Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

Şerif Onursal


Ülkemizde "İşbirlikçi Yerli Sermaye" sanıldığı ve çok sık ifade edildiği kadar, "cılız ve ilkel" değil; baştan itibaren uluslararası sermayenin denetiminde büyüse de, oldukça ciddi bir birikime sahiptir. Dışa bağımlı bir karakter gösteren Türk burjuvazisinin, artık 150 yıllık bir evrimi/tarihi vardır. İlkel birikim dönemini çoktan aşmış, 2. Dünya Savaşı sonrasında, yeni sömürgecilik ilişkileri içinde sanayi ve mali alanda özgün bir biçimde söz sahibi olmuş, tekelci ve özel bir karakter kazanmıştır.
Modern kapitalist ilişkiler, özellikle 1960'larda egemen olmuş, 1970 ve 1980 döneminde yaşanan ve tekelci burjuvazinin lehine ciddi birikim sağlayan toplumsal-siyasal süreç, bu egemenliği pekiştirmiş, Oligarşi'nin önemli sıçramalar yapmasının koşullarını oluşturmuştur.
1970'li yıllar, yeni sömürgeci kapitalizmin olgunlaştığı yıllardır ve iç pazara yönelik "ithal ikameci model", bu kapitalist birikim modeli tıkanmıştır. 1980'li yıllar bu tıkanıklığın, "ihracata yönelik sanayileşme" kapitalist birikim modeli temelinde aşıldığı yıllardır.
Artık yeni sömürgeci kapitalizm, çok uluslu şirketler ile birlikte "Misak-ı Milli" sınırlarını aşmış, dış pazara yönelik -özellikle Ortadoğu vb- bir model benimsemiştir. Bazı "Türk" tekelci sermaye grupları, dünya ölçeğinde sayılı tekelci gruplar arasında alt sıralarda da olsa yer alabilmektedir.
Öte yandan, yine özgün bir biçimde uyuşturucu, kara para vb ile palazlandırılan yeni mafya sermaye kesimleri, orijini 'belirsiz' bir zenginlikle, bölge ve dünya kapitalizmi içine kimliksiz bir dalış yapmıştır. Ancak, bütün bunlar, kapitalizmin sermaye iç dinamizminden yoksundur, ülke demokratik devrimini tamamlayamamıştır; ve kaçınılmaz olarak bu alan da tüm diğer alanlar gibi demokratik karakterden, burjuva demokratik çerçeveden tamamen uzaktır.
Demek ki artık, 1970'lerin söylemi olan, "nitel ve nicel açıdan cılızdır" tanımlamaları, sorunu yeterli derecede açıklamaktan uzaktır. Ayrıca, halkçı-popülist akımların ileri sürdüğü gibi, TC burjuvazisi, yarı feodal, yarı sömürge ülkeler için geçerli olan komprador karakterli bir burjuvazi değildir.
"Komprador burjuvazi" veya "komprador kapitalizm", milli olmayan bir kapitalizmi ifade ettiği gibi, aynı zamanda onun rolü, ticari sermaye sürecinde ortaya çıkan, üretimden uzak, "acentelik" rolüyle sınırlı, bundan pay alan bir burjuvaziyi veya kapitalizmi tanımlar. Kapitalizmin kendi iç dinamiği ile gelişen ülkelerdeki milli burjuvazilerle, kapitalizmin emperyalizmin denetimi altında geliştiği-geliştirildiği ülkelerin burjuvazileri arasındaki farkları tanımlamak gerektiğinde, bazı kesimler için bu farkın ifade edilmesinin güçlüğü, dönemimizde de "komprador burjuvazi", "komprador kapitalizm" tanımlarının, yeni sömürge ülke oligarşileri için kullanılmasını doğurmaktadır.
Emperyalizmin 2. Bunalım Dönemi'nde, yarı-sömürge, yarı feodal ülkelerde, komprador burjuvazi, egemen sınıfın çok önemli bir parçasıdır ve feodalizmin temsilcisi olan sınıflarla iktidarı paylaşır, emperyalizmin toplumsal-siyasal dayanağı rolünü üstlenir.
