Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

Şerif Onursal

Kitle hareketlerinin dönemsel özellikleri
Önce, temel bir saptamayı tekrarlayalım:
Türkiye, emperyalizme bağımlı, çarpık kapitalizmin egemen olduğu yeni sömürge bir ülkedir. Ve şimdi, yeni sömürge dokusunun egemen olduğu toplumsal sistem; TC'nin kuruluşundan bu yana, tarihinin en ciddi krizlerinden birini yaşamaktadır.
Bizim gibi yeni sömürge ülkelerde krizin yapısal ve sürekli olma özellikleri, bir tekdüzeliğe işaret etmez. Kriz denizindeki dalgalar, zaman zaman görece daha aklı selim olmalarına rağmen, zaman zaman çok yüksek ve boğucu biçimde kendini gösterir. İşte, son yıllarda, bu kriz dalgalarının en önemlilerinden biri daha, ülkemizin üzerinde yükselmiştir.
Bunun asıl nedeni, bizzat emperyalizmdir, emperyalizme bağımlı toplumsal yapıdır. Kapitalizm, uzun yıllara yayılan bir savaşım sonucunda, iç dinamizmle gelişmemiştir. Daralan pazar sorununu çözme amacıyla, emperyalizmin ihtiyacı doğrultusunda, yukarıdan aşağıya bir tarzda geliştirilmiştir. Dolayısıyla bağımlı kapitalizm, yeni sömürge ülkelerde; ekonomik, sosyal, siyasal karakterli bunalım süreçleri olarak, daha üst boyutlarda, yeniden ve yeniden üretilmektedir.
Ayrıca, bu sömürücü, asalak, insana yabancı toplumsal sisteme karşı yükselen toplumsal muhalefet, ekonomik-demokratik ve siyasal hak arayışları, mevcut yapısal krizi derinleştirmektedir.
Bu bağlamda ülkemiz, 1950'lerden bu yana, sürekli bir kriz içindedir. Toplumsal ilişkilerin her alanında yaşanan bu kriz, 1958, 1961, 1970, 1980' li yıllarda doruk noktalarına sıçramıştır. Bugün ise, emperyalizmin küreselleşme taktikleri, bölgesel kriz ve yürütülen sömürgeci kirli savaşın belirleyici etkileri ile ölümcül bir aşamadadır.
Kriz devam ediyor.
Bu, aynı zamanda, toplumsal bir devrim için zorunlu olan nesnel koşulların, yani "devrimci durumun", olgun olduğunu açıklamaktadır. Türkiye toplumu devrime gebedir ve stratejik konumu, proleter potansiyeli vb dikkate alınırsa yeni bir devrimci dalga, sistemin zayıf-sorunlu halkasından yaratılabilir.
Burada iki önemli noktayı iyi kavramak gerekir: Birincisi, ulusal-sınıfsal çelişkilerin oldukça yoğun olduğu, bu anlamda da emperyalist-kapitalist sistemin ilk bakışta zayıf halkası konumunda olan Türkiye, bir devrimin tek boyutlu verili koşullarını yaşamaktadır.
Bu veriler ışığında, Lenin'in, devrimci duruma ilişkin şu sözlerini anımsamadan edemiyoruz: "Yönetenlerin yönetemez olduğu" bir ülke... Bugünü ve tarihsel süreci, bu anlamda tanımlamak, önemlidir. Fakat, bütün ekonomik, siyasal, toplumsal genel verilere rağmen bu ülkenin öylesine özel ilişki ve çelişkileri devreye girmektedir ki; genel formülasyonların ötesinde, P-C diyalektiği ekseninde dönemsel argümanları önümüze doğru koyabilmek ve herşeyi yeniden tartışmak-değerlendirmek zorunluluğu gündeme gelmektedir.
İkincisi, yeni bir Ekim Devrimi'nin, tarihsel rolünün düşünsel hedeflerini bilince çıkarmak, dünya devrimi perspektifi ile, Türkiye'de bu rolün gereklerini yapmaktadır. Leninizmin ruhu, Lenin'in iradeciliği ve devrim anlayışı, bize bu konuda, çok şey açıklar. Ekim Devrimi, gerileyen Alman Devrimi'ne karşın yükselen Rus Devrimi'nin, Rus Proletaryası'nın tarihsel rolünün kavranması sonucu yaşanmıştır. Lenin, bu gerçeği şöyle açıklar: "Tarih, Alman Proletaryası'na verilen rolü, şimdi Rus Proletaryası'na veriyor. " (Ne Yapmalı)
Bu tarihsel rol, "çok verilenden çok şey istenir" (Lenin) enternasyonal mantığı ile, Ekim Devrimi'nde somutlaşmıştır. Aynı bakış açısı, sosyalizmin inşaasına yansımıştır.
Bu temel öneme sahip vurguları yaptıktan sonra şu söylenebilir: Bu gün devrimin nesnel koşulları ile öznel koşulları -devrimin olması için öznel koşulların da olgun olması gerekir- kaynaşırsa, devrimci durum değil, devrim durumu oluşur. Fakat pratikte bu anlamda bir çelişki, uyumsuzluk söz konusudur.
