Halkın Düşleri ve Morali Çalınamaz
Defne Güneyli
|
KUKM, en önemli ve kritik sürecini yaşamaktadır.
Savaş, zordur evet!.. Onu gerçekleştirmenin güçlükleri
nedeniyle değil, insana sunulması gerekenin güzel bir
yaşam olması anlayışıyla savaşı savunmak, sosyalistlerin
tarzı ve görevi değildir. Sosyalistler, tarihin her
aşamasında, bir savaşın getireceği acılardan daha büyük
acılara karşı durmak için, bu acıları dindirmek için
savaşmışlar ya da ülkelerini, bağımsızlıklarını, insanlığın
onurlu, eşit, adil, barışçı geleceğini yaratmak için,
gerici-faşist saldırganlıklara direnmek için savaşmak
zorunda bırakılmışlardır.
Genel anlamıyla, sosyalistlerin savaş içindeki rolleri
daima, savunmanın ve direnişin değişik biçimleridir.
Ama, bazen barış daha zordur, risklidir.
Ve sosyalistler açısından, layıkıyla bir barışın kazanılması
için; stratejik bağlamda net ve tutarlı taktikler izlenmesi
zorunludur. Düşmanın politik ağlarından her anlamda;
siyasal, sosyal, psikolojik, etik, diplomatik yönleriyle
alabildiğine uzak durmak ise ilkesel önemdedir. Düşmanla
gerektiğinde "masaya oturmanın" koşulları
da, yine onların kulvarlarının, yöntemlerinin dışında,
mücadelecilerin seçtikleri koşullar ve prensipler dahilinde
saptanabilir.
Bugün KUKM, 15 yıl sürdürülen bir savaşın ardından barışa
yönelme kararı alıp, bunu açıklar ve bu yönde adımlar
atarken; girilen atmosferin, Kürt halkının geleceğine
ilişkin olarak amaçlananlarla ve 15 yıllık bir mücadelenin
bedelleriyle örtüşmemesini, endişeyle izliyoruz.
Yaşanan süreç ne kadar zor olursa olsun, sözkonusu atmosferin
yarattığı duygulara rağmen de olsa, özellikle dostların
eleştirilerine kulakları tıkamamak ve "Savaşanlar
barış yapar. Savaşmayanların barış hakkı da, söz hakkı
da olamaz" tarzında bir yaklaşım getirmek doğru
değildir.
Barış ve Kürt-Türk halklarının birlikte kurtuluşu kuşkusuz
bizim en büyük emelimizdir. Oligarşi'nin hala tanım
olarak kabul etmediği savaş, (ama her nasılsa olmayan
bir savaşta binlerce "şehit" vermişlerdir)
30 bin cana ve Kürdistan topraklarında çok daha fazla
büyüyen bir yoksulluğa neden olurken, kuşkusuz en fazla
canı yananlar, bizleriz. Sosyalistler için barışı istemekten
daha doğal ve kaçınılmaz ne olabilir ki?.. Ama onurlu
bir barış, gerektiği gibi bir barış, ödenen bedellerin
yanıt bulduğu bir barış!..
Savaşta da, barışa yönelirken de, herşeyden önce muhatap
güçlerin özelliklerinin dikkatle gözetilmesi, en önemli
zorunluluklardan biridir. ABD + Osmanlı TC + Ortadoğu
aritmetiği; entrikaların, zora dayanma ve ezme-sindirme-yoketmenin
her türden taktiğinin belirlediği bir zemindir. "Osmanlı'da
oyun çoktur." Ve hele Pentogon'da... Siz buna,
bir de Ortadoğu bataklıklarını ekleyiniz. Bu noktada
yapılması gereken, yaratılan karanlık ve karmaşık iklim
içinde çok net ve açık bir biçimde var olmaktır. Yaratılmış
olan direniş hattının zaafa uğramasına izin vermemektir.
Sırtını, sadece, sosyalizmin ve tarihsel materyalizmin
gerçeklerine dayamaktır. Onların labirent tarzında örülmüş
koridorlarına ise ne adına olursa olsun adım atmamaktır.
Onlar, esas olarak "Soğuk Savaş" yöntemleriyle
ayakta durmaktadırlar. Bizlerin ise emperyalizmin ve
Oligarşilerin maddi üstünlükler dünyasına karşı tek
avantajımız ve kazanma şansımızın yattığı yer; sosyalizmin
tarihsel üstünlüğünden, halkların kendi kaderlerine
ilişkin yaratma moralinin gücünden, özverisinden ve
örgütlülüklerimizin sosyalist dinamiklerinden yararlanarak,
farklı ve alternatif dünyamızın prensipleriyle atacağımız
adımlardır.
Tüm diğer emperyalistlerin ve Ortadoğu Devletleri'nin
hesaplarının yanısıra, esas olarak Pentagon'un Ortadoğu
stratejisine ilişkin dönem saptamaları parelelinde,
KUKM ve onun lideri Abdullah Öcalan'a yönelinmiştir.
Öcalan, başını ABD'nin çektiği uluslararası bir girişimle,
bilindiği gibi önce Suriye'den çıkarıldı ve ardından
maceralı bir dünya seyahatinden sonra, Türkiye'ye getirildi.
Gelişmelerin buraya kadar ki özellikleri, emperyalizmle
dünya halkları çatışmasının olası fonksiyonlarını taşıyordu.
Ayrıca Kürt halkının, savaşta olduğu gibi bütün bu günlerde
de sergilediği direniş, gerçekten övgüye ve saygıya
değer farklılıkları, örnek özellikleri tanımlıyordu.
Fakat bu noktadan sonra, düşmanın kendi açısından 'gereğini
yaptığı, görevini yaptığı', politikalarını psikolojik
taktiklerle besleyerek her koldan saldırdığı süreçte;
'bizim cephemizde', ne yazık ki genel olarak doğru tutumlar
içine girilememiştir.
Öcalan'ın hataları, PKK'li dostlarımızın taktik hataları,
PKK dışındaki Kürdistan ve Türkiye Solu'nun bir kesiminin
hatalarıyla birleşerek, zengin bir hatalar tablosu oluşmasına
yol açmıştır. Öcalan'ın, düşmanın eline geçtiği ilk
andan itibaren içerisine girdiği yeni durumun, çok fazla
yorumlanacak bir yanı yoktur. Fakat önemli olan, o andan
itibaren düşmanın bu tutumlar üzerinden KUKM politikası
yürütmeye başlaması, bizlerinde bu duruma soldan destek
vermemizdir. Öcalan'ı destekleyerek ya da desteklemeyerek...