Devrim öncesi süreçlerin tanımlanması açısından, Vietnam vb ülkeler, bu tip ülkelerdir. Bu yöndeki tanımlamalar içinde, örneğin Mao'nun 1930-49 dönemi Çin toplumuna yönelik tanımlamaları da doğrudur. Ancak Çin toplumuna yönelik tanımlamaları, "Maoculuk" adına, bugünün Türkiye'sine uyarlamak, kaba bir yaklaşımdan öte bağnaz bir dogmatizmdir.
Doğada, toplumda ve insanda hiç bir olgu durağan, değişmez değildir. Toplumsal ilişkiler de böylesi kalıplara hiç sığmaz. Kapitalizm, çağını doldurmuş bir toplumdur, çağını doldurmuş üretim ilişkilerini ifade eder. Ama ne kendiliğinden yıkılır ne de olduğu yerde durur. Bir biçimde doğal olarak, kendini yeniden üretir. Her yeniden üretim süreci, kapitalizmin yaygınlaşması anlamına gelir.
Kaldı ki, bırakalım bugünün Türkiye'sini, ülkemizin 1930 Çin'i ile aynı toplumsal süreci yaşamasını, 1930'ların Kemalist Türkiye'si bile, aynı yılların Çin'inden farklıdır. 3. Enternasyonal içindeki tartışma ve değerlendirmeler, bu konuda yeterli bilgiyi vermektedir.
Şabloncu mantıkların dünyasında, "savaş ağası", "komprador burjuvazi", "milli burjuvazi", "kızıl siyasi üsler", "köylü savaşı" kavramlarının gerçek yaşamdaki karşılıkları yoktur. Bu tür tesbitlerle oluşturulan bir MDD veya DHD (2. kavramı kullanıyorlar) programı ise, Türkiye halklarının ihtiyaçlarına kuşkusuz hiçbir biçimde yanıt veremez. Her şeyin taklidi kötüdür!..
Mao'nun, başta bazı felsefi konulardaki yanılgıları olmak üzere, en pragmatik anlayışı olan "Yeni Demokratik Devrim", bir çok hatayı içerir. Ama buna rağmen Mao, Marksizmin önemli bir yorumudur, Çin Devrimi somutunda dünya devrimine önemli katkılar sunmuştur. Ancak bizim yerli Maocular, karikatürün de karikatürüdür. Ve bu siyasal durumun, gerçek bir anlamı yoktur. Bu durumu da, ülkemizin özgünlükleri ile açıklamaktan başka bir olanak da yoktur!..
TC Oligarşi'si için kullanılan ve çok bilinen "ileri karakol" tezi doğrudur; ama onun rolü, bir "ileri karakol" olmaktan çok daha fazladır. O artık, "tarım ambarı" değil, bir sanayi toplumudur ve buna (uygun değil) uyarlı ekonomik ilişkiler yürütmektedir. Uluslararası sermaye ile birlikte, iç içe, özellikle de daha geri ülkelere, Libya, Mısır, Azerbeycan vb ülkelere "ekonomik sızma" rolünü gerçekleştirmekte, bu ülkelere çeşitli yatırımlar yapmaktadır.
Emperyalizm adına, çeşitli üs ve tesisleri; onların hizmetine, işgal ve talan için onların kullanımına açmakla kalmamakta, yine emperyalizm adına, Arnavutluk'tan Somali'ye kadar, aktif bir askeri rol üstlenmektedir.
Bu dönemde, Kıbrıs'ın işgal edilip sömürgeleştirilmesi süreci yaşanmaktadır. Azerbeycan'da kirli işler yapılıp; müdahale, "darbe" yapmaya kadar götürülmektedir. Yunanistan, Bulgaristan gibi ülkelerde Türklük-Müslümanlık adına bir dizi komplo tezgahlanmakta, "Türki Cumhuriyetleri"nin hamiliğine soyunulup; casusluk faaliyetleri, eski Uygur ülkelerine kadar yayılmaktadır.
Öte yandan Kuzey Kürdistan'da vahşi sömürgecilik "Kirli Savaş"la devam ettirilirken, küçük ölçekli bölgesel savaş, Güney Kürdistan'a taşınmakta, Kerkük-Musul üzerindeki sömürgeci hayaller her fırsatta dile getirilmekte, öne çıkarılmaktadır. Tüm bunlar, Oligarşi'yi, sıradan bir "ileri karakol" olmaktan öte, emperyalist politikanın son derece aktif bir unsuru yapmaktadır. Bu aktivasyonlarla ve taşınan geleneksel emellerle gücün, dünya ölçeğindeki konumun çakışmaması ise, bizim Oligarşi'nin en büyük açmazını oluşturmaktadır. Bilinmelidir ki TC Oligarşi'si, bu çıkmazında boğulacaktır.