Nesnel koşullar teorik anlamda olgun olmasına rağmen, kitleleri devrimin saflarına çekecek, ona önderlik edecek, adına layık bir proletarya partisi yoktur. Bu "en ileri örgüt biçimi" etrafında kitlelerin yaratıcı gücü, devrime seferber edilememektedir. Veya mevcut öznel koşullar, parti ve kitle ilişkileri, devrimin ihtiyaçlarının uzağındadır. Elbette "hiçbir şey yok" değildir, bir birikim vardır, ama bu, nesnel koşulların oldukça gerisindedir. Günün görevi, nesnel koşullar ile öznel koşulların arasındaki mesafeyi kapamak, öznel koşulların gelişmesi için devrime yüklenmektir.
Sözünü ettiğimiz "mesafenin" en önemli nedenlerinden biri de; TDH'dir. Bünyesinde yaralar açılmış, tarihsel-siyasal kökeni olan bir dizi zaaftan beslenen TDH, değişen dünya ve ülke gerçeğine yönelik sağlıklı açılımlar yapamamakta, kendini yeniden üretememekte ve özellikle bugünün durgunluğunu ifade eden Eylül yenilgisinin yarattığı örgütsel varlığını, koşullara paralel bir biçimde yeniden inşa edememektedir. Bu yönde elbette bir dizi adım ve gelişmeler vardır. Ama bütün gelişmeler ne yazık ki, henüz bu mesafeyi kısaltacak dinamizmden uzaktır.
Ayrıca dönemin özelliklerini ve en başta bütün bunların kitle hareketlerine etkilerini iyi kavramak gerekir. Bugün, kimi zaman yükselme eğilimi gösteren, kimi zaman durgunluk yaşayan ama önemli bir potansiyele sahip kitle hareketlerinin en önemli bileşkesi; işçi, gençlik ve yoksul emekçilerin belirlediği toplumsal kesimlerdir.
Yeni sömürgeci toplumsal sistemden rahatsız olan ve toplumsal ortalamaya göre görece bilinçli insanlar, herşeye rağmen düzen muhalifliği özelliklerini yitirmeyen bir kesim Aleviler ve sömürgeciliğe karşı bir toplumsal diriliş yaşayan Kürt dinamizmi, emek cephesinin yanında, onu büyüten özelliklere sahiptir. Yine de örneğin, 1965-70 dönemi, 1970-80 dönemi ile kıyasladığımızda, hareketlilikler, kendine özgü niteliklere, kısıtlanmışlıklara sahiptir.
Daha önceki dönemlerden farklı olarak bugünün kitle hareketleri, 2. Dünya Savaşı sonrası büyük bir prestije sahip olan sosyalizmin moral gücünden ve yine bu dönemde ezilen ulusların esin kaynağı olan ulusal kurtuluş fırtınasından önemli ölçüde yoksundur. Bu, çok önemli bir faktördür ve asla revizyonizm dahi kitle hareketi üzerindeki bu olumlu etkinin yarattığı sonuçları ortadan kaldıramamıştır.
Bugün, moral değerlerden yoksun kitle hareketleri, önemli ölçüde, kapitalizmin yarattığı toplumsal zeminde, onun sömürü ve zulme dayalı sorunları ekseninde, toplumsal bir tepki temelinde gelişmektedir. Stratejik hedefler doğrultusunda örgütlenemedikleri için de yine aynı bağlamda, zaman zaman akıntıya kürek çekilmektedir.
Bunun yanısıra, eskiye nazaran bugün kitlelerin tepkisi, olağanüstü kırılma aygıtları ile karşı karşıyadır. Yani her yeni gibi, zorunlu olarak bir oturma süreci yaşamakta, bu süreci yaşadığı için de, kendi iç dinamizm, süreklilik ve korunma aygıtlarını oluşturamamaktadır.
Ayrıca, örneğin, 1950-70 döneminde yeni sömürgeciliğin ve onun üst yapı kurumlarının aldığı biçim ile 1970 sonrası, özellikle de 1980 sonrası, aynı değildir. Yeni sömürgecilik, kendi içinde evrilmiş, en olgun dönemine ulaşmış; buna paralel olarak Oligarşi'nin tüm baskı kurumları, daha yoğun bir biçimde emperyalizm odaklı olarak merkezileşmiş, kurumlaşmıştır.
Ayrıca sorunun toplumsal boyutları vardır.
Yükselen yeni sömürgecilik, "yükselen değerleri" hızlandırmış, insana yabancı tüm "değerler", çarpık kapitalizmin bünyesinden adeta fışkırarak toplumu sarmıştır. "Köşe dönücülük", rüşvet, bireycilik, pragmatizm, ahlaki yozlaşma vb günlük yaşama nüfuz etmiştir. Bugün Oligarşi, sadece zor yöntemleri ile ayakta kalmıyor. Önemli ölçüde toplumu ve bireyi düşürerek, apolitik bir ortamda tutarak varlığını sürdürmeye çalışıyor. Bu yanıyla da, tarihsel koşullar, eski tarihsel koşullardan oldukça farklıdır ve kitlelerin tepkisini dolaysız etkilemektedir.
Bunlar ve bunların dışında bir dizi irili ufaklı nedenler, kitle hareketi üzerinde etkide bulunur, bulunmaktadır.