Öcalan'ı karalayarak ya da yücelterek. Sonuç, çok fazla
değişmemektedir aslında...
Bir lidere sahip çıkmakla, onu, 'hikmetinden sual olunmaz'
bir konuma yüceltmek arasında çok kalın çizgiler vardır.
Tıpkı, bir lideri eleştirmekle tamamen yadsımak arasındaki
farklarda olduğu gibi... İdam kararından sonra açıklama
yapan bir PKK sözcüsünün dile getirdiği: "Kürtlerin
mücadelesi Apo'dan önce de vardı. Ondan sonra da var
olmaya devam edecektir" yaklaşımı temelinde geliştirilecek
taktikler, çok daha sağlam bir noktada durulabilmesini,
barışta ya da savaşta, düşmanın "Apo biter, iş
biter" politikasını boşa çıkarmayı sağlayabilirdi-sağlayabilir...
Konuların "derinliğine anlaşıldığı ve tartışıldığı"
bu ortamda bir tek şey unutulmaktadır: Orada bir halk
vardır, o halkın çektiği acılar vardır. Sadece son savaş
döneminde değil, binlerce yıldır baskı ve zulüm altında
olan o halkın umutları, amaçları, yükselttiği ve o oranda
yüceldiği bir savaş vardır. Tarihinde ilk kez bu ölçüde
yaygın ve derin biçimde, o savaşın içinde kimlik ve
tavır kazanması vardır. Ve herşey, bu halkın mücadelesinin
ve amaçlarının üzerinden tartışılmak zorundadır. Partiler
ya da liderler, halkların fonksiyonerleridir.
Bir barış süreci için de lider üzerinden değil, halkın
çıkarları, hedefler ve amaçlar üzerindende yürünmelidir.
Önce bir kesim tarafından ve şimdi de düşman tarafından
(özellikle) lider, neredeyse tek obje haline getirilmiştir.
Sözkonusu duruma yönelik eleştirileri olanlar da - kaçınılmaz
olarak- eleştirilerini sadece lider ve onun hataları
üzerinde yükseltmektedir.
Ve çoğu kez, bu 'eleştiriler' çeşitli nedenlerle ya
saklı tutulmakta ya da zamanlaması, tarzı konusunda
fazlaca bir sorumluluk taşınmamaktadır... Tıpkı, liderin
içinde bulunduğu duruma rağmen alabildiğine yüceltilmesinin
(kesinlikle sahiplenilmesinin değil), yanlış ve çok
tehlikeli bir 'taktik' olarak gündeme getirilmesi esnasında
taşınmayan sorumluluk gibi... Gelişmelerin özellikle
böyle bir aşamada ona endekslenmesi, objektif olarak
siyasal bir intihar anlamı taşımaktadır. Oligarşi ise
bu tarzın sürdürülmesi için elinden gelen çabayı harcamaktadır.
Bu tehlikeli tarzın, bir an önce, halkın ve partinin
öne çıkarıldığı bir tarza dönüştürülmesi gerekir.
"Büyük Patron"la their boys (*), sözkonusu
yanlış tarzı, kaçınılmaz olarak, şu anki politikalarının
odağına oturtmuşlardır. Dönüşüm sayesinde onların bu
politikaları da, bir an önce parçalanmalıdır. Dönüşüm
sürecinde, yıllarca bu tarz bir şekillenme içinde olunmasının
yaratacağı sancılar, elbette olacaktır. Ama inanıyoruz
ki Kürt halkı bu dönüşümü de gerçekleştirecek ve ona
uyum sağlayacak bir mücadele birikimi kazanmıştır.
Bu noktada, saptanması gereken ve uzun boylu tartışılması
gereken bir durumu atlamadan geçmek doğru değildir.
Bir halk kurtuluş hareketinin lideri, dağlarda binlerce
gerilla çarpışırken, halk düşmanla dişe diş bir mücadele
yürütürken, her gün dünya kamuoyunun önünde olması,
bu savaşın en önemli paradokslarından biridir. Alternatifsiz
tek güç, tek odak olmak; bu durumun kuramsallaştırılması
ve hatta medyatikleştirilmesi, böyle bir dünya düzeninde,
ne kadar kitleselleşilmiş olunursa olunsun, emperyalizme
karşı savaşmanın mantığına sığmıyor. Savaş, en azından
stratejik denge aşamasına ulaşmadan önce "başkanlık"
düzeyinde legal biçimde var olmak (tutsaklık koşulları
hariç) ve yine çok kritik ve tehlikeli bir aşamada başkanlık
düzeyinden başlayarak topyekun legalleşme sürecine geçilmesini
öngörmek, tehlikeli bir yönelişin verileridir.
Liderliğin rolü ile ona biçilen olağanüstü anlamın;
yaşamın, mücadelenin bütün yönlerine yansıyışı, tehlikeli
bir ifade tarzı bulmuştur. Sonuçta, mücadelenin liderle
doğrudan özdeşleştirildiği; önderin, mücadelenin kaderini
kendi kaderine bağladığı bir durum ortaya çıkmıştır.
Dolayısıyla da, Apo'nun Suriye'den çıkarılışına kadar,
"mümkün" sınırlarda cereyan eden gelişmeler,
Apo'nun düşmanla ilk "sıcak" temasından sonra
bambaşka bir çehre kazanmıştır. Kuruluşundan itibaren
PKK Başkanı olan, halkın kaderine hükmeden Öcalan, uçakta,
"TC'nin hizmetinde olduğunu" açıklamakla başlayan
sürecini, İmralı'da, karmaşık bir uluslararası senaryonun
ilginç aktörü olmaya dönüştürmüştür.
Öcalan'ın ilk açıklamalarından sonra, "bundan sonra
kendilerini bağlamayacağı" yönünde özenli ve ölçülü
bir açıklama yapan PKK "Başkanlık Konseyi",
İtalya günlerinde tavrını ve tarzını değiştiriyor, tutumlarını,
Öcalan'ın içine sokulduğu-girdiği girift 'politikaların'
gidişatına göre belirlemeye başlıyordu...
