Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

İnan Akın

Anadolu'da Kürt ve unutturulmuş Ermeni Soykırımları, Balkan ve Kafkas Soykırımlarında emperyalizm acentalığı,Türk emekçilerinin ise, zaten kanı 'helal'...
Emperyalizmin yeni dönem politikalarından biri de; halkların kendi yaşamlarının ve dünya sorunlarının gerçeklerini düşünememelerini ve bu doğrultuda tavır alamamalarını sağlamak için, ülke ve bölge iklimlerini çok sıcak tutmaktır.
Türkiye halkları da bu politikadan, fazlasıyla nasibini almaktadır.
Malki cinayeti, Çakıcı kasetleri, Korkmaz Yiğit, Zeytinci Evcil, banka satışlarındaki trilyonluk yolsuzluklarla yatırılıp kaldırılan bir ülke, hemen ardından bütün bunları unutturacak bir gündemle buluştu: Abdullah Öcalan gündemi!.. Öcalan gündeminin uygun görülen bir aşamasında da gözlerin Fethullah Gülen'e çevrilmesi sağlanarak, bir yandan Öcalan gündemiyle ilgili tansiyonun gevşemesi hedeflendi, bir yanıyla da elde bulunan eski Fethullah Gülen materyalleri ortaya çıkarılarak, 28 Şubat'ın siyasal İslam'a yönelik anlayışı bir kez daha hatırlatıldı. Herşeyin birbirine bağlı olması ilkesi temelinde, Oligarşi'nin attığı taşlar, son zamanlarda genellikle tek bir kuşu vurmuyor. Bir taşla, kesinlikle birden fazla kuş vurulurken, çok daha fazlası da ürkütülüyor.
"Dağda ölü ele geçirilen terörist" sayısı, cezaevlerinde katledilen ve ölüm oruçlarında ölen insanların sayısı, meteroloji bültenleri kadar kanıksanmıştı. Ama öyle bir 'Apo Gündemi' yaratıldı ki, halk önce bir Ortadoğu savaşından dönüldüğünü düşünüp rahatladı. Sonra Apo'nun, 'büyük ve güçlü devletin' 78 trilyon bütçeli istihbarat servisi tarafından, Afrika'nın ortasından alınıp getirildiğini görerek, Osmanlı torunları olarak, devletiyle milletiyle bir kez daha gurur duydu. Sofrasında artık zeytin bile olmaması, aç sokak çocuklarının sayısının bir çığ gibi büyümesi önemli değildi. Hatta asker oğlunu bir kardeş savaşında 'şehit' vermesi bile önemli değildi: Devlet millet bin yaşasın yeterdi...
Sözkonusu süreç, ABD'nin startıyla başladı ve uzun yıllardır Suriye'de yaşamakta olduğu bilinen Öcalan için, "Suriye'den çıkartılacak" dendi... Öcalan Suriye'den çıktı, ardından Rusya, Yunanistan, İtalya başta olmak üzere dünyanın birçok ülkesinin adının geçtiği global bir Öcalan krizi yaşandı.
Bu arada önemli iki olgu vardı. Birincisi, Oligarşi'nin bütün komplolarına ve bu yöndeki bombardımanına rağmen Türk halkı, Kürt halkı ile farklı boyutlardaki bir kardeş kavgasını yaratacak olan saldırganlıklar içine girmedi. Devlet, son derece organize gösteriler için bile bir avuç faşistten, medyatik olmayı acısından daha fazla benimsemiş birkaç 'şehit' ailesinden başka insan bulamadı.
İkincisi, Kürt halkı yine çok büyük özveriler gösterdi ve mücadelesini, amaçlarını gerçekten her biçimde sahiplenmiş olduğunu, bir kez daha yüksek biçimlerde kanıtladı.