Demek ki; "zayıf, cılız, ilkel" bir sermaye ile karşı karşıya olmadığımız gibi, yeni-sömürgeciliğin en ileri boyutunun yaşandığı, ekonomik-askeri rol oynamaya uygun, bunu güçlü bir merkezi otorite ile somutlaştırmış bir sistemle karşı karşıyayız.
"Sömürgenin sömürgesi olmaz" tezi, sadece Kürdistan'da kurumsallaşan sömürgeciliği gizlemeye yaramıyor, aynı zamanda Oligarşi'yi olduğundan daha "hafif" görüyor. Bu tezi ileri sürenleri bir yana bırakırsak, herkes bir gerçeği teslim eder: "Emperyalist Türkiye" tezi/kavramı, bütünsel açıdan ele alırsak, abartılıdır-yanlıştır. Ama Osmanlı Devleti'nden miras aldığı yöntemlerle, aç gözlü oligarşi, işgalci, ilhakçı ve sömürgeci karakterdedir. Bu anlamda, her zaman emperyalizm adına gereken rolü oynamaya hazır bir potansiyeli vardır.

TC- İSRAİL-ABD
Ayrıca, yukarıda işaret ettiğimiz gelişmeler temelinde, bugün Oligarşi, geleneksel dış politikalarında, "denge" taktiğini bir yana bırakmıştır, emperyalist özlemleri artmıştır. 1997 yılı içinde gerçekleştirilen, özünde hep var olan ama bunu ileri bir noktaya sıçratan TC-İsrail Antlaşması, son derece önemli bir gelişmedir.
Bu, özellikle Ortadoğu'da, ABD-İsrail-Türkiye yakınlaşmasının, dış politikanın bu doğrultuda yürütülmesinin somut ve açık bir ifadesidir; bu üçlü ittifakın gerçekleştirilmiş, daha doğrusu alenen ilan edilmiş olması, bölge halklarına karşı komplo ve saldırıların bundan sonraki süreçlerde daha da yoğunlaştırılacağını ifade etmektedir.
Oligarşi açısından ABD'nin rolü hep nettir; koşulsuz bağımlılık... Buna eklenen, bölge ölçüsünde İsrail faktörünün bu denli netleştirilmesi durumu ise yenidir; alt emperyalizmin örgütlenmesinin bir başka ivme kazanmasıdır.
Yeni rol, yeni açılım demektir; yeni dönemin yükseltilen ilişkileri, bu durumu çok daha fazla belirginleştirmektedir.
Yeni açılım programı, Oligarşi açısından bir sürekliliğin, birbirine eklenen ve devamlılık gösteren halkaların, yeni bir halka ile bağlanması demektir. Bu, sorunun önemli bir yanıdır; ama bu programın önünde ciddi engeller, programı bozucu dinamikler de vardır.
Bu politik açılım, emperyalist sistemin bir ihtiyacı olarak belirir ama nesnel ve öznel koşulların da buna hazır olması, olgun olması gereklidir. Sınıf mücadelesi ekseninde şekillenen politik olgular, ihtiyaçlar, bir dizi politik gelişme ve güçler iradesinin çatışması sonucu somutlaşır. Eğer politik olgular, bu tip çatışmalı bir süreç yaşamazsa, tarih, özel istemlere göre belirlenir ki bunu kabullenmek; koyu bir idealizmdir.
Herşeyden önce, Oligarşi'nin kendi yapısında tam bir konsensus yoktur; özünde sömürüden daha fazla pay alma kavgasından kaynaklanan, ama giderek farklı siyasal boyutlar kazanan çelişkiler yaşamaktadır. Oligarşi içinde egemen olan tekelci sermayenin kendi içinde çelişkileri olduğu gibi, tekelci sermaye ile orta sınıflar arasında da önemli çelişkiler vardır.
Egemen sınıflar arasındaki bu çelişkiler süreklidir, yeni-sömürgeci kapitalist sistemde içselleşmiştir. Ancak bu çelişkiler, bazı dönemler yoğunlaşsa da, özünde özellikle de daha ciddi bir "tehlike" olan toplumsal muhalefete karşı aynı platformda yer almaktadırlar. Bu çelişkinin karakteri, antagonist değildir. Bu nedenle bu çelişki toplumsal süreçte tali bir role sahiptir.