Bütün bunlar, Suriye'den çıkarılmakla başlayan ve mahkeme
günlerinde çok farklı boyutlara ulaşan sürecin, "bir
politika" olarak değerlendirilmesi ile, yeni anlamlar
kazandı. Bu nasıl bir politikadır? "Düşmanın hizmetine
girilen" bir yer, barış yeri değildir. Süreci bir
barış şansı olarak değerlendirmek için mücadelenin,
savaşın, buradaki bedellerin yadsınması gerekmez. Tam
tersine barışa, bütün bunların çok somut bir biçimde
ortaya konulması üzerinden yükselinir. Öcalan çok açık
bir biçimde 'geçmiş yanlıştı' diyor, 'gerçekleri yeni
anladım' diyor. Ama PKK, idam kararının verilmesiyle
birlikte, tekrar savaşın yükseltileceğinden söz ediyor.
Öcalan'a göre PKK yanlış yoldadır. Zaten: "Çok
tehlikeli bir noktaya gelmiştir. Bu tehlikenin bertaraf
edilmesi gerekir. TC'nin hizmetine sokulması gerekir"
diyor. Sosyalist, devrimci, ulusal kurtuluşçu değil;
Öcalan'ın İmralı'da kullanmaya başladığı deyimle, sadece
bir "isyancı" olarak bile, böyle bir "politika"
yapma hakkı ve şansı var mıydı?
Uzun yıllardır desteklediğimiz, dostça eleştirilerimizi
düşmana açık kanallarda yapmaktan kaçındığımız, Kürt
halkının kaderini bağladığı "Ulusal Kurtuluş Hareketi"
olarak, ilerlemesi ve zaferi adına yanında olduğumuz
bir hareketin, bu hızlı dönüşümü ve "politikaları",
bir an önce savaş sürecinde ödenen bedellere layık bir
barışın sürecini yaratmaya dönüştürülmelidir.
"Politika yapmak"
Politika, mevcut bir düzenin, o düzenin sahipleri tarafından
belirlenmiş sınırları içinde gerçekleşen-gerçekleşmesine
olanak tanınan, düşünsel ve eylemsel tavırlardır.
Bu sınırlar içinde, muhalif olmanın fonksiyonları da
saptanmış ve belirtilmiştir. (Arasıra hafifçe çemberin
dışına çıkmaya çalışan olursa, kurşunlanır, coplanır,
kaybedilir, yakılır, dışkı yedirilir, işkence edilir,
kazara meclise girmiş dahi olsa, derdest edilir.) "Muhalifler"de,
mevcut düzenin onlara verdiği rolü, belirlenmiş konumları
içinde yerine getirirler.
Fakat; isyancı olmak, düzenin kendisine karşı durmaktır.
Bir bütün olarak... Tüm kuralları ve yasalarıyla...
Tüm varlık koşullarıyla... "Klasik", ama değerini
ilk gün künden daha yakıcı hissettiren anlamıyla, topyekun
bir alt-üst oluş istemek, hedeflemektir.
Tarihselliği içinde dile getirirsek; köleci düzende
köle sahiplerine karşı çıkmak, feodal düzende feodallere
karşı çıkmak, sonra burjuvaziye karşı konumlanmak ve
nihayet anti-emperyalist sosyalistler olarak var olmak;
politika yapmak değildir; devrimci olmaktır, devrim
yapmak için yola çıkmaktır.
Bu, başarılır ya da başarılamaz. Tarih, her iki durumun
örneklerini de yazmıştır. Ama, bir "isyancı"
olmak, politika yapmanın ötesinde bir varoluş, duruş
tarzıdır. Gerçekte, politikanın da topyekun karşısında
oluş tarzıdır. Mevcut düzen ve politikaların yıkılıp
değiştirilme tarzıdır.
Bir burjuva reformist olmaya dahi izin vermeyen yeni
dünya düzeninin politikaları ve politikacıları, özellikle
tek kutuplu özgürlükleri içinde, dünyayı böylesine belirledikleri
bir süreçte, "asilere", kendileri ile aynı
düzlemde "politika yaptırmalarının" nasıl
bir gerçeklik şansı vardır? Beyaz bayrakları bile dikkate
almamalarının örnekleri, çok fazla yaşanmıştır. Ama
iktidar için çocukların babaların ve kardeşlerini, babaların
çocuklarını boğduğu Osmanlı geleneğinin soykırımlar
ve katliamlar konusunda tarihine sahip çıkmış egemenleri,
barış, kardeşlik, eşitlik gibi kavramlara son derece
yabancıdırlar. Onların silahlarını indirdikleri tek
an, düşmanlarının yok edildiği andır. Ve intikam duygularının
gücü, bütün öteki duygularının yok olduğu tinsel dünyalarını
tamamen belirler.
Düşmanın, bütün kazanımlarının savaş meydanlarında gerçekleşmediğini
bilmek için fazlasıyla materyali olan bizler, "reel"
ya da "revizyonist", koca bir sosyalist sistemin
savaş meydanlarında yıkılmadığını tarihten okumadık,
ne yazık ki, bizzat yaşadık. Ve onlar, politika yapmaktadırlar.
Kısacası, "politika yapmakla" devrim mücadelesi
yapmak arasında, iki ayrı dünyanın ilke, anlayış ve
tavırları içinde durma farkı vardır.
Aksi halde, sadece "birşeyleri değiştirme",
gerçek bir dönüşümü değil, mevcut düzen içerisinde "olabildiğince
farklılıklar sağlama" gibi bir amaçla yola çıkmış
isek; onbinlerce şehit, binlerce tecavüz olayı, onbinlerce
yanmış ana, binlerce yakılmış köy, dışkı yedirilmiş
köylü, sakat bırakılmış insan... Bırakmak gibi dile
getirilmesi dahi güç bedeller ödememize gerek kalmaz...
Hikmetinden sual olunur
Emperyalizmin dönem taktiklerinin en önemlilerinden
birinin, kafaları ve yürekleri; yani halkların duygu
ve düşünce dünyasını bulanık bir suya çevirmek olduğunun
altını bir kez daha kalınca çizmek gerekiyor. Apo sürecinde
bu taktik, yoğun biçimde uygulanmaktadır.