Onlarca insanın kendini yaktığı böyle bir süreç, dünyanın hiçbir yerinde yaşanmamıştır. İnsanların kendini yakmasını onaylamıyoruz. Ama bir insanın kendini yakma noktasına gelmesinin ardındaki duygu ve düşüncelerin çok fazla irdelenmesi gerektiğine inanıyoruz. Bu eylemlerin, hangi anlamlarla yüklü olduğunun düşünülmesi zorunludur. Hem de toplumun her kesimi tarafından...
İnsanın kendi etinin kokusuyla ölmesi; insanın, cehennemle özdeşleştirdiği bir ölümle buluşması, yüzyıllar boyu onu zincirleyen korkularının nedeni olan cehennem alevine kendi iradesiyle atılması, o ateşte büyük bir istekle yanması, o ateşe atlarken duygu, düşünce ve bilincin doruğunda bir yerlerden bizlere seslenmesi...
ABD'nin Kuzey Irak planları için yine TC'yi kullanma gündeminin devreye sokulmasıyla başlayan süreç, İmralı'da noktalanmış gibi gösterilmek istense de; aslında Oligarşi, Kürt mücadelesi bazında son derece kritik bir dönemin perdelerini açtı. Yaşanan süreç, aslında her kesim için tehlikeli ve riskliydi. Zaman zaman herkes filmi başa sarmak isteğini duydu ama, bu mümkün değildi...
Dolayısıyla, şimdilik bir çok şey, daha sonraki süreçlere erteleniyor.
Peki, değişen ne olacak? Bu ülkenin ikliminde değişen çok fazla bir şey olmayacak...Oligarşi, iklimi istediği sıcaklık derecesinde tutmayı öğrendi. Öte yandan, şantajcıların klasik ve bayağı yöntemini, devlet politikasının önemli bir unsuru haline getirerek, elde ettiği ve saklı tuttuğu argümanları, gerekli gördüğü süreçlerde piyasaya sürerek, taktiklerini uygulamaya devam edecek. Eğer "çeteler savaşı" diye anımsanacak olan dönemde olduğu gibi, devlet içinden bazı elektrik kaçakları olursa, onların bertaraf edilip unutulması için de halkın malul edilmiş hafızasına sığınacak.
Sözgelimi 1999'un ilk ayları, aslında seçim kararı alınmış olmasına rağmen, gündemin sıcaklık derecesinin düştüğü her an, seçim bunalımıyla ısıtıldı. Küskünler atılımı, bunların sonuncusuydu. Son nokta, yine herzaman olduğu gibi, TSKP (Türk Silahlı Kuvvetler Partisi) yani Ordu tarafından konuldu. Genelkurmay Bakanı Kıvrıkoğlu ile bir gazetecinin 'kahve randevusu' sırasında, esas yürütme başkanı tarafından, problem çözüldü: Seçimler yapılacaktır!.. Ve ertesi gün, Fazilet'in kurmayları, dümeni hemen kırdı. Son seçim bunalımı da böylece atlatılmış oldu...
Özünde, örgütlü, saldırgan, riyakar, uyuşturucu ve faiz paralarıyla büyümüş, militan öğeler kazanmış, bombalarla donanmış bir şeriat gücü olan Refah-Fazilet, ülkede kritik bir rol oynuyor ve son yıllarda bir çok konuda en önemli etmenlerden biri olmayı sürdürüyordu. Öyle ki bu rol zaman zaman başta KUKM ve ÖDP gibi çevreler olmak üzere herkesin kafasını karıştırma yeteneğine sahip bir mürekkep balığı rolüdür.

Emekçi eylemliklerine kesin sansür uygulandı
Cumartesi analarının gözyaşları coplandı

Öte yandan halkların gündemi daha farklı idi... Emekçi eylemliklerine kesin bir sansür uygulanıyor, Cumartesi analarının gözyaşları coplanıyordu.