Dolayısıyla, bu çelişkilerden devrim ve sosyalizm adına, demokrasi ve bağımsızlık adına, olumlu adımlar beklemek boş bir hayaldir. Bu çelişkiden yararlanılır; ama ona abartılı yaklaşarak ondan oynayamayacağı rolü üstlenmesini beklemek, sadece yanlış bir değerlendirmeyi ifade etmez, aynı zamanda kitleleri yanıltmaya hizmet eder. Bazı çevreler bu tip yanlış değerlendirmeler içindedir ve bunlara zaman zaman KUKM önderliği de katılmaktadır ya da KUKM önderliği olarak sözkonusu yanlış değerlendirmelerden etkilenilmektedir. Kitlelerin zaman zaman boş hayallere kapılmasına hizmet edilmektedir. Ayrıca, kimi taktiklerde de bu çelişkiler önemli bir yer tutmaktadır ki bu da doğru değildir ve son derece sakıncalıdır.
Orta sınıflarla tekelci sermayenin ilişkisi, yeni-sömürgeci sistem açısından oldukça önemlidir. Emperyalizme bağımlı, iç dinamikten yoksun, demokratik geleneklerden uzak; ekonomik-siyasal-sosyal sorunlarla alabildiğine yıpranmış bu sistem, alt yapısından üst yapısına kadar, sürekli bir milli kriz içindedir; kriz yapısaldır.
Lenin'in ifadesiyle; "alt sınıfların artan tepkisi, yönetenlerin eskisi gibi yönetememesi" sonucu, tekelci sermaye, orta sınıflarla ilişkiyi düzenlemek, belirli bir seviyede tutmak, bu düzlemde ekonomik-siyasal ilişkiler örgütlemek zorundadır.
Orta sınıflar, yukarıdan aşağıya bir tarzda gelişen yeni sömürgeci kapitalizmin bir halkasıdır, tekelci sermaye ile pazar ilişkileri içinde zorunlu bir ilişki yürütür. Orta sınıflar, kapitalizmle, yeni sömürgecilikle çatışma içinde değildir, tam tersine onun bir parçasıdır, onun bir ürünüdür, çıkarı bu sistemle çakışır.
Bu yanıyla, orta sınıflar, "milli" karakter göstermezler; yani "komprador kapitalizme" karşı, "milli kapitalizmi" savunmazlar. Onlar, tekelci sermayenin payandasıdır, yeni-sömürgeci kapitalizmin beslenmesinde önemli rol oynarlar, birikim düzeyine parelel tekelci sermayeye kan taşırlar, kendi içlerinde yeni sermaye grupları yaratırlar. Bundan dolayı, DHD sürecinde, asla devrim müttefiki olamazlar, stratejik açıdan halk güçleri ile çatışırlar.
Özellikle, 1930 Çin toplumunu, şabloncu bir mantıkla, ülkemiz gerçeklerinden bağımsız savunan, 'yeni sömürgecilik' olgusunu kavramamış, onu 'yarı-sömürge' ile aynı parelelde değerlendiren popülist-halkçı akımların, bu orta sınıflara ait hayallerine, nesnel gerçeklerle hiç uyumlu olmayan roller yükledikleri biliniyor.
Bu çevreler, DHD sürecinde mutlaka bir "milli burjuvaziye" ihtiyaç duymakta (!) onu orta sınıfla aynılaştırmakta; DHD sürecinde, özellikle de ulusal çelişkilerin yoğunlaştığı aşamada, bu sınıfa "stratejik" rol yüklemektedirler. Devrim için bu sınıfla ittifakı mutlaklaştırmakta, hatta, ütopyayı hepten büyüterek, DHD sonrası oluşacak iktidarda bu sınıfın söz sahibi olması gerektiğini büyük bir "kararlılıkla" savunmaktadırlar.
Önüne, kapitalizmin sınırlarını aşmayan bir DHD programı koyan, sosyalizme mesafeli yaklaşan, Çin Devrimi'nde önemli bir politik güç olan Kuamintang'ın tam karşılığını -ki devrimin çok önemli aşamalarında karşı devrimci rol oynamıştır- bir türlü Türkiye'de bulamayan bu akım/çevreler, tam da bu noktada büyük bir şaşkınlık yaşarlar.