Anlaşılacağı üzere kitle hareketinde, kendiliğindenci yan önemlidir. 1965-70 ve 75-80 döneminde çok önemli bir yer tutar. 80 sonrası gelişen kitle hareketinde de kendiliğindencilik önemlidir, ama, eski ile kıyaslanırsa, yaratabildiği sonuçlar açısından daha geri bir noktadadır.
"Kendiliğindencilik vardır, kendiliğindencilik vardır" diyor Lenin ve farklı dönemleri kıyaslıyarak devam ediyor; "bu da gösteriyor ki, kendiliğinden unsur, özünde, tohum halindeki bilinçlenmeden başka bir şey değildir." İlkel başkaldırmada bile bilinçliliğin belli bir ölçüde uyanmış olduğunu ifade ediyor. (Ne Yapmalı Sf 37-38)
"Tohum halindeki bilinç", kitle hareketinde bugün daha zayıftır, ama bunun yerini, "siyasal bilinç" almaktadır. Bir başka deyişle, kitle hareketi eskiden "yukarıdan" bir karaktere sahipken, bugün en küçük demokratik hakkın bile siyasal eksende geliştiği "aşağıdan" bir karaktere sahiptir.
1975-80 döneminin ayırt edici özelliklerinden biri de, kitle hareketinin kendiliğindenci yanının yanı sıra, bu mücadelenin anti-faşist özelliklerinin ön planda olmasıdır. TDH'de, yanlış faşizm anlayışından kaynaklanan bir dizi zaafın, anti-faşist mücadeleyi anti-oligarşik mücadeleden soyutladığı biliniyor.
Bu temelde, taktiksel programı yanlış akım ve örgütler bu dönemde, mücadelenin hedefini bulanıklaştırmışlar, kitlelere yanlış hedef göstermişlerdir. Ancak, bütün bunları bir yana bırakırsak, bu özelliklerin, halkçı popülist bir anlayışla ön plana çıktığı bir gerçektir.
80 sonrasında ise; Eylül yenilgisi nedeniyle kitle mücadelelerinde oldukça geri noktalara düşülmüş, kitle hareketi adeta dibe vurmuş, daha sonra bu zeminde tekrar yükselme eğilimi zaman zaman zayıf bir biçimde kendini göstermiştir. Bu gelişim, spontane değil, küçük mevzilerin kazanılıp büyütülmesi temelinde sağlanmıştır.
Oligarşi, zor yöntemlerini her adımda devreye sokmuş, kitle hareketi zayıf bir siyasal mecrada gelişebilmiştir. Ve dönemin özelliği olarak, anti-faşist mücadeleden daha çok, özünde bunu da zayıf biçimde içeren demokrasi mücadelesi ön plana çıkmıştır. Kitle mücadelesinde, ekonomik ve kendiliğindenci yanın paralelinde, bu özellik de önem kazanmıştır.
12 Eylül açık faşizminin en önemli amacı, yeni sömürgeci sistemi zorlayan, daha ileri bir toplumsal sistemin, sosyalizmin kanallarını açan kitle hareketini, sistem içinde eritmek, onu pasifize etmektir.
Bu açıdan, 12 Eylül açık faşizmi, geçici ama önemli bir başarı kazanmış, sınıf savaşımı tarihimizin en önemli kitle potansiyelinin pasifize olmasına, oldukça derin sonuçları olan kırılmanın yaşanmasına yol açmıştır.
Hiç bir karanlık sonsuz değildir. Şafak söker, aydınlık etrafa saçılır. Sınıf savaşımının temel gerçekleri bu dönemde de bir kez daha yaşanmış, Eylül karanlığı dağılmaya başlamıştır.
İlk ışık, cezaevleri direnişleri olmuş, bunu tutsak yakınlarının toplumsal mücadelenin önderi olması izlemiştir. Ve 85-86'larda yayılan ışıklar, öğrenci gençlikte yolunu bulmuş, tarihsel önemi çok büyük olan "Nisan Direnişi" yaratılmıştır. Kendiliğinden yükselme içine giren işçi hareketi, 90 başlarında Zonguldak Direnişi'ni yaratan bir noktaya gelmiştir.
Artık, 90 sonrası kitle hareketlerinde yükselme dönemidir. Bu yükseliş, 1 Mayısları, Gazi-Ümraniye Direnişlerini, Harçlara karşı mücadeleyi, Bergama'yı... yaratmıştır. Ancak, bir yükselme eğilimi göstermekle beraber, kitle hareketi, kimi dönem nedenlerinin önemle değerlendirilmesi gereken durgunluklar da yaşamaktadır.
İşte, 1996 1 Mayıs'ı sonrası durgunluk, böyle bir durgunluktur. Bu noktada, önemli ölçüde TDH'den kaynaklanan zaaflar, sürecin durgunluğunun asıl nedenlerinden biridir. Ancak bu durgunluk, yeni sömürgeci sisteme yönelik tepkinin boyutunu zayıflatmamaktadır. Bu açıdan, dönem için; görünürde "durgun" ama yoğun bir iç tepkiyi bünyesinde taşıyan ciddi bir potansiyelden söz etmek, hiç de yanlış değildir.
