Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

Cihan Göksel

Anadolu; Türk, Kürt, Ermeni, Rum, Çerkez... Onlarca halkın hamuruyla yoğrulmuş bir topraktır.
Anadolu; bu halkların soylu evlatlarının yarattıkları değerler nedeniyle; erdemi, halkların kurtuluşunu, özgürlüğü, sosyalizmi savunan, tavrını ve yaşamını bu yönde koyan onurlu evlatları nedeniyle, hala üç deniz üzerinde yüzebilmektedir.
Anadolu, hala bu soylu evlatları dolayısıyla herşeye rağmen ufku görebilmekte, karanlığa karşı direnebilmekte, gün ışığını selamlamayı ve ona doğru ağır adımlarla da olsa yürümeyi sürdürebilmektedir. Emperyalizme karşın. "Yeni Dünya Düzeni'ne" karşın. İhanetlerine karşın.
İşte, Anadolu halklarının yüz akı insanlarından biri de; Ömer Özsökmenler'dir.
Yaşamış yüzlercesi gibi...
Yaşayacak yüzbinlercesi gibi...
Ömer Özsökmenler'i, Anadolu halklarının bütün onurlu direnişçileri, savaşçıları da anlatacak, ama aşağıda onu, çok daha özel bir insan, onun eşi, yoldaşı, mücadele arkadaşı, sevgiyi, ve emeği bölüştüğü insan, savaşımı O'nun gibi yaşam bilmiş bir özel kadın, bir özel insan, bir özel direnişçi anlatıyor:
Yurdusev Özsökmenler...
O, sadece bir önemli savaşçıyı, bu coğrafyanın üç kritik döneminde de mücadele bayrağını onurla ve en ileri noktalarda taşımış bir mücadeleciyi, bir devrim şehidini anlatmıyordu. O, aynı zamanda, yaşamın en güzel buluşma noktalarında yüreğini yüreğiyle bütünleştirdiği eşini anlatıyordu.
Zorun, namlunun, işkence tezgahlarının, devrim acılarının, gerekirse ihanetlerin yanısıra, bazen kazanımların mutluluğunun paylaşıldığı, ama şehitlik sürecinde sevgi akıtacak bir mezar taşının bile olası olmadığı savaş koşullarının ayırdığı, ayrılıkları mücadele paydasında buluşarak yendiği, gözyaşlarının zaferden sonrasına saklandığı koşullarda, ölümünü sadece hissettiği eşini yoldaşını anlatıyordu...
Daha zor ve o oranda daha güçlü anlatımlar da var mıdır?
Gözyaşlarının çığlıklarla haykırılmadığı zamanlarda, bir görev içinde, O'nu anımsarken, O'nu yaşarken , değişmeyen yüz hatları içinden süzülen bir damla yaşın, tarihsel haykırışı, tarihsel direnişi kadar eylem yüklü tavırlar vardır
Aksini ifade edebilecek olanların, yaşam, tarih ve insanlığın geleceği noktalarındaki cehaletini, Ömer Özsökmenler gibi ya da onun yüzü, yüreği, beyni, sevdası, yoldaşlığı gibi güzel, eşi gibi güzel insanları tanıyamama bahtsızlığını, anlayışla karşılamıyoruz.
O, burada sadece bir devrim kahramanını değil, bir insanı, 'kahraman' yapan, devrimci yapan ayrıntılardaki özel insanı anlatıyor.
Devrimciliğin, yaşamın, o ince ayrıntılarındaki ışıklarını anlatıyor.
Direnişçiliğin, devrimde uzun soluklu bir biçimde var olabilmenin, her türlü güçlüğe rağmen var olabilmenin sırrını anlatıyor.
Devrimci mücadelenin, yaşamın son noktasına kadar yüzlerce barikat aşmak anlamına gelmesinin, devrimcinin yaşamındaki özverilerin derin bir bilinçle seçilmiş mutluluk ritmine dönüşmesinin yalın ruhuyla bizlere sesleniyor.
Onlar varlar, yaşadılar, yaşıyorlar. Ve Anadolu halklarının her gün doğumunda, yüzlerce insan olarak yaşayacaklar.
Biraz çaba gösterin. Böylesi insanları yakalayın. Bu insanların düşünce ritmine doğru kaydırın yüreklerinizin ritmini. Bu insanların gülümseyen yüzünün ışığına çevirin içinizde birikmiş karanlıkları...
Çağın, zulmün, binlerce koldan tüketmeye, ezmeye, yoketmeye çalıştığı bu insanlardan hiç değilse birini olsun tanıyın.
Ömer'i tanıyın. İnsanla, insanlıkla, direnişle, direnişçiyle tanışın.
Herşeye rağmen ayak diremenin çağımızdaki yaşayan örneklerini, sadece bir günün ışıkları kadar bir zaman diliminde solumanın dahi, size binlerce günün ışığını taşıyacağını, kesinlikle biliyorum.
Onların milliyeti yok, milliyeti çok...
Onların mezarları yok, doğum yerleri tüm dünya...
Onların yola çıktıkları nokta bir çocuk gülüşü; onların varacakları ufuk, milyonlarca çocuğun güldürülüşü..
Onların sevdaları yar'la elele yaşanmadı ama, öylesine büyük bir halkanın sevgilisi oldular ki... Denizlerde eriyen ırmaklar gibi eridiler halkların şafağı içinde.
Yani gerçekte denizleri besleyen pınarlar gibi... Sevgiyi öyle anladı onlar... Ve deryalar içinde yüzerken, bir gece sevdalılarıyla seyrettikleri yıldızlar, başka hiçkimsenin göremeyeceği kadar parlak ve unutulmaz oldu...
Onların beraberlikleri çağlar boyu sürmüş, bir yaşama sıkışmamış; binlerce insanın yaşamına adanmıştır çünkü...
Onların binlerce çocuğu olmuş, onlar her şafakta bir kez daha çoğalmıştır çünkü...
Onlar, ülkemiz halklarının kurtuluş mücadelelerinin üç ayrı döneminde, üç yenilgiye karşı da direnerek, herşeye ve herkese rağmen yeniden ve yeniden başlayarak; bir küçük öykü değil, bir kocaman çağ masalı yaşamışlar, büyük mutluluklarla çünkü...
"Ömer, ilk kez 69-70 yıllarında dışarıya çıktı. Dev Genç eylemlilikleri, dernek ilişkileri ve daha sonra Beyrut'taki çalışmalar, Ömer'in o süreçteki başlıca mücadele alanları. Aranırken, eğitimini tamamlayıp geri dönüyor.
Ülkeye geri döndüğünde, diğer arkadaşlarının çoğu içeridedir. 70 öncesi faaliyetlerinden dolayı, ülkenin birçok yöresinde yürüttüğü 70-80 dönemi mücadele sürecinde de aslında yarı aranır durumdadır.
70'li yıllardan sonra Antep, genellikle olduğu gibi birçok milliyeti ve dinamik bir devrim potansiyelini barındıran illerden biri olarak, önemli bir çekim merkezidir. Dolayısıyla Ömer, Antep'te çalışmalara katılıp, toprak işgali eylemlerinde bizzat yer alıyor. Ve bu sırada, gözaltına alınıyor.
Toprak işgallerinin yoğun olduğu bir süreç. O zamana kadar işgalleri ve direnişleri örgütlemek için gelen devrimciler, genellikle toprak işgalleri sırasında, düşman saldırısı olduğunda, geri çekiliyor. Kaçıyor!.. Onlar kaçınca, köylüler devletle baş başa kalıyor. Köylüler ön planda kalıyor, köylüler yakalanıyor.
Dolayısıyla, devrimciler için, 'jandarmalar yakalamak için geldiklerinde kaçan insanlar' imajı kalıyor köylülerin gözünde. Köylüler, biraz da bu algılayışlarından ötürü, 'biz devrimci olamayız-olmayız' diyorlar. Fakat Ömer, kendileriyle birlikte katıldığı bir toprak direnişi sonucu düşman tarafından ele geçirilince, toplanarak, traktörleriyle, adliye binasının önünde birikiyorlar.
Onlar, orada, kendilerinden olan bir insanı, bir devrimciyi istiyorlar. Daha önce farklı yanlış örnekler nedeniyle, aralarında solcu olarak bulunanlara yönelik çeşitli tepkileri olmasına rağmen, Ömer'in onlarla birlikte olmasındaki farklı anlamı kavrayarak, onun gözaltına alınmasına karşı, direnişe geçiyorlar.
Sonuçta, Ömer serbest bırakılıyor.
Aynı dönemde Ömer, bir örgütsel randevuya giderken, yakalanıyor. O sırada, Antep'te, bir kuşatma süreci yaşanmaktadır. Ve Antep'in gecekondularla örülü Düztepe yöresinde, bir mağarada, 'İlhanlar', dört can, kuşatılırlar. Direnişleri, Oligarşi'nin bilinen yanıtıyla karşılaşır: Katledilirler... Bu arada Ömer, katledilen yoldaşlarıyla randevuya gitmektedir. Çatışma, tam da bu anda çıkmıştır. İlhan, Mehmet Ali içeride ve diğer ikisi dışarıdadır. Herkes içeride bilmektedir hepsini...