Bu noktada, iki önemli ve değerli kavramı bir kez daha
anımsamakta-anımsatmakta zorunluluk vardır:
Aritmetiğin karmaşık problemleri, denklemleri içinde
boğulduğumuz zaman bile, onun en temel kuralları bize
kılavuzluk eder. Çok bilinmeyenli denklemleri çözerken
de, iki kere iki, dörttür. Yüzbinleri toplarken, milyonları
bölerken dahi, dört işlemin basit kurallarından başka
yararlanabileceğimiz gizemli kurallar yoktur.
Emperyalizmin bulanıklık taktiği dediğimiz yöntem de,
biraz bu gerçeklikten yola çıkar ve onu tersine çevirmeye
çalışır:
Halklara yaşamın en basit kurallarını, temel değerleri
unutturmak. Onu "aş, ekmek, barınak, sağlık, eğitim"
düşünemez hale sokmak. Dolayısıyla da, bunlar üzerinde
yükseltilebilecek hiçbir değer inşa edemez hale getirmek.
Onu kendi varlık, yaşam, gelecek koşullarından uzaklaştırmak...
Halklar mücadelesinde diyalektiğin en temel yasalarını
görmezden gelmek, bütün felsefi ve siyasi yaklaşımlarımızın
da, bir boşluk üzerinde beyhude tırmanmaya çalışması
sonucunu doğururur. Her zaman söylediğimiz gibi, kısa
vadede alınan bazı sonuçların ise, suya atılan taşın
yarattığı halkalar gibi bir süre dalgalanmalar yaratacağı,
ama bir süre sonra taşın suya gömülmesi ile birlikte,
geride birşeyin kalmayacağı bir durumu tanımlar.
Ne yazık ki, halk mücadelelerinin, bu denli sıradan
sonuçların çok ötesinde sınırları vardır. Anlamsızlaştırılmış,
içi boşaltılmış bir yakın tarihin yaratılması için ödenen
büyük bedellerin yanıtsız kalmasının yaratacağı tepkileri
ayrıca değerlendirmek gerekir. Öte yandan, yeni dirilişlerin
bereketsizleştirilmiş iklimi, olumsuz sonuçların en
önemlilerinden biri olur.
Emperyalizme ve halk düşmanı bütün güçlere karşı direnebilmenin
yolu, temel değerlerin sıkıca, her zamankinden çok daha
büyük bir titizlikle korunmasından geçmektedir. KUKM
sürecinde yapılan çeşitli yanlışlıklara karşı eleştiriler;
"bu bir halk mücadelesidir, bir ulusal mücadeledir,
halkın bütün kesimlerini kapsamak zorundadır, sınıf
mücadelesinin koşullarından çok daha farklı yürütülmek
zorundadır", mantıklarıyla yanıtlanmaktadır.
Bu yanıtlar, Lenin'in ulusal kurtuluş savaşları ile
ilgili temel saptamalarından birini , emperyalizmin
bu aşamasında ulusal kurtuluş savaşlarının sınıfsal
temelde sürdürülmesi zorunluluğunu yadsımaktadır.
Halkların kurtuluş mücadelelerinin en temel gerçeklerinin
gündeme getirildiği noktalarda, herkesin, dostlarımızın
da, yoldaşlarımızın da "hikmetinden" sual
olunur!..
Dost da, düşman da bilmelidir ki Kürt halkının omuzbaşındayız
Apo'nun yakalanma ve yargılanma evresinde, en önemli
mücadele prensiplerinden biri, bir ilkesellik çiğnenmiştir.
Herşeye rağmen Öcalan'ın bu tavırlarını mazur göstermeye
çalışmak, onu 'yorumlamaya çalışmak', daha kötüsü bu
tavırlara sahip çıkmak ve hatta yüceltmek; Kürt halkının
20 yıldır onca kanla, emekle, canla yürüttüğü savaşa
sahip çıkmamak anlamına gelmektedir.
Hatta, Öcalan'ın da yakalanıncaya kadar izlediği çizgiyi
yadsımak, objektif olarak ona da, temsil ettiği misyon
anlamında, sahip çıkmamak demektir.
Oysa Öcalan, bu süreçte çok açık bir tavır içindedir.
Kapılar ardında nelerin hesaplarının nasıl yapıldığı,
bilgimiz dışındadır. Kapıların önüne yansıyan ise, ne
yazık ki yeterince tehlikeli ve olumsuzdur...
Kürt halkının hakları, acıları, amaçları, Öcalan söylemlerinin
içinde kısaca da olsa yer almamaktadır. 15 yıllık sürecin
'yanlış olduğu' ise, yeterince vurgulanmaktadır. Öcalan,
'Şimdi soracaksınız bana, bunları yeni mi anladın? Evet
yeni anladım' dese de, 'derin yorumcular': 'aslında
söylediklerinde yeni bir şey yok, o her zaman barıştan,
her zaman Kürt ve Türk halklarının birlikteliğinden'
söz etmişti demeyi sürdüreceklerdir. Bu örnekleri çoğaltmak,
İmralı edebiyatını cümle cümle ele almak, gerekmiyor.
Dostlar! Tarihi, kişileri ve gerçekleri böylesine zorlayarak,
ne Kürt halkının ne de Türk halkının çıkarlarına hizmet
etmemiz mümkün değildir...
Konunun siyasal değerlendirmelerinin yanısıra, rencide
edici etik yönleri de vardır. Sözgelimi, İmralı'da,
'şehit asker ailelerinden' özür dilenmektedir.
Peki ya, ölen şehit "gerillaların anneleri..."
Onların da canı, kanı yok mudur bu savaşta?
Evet, Kürt ya da Türk, TC saflarında, Emperyalizm ve
Oligarşi tarafından PKK'nin mücadelesinin karşısına
dikilen ve çoğunluğu, savaşların talihsiz doğası sonucu
Türk ve Kürt emekçi sınıfından gelen insanlar da acılar
yaşamıştır.
Ama ya Kürt halkının acıları?
Kürdistan'ı bir tecavüzhaneye çeviren, köyleri yakan,
gerillaların kafalarını kesen, kulaklarını hatıra eşya
olarak sevgililerine gönderen insanların insanlık suçunun,
etik açıdan dahi dile getirilmediği bir "savunma"yı,
"siyasi savunma", "barış taktiği"
olarak kabul etmek ve ettirmeye çalışmak, hiçbir çuvala
sığmayan ve emekçi anadolu halklarını her açıdan derinden
vuran bir mızraktır.
Bu tanımlamaları yapmanın ve bu yazıyı yazmanın, bizim
için son derece zor olduğunu, dostun da, düşmanın da
bilmesini isteriz.