Kimdir milli burjuvalar, bunların politik temsilcileri kimlerdir? Özünde CHP'den ideolojik kaynağını alan Doğu Perinçek-İP'ye kadar uzanan bu ittifak arayışının, bu yöndeki değerlendirmeleri, hiç bir sonuç vermemektedir. Bu zaman tünelinde kalmış akım ve çevrelere rağmen, orta sınıflar, devrim ve sosyalizm lehine, önemli toplumsal-siyasal rol oynamazlar- oynamıyorlar da...
Anlaşılacağı üzere, tekelci sermaye ile orta sınıflar arasındaki ilişki, çelişkili bir bütünlük içindedir. Daha da somutlaştırmak gerekirse; orta sınıflar, bugün burjuva partiler içinde kendine yer bulmaktadır. Bir dönem ANAP, "Biz orta direğin partisiyiz" derken, özünde tekelci sermayenin bir partisi olduğu halde, orta sınıflarla uyumunu ifade etmektedir. Bu ittifak onu iktidara taşımıştır.
RP, özellikle Anadolu'da palazlanan orta sınıflara dayanır, İslami bir söylemle de, siyasal alanda bunların çıkarlarını seslendirir. Son yıllarda dozu artan siyasal islam tartışmaları, RP ye yönelik tekelci sermaye saldırıları, "irtica" umacasının pompalanması, laiklik-anti laiklik tartışmaları, bir yanıyla bu çelişkinin ürünüdür.
CHP'de ifadesini bulan kemalist solculuk, hep orta sınıfa dayanmak, onun desteğini aramak, bu temelde düzene taze kan pompalamak istemektedir, bu yönde programlanmıştır, düzen içinde ona bu tarz bir rol biçilmiştir. Ama örneğin, 74-75'lerde olduğu gibi, bu konuda başarılı olamamaktadır, olamaz da; bunun nesnel-öznel nedenleri vardır.
Demek ki; bu ilişki biçimi, aynı zamanda siyasal karakterlidir, düzenin devamı açısından zorunludur. Düzen, buradan beslenerek varlığını yürütür.

Egemen üretim, egemen düşünce demektir
Hiç bir kesim, sınıf, önüne çıkan toplumsal-siyasal sorun ve olgulardan bağımsız olamaz, onlara yönelik politikalar oluşturmadan varlığını sürdüremez. Dolayısıyla, toplumun her kesimi, tüm sınıflar, bir dizi sorun karşısında; Kürt ulusal sorunundan, iktidar sorununa, ekonomik sorunlardan, kültürel sorunlara kadar, belirli bir politik tutum içinde bilenirler.
İktidarı elinde tutan, yönetme deneyimi olan, bunu her konumda elinde tutmak isteyen tekelci sermaye başta olmak üzere, tüm sermaye çevreleri, herkesten, her sınıftan daha çok, ekonomik-siyasal-kültürel sorunlar üzerinde politika üretmek zorundadır.
"Egemen üretim, egemen düşünce demektir". Elbette her sınıf, her toplumsal kesim, kendi sınıf çıkarı ve ihtiyacı doğrultusunda politika yapacaktır. Ancak bu ilişki, her koşulda bire bir nitelikte değildir, olamaz da. Yani her politik saptama, tanımlama, sonuç; aynı anda sınıfsal kimliğe yansımaz, onu her açıdan ifade etmez. Bu bir süreç sorunudur, bir dizi karmaşık aşamalar sonucu netleşir.
Ayrıca her politik davranış, belli bir sınıfa aittir. Bir dizi ilişkiler içinde, kendisini çevreleyen düşünce ve davranışlarla kıyasıya bir mücadele içinde şekillenir. Aynı zamanda, geleneksel politik tutum ve anlayışlardan, onunla ilişki ve çelişki bütünlüğünden de bağımsız değildir.

Krizin yapısallığı ve; Kürdistan

Politik düşünce ve davranışlar, böylesi bir evrimi aşarak kendi sınıfı ile bütünleşir.
Üretilen politikalar, bu politikalar arasındaki çelişkiler, egemen sınıflar arasındaki durumu yansıtır. Üretilen her politika, bu çelişkilerin dönemsel özelliklerini etkiler, bazen belirler. Sürecimizde, başta KUKM olmak üzere, bir dizi politik ve sosyal sorunumuz, bunlar karşısındaki politik duruş, çözüm arayışları, böyle bir niteliğe sahiptir.