Fakat, bir tesadüf sonucu, Ömer ve yanındaki yoldaşı, randevunun gerçekleşememesi nedeniyle, bu katliamdan kurtulmuştur...
Yoldaşlarının acımasızca katledildiği, kendilerinin de bu katliamda yok edilmemesinin sadece bir tesadüf sonucu olduğu Düztepe Çatışması'ndan sonra Antep'i terkedip, İstanbul'a geldiler ve İstanbul'da fabrikalara girdiler.
Ömer, 1976'da, fabrikalarda bir süre işçi olarak çalıştı.
1 Mayıs 1977'de, fabrika işçisi olarak diğer gruplarla aynı tarzda çalışma yaptı ama, 'olmadı' denmişti... 1 Mayıs 77'de Taksim Meydanı'nda, işçilerin, emperyalizm ve Oligarşi ile; onlarca cana mal olan, bizzat CIA ajanlarınca gerçekleştirilen bir hesaplaşması vardı. Bu kanlı hesaplaşmada, işçiler ve onların yandaşları sadece bayramlarını kutlarken, emperyalizm, onların üzerlerine binlerce mermi boşaltmış ve 37 can orada yitirilmişti. Bu kanlı hesaplaşmadan sonra Ömer eve geldiğinde, pantolon ve ceketinde, kurşun delikleri vardı...
Tekrar fabrikalarda çalışmaya devam etti. O süreçte, 80'e yakın direnişe katıldı. Ayrıca, İstanbul'da gecekondu direnişlerini örgütledi. Örgütlediği fabrika ya da gecekondu direnişlerinin tümünde, bizzat oralarda, mutlaka Ömer'i görürdünüz. 'İstanbul'da ayak basmadık semt bırakmamıştır' demek, kesinlikle abartı olmayacaktır. Bir devrimci olarak yaşamda var olmak, biraz da budur, böylesi bir iradeciliktir, böylesi bir yaşamdır, böylesi bir pratik ufkudur...
Daha sonra, pratikteki etkinliğinin kaçınılmaz sonucu olarak, kimsenin itiraz edemeyeceği bir şekilde, İstanbul örgütlenmesinin başına geçti. TDKP'nin ve oradaki semt komitelerinin, gecekondu direnişlerinin, fabrika komitelerinin hemen hemen hepsinde yer almıştı.
1984'te bir kez daha düşman eline geçti. TDKP'nin en önemli görevlerinden birindeydi. Konferansın gerçekleşmesi sürecinde, 'inşa örgütü' çalışmalarında yer aldı. Aynı dönemde, MK'da görev aldı.
Fakat daha sonra, çeşitli nedenlerle, kendisi istifa etti. Daha çok kitle içinde çalışma yapıyordu. İstanbul'da kitle direnişlerinde bir devrimci öncü olarak, bir örgütçü, bir militan olarak yer alıyordu...
O süre içerisinde ise hep aranıyordu...
Birkaç gösteri örgütledi, aynı şekilde İstanbul'da çeşitli gösteriler örgütledi. Yakalandığında, bütün ilişkilerin hesabı ondan soruldu. Çünkü hem 'Devrimin Sesi' ile ilgili sorular hem de illegallite alanında gerçekleştirilmiş konularla ilgili sorular vardı. İlk bir hafta, sürekli olarak ilişki ve randevu soruldu... İlk bir haftayı atlatmak, önemliydi. Çünkü, randevuların korunması gerekiyordu.
Randevularında çok dikkatliydi. Bütün önemli örgütsel randevular, onların evinde ayarlanırdı. Bir baskında ise en önemli olan buydu. Sürekli dikkatli ve hazırlıklı oldunduğundan dolayı, baskın anında birşey ele geçirememeleri, düşmanı çılgına çeviriyordu.
Gözaltı süreci, son derece zorluydu. Cezaevinden tekrar sorguya götürüldü. İstanbul işkencehanelerinde iki-üç ay kaldı. Her yakalanan yine aynı şeyleri veriyordu, Ömer yine orada kalıyordu. Orada, şans eseri ölümü atlattı. Bir keresinde, işkence sırasında doktor geliyor ve ölmek üzere olduğunu söylüyor. Kısacası, 1980 sürecindeki cezaevi yaşamının da ilk iki yılının 8-9 ayı şubede geçti.
"Cezaevinde iken bir takım tartışmalar başladı. Ben biraz daha erken çıktım. Cezaevinde şunu çok daha iyi anlamaya başladım. Türkiye Devrimci Hareketi, 1980'de büyük bir yenilgiden çıktı. Ama bu yenilgi, 1976-77-78'lerde başlayan bir yenilgiydi. Potansiyel yüksek olmasına rağmen, nicelik ve nitelik olarak kendisini yenileyememesi, olgunlaşamaması ve çocukluk hastalıklarından kurtulamaması, son derece önemli bir devrim sürecinde yenilgi koşullarını hazırlamıştır. 1980, o şekilde yaşanan sürecin noktalanmasıydı.
Cezaevinde ise kendi kimliğin önemlidir. Başka hiçbir şey değil...
Ömer, çocukluğunda ailesini, kim olduğunu bilmiyordu. Ailesi, Ermeni idi. O, katlimdan kalanlardan tekti. Dolayısıyla hep, bir yanı Türk, bir yanı Kürt devriminde kaldı.
TDKP içerisinde iken, hep Kürdistan'ı istiyordu. Orada görev aldı. O cezaevindeyken, TDKP içindeki tartışmalar, 'biz yenildik' temelindeydi. Ama 84'te ve sonrasında yükselen başka bir olgu vardı. Sürekli bir mücadele vardı ve 'buna bakmamız gerekir, öğrenmemiz gerekir' diyordu. Cezaevlerinde yaşanan direnişlerdeki insanlar, arkadaşlarıydı.
"Çıktıktan sonra bütün gücüyle çalıştı. 1987, hafızamda çok önemli bir yer edinmiştir. Ondan sonra pek metropollerde kalmak istemiyordu. O yıllarda 'Özgürlük Dünyası'nı çıkarıyordu. TDKP, Kürtlerle tartışıyordu ve Ömer bunu reddediyordu. Türkiye'de kalamayacağını söylüyordu. Orada kardeşleri ölürken yürütülen bu tartışmalar anlamsız geliyordu ona. Bir TDKP'li olarak Kürdistan'a gitmek istedi. Bugün kolay gibi geliyor. 'Onlardan öğreneceğimiz şeyler var ve gidip öğrenelim' diyordu...
Bu konudaki tartışmaları çok yaşadık. Sonuçta O, enternasyonalist bir dayanışmayı gerçekleştirdi. "Yanıbaşımızdaki bir halk savaşıyor , fiziki olarak savaşın içinde yaşıyor", diyordu. Küba ve Nikaragua'ya gitmek gerekir diyenler var, halbuki buradaki savaş ortada, yanımızda... En son Tigre tartışması çıktığında, son nokta konuldu. Sıcak savaşın içinde yer almak isteyen insanlar gittiler. Böyle bir mücadeleye destek sunmamak ikiyüzlülüktü, halkların kendi kaderlerini tayininden bahsetmek lafta kalıyordu ve iddianamelere de yabancı kalınıyordu.
"Sonra Fransa'ya gitti ve Kürdistan'a indi. Zaten, amaç da oydu. Orada O'na, Türkiye'ye dönmesi noktasında çok ısrar edildi ama reddetti. Türkiye'nin acilen böyle bir tecrübe birikimine ihtiyacı olduğu konusunda çok fazla konuşma yaptığını hatırlıyorum. Aksi görüşleri şiddetle reddetti ve savaşın içinde olmak istedi. Botan'a, oradan da Gabar'a gitti.
1993-94' de, Gabar'dan bir ropörtaji yayınlandı. Bayram sonrasıydı, birinin ölümünden bir hafta sonraydı. O sıralarda görüşme fırsatımız oluyordu. Kendini çok kötü hissettiğini söylüyordu. "Halkın uyanışına tanıklık etmek, dünyanın en büyük mutluluğu" diyordu. Gabar'a, oradan Güney'e ve Botan'a gitti.
Son süreçte, diplomatik faaliyetlere verilmişti. Ulusal Demokratik Cephe'nin içindeydi. Güney'deki Cephe'nin kurulmasında görev alıyordu.
Bütün bunlar, O'nun kişiliğinin çok özel yanlarını yeterince anlatamıyor.
Ömer Özsökmenler'i daha çok, O'nun içindeki küçük şeylerle anlatmak lazım.
Örneğin, ilk reddedişini anlatmak lazım.
Üniversitede iken, 69 -70'te, babası para gönderiyordu. Ömer, reddeder ve para kağıtlarını geri yollardı. Düzenin dışında ve bulunduğu örgüt içerisinde konumlanışı ve net bir reddedişi vardı. Bu konumlanışın tanımı, mücadelenin neferi olmaktı. Herkesin yaşamı tercih ettiği, kişisel yaşam kurmayı tercih ettiği bir zamanda, Ömer hep en sıcak olunan yerdeydi. Mesela, Avrupa'yı reddetti. Güney'i tercih etti. Türkiye'ye gönderilmek istendiğinde de reddetti.