Dostun bilmesini isteriz; çünkü yaşadığımız süreç, Türk
ve Kürt halkları için, Ortadoğu ve sonuç olarak bütün
dünya halkları için zor bir süreçtir. İzlediklerimiz,
ne yazık ki sadece Öcalan'ın değil, halklarımızın kaderiyle
ilgili olumsuzlukları taşımaktadır. Konuya ilişkin net
ve doğru saptamalar yapmak, bundan sonra atılacak adımların
da özelliklerini, nitelikleri belirleyeceği için çok
büyük sorumluluklar taşımaktadır ve Kürt halkının sonsuz
özverilerle geliştirilen mücadelesinin karşılığını bulması
için, dostun dostça davranmak zorunluğunun zamanıdır...
Düşmanın bilmesini isteriz ki; halkların kurtuluş neferleri
olan bizler, tüm eleştirilerimize rağmen birbirimizin
dostuyuz. Tüm çabalarınıza rağmen, yüzümüz aynı güneşe
bakar ve ellerimiz aynı ateşi yakar.
Bu güne kadar dostlarımıza, farklı kulvarlarda, farklı
çizgiler üzerinde yürüsek dahi, mücadelenin bileşenlerinden
biri olduğuna inandığımız ve 'yoldaş' dediğimiz mücadele
arkadaşlarımıza yönelik eleştirilerimizi, kamuoyu önünde
dile getirmemeyi, yaşadığımız sürecin özellikleri itibarıyla,
devrimci sorumluluklarımızdan saydık. Ama bu noktada,
ilkesel yanlışların yapılması, tarihin yadsınması ve
en önemli değerlerin çiğnenmesinin meşrulaştırılması
tehlikesi söz konusudur.
Halkın düşleri ve morali çalınmaz
İmralı sürecinin en vahim yönü, orada halkın elinden
ütopyasının, moralinin, düşlerinin, kurtuluş dinamizminin
alınmak istenmesidir.
Halkların kurtuluş mücadelelerinde yenilgiler de, geçici
gerilemeler de, taktik geri çekilişler de mümkündür.
Nitekim, PKK'nin ateşkes süreçlerinde, dostlarımızı
bu taktikleri dolayısıyla eleştirmedik, tam tersine
doğru bulduk, destekledik. Fakat bugün, bambaşka bir
gelişme yaşıyoruz.
Bir siyasal dava, gerçekten de dönemin en önemli siyasal
davası olan bir mücadele alanı, (bazı avukatların çabalarını
saymazsak) düşmanın tek başına var olduğu, bütün taktiklerinin
başarıyla uygulandığı; bir engelle karşılaşmadığı, tam
tersine, karşısına aldığı muhatabından destek gördüğü
bir savaş arenasına dönüştürülmüştür. Evet, orası bir
savaş arenasıdır ama, onbinlerce şehidin kanıyla sürdürdüğü
savaşın kahramanı olan Kürtlerin ve onların acılarının,
muhatap oldukları sınırsız işkencelerin, amaçlarının
ve haklarının sözü dahi edilmemektedir. Sanık sandalyesinden,
koşullarının ne olduğu belirsiz bir "barıştan"
söz edilmektedir sadece. Ha, bir koşul vardır: Öcalan'ın
yaşamını sürdürmesi...
Bazı 'derin yorumcuların' Öcalan savunmalarında yer
aldığı gibi, 'Öcalan orada sloganlar atıp "mahkemenizi
tanımıyorum" tavrı içinde olsaydı' gibi bir tezimiz
yok. Evet, barış için, Kürt halkının acılarının son
bulması için kullanılan bir alana dönüştürülebilirdi
belki de İmralı. Ama, bu şekilde değil...
"İşkence ve baskı görmedim" derken, "işkencelerin
en katmerlisini gören Kürt halkı gibi değil" demek,
asker ailelerinden özür dilerken, gerilla ailelerinin
acılarını hatırlatmak dahi, bu sonuçta, dostlarımız
adına bir nebze hak, "derinliğini anlama"
çabasını esirgemeyen bizler için ve esas olarak barış
çabalarında mevzi kazanmak için, kuşkusuz daha olumlu
olabilirdi.
Öte yandan, Öcalan mahkeme celselerinde sık sık, 'dış
güçler tarafından kullanıldığı' vurgusunu yapmıştır.
'Gereken yerlere yazdığını' söylediği mektuplarda eğer
bu konular da yer alıyorsa, kuşkusuz bizlerin de bu
güçlerin kim olduğu ve "asileri" nasıl kullandığına
ilişkin bilgi sahibi olma hakkı vardır.
Kişilerin ya da örgütlerin, siyasal çizgilerin ya da
pratiklerin, bazı dönemlerde farklı tutumlar içine girme
hakkı ya da olasılığı elbette vardır. Ama hiçkimsenin,
halkın onlarca yılda ödediği ağır bedelleri yok sayma
ve gelecek düşlerini, kurtuluş 'ütopyalarını' çalma
hakkı yoktur.
Anımsanmalıdır ki, sosyalizm ve kurtuluş düşü, herşeyin
sadece kağıt kalem üstünde olduğu bir "Komünist
Manifesto" ütopyası ile insanlığa mal olma yoluna
çıkmıştır. Ve bu yolda büyük bir başarı kazanmıştır.
Çok kısa süren, ilkel bir deneyim olan ve acı bir biçimde
yenilen Paris Komünü günlerinden başka elinde tek argüman
bulunmayan insanlık, Marks-Engels önderliğinde, Marksizmi
yaratmıştır. Bu ütopya, Lenin'in önderliğinde, dünyanın
üçte birine zulüm çarklarının dışına çıkmasının yolunu
açan bir gerçekliğe dönüştürülebilmiştir. Sonucun bir
asır sonra bugünkü koşullara dönüşmesinin, sosyalizmin
değil, onun pratikçilerinin günahı olduğu, iyi bilinmektedir.
Devrimcilerin, kurtuluş yoluna çıkarken ellerinde bulunan
güç, sadece ütopyalarıdır, moralleri ve tarihsel doğruyu
bulmaktan kaynaklanan üstünlükleridir. Petersburg halkı,
Rus Çarlığı'nın maddi güçlerinden daha üstün maddi olanaklara
sahip değildi. Çin halkı, üç emperyalist gücün maddi
olanaklarından daha fazla olanağa kuşkusuz sahip değildi.