Tarihsel sürece baktığımızda; "tek parti dönemi" bir yana bırakılırsa, 1950'den bu yana, çoğu kez "siyasi istikrar" olarak adlandırılan yönetememe krizi hep yaşanmıştır.
Oligarşi içi çelişkileri de yansıtan bu kriz, yapısaldır. Bu tarihsel dönemde, birbirini izleyen "hükümet bunalımları, koalisyonlar, cuntalar, sıkıyönetimler, olağanüstü haller", düzenin karakterini açıklar.
Ama bütün bunlara rağmen; devrimci süreç açısından hem ihtiyacı ifade eden, hem de engel oluşturan bu olgulara rağmen, yeni açılım politikalarına yönelik ihtiyaç nettir...
Oligarşi'nin önünde, devrimci harekete nazaran, çok daha önemli, ciddi engeller vardır. Bunların en önemlisi, toplumsal mücadelenin iki önemli dinamiği olan KUKM ve TDH'nin objektif unsurlarıdır.
Burjuvazinin herhangi bir kesimini değil, tümden yeni sömürgeci sistemi yıkmaya yönelik bir dinamizme sahip olan bu güçler, Oligarşi'nin her türlü programını bozacak, emperyalist-kapitalist sisteme yönelecek, sistemi en zayıf halkasından koparacak potansiyele sahiptir.
Sorun, bu potansiyelin, sosyalist devrimci perspektiflerle bütünleşebilmesindedir.
KUKM, çok önemli bir aşamadır. Kürdistan, Oligarşi'nin tüm inkar ve imha politikalarına rağmen, sömürge bir ülkedir. Lozan Antlaşması ile dört parçaya ayrılan, emperyalizmin denetiminde, Türkiye, İran, Irak ve Suriye egemen güçlerince sömürgeleştirilen Kürdistan; bu niteliği ile aynı zamanda uluslararası bir sömürgedir.
1925-40 döneminde, Kemalist Diktatörlük tarafından bastırılan bir dizi ayaklanma, ulusal karakterlidir. Kemalizmin, "betonladık" deyimi, sadece şiddetli bir somutlukta kendini belirleyen bir sorunu, şiddetle çözmek istemesindendir.
Ancak bütün bunlara rağmen, ulusal demokratik talepler gelişmiş ve 1970'lerden bu yana, bir dizi çok yaşamsal ara aşama yaşayan KUKM, sadece Oligarşi'nin değil, Ortadoğu'nun ve emperyalist-kapitalist sistemin en önemli sorunu haline gelmiştir. KUKM sorunu ulusal değil, uluslararası bir sorundur.
Kürdistan'ın en önemli, nüfus ve coğrafi açıdan en önemli parçası; Kuzey Kürdistan'dır. PKK bu coğrafyada filizlenmiş, yoksul köylülük başta olmak üzere emekçi sınıflara dayanmış, özellikle TDH'den yoğun etkilenmiş, Marksizmi referans almış bir partidir. PC'nin tezlerinden, Kesintisiz 2-3'den etkilendiği biliniyor.
Dahası, manifesto niteliğinde olan Parti Programı'nda ileri sürülen "MDD", "Halk Savaşı", proletarya önderliğinde ulusal kurtuluş projesi, Türkiye'ye yönelik tahliller vb, esasta doğrudur. Marksizmin Kürdistan gerçeğiyle ifade edilişidir. 12 Eylül açık faşizmi, sadece TDH'ne yönelik değil, başta PKK olmak üzere, Kürdistan ulusal devrimci güçlerine yönelik bir programa sahiptir. Bunun bir sonucu olarak Türkiye ve Kürdistan, toplum ve tarih sahnesinden silinmek istenmiş; ama bunda elbette başarı sağlanamamıştır.
12 Eylül açık faşizminin saldırılarını "geri çekilme" taktiği ile karşılayan PKK, ciddi politik askeri hazırlıklar temelinde , "Kürdistan'ın Miladı" olarak tanımlanacak 84 Ağustos Atılımı'nı gerçekleştirmiştir. Devrimde, silahlı mücadele ve gerilla savaşı anahtar rol oynamıştır. Gerilla mücadelesi, özellikle yoksul köylülüğe dayanarak; devrimin emek karakteri, ulusal özelliklerinin yanında önemli bir yer tutmuş, kitleselleşmenin önü açılarak, serhildanlar yaratılmıştır.