Kendi yazdığı şeyler, O'nu anlatmak için en önemli belgelerdir. Anlatımlarla tanımlamaya çalışmak, oldukça mekanik oluyor. O'nu anlatırken, daha çok O'nun yazdıkları gerekli. Cezaevinde, birlikte bulunduğu diğer yerlerde, Güney sürecinde, birlikte olduğu insanlarla görüşmek, O'nu çok daha iyi tanımlayacaktır.
Ömer'in hiçbir zaman teslim olmama özelliği vardı. Devrimci yaşam içinde, sürekli bir biçimde, riski göze almak gerekiyor. Koşullar yaratılırsa, herşey yapılıyor. TDKP'yle sorunlar oradan başladı zaten; risk göze almak. Riskin ortasında olmak. Kişilik özelliği; riske evet ama, ben de varım özündeydi...
Askeri timin başındayken, sürekli olarak kendisi bizzat eylemliliklere katılıyordu. Yönetenler eylemin bir biçimde de olsa içinde olmazsa, yabancılaşırsa, bürokratik bir kimlik oluşur.
Aksi halde, her anlamda, deneyim ve tecrübelerin teorik aktarımı yaşanır. Asıl olan, askeri örgütlülüğü örgütlemek değildi, içinde bulunmaktı. Herşey yazılıp çiziliyordu ama o ayrıntıları belirliyordu.
Risk almazsan, kaybetmemek için hiç bir şey yapmazsan, varlık nedenin ortadan kalkar. O açıdan en önemli kişilik özelliklerinden biri, riski göze alarak, riskin ortasında her zaman var olmaktı.
1980 operasyonlarından sonra, O'nun bizzat içinde olduğu bir şey çıkmadı. Dolayısıyla bazı şeyler daha çok anlatılamaz gibi. Fakat O, daima, uzaktan örgütleyici değildi, hep, örgütlediği şeyin içinde oldu.
"Gerek PKK, gerek TDKP içerisinde, kadın devrimcilerin en büyük destekleyicisi oldu." Yükseltilmesi gereken kadınlar olmalı" derdi ve ısrar ederdi. Bu noktada büyük emeği de vardır. Bu ısrarı, 1975'lerden itibaren onun tipik özelliklerinden biriydi.
"Kişişel yaşantımızda da öyleydi. 30 senelik beraberliğimiz var ama en çok iki üç yıl beraber olabildik. Hep başka yerlerde oluyorduk. Farklı yerlerde... Yanlız biraz birlikte büyüdük. 71'de araya üç dört yıl girdi. Farklı farklı yerlerde yer alışlar... Sonra hiçbir şey olmamış gibiydi...
Ben bir fabrikada, o başka bir fabrikada çalışırdı. Günlerce birbirimizi görmeden ya da görüştüğümüzde, 'merhaba' diyerek geçti bu yıllar. Bazı yıllar iki üç ay giriyordu araya. 6 sene gene ayrı ayrı yerlerde olma zorunluluğumuz oldu.
En önemli özelliklerinden biri de bütün çalışma arkadaşlarının kendisini çok sevmesiydi. O açıdan, birkaç arkadaşının dışında, herkesin onu iyi anlatacağını düşünüyorum.
Beraber çalıştığı arkadaşlarını, en ince ayrıntısına kadar düşünürdü. Kendisini ise asla düşünmeyen bir insandı. 79'da sıkıyönetim zamanında, 'bir arkadaş hamile, süt parası bulmamız gerekir, arkadaş için ceket bulmak, ayakkabı bulmak gerekir' diyordu.
Sürekli, sadece siyasallığı değil, kimin neresi ağrıyorsa, kimin neye ihtiyacı varsa; bu ihtiyacı dostluk olabilir, sevgi olabilir, değişik katkı ya da eylemin bizzat örgütlenmesi olabilir, tüm bunları düşünürdü. Yaşamın kendisini, insanın kendisini temel aldığı için, O'nu herkesin iyi anlatacağına eminim...
Benim ondan öğrendiğim birşey; 'devrim devrimdir, devrim için tutkusu olan herkes, yakın arkadaşdırlar, dostdurlar' düşüncesiydi. Çevresinde çok değişik insanlar oluşuyordu. Birbiriyle ilgisi olmayan insanlarla, her siyasetten, belki bir başka platformda bir araya gelemeyecek insanlarla, herkesle derin dostluklar kurardı. Yetişmek, yetiştirmek için vardı...
İnsan, özelliğini hiç yitirmedi. Şematikliğe düşmedi.
Uzun süren devrimci hareketlerde, o temelde gidiyordu. Özellikle devrimin devrimcisi olduğunu belirtiyordu.Hatalarda, yanlışlarda, hep özeleştiri isterdi. Çevresinden, ilişkilerinden, kendi yaptığı işlerden...
Dönemi değil, kendisini eleştiren bir yapısı vardı. Çünkü, 'biz ne yaptık' derdi. 'Biz neydik orada'? 'Biz de yapamadık'. Hep somut koşulları göz önüne alırdı. Kendini daha çok eleştiren bir yapıya sahipti.
Yaşamaya çok büyük bir tutkuyla bağlıydı hep ve yaşadığı anın keyfini çıkarmaya bakardı. Ne olursa olsun...
O, böyle bir yaşamda fazla yaşayamayacağını biliyordu.
"Paylaştığımız her an şunu derdi; 'şu anı hiç unutma, çünkü belki bir daha hiç yaşanmayacak'.
O an, herhangi bir şey olabilirdi. Güneşin doğuşunu seyretmek ya da dostlarla bir şeyler paylaşmak gibi bir an olabilirdi. Yaşadığı her anı sonuna kadar yaşayan ve yaşamın bütün keyiflerini o kadar sıcaklığın içerisinde tadabilen biriydi.
Evet, belki de o tadı, o insanlar alabiliyor. Yaşadığın anı, en iyi şekilde yaşamak ve onun içerisinde bütün riskleri göze alabilmek... Hep kendini tuttuğunda, zaten hiç birşey yapamıyorsun.
Hep gülerdi. Onun gözleri hep gülerdi. Yaşamı ve arkadaşlarını büyük bir tutkuyla severdi. Arkadaş ve dostlarına çok değer verirdi. Bu, devrimci yoldaşlığın ötesinde bir şeydi. Sadece devrimcilerden değil, her çevreden dostlara sahipti. Çok tuhaf arkadaşlıkları vardı. Sokaktaki insanlarla, mahalledeki komşularla, benden daha çok arkadaştı. Bizi arkadaş, kardeş ya da akraba sanırlardı. Evli ya da beraber olacağımızı kimse düşünemezdi. Benzerliğimiz vardı. Bu da belki birlikte büyümenin, dünyayı algılamanın verdiği bir sonuçtu. Benzerliğimiz çoktu ama,O benden çok daha ataktı. Hiç kural tanımazdı. Bense, kuralları tanırdım...
Kendine ait özel şeyler yaratabilmesini bilir di. Düzenli yaşamak, temiz ve titizliğe çok önem verirdi. Onun hastalığı olmuştu. Cezaevinde hep söylerlerdi. Herkesi sıraya dizip zorunlu banyo, temizlik yaptırırdı.
"Güzel bir yaşamı paylaştık. Böyle insanlar, genellikle yaşamın güzelliğini en temelden yaşardı. Bunları, bugünün devrimciliğini yaşayamamakla karıştırsalarda...
Yaşamın her anını, nerede ne şekilde olursa olsun, dolu dolu yaşayabilmek. Bilmekten gelen çoşku. Mesela güneşin doğuşunu seyretmek, o sana yetiyor. Ama bugün seyret, hiçbir anlamı kalmıyor...
Anların çok kısa olduğunu bilmek ama o anların yaşamın bir parçası olduğunu da bilmek. Devrimin yoksulluğunu değil zenginliğini, duygu zenginliğini, yaşamın zenginliğini, bütün bunların güzelliklerin bir parçası olduğunu bilmek ve onunla yaşamak.
İşte o zaman dostluklarında da yaptıklarında da mücadeledende de çok derin oluyorsun. Çünkü sakınmaya başladığında; eşini, dostluklarını, yaşamını, sahip olduklarını, herşeyi sakınıyorsun ve o, bir yaşam biçimi oluyor.
Duygularını sakınıyorsun sonunda...
Sakınmak, karakter biçimin oluyor.
Sakınmadan yaşamak, bütün bunlardan sakınmadan yaşayabilmeyi içeren bir şey...
Devrimi, bugün zaten kendinde, an be an yaşıyorsun.
" Ömer, çok da esprili bir arkadaştı. Bazen isyan ediyor insan, neden en güzel insanlarını alıyor devrim?