Anlaşılacağı üzere; devrimci hareketler topluma ışık olup, onun önünü açtığı ölçüde, kendi zaaflarından kurtulup kitlelere güven verdiği ölçüde, ciddi sıçramalara şahit olunabilecektir...
Yeni sömürgeci toplumsal sistem, karşıt çelişkilerin birlikte gelişmesi prensibi temelinde, bir yandan özgürce gelişir-küreselleşirken, bir yandan da çok boyutlu bir toplumsal tıkanmayı yaşamaktadır. Bu aynı zamanda, yeni sömürgeci sistemin ezilen sınıf ve ulusların hiçbir sorununu doğası gereği çözemediği, kitlelerin buna parelel olarak objektif biçimde düzenden koptuğu anlamına gelmektedir.
Ancak, eğer devrimci irade ve bunun cisimleştiği proletarya partisi, bu gelişmeye doğru yanıt veremez, onu devrim saflarında örgütleyemezse, bu sistem tüm açmaz ve tükenmişliğine rağmen, varlığını sürdürür.
"Devrim kitlelerin eseridir" sözü, son derece doğrudur ve örgütlü bir kitle yaratıcılığı ile ortaya konulabilir, "yıkma" ve "yeniden kurma ekseninde önemli tarihsel rolü belirginleşir; Lenin'in bu sözünü, böyle anlamak gerekir.
Dolayısıyla devrimcilik, esas olarak nesnel gelişmelere, kendiliğindenci kitle mücadelesine övgüler dizmek değildir, tüm bunların materyalist özünü, karakterini kavramak ve gereklerini yapmaktır.
"Reel politika", gerçeği kaba değerlendirir, görüntüyü olduğu gibi alıp, onun teorisini yapar; ama bu devrimcilik değildir, diyalektik ve tarihsel bakış ile de materyalist felsefe ile de ilgisi yoktur. Leninizm, devrimci marksizm, diyalektik materyalizmin ışığına, yaşayan ruhuna sadıktır. Ve Leninizm, iradecilik demektir. Devrimci iradenin yoğunlaştığı parti, nesnel gelişmelerin önüne çıkarak politika yapar; önderdir, kitlenin önünü doğru biçimde açar.
Bugün kitleler, yeni sömürgeci sistemden objektif kopuşu yaşıyor, ama aynı biçimde; oportünizmin "reel politika" tarzına rağmen devrime koşmuyor, üstelik devrimle de arasına, ciddi bir mesafe koyuyor. Bu, tarihsel koşulların ortaya çıkardığı bir olgudur. Ve elbette bu noktadan kopuş, devrim lehine ciddi gelişmeler olacaktır. Ama bu "mesafeyi" bilmek, dönemin en önemli özelliklerinden biri olduğunu tanımlamak, nereden ve nasıl başlanacağını bilmek anlamına geldiği için, zorunludur.
Gerçeği iyi kavrayamayan bir mantık, bunu değiştirip devrim lehine dönüştüremez.
Siyasal mücadele boşluk tanımaz. Birbiri ile kıyasıya mücadele eden sınıfsal-politik güçler, bir dizi yöntemle bu boşluğu doldurmaya çalışır. Yeni sömürgeci sistemin önemli çözümsüzlükler yaşadığı bir gerçektir. Ama devrimci hareket bunu, tarihsel rolüne uygun olarak doğru biçimde lehine çeviremezse, aynı durumu kaçınılmaz olarak Oligarşi, bir dizi kirli yöntemle değerlendirmek ister. Oligarşi, başta açık, çıplak zor yöntemi olmak üzere, çeşitli ideolojik politik taktiklerle, yöntemlerle kitleleri kendine bağlamak ister.
"Laiklik-anti laiklik" merkezli tartışmalar, Kemalizm, Türk-İslam sentezi, liberalizm, milliyetçilik, sosyal demokrasi, vb hep bu yönde işlev görmektedir. Birbirine karşı gibi görünen, toplumsal yaşamda görünürde böyle bir tablo çizen bu akımlar ve yapılan tartışmalar, özünde, görünümdeki farklı kanallardan kitleleri düzene bağlamaktadır, düzen içinde tutmaktadır.
Burada, kemalist solcu, ismen "sosyal demokrat", ama özünde sosyal demokrasi ile ilgisi olmayan bir burjuva partisi olan CHP ve onun gerçeğini özel olarak anmak gereklidir...
Yeni sömürgeci sistemin ekonomik-sosyal dayanağı zayıfladıkça, zor yöntemleri o oranda artarak gündeme girmektedir. Yeni sömürgeci sistemin "ekonomik" ayağı, 1970'lerden bu yana gerilemektedir. İşçi ücretlerinin 1969'dan bu yana sürekli düşüş yaşaması, bu durumun en önemli verilerinden biridir.
Çözümsüzlük, ekonomik sosyal dayanaktan uzak biçimde, zoru başlıca, tek yöntem haline getiriyor. Hep, sömürge tipi faşizmin "yedek lastiği" rolünü oynayan, toplumsal muhalefeti düzene bağlamak, tepkileri nötralize etmek rolünü oynayan CHP geleneği, bugün örneğin 1974-75'lerdeki işlevinden son derece uzaktır. Bu boşluğu, özellikle geçtiğimiz seçim döneminde RP'nin doldurduğu biliniyor.