Vietnam'ın direnişcileri, ABD emperyalizminin bombardıman
uçaklarını yumruklarıyla ya da anlaşılmaz uzlaşmalarla
yenmedi. Che ve Fidel, ABD'ye karşı bu özgün sosyalizm
kalesini, "politika yaparak" örmediler. Onların
üstünlüğü, tarihsel gelişime ilişkin bilinçleri, bu
bilincin yarattığı direnme güçleri, çağdaş inançları,
özcesi; ütopyalarıydı. Devrimcilik; tarihin gerektirdiği
ama henüz var olmayanı düşünmek ve onun, var olma koşullarını
yaratmak demektir. Devrimcilerin, "asilerin"
görevi ve halkların düşlerinin olgunlaştığı yer, fikirleri,
inançları ve bu yöndeki ayak direyişleridir.
İnsanların emeklerini, yaşamlarını zaptettikten sonra
beyinlerini ve düşlerini de zaptederek sömürü ve zulüm
geleceğini garantiye alma stratejisi çizen emperyalizmin,
bu taktiğine ve onun bütün oyunlarına, 'politikalarına'
karşı durmak, çağın insanlığa karşı sorumluluk duyan
"asilerinin", ağır ve uzun erimli görevidir.
Hiçbir koşul altında değişmeyen görevleri. Çok uzun
ve zorlu onyılları kapsayacak görevleri. Bireyin yaşamını
ve pratiğini aşan görevleri...
Aksi halde, devrim, isyan adına onun düşlerini ve geleceğini
çalmış olmaz mıyız?
Fakat Kürt halkı, yediği ağır darbelere rağmen, tarihin
akış yönü parelelinde, herşeye rağmen, keşfettiği geleceğine
doğru yürüyüşüne devam edecektir.
Bu mızrak hiçbir çuvala girmez
"Tüm uluslararası alanın dikkatini de göz önüne
getirerek, yakalandığım günden, barış için yaşayacağım
sözünü verdiğim günden bu güne kadar, kaba bir baskı,
söz düzeyinde hakaret ve işkence görmediğimi belirtmek
istiyorum. Bu bağlamda, bu temelde demokratik cumhuriyet
ekseninde, barış ve kardeşlik için devletin hizmetinde
çalışma isteğimi, kararlılığımı Türkiye Cumhuriyeti
Devleti'nin bu konuda gösterdiği saygılı yaklaşımın
bir gereği olarak, ben de bu düzeyde kararlılığımı saygı
ve şükranla belirtmek istiyorum.
Ayrıca yakalandığımda uluslararası devletlerden başta
Yunanistan olmak üzere, Rusya ve kısmen İtalya, bunlar
uluslararası hukuk kurallarını yerine getirmemişlerdir.
Tamamen korsanvari yöntemlerle, benim yakalanmamda bunların
rolleri önemlidir. Bunu hem protesto ediyorum, hem de
bu nedenle yargılanmamın ve dolayısıyla savunmamın fazla
gereği olmayacağını belirtmek istiyorum. "
Öcalan, gerek mahkemedeki ilk konuşmalarında, gerekse
daha sonraki "savunma" aşamasında, çeşitli
düzeylerde ve biçimlerde Kürt halkı ile dayanışma içinde
olmuş ülkeleri ve güçleri suçlama yoluna gitmiştir.
Onun yeni düşüncelerine göre; bu devletler, güçler,
korsandır, hatalıdır, onu ve PKK'yi kullanmışlardır.
TC'ye karşı, kendi amaçları için kullanmışlardır. Fakat
Öcalan'ın uzun konuşmalarında söz etmediği ve suçlamadığı
güçler; sadece ve sadece ABD, İsrail ve TC'dir. Diğerleri
korsan, düşman, ama bu üç güç masumdur.
İmralı süreci de, tıpkı Öcalan'ın Suriye'den çıkarılmasından
başlayan öykünün diğer etapları gibi, bizzat Pentagon
tarafından belirlenmektedir. CIA, Apo'nun Suriye'den
çıkarılmasından bir kaç gün önce, "bundan böyle
konuyla birinci dereceden ilgileneceğini" açıkça
belirtmiştir. ABD yetkilileri, gelişmelerin bütün aşamalarını
"başarılı" olarak değerlendirdiklerini sık
sık ifade etmeye başlamışlardır. Tıpkı idam kararının
verildiği 29 Haziran'da Mark Parris tarafından yapılan
açıklamada olduğu gibi, ABD, bütün kritik süreçlerde,
açık ve ısrarlı tavır koymayı tercih eden bir tavır
içindedir.
İmralı'da, Emperyalizm ve Türkiye Oligarşisi gerçekten
iyi mevzilenmişlerdir ve 'gereğini', 'büyük bir titizlikle'
yerine getirmişlerdir. Orada olmayan tek şey; bir halk
ve bir halkın mücadelesi yargılandığı halde, halkın
sesi, soluğu, dilidir. Oysa meşru olan, haklı olan tek
olgu budur. Evet, İmralı'da bir hesaplaşma yaşanmaktadır.
Bu hesaplaşma, tarihin bu noktasında en önemli mücadelelerden
birini veren, meşru savunmaya geçen Kürt halkının tavrının
yok sayılması, yok edilmesi hesaplaşmasıdır. Bunca ağır
bedelin boşa çıkarılmasının hesaplaşmasıdır.
80 öncesinde de siyasal tavrı olan, DDKO süreçlerinden
beri örgütlülük ve mücadele bilinci edinmeye başlayan
Kürt halkı, 80 sonrasında büyük bir hızla savaşa sürülmüş,
savaşın ritmi ve boyutları büyük bir hızla geliştirilmiş,
çektiği sınırsız acılara rağmen mücadelesine, şehitlerine,
geleceğine sahip çıkmaktan vaz- geçmemiş, partiden ve
onun liderinden desteğini ölüm pahasına esirgememiştir.
Ama bu büyük ve önemli savaşımın bir noktasında, bir
şey oluyor. Örgütün lideri, düşman tarafından ele geçiriliyor
ve lider diyor ki: "Tamam, savaş bitmiştir, biz
yanlış yaptık. Bu bir terördü. Aslında dış güçler tarafından
kullanıldık. Oysa bizim için en saygıdeğer güç, karşısına
geçip savaştığımız TC'dir. Bana, çok iyi davranmışlardır.