En güzel insanlar kaçtığında, güzel birşeyler yaratmak zor. Fakat o güzel insanların da sakınmaması gerekir. Neye mal olursa olsun; bu, bütün devrimlerde böyledir. Devrimin bize yansıyan bir kaç yönüdür. Onlar bir anlamda şematik kişiliklerdir ama onun arkasında var olan binlerce güzellikler, güzel insanlar vardır. Başka türlü olmuyor zaten. Devrimciler hep önde gitmek zorundadır. Orada öylece var olmakta bir güzellik var ve o güzelliği kaybetmemek gerekiyor.
Onun başka insanlara verdiği çoşku, başka insanlarda düşündürdükleri, o anlamda son derece önemli.
Anadolu topraklarında devrimin üç sürecini yaşadı. Elli yaşında vardı.
Tekrar tekrar aynı süreçleri yaşamıştı.
İşin ilginç yanı, Kur'anı çok iyi bilirdi. Arapça bilirdi. Fransızca bilirdi. Türkçesini çok iyi kullanırdı. Yeni konuları da çok iyi bilirdi. Hemen hemen herşeye, hayattaki herşeye bir şekilde bulaşmıştı.
O aşamalardan geldiği için de, herkesle çok rahat diyalog kurabiliyordu. Halkçıydı aslında. Çok okuyan bir insandı ama çağımızda olduğu gibi halktan kopuk bir bilgi değildi Onunkisi. Ben önem veriyorum buna. Halkçı, halktan biri, içinden biri olmalı ve onların anladığı dili bilmeli, o dilden konuşmalı. Onlarla bütünleşebilmeli.
Birçok devrimci arkadaşla dostluk kurabilen, onları kazanabilen bir insandı. Önemli bir özellik. Çoğumuz bunu aşamıyoruz çünkü.
"Annesinin ve babasının en iyi arkadaşıydı. Annem de bütün çocuklarından çok severdi O'nu. Kabul etmesek de, hep çok yakın, hep çok uzak olmaya alışmıştık."
50 yıllık hasatın içine sığdırdığı 250-300 yıllık bir hayatı var. Müthiş mücadele etti. 50 yıllık hayatından konuşuyoruz. Anlatamıyoruz. Başka bir boyuta geçemedik hala. Ömer'in yaşadığı boyutlardayız. Başka bir boyuta geçersek, iz dönüşür. İç kayma fikri bizi korkutuyor. Birgün birşeye kaymaktan korktuğumuz için, birşeyler yapamıyoruz.
Hiç görmediğimiz, tanımadığımız bir takım insanlar, Deniz, Mahir, bizim için hala canlı, yaşayan bireyler. Yaşadıkları ortamı çok fazla dolduran ve belirleyen insanlar oldular.
"Kendi adıma konuşayım, çok güzel yaşadım. Yani sadece anılarda yaşamak insanı öldürür. O anıları da öldürür. Bu, sizin için de zor. Bayan devrimciler anıları, ayrılıkları herşeyi kaldırıyorlar. Hele kendileri devrimcilerse, uzun-kısa ayrılıkları, zorlukları kaldırıyorlar.
Şimdi sen bir simgesin. 20-25 yıl birlikte yaşayan, bunun içinde 3 yıl beraber yaşayan. Buna rağmen sevgiyi, aşkı dimdik ayakta tutan, geliştiren bir bayan devrimci olarak, anlatabilmen gerekli ki, çok güzel yaşandı. Mutluluk duyulabileceğini, çaresiz ve zor olmadığını, insan aklıyla yaşayabileceğini anlatmak lazım ki o insanlar bilsinler...
"Ben cezaevinden çıkmıştım. Herkes, 'biz ne yaşadık ki' diyor. Ben, 'biz çok güzel şeyler yaşadık' diyorum. Çok sert tartışmalar. 'Siz nereden biliyorsunuz. benim yaşadığımı. Kötü değerlendiriyorsanız, o anı kötü değerlendirdiğiniz için, o andan koptuğunuz için... Biz çok güzel yaşadık'...
Bir tarihi yaşamak ve onun içinde birlikte olabilmek, birçok insan, bir çok dost kazanabilmek ve kendinle çelişkiye düşmemek, yaşamın güzellikleri başka ne olabilir ki...
Cezaevi süreci çok güzeldi. Yani, en kötü anları güzel yapabilen insanın güzellikleriydi yaşadıklarımız... Yoksa sürekli o kötü anları yaşayıp, hatırlayan insanların dünyası tabii ki güzel olamaz. O insanlar başka yaşamlara geçtiler ve oralar da da çok huysuz ve rahatsızlar. Demek ki mutluluk kafa ve ruhtan kaynaklanıyor."
"Bir de herşey, çok fazla emek işi. İnsanlar devrimciliğe, dostluğa, emek, sevgi ve aşka da çok basit yaklaşıyorlar. Bunu kavrayamıyorlar. Aile ve çocuk ilişkileri de ayrı. O kadar çok emek işi ki bunu herkes söylüyor.
"Bütün bu süreç içinde hiç mi çatışmalar yaşanmadı... İnsan ailesiyle, dostlarıyla, sevdiğiyle büyük çatışmalar yaşıyor. Zaten çatışmanın olmadığı yerde hayat yoktur. Birinde, diğerine tabi olma vardır. Düzene, aileye, eşine tabi olma, çocuğun ailenin baskısına tabi olması, erkeğin kadına tabi olması vardır. Bu çatışmayı yaşarken bir de saygıyı kaybetmemek en önemli şeylerden biridir. Başarı...
İki çiftin, insanların tartışmalarına baktığımda çok şaşırıyorum. Yani çok ürküyorum. O kadar ciddi şeyleri, o kadar sıradan söylüyorlar ki ben hiç yaşamadım bunu. Dostlarıma karşı da sevdiğim insanlara karşı da öyle değildi. Kötü biçimde kullanmak, onu öyle nitelendirmek. Aptal, salak diyebilmek, onu öyle nitelendirmek, öyle rahat kullanılıyor ki... Ben niye aptal biriyle dost olayım, arkadaş olayım, onun aptallığı, benim de aptallığımdır sonuçta. Herşeyin içerisindeki o saygı ve ilişkilerin düzeyini yakalayamamak, galiba biraz mesele buralarda...
Evet, emek dediğim şey, çok gözetilen bir şey olmazsa, ilişkiler emekle inşa edilmezse, insanlar çok çabuk karşı koyuyor veya çok çabuk bırakıyorlar. Çok çabuk devrimci oluyorlar ve çok çabuk bırakıyorlar, yani uzun soluklu olmuyor, terkediyorlar. Ömründe bir tek insan kazanmamış insanın, insanları kaybetmesi o kadar kolay ki... Bir tek ilişkiyi örmemiş insanların, ilişkileri koparması o kadar kolay ki. Çok çabuk çarpı koyuyorlar.
Dostluğun, sevginin üzerine çok çabuk çarpı koyuyorlar. Çünkü çok çabuk elde ediyorlar. Sevgi içinde bir problem çıktığında, bir tek istisna göremedim, yoğun emek harcamış ve aynı konumda olan insanlarda, konu ve emekler aynı değil. O yüzden zaten kopuşlar çok. İnsanlar herşeyden kopabiliyor. Ters yüz oluyor ve ağlayıp bakıyorsun. Başka birşey de, çevreden arkadaşlarla konuşuyoruz, ortak ruh çok ç önemli. Eskiden devrim kaygısını, aynı ortak ruhla farkederlerdi. Şimdi aynı örgütün içindeki insanlar bile, ortak ruhu yaratamıyorlar. Bu beni çok tedirgin ediyor.
"Bu aynı şeyi yaşamak, kim yaparsa, yapsın aynı sevinci duymak. Şimdi biz niye yapamadık. Evet, sen de yap ama başkalarının yaptıklarından da kıvanç duy. Devrimin hanesine geçen bir artı sonuçta.
"Yanlışları da aynı ciddiyetle, dostlukla eleştirmek gerek. Belki de dünyayı böyle sorguladığımız, böyle yaşadığımız için, bizim dostluklarımız daha derin oluyor. Türkiye Solunda çok yaygın. Ya orada, ya öbür tarafta olmak. Onun ortasında birşey yok. Gencecik çocukların, gençlik heyecanını görememeleri sonuçta.
Bürokratizm, devrimci örgütlerde var, bunu aşmadıkça kurtulamayacağız. İnsiyatif meselesi, yapılması gereken bu deyip, yapabilmek. Yani şu anda bunu yapmak gerekiyor. Yapılması gerekenler şunlar, şunlar deyip, bunun işçisi de benim demek gerekiyor. Örneğin, bu, bir önceki dönemin en belirgin özelliklerinden biriydi.
"Ömer, insiyatifini sonuna kadar kullanırdı. Ve bunun böyle yapılması gerektiğini söylerdi, anlatmaya çalışırdı. Onlar, fabrika çalışmasında yer aldılar. Hep anlatırdı, gün geldiğinde tek başınıza kalacaksınız, ama siz tek başına devrimi temsil etttiğinizi, asla unutmamalısınız. Tek başına bir devrimcinin yapacağı çok şey vardır.