Kemalist solcu CHP'nin bu işlevsizliği, kitleler ile devrim arasındaki mesafenin, ilişkinin "kısaldığı" anlamına gelmektedir. Veya kitleleri bloke etmede CHP, eski rolünü oynayamamaktadır. Bunun, toplumsal zemini de zayıflamıştır.
Diğer burjuva parti ve akımların bu boşluğu doldurduğu ortamda, ancak doğru, uzun soluklu, etik anlamda son derece temiz ve güçlü siyasal ajitasyon, kitleleri devrime yaklaştıracaktır.
Ayrıca, bu noktada reformizmin rolünü hatırlamakta da yarar var.
Reformizm-devrimcilik ayrışması, TDH'de bugünün sosyalizm hedefli toplumsal mücadele tarihinde, kimi zaman zayıflayan, kimi zaman ise görece güçlenen tarzda, hep yaşanmaktadır. Ama dalgalanmanın özellikle son otuz yıllık tarihsel kesitte; çok daha boyutlu yaşandığı açıktır.
71 silahlı mücadelesi içinden, partimiz THKP-C'nin yanısıra, THKO ve TKP/ML'nin ortaya çıkması, bir yanıyla da bu kopuşun devrimci tarzda kazanımıdır.
Ülkemizde bağımlı, kimliksiz, tasfiyeci, düzene soldan destek sunan, Kürt sorununda katıksız sosyal şoven, kalkınmacı bir sosyalizm anlayışı ile ufuksuzlaşmış, "en az direniş" perspektifini her alanda benimsemiş, teslimiyetçi, reformla yetinen bir damar, her zaman vardır.
Sadece TİP-TSİP-TKP geleneği değil, 70 sonrası Devrimci Yol, Kurtuluş, TDKP, TKEP vb de, böyle bir rolü üstlenmişlerdir.
Bir yanıyla halkçı popülist, diğer yanı reformist olan bu akımlar, giderek halkçı yanlarını bir yana atarak, legalizm zemininde reformcu bir mevziyi tutmuşlardır. Dünya ölçeğinde sosyalizmin gerilemesinin, burjuva demokrasisinin kutsanmasının bu damarı beslediği; bu damarın yenilgi yıllarının bir dizi hastalığı ile büyüdüğü biliniyor.
Dahası, devrimcilik adına, marksizmi kaba, sosyalizmi halkçı bir yoruma tabi tutan, ideolojik derinlikten yoksun bir söylemle varlığını sürdüren, dar pratikçi gelenek, reformizmi tersten beslemektedir. Oligarşinin "yumuşaması" tespiti de, bu kesime yöneliktir.
Demek ki; kendi zayıflıklarımıza savaş açmak, reformizmle mesafeyi doğru biçimde koymak, başta Kemalist solculuk olmak üzere tüm burjuva akımlara karşı cepheden devrimci savaşımı yürütmek, düzenden kopuşu yaşayan kitle potansiyelini devrime yaklaştıracaktır, sözünü ettiğimiz "mesafe" azalacaktır.

Devrimci harekete özet bir bakış
Devrimci harekette kavram kargaşası oldukça yoğundur. Dolayısıyla önce bazı kavramları ayrıştırmak, yerli yerine koymak zorunludur...
Önce, "devrimcilik", "reformizm" kavramlarından başlayalım. Devrimci ile reformist arasındaki fark, devrimcinin devrim ve reformistin reform istemesi değildir. Devrimci reform için de mücadele eder ama bunu devrime bağlar, önüne devrim programı koyar. Onun politik hedefi, devrimdir. Reformist ise, kendini reformla sınırlar. Lenin, "reformizme karşı değiliz" derken, bu temel ayrımı ifade eder.
"Devrimci", sömürü ve baskı üzerine kurulu mevcut sistemi yıkmak görevini önüne koyan, bu anlamda sömürücü sisteme tam cepheden tavır alan bir programı savunur. Bu yanıyla da; "devrimci" kavramı aslında sınırlı bir kavramdır.
Bundan dolayı, proletarya devrimcileri veya devrimci marksizm savunucuları, asla mevcut sömürücü, insana yabancı baskı politikası ile ayakta kalan sistemi yıkma görevi ile kendini sınırlamaz. Onlar bu "yıkma" eylemini, sosyalizm perspektifiyle, bu toplum projesi doğrultusunda "yeniden kurma" eylemi ile içselleştirirler. Tam da bu anlamda, proletarya devrimcileri ile burjuva ve küçük burjuva devrimcileri, tamamen farklı programlara sahiptirler.
Proletarya devrimcisi, reformu savunur ama onunla yetinmez. Önüne, mevcut sistemi yıkma programını koyar ama onunla da yetinmez. Tüm bunları siyasal iktidar kavgasında siyasal özgürlük ve sosyalizm mücadelesine bağlar. Strateji ve taktiği, bunun üzerine kurar, ekonomik-demokratik, siyasal ajitasyon ve kampanyaları, bu eksende örgütler.
