak koyacağına, savaşın ikinci haftasında, bir yıpratma hedefi olarak bu noktaları seçmişti.
Fakat öte yandan örneğin, Petrokimya sanayisini tamamen yok etmiştir. Enerji alanları ve demir döküm sanayisi tahrip olmuş durumdadır. Ülkenin ekonomik durumu en az 10 yıl geriye attırılmıştır. Bunun yanısıra, sözkonusu süreçte, sadece Sırbistan'da değil, aynı zamanda Kosova'da da vurmuşlardır.
Tuna üzerindeki tüm köprülerin yıkılmasıyla, ülke ikiye bölünmüştür. Elektrik santrallerini devre dışı bırakıp tahrip etmek için graffit bombaları kullanmışlardır ve bu bombalar Kosova Savaşı'nda ilk kez denenmiştir. Emperyalizm, dönemin her saldırısında yeni bir deney yapmak alışkanlığını, Kosova'da da ihmal etmemiştir. Ciddi bir çevre kirliliğine yol açacak biçimde, kimya endüstrisi vurulmuştur ve şu anda, bölgedeki su zehirlenmesinin hangi oranlarda olduğu henüz saptanamamış durumdadır.
NATO'nun bombalamalarda ince ayar yaptığı söylemleri, hedeflerin ancak % 50'sinin vurulduğunun kendileri tarafından açıklamasıyla, havada kalmıştır.
Görüşmelerin şartlarının kamuouyundan gizlenmesi, NATO'nun baştan beri sorunun siyasi çözümüne yanaşmadığının ve yeni bir kirli savaşta kararlı olduğunun en somut kanıtı değil midir?
Savaşların emperyalizm için, barışın ve halklar arasındaki dostluğun emekçiler için olduğu çağımızda, bu temel prensipleri, yaşamsal veriler olarak benimsemek zorundayız.
Gerektiğinde herşeye rağmen, en etkin biçimde, savaşların en ön saflarında yer almak, ama barışı ve halkların kardeşliğini savunmak, sosyalistlerin temel ilkesidir.

 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92