"Ben, 80 döneminde tek başıma kaldım. Ne yapacağım diye düşündüm. Ve bütün ilişkilerim gitti. Önce aklıma gelen baskı makinasını buldum. Üç tane eve gittim ve oradan bir komite çıkardım. Ama o sözler hep kafama çakılmıştı:
Tek başına bile kalsan, sen bir şeyi temsil ediyorsun. Oradan başlattığın zaman o insiyatifi kullanmak, ne gerekiyorsa orada, anında yapmak...
Bu, eski devrimcilerde belirgin bir özellikti. Şimdi direktif gelmeden kimse parmağını oynatmıyor. O işin ötesi gelecek. O, başlardan başladı.
Gene yeni insanı yaratmak gerekiyor. Sözgelimi, harçlara zam gelmiş, doğal olarak sokağa fırlamamız lazım, bunu kimsenin size söylemesine gerek yok. Burada başlar bu iş. Birşeye karşı tepki gösterirsin ve tepkini bir şekilde ifade edersin.
Ama tepki göstermiyorlar insanlar.
Böyle öfke duymuyorlar.
Düzene, yaşama, yanlışlara öfke duymak..
"Bir eve taşınmıştık biz. İstinye'deki eve. Orada bir dolap yaptırdık. Mutfakta dolap yoktu, yaptırmıştık. Dolabı güzel yapmamış marangoz. Ömer, gidiyor geliyor, gidiyor geliyor; bu marangoz niye böyle yapmış, madem bu işi yapıyor niye emeğine saygı göstermemiş, niye kötü yapmış... Gitti geldi ve marangozla kavga etti, adama yeniden yaptırdı. Yani, sen emeğine nasıl saygı göstermezsin. Sen burada birşey yapıyorsun, en iyisini yapmamanı kabul etmiyorum. Gerçekten sonradan iyisi yapıldı, getirildi...
Bu, sadece bir dolaba değil, yaşama, inşa ettiğin ilişkiye, emek veriyorsan, en iyisini vermelisin. Çalakalem yapamazsın, yaşayamazsın. Yaparsan da onun yıkılmasını görebilirsin.
Bunlar çok ayrıntıymış gibi görünüyor ama yaşamın biçimi buralarda, bu ayrıntılarda gizli. İnsanın, daha iyisini yapabilecekken yapmaması, en çok öfke duyulacak bir şeydir. Yetinmek, kabullenmek, sakınmak... En kötüsü, güzel sözü bile söylemekten sakınıyor insanlar.
Yani insanın bir dostuna, çocuğuna, ailesine söyleyeceği güzel sözü sakınıyor insan. Anlaşılmaz birşey. Yaşamı sakınıyor. Ben de çok sakınmasız yaşadım. Herşeyi. Tarih haksızlık etmedi bana, devrimcilik verdi, Ömer gibi bir eş verdi, çok ciddi sevgiler verdi. Çok güzel, iyi yaşadığımızı düşünüyorum.
Başka dönemde yaşamak istemezdim.
Tabi çok fantazilerim var ama... Ömer'le beraber düşlediğimiz bir fantaziydi Mars'a yolculuk yapmak, imkansıza, geri dönüşü olmasa bile...
Ankara Hukuk'ta, birinci sınıftan ikinci sınıfa geçememişti hayatta. Onlar öyle işte.
Geldim, ne yapabilirim? Ya savrulacaksın... Tek şey aklıma geldi, çalışmak... Bir şey üretmezsen, savruluyorsun çünkü. Çare, üretmekti.
Hep savrulmalar var çünkü. 70 sonrası, 80 sonrası savrulmalar... Kendi kendine, 'ben hala var mıyım' sorusunu sormasan da, sonuçta savruluyorsun.
Birçok insan da, değerli insan da böyle savruldu gitti. O ilk adımı atmak çok önemli çünkü. İlk adım, nereye gideceğini belirliyor.
"Ama, neyi kabullenemiyorum? Ne kadar seversem seveyim, tamamen farklı bir hayata geçmek kolay değil. İlk adımı yanlış yaptın, ikinci adımda yanlış yaptın, bunun bir geriye dönüşü var. İnsanlar hata yapabilir. Bizim hayatımız da bu kadar güzel geçti dememize rağmen, hatalar yığını. Bu yanlışların çocukları, kimin çocuğu, bizim çocuklarımız.
Gücümüz değiştirmeye yetmedi.
Asla kendimizi ayrı tutmuyorum. Gücümüz değiştirmeye yetmedi. Doğruları göremedik. Çünkü hepsi bizim çocuğumuz, kimseyi küçümsemeye hakkımız yok. Ancak yanlış anlayışlara bugün aynı şekilde düşmemek. Aynı değil, güzellikler kadar yanlışlar var hayatımızda. Yoksa devrim bugün bu noktada olmazdı. Farklı nedenler var. Halk o zaman büyük yanıt verdi. Parmağımızı oynatsak yanıt verildi. Yalnız şöyle bir şey vardı, biz o zaman çok konuşurduk...
"İyi de bir dostluk vardı Ömer'le aramızda. 24 saat bir aradaydık, iki üç kişi de olsak, bütün gün konuşurduk aramızda. Bazen, 'yeter, biraz da bizimle konuşun' derlerdi.
80 öncesi, evet birşey vardı. Bir şey patlaması vardı ama kadronun bunu kaldıracak gücü yoktu. 80 öncesi kadroların yoğun çalışması olduğu dönemde tam 'iktidarı almaya hazır mıyız, kapasite olarak var mıyız' sorusunu soruyorduk. Ben bugün düşünüyorum hala, örneğin, Sümerbank'ın başına kimi getireceksin, bankaların başına kimi getireceksin. Kazayla aldık yani İstanbul'u, belediye başkanı olarak kimi yapacaksın?
Devrimcilerin işi yıkmak değil aslında, yapmak. Oysa biz yıkmayı biliyoruz. Bunun sonuçları da var nitekim. O kebapçı dükkanını kuruyor ama bunu benim için kurmuyor, bireysel yararın varsa yapıyorsun.
O dönemde kafamızı kurcalayan şuydu: Tamam, herşey büyüyerek gidiyor ama nereye gidiyoruz? Kadrolar bu olgunlukta değil. Küçük çatışmalardan zaman zaman başarıyla çıkıyorsun ama bu kadrolar bu olgunlukta değil. Zaten bu olgunlukta olmadığımızı, 80 geldikten sonra anladık...
Ama sorun o gelmeden anlayıp kadrolar yetersiz diyebilmekti. Eğitime ağırlık verebilmekti. İşte o geri çekilme, gerçekten baktığımızda, o noktada gerekirdi. 75'lerde, 77'lerde gerekliydi. Onu biz, çok tartışmıştık.
Ama, akıllı bir geriye çekilme gerekliydi. Herkes diyor ki, yok kitle mücadelesiyle, ekonomik krizin derinleşmesiyle siyasal krize dönüşür. İşte öyle değil, 24 Ocak'ta kararlar alındı, bunun doğal sonuçları olacak. Geliyorlar artık. Bunun yoğun tartışmalarını yaşadık.
"Tartıştığımızı hatırlıyorum, keşke daha cesur tartışma imkanı olsaydı. Ömer çıkarılabilseydi, bir de öyle bir denklik gerekiyor. O kararı almak yetmiyor. Uygulamak gerekli. Tarihin de biraz yardım etmesi gerekli. Çok somut oldu, mevcut iki kişiden birinin çıkması, çok şeyi değiştirebiliyor. Tarih de biraz yardım etmeli.
Benzer tartışmalar, her yerde yaşandı. Bu çekilmeyi tek uygulayabilen PKK oldu ve orada kazandı zaten... O çekilmeyi de Avrupa'ya değil, Ortadoğu'ya yaptı ve orada kazandı.
Bir, düzenli geri çekilmeyi sağladı; iki, çekilmeyi Avrupa'ya değil, Ortadoğu'ya yaptığı için, orada kazandı. 69-74 arasında onu yapabilenler kazandı. O zaman da gözünü herkes Ortadoğu'ya dikmişti. Sonra Filistin'e girenler, döndü. 74-80'de, bir yükseliş sağlandı.
Onu ben, bulunduğu toprakları terketmeme şeklinde tanımlıyorum. Tabi bunu söylerken, Ankara-İstanbul'da bulunmayı kasdedmiyorum. Dinamiklerin olduğu yerde terketmemenin gerektiğini, şimdi somut olarak görüyorum, bunlar o zaman ancak teoride görebildiğimiz şeylerdi.
Bir de şu yönü var tarihin, nedense haklı olan insanlar o kadar cesur olamıyor derslere karşı.
Böyle bir durumun gerçekliği var. Tartışmalarda çok değerli şeyler söyleyen ama efendice söyleyen insanlar değil de saldırgan ve ilkesizce tartışan insanlar tartışmayı sonuçlandırıyordu.
Çok ağır bir şey bu...
Devrimciler, sanki o tarzı birden kaybettiler. Sanki tarzı tersten aldılar. Ama genellikle o gibi tartışmalarda, Ömer gibi gözünü hep pratiğe diken, hep yarına dikenlere, tartışmalarda hep bir şeyler oluyor, yani başkaları tartışıyor birileri de yakıyor birilerini...