"Devrimci sosyal demokrasi, reform uğruna savaşımı eylemine her zaman katmıştır ve şimdi de katmaktadır. Ama sosyal demokrasi, iktisadi ajitasyonu yanlızca hükümetten her türlü önlemi yerine getirmek istemesi için değil, aynı zamanda (ve esas olarak) hükümetin otokratik hükümet olmasına son vermesini istemek için de kullanır. Üstelik devrimci sosyal demokrasi, hükümete karşı bu sistemini yanlızca iktisadi savaşım üzerine dayandırarak değil, aynı zamanda toplum ve siyasal savaşımın genel olarak bütün alanlarına dayandırarak ileri sürmeyi, görev bilir. Kısacası, devrimci sosyal demokrasi, bütünün bir parçası olarak reformlar uğruna mücadeleyi, özgürlük uğruna ve sosyalizm uğruna devrimci mücadeleye tabi kılar." (Lenin. Ne Yapmalı Sf, 72)
Yine, "sol" ve "solcu" kavramına da, böyle bir pencereden bakmak gerekir. Tek başına "sol" ve "solcu" kavramı, hiç bir şeyi açıklayamaz. Sınıfsal açıdan muğlak olan bu kavram, sınıfla birlikte ele alınırsa yerli yerine oturur. "Kemalist sol", "reformist sol", "marksist sol", "devrimci sol", vb kavramlar, sık sık kullanılır, belirli bir sınıfın/sınıfların tavrını yansıtan bu akımlar, ülkemizde de mevcuttur.
Kavramları yerli yerine koymak için devam edelim. Yine bir yanılsama vardır; reformizm legalizmle özdeş, eşit görülür.
Bu yaklaşım ampirik, kaba bir yaklaşımdır, doğru değildir.
Reformizm, mevcut kapitalist sistemin çarpık, sivri yanlarını düzeltme mücadelesi verir, düzen içi bir solculuğu içerir; bundan dolayı legalizmde de ısrar eder, ona yaslanır, ondan beslenir.
Ancak, buradan legalizm ile reformizmin aynı veya eşit olduğu anlamı çıkmaz. Legal zeminde devrimci bir politika yürütülebilir, bu yanıyla da devrimci ile reformist birbirinden ayrılır. Legal bir parti veya kurum, her zaman reformist değildir; ayrıca pekala illegal parti veya kurum, reformist bir programa sahip olabilir.
Ülkemiz devrimci hareketinin bir orijinal yanı daha vardır; faşizm süreklidir, legal hukuki zemin, bundan dolayı dardır, sınırlıdır. Reformist programa sahip bir çok kesim, bundan dolayı çeşitli biçimlerde illegal konumlanmıştır.
Ayrıca, illegaliteyi esas alan, silahlı mücadeleyi savunan, ancak programı demokratizmle sınırlı bazı akımlar vardır ki, bunlara silahlı reformist demek, hiç de yanlış değildir. "Demokratikleşme", "barış" vb hedefler için, silah unsuru bir pazarlık kozudur; dünyada bunun çok çeşitli örnekleri vardır. Ülkemizde de böyle bir damar, hiç de zayıf değildir.
Demek ki, "legalizm reformizmdir" veya tam tersi; "devrimcilik illegalitedir" biçiminde bir yaklaşım doğru değildir. Tüm bu kavramlar; "legalite" - "illegalite" "devrim" - "reform", farklı kavramlardır.
O halde, herhangi bir siyasal akımı, partiyi; siyasal mücadelede yerli yerine koymak için; her şeyden önce, onun toplumsal politik hedeflerini içeren siyasal programına, programatik tezlerine ve pratiğine bakmak gereklidir.
Ancak bütün bunları, dünyayı yorumlama değil "değiştirme" araçlarıyla bütünsellik gösteren politik tarz ile birlikte düşünmek, bununla tamamlamak, asıl çerçeveyi oluşturur. "Herhangi bir örgütün niteliğini, doğal ve kaçınılmaz olarak belirleyen şey, o örgütün eyleminin içeriğidir. " (Lenin, Ne Yapmalı, Sf. 109)
Bu açıklamalardan sonra şunlar söylenebilir: TDH'nde yaşanan tasfiyecilik dalgaları, reformist sola alan açmıştır. İdeolojik, politik, örgütsel alanlarda derin deformizm izleri taşıyan bu akımlar, toplumsal zeminden beslenmektedir.
Oligarşinin düzen içi bir solculuk programıyla boy atmaktadır.
Sosyalizm perspektifini bir kenara atan, hatta onu biçimsel olarak bile programına koymayan, demokrasiyi herşeyin önüne koyan, bu yanıyla da burjuva demokrasisini kutsayan, eylem çizgisini bununla sınırlı tutan, düzen içi bir tarz ve yaşamı bünyesinde somutlaştıran bu akımlar, bugün oldukça geniş bir alana yayılmıştır. ÖDP oluşumu bunun en ileri mevzisidir, ama reformizm, ÖDP ile sınırlı değildir. Ve önümüzdeki süreçte PKK ile dahi buluşabilir...
Ancak burada, bu özet değerlendirmede bizi daha çok reformist kanat değil, devrimci kanat ilgilendirmektedir. İllegaliteyi esas aldığını ileri süren ve emperyalizme bağımlı, çarpık kapitalist sistemi yıkma görevini önüne koyan, -bir kısmı yarı feodal tespitleri yapan- böyle bir programa sahip kanat, TDH'nin önemli bir kesimini oluşturur.