Şimdi barış zamanıdır. Herşeyi unutalım..."
Onbinlerce şehidimizi, ümitlerimizi, amaçlarımızı, haklarımızı,
binlerce yıldır uğradığımız katliamları, tecavüzleri,
yakılan köylerimizi, kurşunlanan, cesetleri parçalanan
genç kızlarımızı ve delikanlılarımızı, başta Türk halkının
devrimcileri olmak üzere dünyanın dört bir yöresinden
bize destek veren, gelip dağlarımızda bizimle birlikte
çarpışarak can veren, emek ve güç verenleri unutalım.
Bizim şehitlerimizin anaları yoktu, hem de bütün oğullarını
ve kızlarını cepheye kendi elleriyle gönderip 'Kürt
halkına gelin verdim, Kürt halkına damat verdim' diyen
analarımız yoktu...
Ama bizim savaştığımız gücün önümüze sürdüğü ve topraklarımızı,
özgürlüğümüzü, ulusal onurumuzu kazanmak için bizi çatışmak
zorunda bıraktığı "şehitlerin" anaları vardır,
onlardan özür dileyelim...
Bu "derinlik" te biz boğuluyoruz arkadaşlar.
Öcalan'ın "derinliğini kavrayanların" tutumu
ise, bizi çok daha fazla tedirgin ediyor. Ve bir kez
daha yineleyelim ki, durumu olağanüstü boyutlara ulaştıran,
halk ve onun çıkarları açısından aslında Öcalan'ın tavırlarından
daha çok onun bu aşamadaki tavırlarının, böylesine garip
çıkarımlarla desteklenmesidir. Bunun "amacı, mantığı,
taktiği" (!?) ne olursa olsun.
Öcalan diyor ki: "Ayrıyeten barış ve kardeşlik
için yaşamam gerektiğini söyledim. Bu temelde savunmamı
mahkemenizde dile getirmeyi yine tarihi bir görev biliyorum.
Sayın saygıdeğer tüm şehit aileleri için kısa bir açıklama
yapmak istiyorum. Kendilerinin yaşadığı üzüntüyü, acıyı
yürekten paylaşıyorum. Yine bundaki sorumluluk payımdan
dolayı kendilerinden özür diliyorum. Hakikaten bir toplumsal
yaradan kaynaklanan bu kanın durması için ve barış için
elimden gelen her türlü çabayı göstereceğime, söz veriyorum.
Saygılarımla efendim."
"Bundan sonra barış ve kardeşlik için yaşayacağımı,
Türkiye Cumhuriyeti'ne bu amaçla hizmet edeceğimi belirtmek
istiyorum. Bundan sonra barış ve kardeşlik için yaşamam
gerektiğini düşünüyorum. Akıtılan bu kanın durması ve
barış için çalışacağıma söz veriyorum."
"Rakam 100 bine çıkabilir. Bunu durduralım bari.
Bunu durdurmanın imkanı elimizde. Sayın yargıcım, bunlar
çok önemli hususlardır. Yargı bu konuda mutlaka el koymalıdır.
Adalet el koymalıdır. Ne isteniyorsa ben yaparım."
"Son noktayı koyalım diyorum. Son noktayı koyacak
imkanlarım var. Ben bunları kullanmak istiyorum. Bana
kanal açılmalı ve fikirlerim ister yurtdışına, ister
yurtiçine ulaştırılmalı. Devlet, hükümet bir yol, imkan
temin etmeli, yasal bir yol bulmalı."
"Devlet bana fırsat versin 3 ayda dağdaki on bin
kişiyi indireyim. Benim öldürülmem yüzbinlerce cana
mal olur. Beni öldürürseniz örgüt binlerce fedaiyi sokaklara
döker."
"Suriye PKK'ye barınak sağladı. Kimlik verdi. Yunanistan'da
eğitim kamplarımız vardı. Emekli Yunan generalleri Bekaa'daki
kamplara geldi, benimle görüştü.
"Af veya izin gibi bir imkan verilirse, devlete
hizmetin gereğini yapacağım. Terörün sonu yok, PKK devlete
karşı olmaktan, silahlı mücadeleden vazgeçmeli, silah
bırakmalı."
"Demokratik Cumhuriyet sisteminde şiddete yer yoktur.
Sorunların çözüm dili isyan veya devrim olamaz."
"Cumhuriyetin kuruluş ve korunmasında emeği geçen
tüm şehitleri, şehitlerimizi bilmek, kurucusunu minnetttarlık
ve saygıyla anmak, bayrağını gururla selamlamak esastır."
"Yaşayan nesiller olarak çağdaş görevlerimize sahip
çıkmak, aslında yapmak istediğimiz buydu. Fakat şu paradoksa
bakın ki, şekli bir hukuk çerçevesinde cumhuriyete karşı
en büyük suçla yargılanıyoruz. Bu bir talihsizliktir.
Özümüzün ifadesi değildir."
"Tüm gücümle yapmaya çalıştığım sorunun asla bir
daha şiddetin diline başvurulmadan çözüme götürülmesidir.
Vatana ihaneti ağzıma bile alamam. Olsa olsa vatanın
misak-ı milli gereklerinin çağdaş ölçüler içerisinde
yerine getirilmesidir."
"PKK gücü, içte ve dışta ağırlıklı olarak alt yapısını
oluşturmuş, çok tehlikeli bir noktaya ulaşmıştır. Ortadoğu
ülkelerinde mevzilenmediği ülke yok. Dağılan Sovyetlerden
sonra ülkelerde mevzilenmiştir. Bu ülkeler ister izin
versin, ister vermesin, önemli bir altyapıya kavuşmuştur.
Kitle tabanı ile eğitim ve maddi donanımı ile PKK'nin
bundan sonra ciddi sıkıntı yaşayacağını sanmam. Her
türlü mali imkana sahip Avrupa ülkelerinde de altyapısı
güçlüdür."
"Nereden nereye geldiğim ortada. Kürtlerin eskiden
dışa açılma imkanları yoktu. Bugün daha güçlü imkanları
var. Geniş politik çelişkiler, Ortadoğu, Kafkaslar ve
Balkanlar'da da devam etmektedir. Pratikte bu böyledir.