Aslında öyle oldu o dönemde, ben çok iyi hatırlıyorum, öyle yaşandı. Ben biraz öyle olmaması için kışkırtmaya çalıştım ama olmadı. Belki de oradan ders almamız gerekir, gözünüz pratikteyken de işin o yanını boş bırakmamak lazım. Pratik bazı şeyleri belirlemiyor, diğerlerinin de çok önemi var. Türkiye'de çok başındayız bizler. Bugün PKK'de hiç kimse belirleyemez, yani çok olumsuz bir takım şahısların da PKK'yi başka yerlere götürme şansı olamaz. Durum bundan çıkmıştır.
"Yeniden özelimize dönersek; evet, yani galiba biz birbirimizi de çok sevdik. O noktada, hiç vazgeçmeyi düşünmedik. Koşullar ne olursa olsun. Birbirimizden çok şey öğrendik. Şu noktada çok dikkatliydi: Güzellikleri yaratabilen bir insandı. Bence hayatımız ne kadar zor olursa olsun, onun güzellikleri yaratabilme becerisi çok önemliydi.
Aslında çok çapkındı ben onu tanımadan önce, yani sonra kendiliğinden gelinen bir süreç oldu. O anları, çok tuhaf yaşadık. Bunu nasıl ifade edebilirim ki. Çok dengesiz iki yaşam. Bilemiyorum galiba biraz öyle oldu.
Belki şu idi, çok genç yaşta birbirini tanımak önemliydi. O arada dostluğu geliştirip tartışmak, konuşmak, birlikte yolunu bulmaya çalışmak. O önemliydi. Zaman zaman birimiz çekiyordu sürecin yükünü. Onu da farkediyorduk. 80 öncesinde zaman zaman benim çektiğim oluyordu. 80'de, cezaevi süreci bizim kendi ilişkilerimiz konusunda özeleştiri yaptığımız bir süreçti. Kişisel ilişkilerimiz konusunda da, konuşabiliyorduk. Çünkü böylesi ilişkilerde bile insanlar birbirini engelleyebiliyorlar. Çünkü birinin birşeyler yapabilmesi için öbürünün fedakarlık yapması gerekebiliyordu.
Bunları tartışabiliyorduk. Bunları aşmanın yollarını görebiliyorduk. Belki bir yanı da oydu. Yani sorunlar, ilişkiye birikmiyordu.
Bir kısmı birikse bile, onun boşaltmanın ve yeniden inşa etmenin yollarını bulabiliyorduk. O bir şanstı bizim için.
"80 sonrası öyle bir süreç yaşandı. İlişkimizde de onun önemli olduğunu düşünüyorum. Yani, hata yaptık ama, en çok kırıldığı anda bile vazgeçmemesinin gerektiğini anlıyorum.
Vazgeçmedik, ne devrimden ne de birbirimizden...
Çünkü bir çok başka şeyleri de böyle düşündük. Eğer genel olarak birşeyle birliği düşünürsen, bütün mantığın o birliği nasıl kuracağın üzerine yoğunlaşır. Bu birlik, beraberlik meselesinde böyledir.
Yaşanan hayatlar çok kolay hayatlar değil, yaşanan ilişkiler de çok kolay değil. Devrim de bugün bize psikolojik doygunluk ve kendi kendinle barışıklığın dışında, fazla maddi bir şey vermiyor. Zor hayatlar yaşanıyor ama, birşeyle birliği düşünürsen, o birliğin nasıl inşa edilebileceğini düşünürsün. Eğer ayrılığı düşünürsen, aklına gelen şey, o ayrılığı derinleştirip hep kötü yanlarını ön plana çıkarmak olur. Ailede de böyledir. Çocuğunda da böyledir.
Sonuçta, örgüt ilişkinde de aynıdır.
Evlilik te de, eğer ayrılığı kafanızda istiyorsanız; hep kötülük ve haksızlıkları hazırlarsınız. Ve başlarsınız bana çok haksızlık ettiler demeye... Yoldaşların etmiştir, devrim etmiştir, devlet, eşin etmiştir.
Orada birliği düşünürsen, hep güzellikler üzerine düşünürsün.
Ben bunun çok önemli bir bakış açısı olduğunu düşünüyorum.
Bir de başka bir şey; Ömer de sanırım böyle düşünüyordu. Böyle konuşurduk, hayatımızda hiç fedakarlık yapmadık biz, sadece öyle yaşamak istediğimiz için yaşadık. Kimse için yapmadık bu fedakarlığı. Yaptığımız bir fedakarlık değildi.
Çünkü fedakarlık yaptığını düşündüğün anda; fedakarlığın diyetini istiyoruz. Hayır, biz, istediğimiz için böyle yaşadık. Kimse istediği için yapmadık, herşeyden önce, kendi isteğimiz için böyle yaşadık...
Devrimci olmayı istediğimizden, birlikte yaşamayı istediğimizden, kimse için fedakarlık yapmadık. Onun için birşeye katlanılmış olmuyor. Bu senin yaşam tercihin. Bu bende sabit bir fikir haline gelmişti.
"Cezaevinden çıktığımda da kadınlar, kocalarını beklemişler kapıların önünde. Evet, saygı duyuyorum, ama bunun diyetini istediler. Bu diyetler çok pahalıya mal oldu. Ben cezaevinden çıktığımda, Ömer cezaevinden çıktığında asla bir şey istemeyeceğim diye kafama taktım. Yani, yemek yiyelim dediğinde bile; ne istersen onu ye. Kimse kimseye diyet ödetmeye kalkmasın. Çünkü kimse kensi için bir şey yapmadı...
Belki bu noktada ilişkimiz bu kadar uzun sürebildi. Kimse kimseye diyet ödetmeye kalkmadı. Öyle yaşamak istedi, o yaşamın içinde güzellikler de ümitler de vardı, kötülükler de...
Bütün bunları görerek ve öğrenerek yaşandı. Tabi başta bunun böyle olduğunu bilmiyorsun. Bütün bunlardan öğrenerek, birşeyle birlikte olmak istemenin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Umduğumu, yaşadığımı ve yaşamakta olduğumu söyleyebilirim.
Hiç güzel şeyler vadetmedik, zaten gerekmiyordu. Güzellik senin o yaşamının içinde vardı, tercihinde vardı. Mistik falan görebilir bazıları ama, 10 yıl bir insanın başka bir insanı beklemesi bile, o kadar güzel bir şey ki...
Ama beklemiyorsun, söylemek istediğim o işte. Çünkü sen öyle istediğin için, sen o tercihini öyle yaptığın için... Birçok insan anlamıyor. Beklemeyi kullanmaman lazım. Hayır, ben biliyordum, böyle yaşamayı tercih ettim. Benim şansım baştan böyleydi.
Bugünkü bilinçle öyle değil ama, biliyorduk ve hissediyorduk. Yani ben 74'te bir araya geldiğimizde, Ömer bana ve ben ona; ben seni şu kadar bekledim demedik. İstemeseydi, beklemezdi insanlar birbirini. Demek ki öyle yaşamayı tercih ediyor insanlar...
"O kelimelere bazen çok takıyorum. Ama biraz beklemek, fedakarlık yapmak karşılığında diyet istiyor insanlar ve diyet, herşeyi öldürüyor. Çocuk-anne, karı- koca, dostluk ilişkisini de öldürüyor. Bak ben sana iyi davrandım, çünkü ben sana öyle davranmak istedim. Belki uzun süre birlikte olunmasının nedeni bu. Kimse kimseye diyet ödetmedi, bunu dayatmadı.
Birlikte, ama özgür yaşadık. Bu demek değil ki hiç tatsız tartışmalarımız olmadı. Bunlar doğal, çok sert tartışmalar da oldu. Birlikte yaşamayı istiyorsan, o güzellikleri görüyorsun. Gerçekten felsefi olarak da çok olur böyle şeyler.
Bir çok örnek var. Taraflardan biri devrimci, diğeri değil, buna rağmen iki insan böyle bir istek duyuyor. O ilişkide genellikle bayanların yaşantısı değişiyor/değiştiriliyor.
Burada, ortak sevinçlerin olmayacağını düşünüyorum. Şimdi ortak ruh denilen, belki yaşamı belirleyen şeydir. Çok kaba olarak örnek vereyim. Eşlerden biri 1 Mayıs'a müthiş bir çoşkuyla giderken, öbürü bir o kadar kayıtsız olabiliyorsa, orada hiç bir konuda gerçek anlamda ortak ruhu yaratabilmek mümkün değildir. Oradaki heyecanı duymak, yaşamın temel çizgisidir. Diğeri, bu çizgiyi farklı bir biçimde çizmiştir.
Şöyle değil, her şey bir ve aynı değildir insanlarda. Olmaz böyle bir şey, aksi halde insanlar birbirinin kopyası olur. Bir de insanları, bizim istediğimiz biçime sokmamızın da yanlış olduğunu düşünüyorum ben. Yani insanları olduğu gibi görmek ve o olduğu için sevebilmenin çok önemli olduğunu düşünüyorum. O öyle olsaydı daha çok severdim, hayır o öyle, o öyleydi... Güzelliği de eksikliği de belki kötülüğü de içinde taşıyan bir insan... Onu öyle sevebilmek önemli.