"Ülkede Gündem" kapatılıyor, ÖDP'nin "adalet istiyoruz" eylemleri dahi saldırıya uğruyor, Akın Birdal'ın hapis cezası kesinleşiyor, HADEP'e saldırılar yoğunlaşıyor, devrimci yurtsever insanlar kendini yakmaya devam ediyor, büyük kentlerde ve hatta Taksim'in göbeğinde 'fedai' eylemleri yoğunlaşıyor, pimi çekilmiş ya da çekilmemiş bombalarla genç vücutlar bir sorguyu, bir yanıtı, bir hesaplaşmayı sürdürüyordu.
Osmanlı torunları ise, TV'lerde bağrışıyordu: "Ordu-Millet Elele"!..
Cezaevlerinde saldırılar ve ölüm sınırındaki tutsaklar, medyanın satır aralarında bile görülmedi.
Halk kimdir?
Adı yolsuzluğa, rüşvete, cinayete, uyuşturucuya, soygunculuğa karışmamış insanların politikacı olamadığı bu ülkede, "halk" denilen insanlar kitlesi yok mu? Onlar ne yaparlar, ne düşünürler? Herşeye rağmen neden görmez, neden kıpırdanmazlar-kıpırdanamazlar?
Sessizliğin, onaylamak olduğunu bilmezler mi? Onayladıklarının katliam, pislik, soykırım, soygunculuk, olduğunu bilmezler mi? Üstelik de soyulanın kendileri olduğunu anlamazlar mı?
Namus denilen kavram, onların coğrafyasında önemli idi bir zamanlar...
Bir zamanlar onlar, namus cinayetleri ile kahramanlaşırlardı, köylerinde, kasabalarında... Peki ama, kızlarının, analarının, babalarının, doğmamış çocuklarının, kendilerinin, kundaktaki bebelerinin her gün ırzına geçen bu düzene neden hayır demezler? Okunmuş, efsunlanmışlar mıdır? Üzerlerine ölü toprağı mı serpilmiştir. İçtikleri suya uyuşturucu mu karıştırılmaktadır?
Sofralarına atılan son bir dilim ekmeği de kaybetmemek uğruna içine girdikleri bu kahredici yaşamda, yanıbaşlarındaki Kürt kardeşlerinin bedenlerinden yükselen alevlerin sıcaklığıyla bile gövdelerinin, yüreklerinin taşı, buzu, bir nebze olsun çözülmez mi?
"Böyle yaşamaktansa" deyip, üzerine herkesin semer vurduğu bir uyuz eşekken, bir küheylana dönüşmenin ince sınırının; ayağa kalkmak, "gayrı yeter" demek olduğunu bilmezler mi?
Küfürle, kahırla yaşamaktan şiir gibi yaşamaya geçişin, birey cehenneminden kurtulup sosyalizm cennetinde çoğalmanın, korkuyu yenmekten öte birşey olmadığını anlamazlar mı?
O korku ile böcekleşip bir göz gecekonduda yarı aç büzülmek yerine; kentlerin sokaklarında, kırların engininde şahinleşmenin tadını hiç, düşlerinde olsun görüp, bir kez olsun sabah güneşini özgürce selamlamayı geçirmezler mi içlerinden? Bu büyük tutsaklığın zincirleri, ellerini kanatmaz mı hiç?
Peki ya yürekleri? Yürekleri onların? Yürekleri açlıktan mı küçüldü? Cahillikten mi karardı? Korkudan mı büzüldü?
Onların yürekleri nerede? Tek suçları kayıp oğullarını, kızlarını sormak olan, bu acıyla yürekleri bir ülke kadar büyüyen, bu ülke gibi yanan Cumartesi Anaları coplanırken, o yetmiş yaşlarındaki bir avuç kadın saçlarından sürüklenerek polis otobüslerine doldurulurken, İHD'liler tecavüzlerle ilgileniyorsunuz diye koğuşturmaya uğrarken, karataş bile çatlar ya onların yürekleri nasıl kıpırdamaz.