Bu sözlerim tehdit olarak düşünülmemelidir. PKK'yi gerek
altyapı ve diğer imkanlarıyla tehdit olmaktan çıkarmak
gerekir. Oy oranı belli. Bu tehdit içeride ve dışarıda
tehlikeli hal alır. Çatışma gelişirse, kitlesel bazda
gelişir. Maddi kaybın dışında diğerleri de görülmelidir."
"Özgür birlik için yoğun bir şekilde çaba harcadım.
1990'lı yıllardan sonra bu konuda yazılarım oldu. 'Ordu
benimle görüştü' demedim. Dolaylı bir şekilde bize bilgi
notları geldi. Bu bilgi notları, 'PKK'nin Türk Devleti'ne
yönelik hareketi doğru değildir. Devletin demokratik
atılımlarını PKK zora sokuyor' şeklinde bilgi notudur.
Bunlar, 1996'dan sonra geldi. Bu yönde adımlar atılmaktadır.
Bunlar bize iletildi. Görüşme değil, dolaylı bilgilerdir."
"Kürtlerin siyasal ve demokratik hakları Türkiye
Cumhuriyetsiz olmaz. Demokratik yaklaşım, en doğru yaklaşımdır.
Bu realite somut olarak yaşanmıştır, bunun sonucudur."
"Ceza kanunun 125. maddesinden cezalandırılmamla
birlikte, tarihin ahlaki ve siyasi açıdan beraatimin
kesin olduğuna inancımı belirtiyor, demokratik cumhuriyete
onurlu ve adil bir barış için hizmette bulunmayı en
yüce erdem, fazilet olarak selamlıyor, saygılarımı sunuyorum."
"Ben bir Atatürkçüyüm ve hedefim PKK ile birlikte
Yurtta Sulh, Cihanda Sulh'u gerçekleştirmek." (Son
cümle, 'Avukatları aracılığıyla' La Republica gazetesi
ile yaptığı röportajdan.)
"Apo, ya PKK'yi kurtaracak; ya da kendini"
Bu cümle, çok açık oynamakta bir sakınca görmeyen "büyük
patronun", ABD'nin sözcüsüne aittir. Ölümle yaşam
arasındaki çizgi, bazen çok ince bazen de çok kalın
ve derindir.
"Ölümü yaşam kılmış gerillalar ülkesi" haline
getirilen Kürdistan'ın bir liderinin, hiç kuşku yok
ki, ölümden de yaşamdan da, daha önceki kurtuluş savaşlarının
ve bundan sonra gerçekleştirilecek olan kurtuluş savaşlarının
liderleri gibi, kendi adına söz etme hakkı yoktur...
Ve tarih, asilerin ipini sadece ve sadece pişmanlığın
çekebildiğini; onlara, bundan başka bir ölüm tarzı olmadığını,
Che'nin, Mahir'in, Deniz'in, İbrahim'in, hala çok canlı
ve etkin kişilikler olarak aramızda yaşadığını kalın
çizgilerle saptamıştır.
Değil, böylesine gelişmiş bir hareketin lideri olarak;
daha dün, yola çıkmış olan ve henüz sadece programıyla
var olan, tek bir kurşun sıkmamış bir kurtuluş örgütünün
insanı bile, düşmanın ona yönelik tavırlarının ne olabileceğinin
bilincini "derinliğine" taşımak zorundadır.
Bu noktada, PKK'nin değil ama, PKK dostu olarak kendini
tanımlayan ve Öcalan'ın son dönemdeki tutumlarının 'derinliğini'
'iyi kavrayan' bazı arkadaşların tarzı içindeki bir
noktaya daha dikkat çekmek gerekiyor. Gelişmeleri "yorumlamaya"
çalışırken, konuyu öylesine zorlamışlar ve öylesine
ifrata vardırmışlardır ki, sadece yaşamlarıyla değil,
ölüm tavırlarıyla da önder olan Anadolu topraklarının
yüz akı Türk ve Kürt devrimcilerini dahi, bu hengamede
harcayabilmişlerdir.
'Deniz'in, Mahir'in, İbrahim'in arkasında bir halkın
sorumluluğu yoktu. Ölümü seçme konusunda özgürdüler.
Ama Apo'nun sırtında büyük bir halkın sorumluluğu var'
gibilerinden sözler söyleyerek, Marksizme, ulusal kurtuluş
savaşlarına, devrimci önderlere, Kürt ve Türk halkının
en değerli evlatlarına bile, söz söyleyebilmişlerdir.
Onlar, halkın, halkların sorumluluklarından uzak, kendi
sorumluluklarıyla başbaşa insanlardır, öyle mi? Oysa
onların ölümü dahi gerektiği gibi yaşama eylemlerinin
ışığında, onbinlerce, yüzbinlerce fidan yeşermiştir,
Kürt ve Türk halklarının kurtuluş mücadelelerinde önemli
atılımlar yapılmıştır. Onlar, halkın umutlarının ve
geleceğinin, kendileriyle, kendi yaşam süreçleriyle
sınırlı olmadığının bilincindeki sosyalistler olarak,
sıraları geldiğinde, bayrağı gelecek kuşaklara aktarmasını
bilmişlerdir.
Sıraları gelmese bile, kendilerini yoldaşları için öne
fırlatmanın erdemine atılmışlardır. Onun için Deniz,
Mahir, İbrahim... olmuşlardır.
Bu zor süreçte, herkesin sorumlulukları daha ağır ve
büyük. Bu bilincin kavranması ve düşmanın bu konuda
gösterdiği ciddiyetin gerektiği biçimde yanıtlanması
için, herşeye, herzamankinden çok daha büyük bir özen
göstermek gerekiyor.
Bizler, barışı herkesten çok isteriz. Onurlu ve ödenen
bedellerin yanıtlarını bulduğu bir barışı... Barış yolundaki
tarzın, barışın erdemine yaraştığı bir barışı...
YAŞASIN HALKLARIN KARDEŞLİĞİ!..
KÜRT HALKI, YENİLMEYECEKTİR!..
(*"Büyük Patron", bu ülkede uzun yıllar Başbakanlık
ve ve Cumhurbaşkanlığı yapmış olan Özal'ın, ABD için
kullandığı tanımdır. "Our boys", yani 'bizim
oğlanlar' ise ABD'li bir yetkilinin Türkiye yöneticileri
için 12 Eylül'de kullandığı deyimdir. Herkes haklı,
değil mi?!)
|