Burada doğru yanlış ayırımı biraz farklı bir şey. Yani şöyle, bir arkadaş bir örnek vermişti, o örneği çok severim. Bir insan bir kuşu sevebilir, öbürü de çiçeği sevebilir, yani müzikte bu bir zevk. Ama örneğin bir insan temizliği, bin insan pisliği sevmez. Doğru olan temizliktir. Olduğu gibi sevmek derken onu kastediyorum. Her zaman çok iyi, çok güzel, çok düzgün olmasını beklememek lazım insanların. Biz ne kadar öyleyiz ki... Yani sevebilmek, öyle sevebilmek, olduğu gibi kabul edip...
"Ama müthiş yanlışlar içindeyse, artık ortak bir yaşam, ortak bir ruhu taşıyamıyorsa, işte orada ayrılmalar, kopmalar başlıyor. Ve doğru ayrılmalar, kopmalardır bunlar... Yani o, doğal bir şey oluyor. Ortak sevinci, ortak acıyı duyamıyorsa, orada farklı noktalarda olduğunu görüyorsun. Yani çok kaba örnekler vereceğim şimdi. 18 yaşında bir genç sokakta vurulmuş, sen acı içindesin, o acıyı paylaşamıyorsan, orada ne dostluk kalıyor, ne sevgi kalıyor.
Bu anlamda o farklılıktan yola çıkıp da ortak ruh yakalanamayacağını düşünüyorum. Dünyalar farklılılaşıyor, özlemler farklılaşıyor, duygulanmalar farklılaşıyor. Sen başka şeylerin kaygısında oluyorsun, başka bir ruh anını yaşıyorsun o anda, öbürü başka, çok başka bir şeyi yaşıyor. O zaman ortak ne kaldı ki... Yoksa sen kitap okumak isteyebilirsin, öbürü sinemaya gitmek ister, bu çok büyük bir farklılık değildir. Yani acıları ve sevinçleri ortak olarak yaşamanın önemli olduğunu düşünüyorum. Eğer bunu yaşayamıyorsak, dünyalar ayrılmış demektir. Ve orada çok zor bir ilişki olacaktır. Zorlama ilişki haline dönüşecektir."
"Ömer'in ölümünü ilk öğrendiğimde neler hissettim? Bir şey tercih ettiğinde, sonucunu da biliyorsun aslında... Ama bilmek ve yaşamak başka bir şey. İkisi çok farklı bir şey... Yani çok sarsıldım, halen de çok sarsılıyorum.
Halen de söylüyorum, bunu herkese de çok açık söylüyorum, beni çok sarstı. Çok uzun süre, hala yine yüzleşemiyorum, yani çok uzakta olmasına çok alışkınım, çünkü böyle şeyler hep gerekti, gerektiği için de öyle yaşadık.
Aslında bir kez daha görüşememe ihtimalinin çok fazla olduğunu biliyorduk. Burada yaşam tercihin olduğu için, bu kabullenilmiş bir şeydi. Belki o yüzden şimdi hep söz edemiyorum olaydan.
Çünkü öyle bir olay olsa da olmasa da benim yaşamım değişmeyecek. Duyduğum saygı ve sevgi de değişmeyecekti... Bugün için böyle bu. Bugün böyle düşünüyorum. Bir şeye soyunmak niyetinde değilim. O beni en çok korkutan noktalardan biri. Hayır, ifade etmem zor. Çünkü ben ne hissediyorsam onu yaşadım. Ve ne hissediyorsam, onu yaşamak istiyorum.
Böyle bir takım elbiseleri giymek, bir takım kimlikleri etiket olarak kullanmak, hayatımda en çok korktuğum şeydi. Zaten o öyle de olsa daha sonra değişebilir. Evet o etiket ve kimlikleri atabilmek, takındığın kadar çok kolay oluyor, o değil. Ama şunu biliyorum, belki bir noktada kesişmeyecekti hayatlar. Bunu bilmek çok zor değil. Çünkü hayatımızda hiç oyun oynamadık.
Devrimci olunmuş gibi yapmadık. Devrimci olunacaksa sonuna kadar olunur. Bunun sonunda ne olacağını da biliyoruz. O, deyim içinde bilinen bir şeydi. Ve aşağı gitme kararı alınırken, bu bilinerek gidilmişti. Orada olurken de kenarda köşede dururum diye bir şey yok. Oradaki savaşın son derece sıcak çatışmalarla yaşandığı bilerek atılmış bir adımdı. O yüzden, aslında belki bir daha hiç görüşemeyeceğini biliyorsun ama bilmek ve yaşamak farklı bir şey...
"Çok sarsıldım, inanılmaz derecede sarsıldım. Yani o sarsıntıyı çok uzun süre atamayacağımı biliyorum. Ama o sarsıntıyla birlikte yaşamayı becerebileceğim. O yüzden de duygularımı hiç gizleme gereği duymuyorum. Genellikle konuşmamayı tercih ediyorum zaten. Bir süre sonra bunu da atabileceğim ve de sadece güzellikleri ve hoşluklarıyla hatırlayacağım onu. Çünkü o kadar acı çektik ki... Sadece en yakın arkdaşlarımızı kaybettiğimizde de aynı acıları çektik aslında ve onlarla yaşamayı öğrendik. Onunla birlikte yaşamayı ve attığımız her adımda... İşte diyet bu noktada. Devrimci olmanın bir diyeti olduğunu biliyorduk ve hep, her adımda, ödedik bunu...
Yanımızdaki arkadaşlar, çok sevdiklerimiz, en temiz, en güzel insanları, genel olarak hep böyle kaybettik, sen de böyle kaybettin. İşte bununla birlikte yaşamayı öğreniyoruz. Ve bunu öğreneceğiz.
Ve bunun hayatımızın en güzel yıllarının bir parçası, belki işte ona sahip çıkmakta titiz davranmaların doğru olduğunu düşünüyorsun. Bu asla birilerinin bir şey kanıtlaması için değil. Bu bizim yaşamımızdı, bu yaşamımıza sahip çıkmalıyız. Ve bununla birlikte yaşamayı öğrenmeliyiz. Sanırım bu olacak bir süre sonra...
Çünkü hep yapmamız gereken işleri yapmayı öğrendik biz. Hep görevlerimizi kendi yaşamımızın üzerinde tuttuk ve bir de herhalde şimdi böyle yaşamaya devam ediyorum. Çünkü dediğim gibi bu bir tercih sorunu, kendine saygı sorunu ki öbür türlü kendine her gün saygısızlık edeceğin bir yaşamı yaşamak, hayır işte o, herşeyi öldürür. Herşey o zaman ölür. Sanıyorum devrimcilerin görevler nasıl yapılır gibi çok önemli bir şeyi söylemesinin bu en önemli ikinci boyutu da yaşanmışlıklara nasıl bakılır sorusudur.
"Aslında ben bu konularda gençlerle çok sohbet etmek istiyorum. Çok kolay bakıyorlar herşeye. Yaşanmışlıkları aktarmanın belki de bu noktada önemi var. Ama bunu anlatabilmek çok zor tabi, kolay değil. Kendi tarihimize, hem kişilik tarihimize, hem de devrim tarihimize bu şekilde bakmanın önemli olduğunu düşünüyorum.
Devrim kavranamıyor, devrim kavranamadığı zaman da, sloganlardan ibaret oluyor. Ama bu aşılacak. Çünkü doğrusu, başka çare de yok. Anlatması gereken insanlara önemli görevler düşüyor. Anlatılması gereken üslupla anlatılması gerekiyor. Geçmişi anlatmanın da değişik tarzları var.
Geçmiş derken, yaşanan bir sürecin bir öncesini anlama tarzındadır bizim yaptığımız. Fakat farklı bir noktadan bakılmamalıdır düne. O iki tarz arasında çelişki vardır. Diğer tarzda çok anlatılıyor. İnsanlara anlatıyorlar. Şunu bilmek gerekiyor. Biz o sürecin seyircileri değil, aktörleri idik. Yani o bizim rolümüzdü ve yine burda durup bunu anlatabilmek önemli. İzleyici gibi kendini herşeyden azadi kılarsan, gerçekten kendine, yaşamına, yaşanılanlara da haksızlık ediyorsun. Ve çok kolay karalamak.
Ama kendini onun bir parçası olarak görüp de doğruları saptamak gerekli. Yanlışlar da dediğim gibi, bizim yanlışlarımız, kimsenin değil. Kimdir o dönemde yaşayan, en küçüğünden en büyüğüne kadar? O gün, 'dur bu böyle gitmez' deyip gösterebilseydi, yüksek sesle söyleme cesaretini gösterebilsiydi insanlar... Hep tartışıldı, konuşuldu bunlar ama. Birçok etken vardı tabi. Tabi birçok etken vardı ama onu söylememek bir yanlışlık.
O zaman o eksikleri orada görebilmek gerekiyor en azından. Hep birlikte bir dalgaya sürüklendik. Arada duralım diye kısık bir sesle söyledik. O, dalgayı çevirmeye yetmedi.