Anaların gövdelerini değil, gözyaşlarını copluyorlar. Çünkü onlar, gözyaşlarından ibaret. Tepeden tırnağa gözyaşı onlar...
Akıtmadıkları, akıtamadıkları, akıtmayı onurlarına yediremedikleri gözyaşlarında birer direniş abidesine dönüşen o analar, Oligarşinin yenemediği analarımızdır.
O analar, ateşin çocuklarını binlerce kez daha doğuracaklar. O arada siz ne yapacaksınız? Hala, büzüldüğünüz yerde tutsaklığınızı kahrolarak sürdürecek misiniz?
Yoksa, yaşamaya mı başlayacaksınız? Şahin gibi uçarak, özgürce... O ülkenin kaderini değiştirmek adına, çocuklarımızın geleceğini ışıtmak adına, onurumuz adına, kardeşlik adına...
Peki, bu karanlıkların ve körleşmenin ülkesi nasıl yönetilir?
Bu karanlığın ülkesinde 70 milyon insan, bir avuç çetecinin inanılmaz ölçüdeki zenginliği için kavrulur ateşlerde. Onların maşalarını ve sadık uşaklarını da dahil etsek bile, çok değildir sayıları. Biz ise, 10 milyonlarcayız.
Onlar, Sivas'ta diri diri yakar bizi, Taksim'de bayramımızı salvo ateşine tutar, Gazi'de-Kahramanmaraş'ta onlarcamızı bir anda kurşunlar, bazen general kılığında gelip bir iki yıl içinde 600 binimizi inanılmaz işkencelerden geçirir. Bazen polis kılığında geceyarısı kapımızı çalıp, yatağımızdan kaldırıp götürerek "kaybeder."
Onların bir karakteri var mı? O bile karışık. Türkiye Oligarşisi, temsil ettiği sınıfların çözümlenmesinin ötesinde, politik tarz aritmetiği olarak, bir korku dehlizinin bileşenlerini bünyesinde taşır adeta... Stratejiler, Pentagon politikalarının ekseninde biçimlenir-biçimlendirilir herşeyden önce... Bu biçimleniş, süzülüp geldiği tarihin ve üzerinde yükseldiği coğrafyanın özellikleri üzerinde yükselir. Bunları doğru saptayabildiğimiz zaman, Oligarşi'nin politika aritmetiğini çözümlüyoruz.
Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu'nun bir evrimi, devamıdır. Özellikle 1920'li yıllardan sonra 'radikal başkalaşım' olarak tanımlanan değişiklikler, Osmanlı İmparatorluğu'nda 1839'larda somutlaşmaya başlayan evrimleşmenin, dönemin dünya, bölge ve ülke koşullardaki biçimlenişidir.

Sancılı evrimler, savaş koşullarında doğal sıçramalar yaparlar
Örneğin, 1923 olayını böyle anlamak gerekir. Ne var ki bu sıçrama, TC'nin Osmanlı geleneklerini atmış, onlardan arınarak kendisine yeni bir tarz oluşturmuş olduğu anlamına gelmez. Bu gelenekler, çağdaş motiflerle süslenerek devam etmiştir.
Osmanlı gelenekleri, devletin bugünkü gücü ve durumu ne olursa olsun; büyük emellerin, genişlemenin ve geri bıraktırılmış bir yeni sömürge ülke olunması gerçeğine rağmen, TC'nin büyük devlet edaları içinde olmasının verilerini getirir tarihten...
Öte yandan aynı tarih, halkta da; büyük ve yenilmez devlet imajının güçlü olmasını, tebaa olma psikolojisinin iliklere kadar taşınmasını getirmiştir. Bu durum, Türk'ün isyan geleneğinin olmasının ve süreç içinde de bunun geliştirilebilmesinin zorluklarının bir ön koşuludur. Çünkü o, yine Osmanlı torunu olarak, en yoksul haliyle bile, ezen ulus bireyi olma mantalitesini taşır. Türk devrimcilerinin en büyük güçlüklerinden biri de bu psikozdur.