1990'lı yılların başı böyle karşılanmış, sömürge ve yeni sömürge ülkeler için geçerli -ama her ülke somutunda kendine özgü ara aşamalar yaşayan- devrim stratejisi, uzun süreli Halk Savaşı Strateji'si, "stratejik denge" aşamasına ulaşmıştır.
Bu gelişme, özünde, 1970'lerden bu yana TDH'nin önemli bir akımı olan partimiz THKP'nin Kürdistan somutunda dirilmesidir. P-C tezlerinin Kürdistan'da hayat bulmasıdır. Elbette, dogmatik mantıktan uzak olanlar için, gerçeğe, sosyalizmin evrensel değerlerine sadık olanlar için bu böyledir.
Bu gerçekliği, PKK önder kadroları da başından itibaren ifade etmek dürüstlüğünü ve politik namusunu, enternasyonalist yoldaşlık anlayışlarını kavrama düzeyinin bir ifadesi olarak dile getirmektedirler. KUKM, sadece dünyanın ve TC Oligarşi'sinin değil, kuşkusuz ve mutlak olarak, TDH'nin de çok daha ciddi olarak gündemindedir. (TDH sosyalistleri olarak, bu durum, tartışılamaz düzeyde, objektiftir.)
Öte yandan bu dönem, "Kürt Diplomasisinin" dünya düzleminde ciddi kurumlar yarattığı bir dönemdir. İşte bir dizi özgül sürecin yaşanmasına parelel olarak; 1998 yılı, Oligarşi açısından "Topyekün Savaş" stratejisinin benimsendiği, kirli sömürge savaşının tüm pervasızlığını dayattığı bir dönemi ifade eder.
Bu açıdan KUKM de yeni bir dönemi yaşamıştır. Herşeye rağmen KUKM, sömürgeci savaşa karşı direnişi geliştirmiş, bir dönem doğru olan "barış", "ateşkes" taktiği, bir dönem sonra sulandırılmıştır. Bu yanıyla da önemli dersler ve sonuçlar açısından öğreticidir.
PKK, bir Kuzey Kürdistan örgütü olarak doğmuş, diğer parçalara karşı bir dönem ilgisiz kalmış, mücadele tarihini ilk süreçte bu coğrafyada şekillendirmiştir. Bunda şaşılacak birşey yoktur, böylesi bir süreç doğaldır. PKK önderliğinin, KUKM'nin asıl yönelimi, TC sömürgeciliğidir. Ancak PKK, özellikle son yıllarda Güney Kürdistan'da gelişmiş, önemli bir politik güce dönüşmüştür.
Bu süreçte Oligarşi'nin, Güney Kürdistan'a yönelik sayısız saldırı ve işgal girişimi olmuş, fakat bunun karşısında ARGK güçlerince önemli bir direniş sergilenmiştir. Böylece PKK, sadece Kuzey Kürdistan'da değil, tüm Kürdistan'da boy atan, onu kucaklayan bir parti niteliğine kavuşmuştur.
Bu, sadece Kürdistan Devrimi açısından bir kazanım değil, aynı zamanda sömürgeciliğin parçalandığı, suni sınırlarla daraltıldığı ulusal birlik açısından da önemli bir gelişmedir. İlkel milliyetçiliğin toplumsal temellerine yönelik bu gelişme, modern ulusal kurtuluşçuluğun tüm Kürdistan'da boy vermesi anlamını taşımaktadır. Sömürgeciliğin çizdiği "resmi sınırlar", anlamını yitirmektedir.
Ancak herşeye rağmen, Kürdistan toplumunda önemli bir yer tutan feodalizmden beslenen aşiretçi yapı, ilkel milliyetçiliğe kan vermekte, ulusal ihanete uzanan bir halkayı, bütün gelişmelere rağmen yaşatmaktadır. Barzani-Talabani somutunda yaşanan, tam da budur. Burada ilkel, feodal önderlikli sömürgeci güçlerin desteği ile yaşayan, onlara hizmet eden bir Kürtçülük ile, modern temellerde gelişen ulusal kurtuluşçuluk arasında bir çatışma vardır. Tarihin akışı ise, ikincisinden yanadır.