"O kadar çok şey beynime hükmediyor ki, ayıklamak, birşeylerini görebilmek gerekiyor. Belki başka duruş noktalarından da aktarmak gerekiyor. Ben sonuçta bir tarafım. Taraf olmak... Asla birşeyde taraf olmanın kötü bir şey olduğunu düşünmüyorum. Ama sonuçta bir tarafım.
Günümüzde herşeyi düzene sokmadan anlatmak...
İnsanlar, bunlardan önceki genç arkadaşlar da 12 Eylül'ün değerlendirmesinde; iki nokta üst üste koyarak, daha ziyade bunu yaşayanlardan öğrenecekler. Derinliği düşündüğün zaman süreçte o kadar değerli insanlar vardı ki o kadar değerli şeyler yaptılar ki kendi tarihimizin en güzel, en değerli sayfalarına sahip çıkmayı beceremedik.
Bu yüzden de herkes çok karaladı bizi ve çok hırpalandık. Kendi mirasımıza sahip çıkmadık, bu bizim mirasımızdı.
Sahip çıktığımızda da öylesine sloganlaştırdık ki kendimize yabancılaştığımız sloganlar haline geldi kendi tarihimiz...
"Yoksa; onlarca, yüzlerce, binlerce öykü... Dönemin romanını yazan bir arkadaşla onu konuşuyorduk. Yazıyor, yani orada olay kendi öyküsü değil, bir anı anlatmak, oradaki duyguları, mantığın nasıl çalıştığını, ilişkilerin sıcaklığını belki..."
"Belki bir anıyı, ayrıntıları, çok ince yanları anlatmak, o dönemi anlatabilir.
O derinlikte anlatılmadığı için çok iyi kavranamıyor. Aslında,'biz anlatamadık, demek lazım.
"Hangimizin dergisini açarsan aç, hep aynı sloganlar, aynı değerlendirmeler. Ve bunlardaki zenginliği, bu arkadaşlarımızdaki zenginliği, yaşamlarındaki zenginliği toparlayarak zenginleşmek, belki diğer teorik çıkarımlarımızı da biryerlere sıçratacak. Birilerini uzaklıştıracak, birilerini yakınlaştıracak.
Ama bütün örgütlerin içinde birbirine çok yakın o kadar çok insan var ki. Birbirine benzer ortak şeyleri duyan, hisseden... TDH'nin talihsizliği orada, bu insanlar belirleyici olmayı beceremediler. Bizim de yaşamımızda öyledir.
Ömer, baktık iki kişiyle geliyor, 'ah niye onlarla birlikte değiliz' derdi. Niye onlarla birlikte değildik, o zaman söyleyemezdik. Onlarla beraber niye olamadık, bizleri birbirimizden ayıran o muhteşem tezlerimiz miydi bizim.
O kadar çok insan vardı ki...
"Bir dönem PTT'de çalışmıştım. Dev Yolcu'larla toplantılarda birbirimize girerdik, sonra bir araya gelirdik. Ve arasıra sorardık, 'niye biz içerde birbirimize giriyoruz?' Öyle yapmamız gerekiyor... 'Yapmamız gerekiyoru bir aşabilseydik...
Öyle bir şey oluyor ki, etrafında çok fazla örgütten adam da olsa, o ortak duyguyu sen birileriyle daha fazla yoğun yaşıyorsun. Kendi yanındakiyle yaşayamıyorsun. O zaman nedir seni birleştiren, bazı kitabi tezler midir? Ve süreç içinde o iki cümlenin hiçbir anlamı olmadığını, fiilen gördük"
"İnsanların çok fazla tartıştığı şeyler üzerinden kimin aklında neler kalmıştır?
O anda işte biraz sohbet ediyoruz. Nedir, bu ülkede kapitalizm, prosedür tarzı mı gelişmiş? Yani ne kaldı o tatışmalardan? Bunlar, farklı yaptığımız neleri belirledi? Önemli olan taktik programlardır. Şuna inanıyorum, Türkiyeli devrimciler için, kişisel bir şeyleri yakalamak çok önemlidir şimdi...
Devletin de en çok başarılı olduğu şey, bu ayrılıkları körüklemek. Bölüp parçalıyorlar. Cezaevinde bir ara yakalanmıştı o süreç. O süreçte farklılıklarımız neydi?
Sonra dışarı çıktık, yine herkes gitti. O dönemde yaşanan çok büyük hatalardan biri de orada insiyatif geliştirilemedi. Fakat o birliktelik içinde bile, orada bazıları farklı idi zaten. Onlar kendisini farklı biçimde ifade ediyorlardı. Ama o birliktelik içinde, herşeyi birlikte, ortak duyabilen, hissedebilen, yaşayabilen, ortak tavır geliştiren insanlar, sonra neden farklılaştılar yine"..
"Bir çok konuda ortaklaşa tespitlerimiz de vardı sonuçta. Teorik tespitlerde bile birbirimize çok fazla yaklaşmıştık aslında. Farklılıklar vardı, farklılıklar da, önümüzdeki yaşamı belirlemiyordu.
Aslında o döneme bir dönülebilse, birlikte iş yapabilme dönemeci bir dönülebilse, çok fazla sorun kalmayacak, çünkü bütün güçleri birleştirdiğin zaman herkesin aynı yöntemle yaklaşması da gerekmiyor. Sen, ben böyle vuracağım diyorsun; öbürü, ben böyle vuracağım diyor. Bence çok önemli ayrılık noktaları değil. Ama aynı kanala aksın ve aynı hedefe yönelsin.
"80 öncesinde, objektif olarak öyle bir şey vardı. Herkes bulunduğu noktadan vurmaya çalışıyordu. Şimdi birbirini vurmaya çalışıyor insanlar. Muhteşem bir yarış var. Sen bir şey yapıyorsun, benim mecburen yapmam lazım. İki pankart sen asıyorsun, benim de asmam lazım. Rakip düşman gibi hissediyorum kendimi. Biri şunu yapmış, ben de yapmak, o bölgeye pankart asmak zorundayım.
Halbuki dünyanın devrim açısından en şanslı bölgelerinden biri Ortadoğu ... Yani devrimci dinamiklerin hala var olduğu, çatışmanın varolduğu en önemli merkezlerden biri. Şimdi birileri kır gerillacılığını çok iyi öğrendi ve yapıyor.
Yani üç tane, yirmi tane gerilla daha dağlara gitmesinler. Bunlar, şehir gerillacılığını biliyorlar, batıda bu işi yapsınlar.
Kır gerillacılığı kimsenin aklına gelmiyordu daha önce. Şimdi herkes kır gerillacılığına soyunuyor. Yapmayın, yani oradan vurun, çok önemli bir ayak batı. Zaten şehir tehlikesi var, şimdi devrim genellikle kentlerde patlak veriyor.
Bu, proleteryanın bulunduğu yerlerde yaşanıyor. Oysa Türkiye'de tersine döndü iş. Kentler durdu, patlaması gereken yerler durdu. Herkes oraya gidiyor. O fikirde bir birleşilebilse, herkes onu bir kanala akıtmanın yolunu bulsa, ister istemez birleşecek. Şans var şimdi, kırlar güçlü şimdi Türkiye'de. Onu da öğrenmiş, bilen insanlar yapıyor.
Ben Tokat'ta değil de İstanbul'da, Ankara'da olursam, kuşkusuz çok daha iyi olur. Çünkü, Avustralya devletine karşı var olmayacağım. Kentler bomboş, halbuki kentler milyonların bulunduğu, yığınsal sıçramaların en çok olacağı yerler. Kentleri harekete geçirmek daha kolaydır.
Kırlar, çok daha uzun soluklu bir çalışmayı gerektirir. Kentlerde ise, anı yakalaman gerekir. Tabi o anı yakalamak için de önceden hazırlıklı olman ve o anın geldiğini iyi gözlemleyebilmen lazım. O an geldiğinde doğru değerlendiremediğin zaman, iş bitiyor işte. Zaman zaman böyle durumlar oluyor, İstanbul'da da Ankara da'da...
"Anlatılanları da bazen o kadar içselleştiriyorsun ki, kendin yaşamış gibi oluyorsun. Resmen hafıza yanılması oluyor. O ikisini ayırmaya çalışıyorum şimdi, yani çok etkilenmiş, yaşadığın için paylaştığın için etkilenmiş oluyorsun, Çok içselleştiriyorsun.
Bazı şeyleri inanılmaz derecede içselleştiriyoruz.
O, çok canlı halleri geliyor da gözümün önüne...
"Anadolu devriminin güzel insanları, Anadolu şafağının gerçekleşme kaçınılmazlığını simgelemektedir.
O insanlardan biri de Ömer Özsökmenler'dir.
O'nun anısı, coğrafyamız halklarının onlarca yıldır sürdürdükleri mücadelenin anısıdır. Merhaba Ömer Özsökmenler!..Sevgiyle, yoldaş coşkusuyla merhaba.
Şafaktaki randevumuza da, sakın geç kalma!
Merhaba!...

 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92