"Çakıl taşı vermeyiz" edebiyatının karşı ayağı yoktur. "Kimsenin çakıl taşında gözümüz yok" denmez ve bunun ruhsal şekillenmesi sözkonusu değildir. Ama öte yandan, ABD üsleri, onbinlerce metrekare Anadolu toprağına çöreklenmiştir. Osmanlı torunları için, sanal da olsa üstünlük, kutsal bir haktır. Onlar, Viyana kapılarına kadar dayanmış, üç kıtada at koşturmuş, bütün o memleketlere, "adalet götürmüşlerdir". Her ne kadar şimdilerde ancak Kıbrıs'ın bir parçacığına 'adalet ve barış götürebilmekte' iseler de tanrıları, bütün bu kutsal değerlerini, gelecek zamanlarda Bakü'ye, Musul'a, Kerkük'e götüreceklerini söylemektedir.
Öte yandan, yüzlerce yıldır; "batı ile bütünleşme, batılılaşma", batı hayranlığı ve özentisi, (ki bu özenti ile Osmanlı padişahlarının hemen hemen tamamı, şehzadelerini batılı kadınlardan edinmişlerdir. Ve yarım asrı aşkın bir süre bu alışkanlıklarını sürdürdükleri halde yine de birilerine göre onların damarlarında Türk kanı dolaşmıştır) Türkleri belirleyen bir yönelim olsa da, yüzlerce yılın akıttığı bir kültür ve bir tarih gerçekliğinin yanısıra, coğrafya gerçekliği de vardır.
Bütün bunlar, Şark'lılığın egemen vektör olmasını doğuruyor. Ve devletler arası ilişkilerimizden, devlet-halk ilişkilerine, politika yapma tarzından bu politikanın oluşturulma mantığına kadar bütün davranışlarda, söz konusu durum yansıyor. Mafyamızın acaipliklerinden, soyguncularımızın yöntemlerine, rüşvet verme biçimlerimize, "devlet malı deniz, yemeyen domuz" özdeyişlerimize, hukuk yaklaşımlarımıza, "politikacı" şablonlarımıza, demokrasi kısırlığımıza kadar her konuda, şarklılık özelliklerimiz kendini öne çıkarıyor.
Sözkonusu zeminde, batıdan alınanlar da, bu ülke topraklarında spastik doğup biçimleniyor. CIA ajanı olduğu diğer liderlerimize göre daha net olan, Amerikan kolejlerinde yetişmiş ve Amerika'da esas eğitimini ve yönelimlerini kazanmış, Türkçeyi doğru dürüst bilmeyen "politikacımız" bile, bu özgün-eklektik kültürümüzün özellikleri yansıtmaktan geri duramıyor. Bazen içsel, bazen geçer akçe olduğunu düşündüğü için yapay bile olsa... Ve bu türler, özellikle politikanlık yöntemlerinde, hitap ettikleri, muhatap oldukları kesimlerin durumunu kullanmaktan başka bir yöntem tanımıyorlar.
Hatta devrimci ilişkilerimizde bile bu gerçekliklerimizin izleri yok mudur?!..
Formülasyonun öbür bileşeni ise; coğrafyadır. Yani, burası, her ne kadar zaman zaman Boğazlar'ın ötesinin Avrupa olduğu söylense, Balkanlardan gerçekten de aldığımız bazı özellikler öne çıkarılmaya çalışılsa, daha önce lanetli topraklar olduğu halde son zamanlarda "lüzum halinde" ifade edilen ve yeni keşfedilen Kafkasya'nın bir parçası olduğumuz söylense de, biz bir Ortadoğu ülkesiyiz ve esas olarak bu coğrafyanın özellikleri taşınıyor, bu coğrafyanın politikası, üstelik de birer Osmanlı torunu olarak yapılıyor. Sözkonusu bölgenin kaygan ve kişiliksiz politika yapma tarzının bir parçasıyız.