Tümü, marksizmi referans alır ama önemli bir kısmı, popülisttir, devrimci marksizme mesafelidir.
Toptancı bir mantık, bize ait değildir. Böyle bir mantık, bilimsel de değildir. Marksizm, bir yöntem olarak genelleme yapar, ortak paydaları tanımlar ama her olguyu, akımı, örgütü, kendi nesnel gerçeği ile ele alır. "Türk Solu" cümlesi ile başlanan ve ne kadar olumsuzluk varsa, biraz da hararetle sıralanan tanım ve değerlendirmeler, sık sık yapılır ve hiç de doğru değildir, bilimsel değildir. Belki bu tip değerlendirmeler gerçeğin bir kısmını da ifade eder, ama gerçeğin biraz da ayrıntıda olduğu, bu yanıyla da gerçekten uzaklaşıldığı, açıktır. Bu durumu, hep göz önünde bulundurmak, zorunludur.
TDH'nin devrimci kanadında, her şeyden önce, tarz sorunu vardır. Politika, genellikle kaba, derinlikten yoksun, reel biçimde yapılır. Halkçı popülist söylemle karışık bir biçimde, sınıf mücadelelerinde ortaya çıkan bazı olumlu ama dönemsel gelişmeler abartılır, ona övgüler dizilir, hatta söylemci kendi politik varlığını buna bağlar. Reklamı, kendi kendini övmeyi, doymamış bir ego eşliğinde benimser, bunu bir "sahiplenme", "mirasa sahip çıkma" mantığı ile karışık yapar...
Kendini büyütür, diğer oluşumları, özellikle de devrimci yapıları küçümser. Yani bir türlü kendine ve diğer devrimci yapılara karşı nesnel, objektif olamaz. Çünkü subjektivizm, başlıca karakteridir.
Bunun için bir çok şey yapar; sıradan bir kitle hareketinde anlamsız bir biçimde kendi pankartını açmaktan tutalım, 'ulvi amaçlar için kirli işler yapmaya' kadar uzanan uzun bir çizgide, hep bu özelliği görürüz.
Devrimin ortak değerleri, şehitler dahil her şey, tam bir pazarcı zihniyeti ile ele alınır, bunun üzerinden politika yapılır.
Devrimin ciddi bir tarihsel kazanımı vardır; fakat o, bunun mutlaka kendisi ile başladığını ileri sürer. Tarih, sınıf savaşımı, vb hep kendi öznel konumu, politikası ile açıklanır. Özetle, bu kesimin önemli bir kısmının politik tarzı, tam bir küçük burjuva tarzıdır, bu sınıfın kimliğini, tarzını yansıtır...
Demokratik merkeziyetçilik, Leninist bir ilkedir ve parti dahil bir çok örgüt biçimlerinde geçerlidir. Bu ilkeyi, devrimci kanadı oluşturan tüm siyasal yapılar savunur, hatta eğer varsa, tüzüğünde bunu tanımlar.
Ancak bu, çoğu kez yazılı bir ilke olarak kalır, parti/örgüt yaşamında ise farklı pratikler geçerlidir. Çoğu kez, bir anlayış olarak, "demokrasi" ve "merkeziyetçilik" karşı karşıya getirilir. Hatta "savaş", "mücadele", "faşizm gerçeği" vb söylemle demokrasi bir yana atılır, katı merkeziyetçilik, "en merkeziyetçi" olmak tanımı altında savunulur...
Parti-örgüt yaşamında, düşünce zenginliğine tahammül yoktur. En küçük düşünce farklılığı; "reformizm", "tasfiyecilik", "aşırıcılık", "sağcılık", "solculuk" vb kavramlarla, "mahkum" edilir.
Bazıları, parti-örgüt yaşamında, "iki çizgi mücadelesini" resmi düzeyde savunur, ama asla bırakalım iki çizgiyi, tek çizgiye bile tahammül edilemez.
Son yıllarda, prim toplayan pragmatizm ve Ortadoğu tarzı politika yapma, parti veya örgüt yaşamlarına sinmiştir. Örgüt içi kumpas, komplo, darbe, ajan- polis, karşı devrimci vb söylemleri, birbirini izler. Sağlıksız birleşmeler ve sağlıksız ayrışmalar, bu eksende biçimlenir. Sözde program, taktik çatışmaları, hiçbir anlamda gerçek farklılıkların tanımlanamadığı ayrılıklar, birbirini izler...
Değişim, nesnel bir gerçeklik olarak doğar; dünya ve ülke, bu nesnel değişimin koşullarını yaşar. Ancak, bırakalım çok temel tespitleri, bunların nesnel gerçekliklerle uyumsuzluğunu, bazıları bunları, taktik düzeyde dahi yakalayamaz.
Dünyanın adeta küçüldüğü, kapitalizmin en geri ülkelerde bile egemen olduğu bir dönemde, o hala, "yarı feodal" tespitlerinden vazgeçmez. Hatta tam bir dogmatizmle, 2000'li yıllarda, 1930 Çin'ini kendine model alır.
Kürt Ulusal Sorunu, yakıcı ve dayatan, çeşitli biçimlerde sağlıksız farklılaştıran bir sorun olarak Türkiye gündemine girmiştir. Ancak bütün bunlara rağmen; bırakalım somut tarihsel koşulların gerektirdiği politikaları, olguya basit yanıtlar vermeyi; bazıları hala, herşeye rağmen, Kürdistan'ın temel gerçeklerine bile yabancıdır...