Türkiye Cumhuriyeti Oligarşisi'nin politik aritmetiği budur!...

Tarih şimdi bir ateşböceği
Ateşböcekleri, karanlıkta, nereden geldiği belli olmayan bir biçimde ortaya çıkarlar. Serseridirler. Ne zaman nereye konacakları belli olmaz ve nereye konduklarının çok fazla bir anlamı da yoktur. Çevreyi aydınlatmazlar. Sadece kendi dar alanlarına, sarı mı yeşil mi olduğunu insan gözünün pek seçemediği bir ışık saçarlar. Ağır ve yavaş hareket ederler. Genelikle, gridirler. Onları görürsünüz. Ama çoğu kez kondukları alanın, cismin özelliklerini bile tam olarak keşfedemezsiniz. O minik ışığı, yine de içinizi rahatlatır, ortaya çıkmasından dolayı küçük bir mutluluk hissiyle keyiflenirsiniz. Ama o kadar kısa ve sonuçsuzdur ki bu hisleriniz.
Tarihin bu dönem bizimle oynadığı oyunu ne güzel betimliyor: Ateşböceği... Öylesine bir serseri boşluk...
Bütün bu anlamsızlığına ve serseriliğine rağmen, ateşböcekleri, edebiyat literatürümüzde de sosyal literatürümüzde de yücelir, yüceltilir. Ateş, sözcüğünün gücünden belki... Karanlık da, minik de olsa bir ışık olmasından ya da... Bunlara bir itirazımız ve ateşböceklerine bir düşmanlığımız yok.
Ama, tarihin ülkemizde (ve aslında dünyada da) şu günlerde bir ateşböceği gibi davranmakta oluşuna, bütün yüreğimizle isyan ediyoruz. Bir yerlere konuyor, bir yerlere konması sağlanıyor, gri noktalar, sadece çok küçük bir daireyi aydınlatıyor. Ama karanlık o kadar kesif ki, o güçlü karanlığın içinde, siz o garip ateşböceğinin aydınlığını, fazlasıyla önemsiyorsunuz. Oysa, o minik ışıkta, ateşböceğinin kendisini bile gerektiği gibi göremiyorsunuz çoğu kez...
Tarih, böyle geziniyor bugünlerde içimizde. Böyle yanıltıcı, böyle bizi birşeyleri keşfetmiş olmanın merakına boğan ve o büyük karanlık içinde yanıltıcı bir ışık gördüğümüzü zannetmemize yol açan tarzda...
Tarih mi yanlış yapıyor, yoksa biz mi? Yanılmaya, yanılsamalara o kadar alışığız ve bu durumdan dolayı o kadar körleşmişiz, sağırlaşmışız ki; tarihi suçlamak gerekmiyor kuşkusuz. Onun önüne, madenci fenerlerimizle, bilinç sabahlarımızla, gövde ışıklarımızla, yürek parıltılarımızla, havai fişeklerimizle çıkmadığımız zaman, onun yapabileceği çok fazla birşey yoktur. O yine de görevini yapıyor.
Peki ya bizler. Sadece bekliyoruz. Hem de bu coğrafyanın en muhteşem geleneğini, P-C dokusunu bünyemizde saklayarak... Bunu saklamaya kimsenin hakkı yoktur. Sokaklar, varoşlar, hedefler bellidir. Yapılması gerekenler de...
Kimse Godot zamanlarına ve bir kapitalist şirketle sözleşme yaparcasına, "olanak temini" günlerine saklamasın kendini. Bu, kaçıştır. Devrimci, yapacağı, yapabileceği kadarının olanağını kendisi yaratandır. Daha fazlasını ise, harekete sunandır. Strateji, taktikler, gelenek, temiz bir tarih gibi olması gereken bütün zenginliklerin orta yerinde "beklemek"...
Yaşam bunu yadsır, devrim bunu yadsır, hareket bunu yadsır.

 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92