"Aynı-birlikte örgütlenme", "ezilen ulus", "tek ülke-tek devrim" tespitlerini; "PKK milliyetçidir, burjuva devrimcisidir" tespitleri izler... Tabi bazıları, "iki ülke tek devrim" der, PKK'ye yönelik tesbitler de sık sık değişir. "Kürt ve Türk Halkları'nda barış talebi güçlüdür", "KUKM 'barış" mı, "ateşkes mi dedi", söylemleriyle bu kesimin önemli bir kısmı "savaşçı" kesilir, dönemsel barış taleblerine cepheden tavır alır.
"Birlik" ise, çoğu kez abartılı biçimde ele alınır. Son yıllarda sıkça atılan "yaşasın devrimci dayanışma", özünde günlük ilişkilere kadar inen bir şiardır. Ancak, buna rağmen Türk ve Kürt Solu'nda anti-birlikçi bir karakter vardır.
Olumsuz birlik deneyleri çoktur, ama genellikle bu olumsuzluklar, herşeyden önce 'kendi' olunamamasına bağlanır.
Hatta "birlik" adına, bir dönem katı bir merkezci politikanın kitle hareketine zarar verdiği unutulur ve bu kez yorumlar, kendi dışındaki yapıların kimliksizliğine kadar uzatılır. Örneğin "Meclisler" tartışmasının, böyle bir yanı vardır. Devrimci teori, önemli ölçüde, bazı kesimlerce küçümsenir, "dogmatizmin reddi" adına devrim deneyleri, evrimsel tezler bir yana bırakılır.
Ütopik ve popülist bir tarz içinde; "Devrimci durum vardır", "Suni denge vardır", "Öncü savaşı, SP gereklidir" denir... Örneğin seçimlerde, bu eksende tavır hep "boykotçu" dur ama, özünde mahalli bir alanda yarı açık bir örgütlenme modeli olacak bir tarz, "meclis" olarak adlandırılır, anayasa tartışmaları, bu toz duman içinde yapılır. Çalışma yapılan dar alanlarda, anayasal hayaller yayılır. Ortadoğu tarzı ile karışık "Türkçülük" övülür, halkın değerlerine saygı adı altında, islam övülür, mevlutlar okutulur.
Ve sol içi çatışma, "örgüt içi sorun" adı altında, devrim ve sosyalizm kavgasına zarar veren, tahrip eden boyutta, hem de "biz sol içi çatışmaya karşıyız" söylemi ile adeta körüklenir.
Özellikle 1993'ten sonra, yaşanan bir dizi olumsuzluk, geçmiş çatışmalara rahmet okutmuştur. "Ajan, kontra, iç düşman, dış düşman" vb söylemle, hem at izi it izine karışmış, hem de onarımı zor, yer yer imkansız yaralar açılmıştır. Bu gelişme, son yılların en ciddi problemlerinden biri olarak, demokrasi anlayışı ve kültürünü kapsayan bir boyuttadır.
Bu kesim, gerçek anlamda, silahlı mücadeleyi savunmaz, böyle tanımlanamaz. Bu kesimin içinde silahlı mücadele savunucusu olarak tartışılabilecek olan, böyle bir geleneği olan bazı yapılar, özellikle araştırılmalı, çok farklı çıkış noktaları üzerinden değerlendirilmelidir.
Bunun dışındaki kesim ve gruplar, silahlı mücadeleye hep karşıdır. Bu açıdan, silahlı mücadeleyi reddeden devrimci kanat, Türkiye gerçeği ile uyum halinde değildir. Diğerleri ise, küçük burjuva devrimciliği konumunda, halkçı, devrimci marksizmden uzak akımlardır.
Özet bir bakış açısından yola çıkarak ayrıntılarla boğuşmak, bu yazının konusu değildir ama ayrıntının önemini biliyoruz...
Ve önemli bir noktanın yeniden vurgulanması gereklidir.
Reformist kesimden devrimci kesime kadar, TDH'nin eleştirel bir yaklaşımla ele alınması, tek başına, ülkemize özgü bir olgu değildir. Tüm bunların, politik tutum ve tespitlerin, sosyalizm anlayışı ile dolaysız bağı vardır. Bunu, önemle belirtelim.
Ayrıca, yine bu tip hata ve zaaflar, uluslararası komünist harekete musallat olmuş hata ve zaaflardan bağımsız değildir. Bunların kökeninde, bu tip hata ve zaafların kaynağı olan, miras alınan, eleştirel ele alınmayan dünya devrimci pratiği gizlidir.
Başta 3. Enternasyonal partileri olmak üzere, SBKP, ÇKP, AEP vb partilerin siyasal pratiğinde, tüm bu eksiklikleri ve hataları görürüz. Bu yanlış politik tutum ve pratikten ciddi bir devrimci kopuş gerçekleşemez ise, sosyalizm anlayışında cisimleşen bu tip yanlışların, gerçekleşebilecek yeni sosyalizm pratiklerinde de devam edeceği açıktır.
(Sürecek)


 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92