Yeri gelmişken ifade edelim: 1997 yılında, çok daha yoğun yaşanan Güney Kürdistan'daki savaş, tam da bu noktada bir "Kürtler arası savaş" değil; sömürgeciliğe, emperyalizme destek sunan, onun adına savaşan güçler ile farklı eğilimler taşıyan Kürdistan Ulusal Güçleri arasındaki savaştır. Burada ikircime düşmek, kararsız bir politik tutum içinde olmak, bağışlanamaz bir oportünizmdir.
Ayrıca, elbette tüm bu siyasal gelişmeler, sadece ilkel milliyetçiliği değil, TDH'de hep boy gösteren şovenizmin tezlerini de yerle bir etmektedir. Sosyal şovenizm, Kürdistan'ı ayrı bir ülke olarak görmez. Kürt ulusal sorununu, Misak-ı Milli sınırları içerisinde, devrim sonrasına erteleyen bir çözümü savunur. Böylece, sömürgeciliğin politikalarına parelel olarak; Kürdistan'ın tam bağımsızlığını, demokratik bir Kürdistan'ı; dört egemen ulus proletaryasının savunucularının eşzamanlı-eşgüçlü bağımsızlık çözümsüzlüğüne sürüklemektedir.
Her ulusal kurtuluş hareketi, "ulusal" bir mücadele ekseni içinde, tüm ulusal sınıf ve güçleri etkiler, onları o ulusal mecrada devindirir. Elbette modern bir ulus farklı sınıflardan oluşur, bu sınıfların toplumsal çıkarları birbirini dıştalar. Dahası, her toplumsal sınıf, kendi sınıfsal rakipleri ile bu mücadele içinde yerini alır.
Modern bir sınıf olarak proletarya, kendi toplumsal sistemi olan sosyalizmi hedefler; ancak çözüme kavuşmayan ulusal-demokratik sorunları, "demokrasinin en kararlı savunucusu" (Lenin) olarak savunur, bu mücadeleye önderlik eder. Bundan dolayı, o sosyalizm perspektifi ile, ulusal ve demokratik sorunları çözüme kavuşturan demokratik devrimi savunur. Böyle bir programı kabul eder.
Ulusal ve demokratik sorunları savunur, kendini "sosyalist devrim"le, tek başına ulusalcılıkla sınırlamaz. Proletaryanın yanı sıra, başta burjuvazi olmak üzere, orta sınıflarda ulusal kurtuluşu hedefleyen bir devrimde yer alabilirler. Bunun için asıl sorun, ulusal pazardır. Ulusal kurtuluş mücadelesini de bu temelde etkileyip kendi sınıf çıkarına bağlamak isterler.
Bundan dolayı, ulusal bir devrimde tek bir sınıf değil, bir çok sınıf ve katmanlar, kendi sınıfsal çıkarları ve özlemleri ile, "ulusal" paydada yanyana bulunabilirler. Hatta KUKM'de olduğu gibi; devrim, ilk çıkış aşamasında tamamen emekçi sınıflara dayanırken, ulusal mücadelenin gelişmesi sonucu bu atmosfer orta sınıfları etkiler, kendi etkinliklerini bir dizi taktik politikada hissettirebilirler. Tüm bunlar, anlaşılabilir gelişmelerdir. Bugün KUKM'e böyle farklı eğilimler vardır ve her eğilim, UKM'yi kendi rotasına çekmek istemektedir.
Ancak bünyesinde bazı olumsuz eğilimler taşısa da Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesi, sömürgeci Oligarşi'nin politik dengesini ve programını bozan en önemli toplumsal dinamizmdir. Vahşi sömürgeciliğin koyu terör politikası eşliğinde bir çok politika, KUKM'yi işlevsiz kılmak üzere devreye sokulmaktadır.
Stratejik köy projesinden, Barzani'ye karşı asimilasyondan, S. Elçi'ye kadar uzanan bu plan, fazla sonuç verememektedir. Ama, bunların yanısıra, KUKM'de "barış", "ateşkes" taktik politikaları; amacını aşıp, stratejik düzeye eğilim göstermesi sonucu, kitle hareketinde bir durağanlığın yaşandığını belirlemektedir.
Kitle hareketindeki bu durgunluk, dönemin önemli bir özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır. Bütün bunlara rağmen KUKM, bir çok alanda kurumlaşmıştır, Türkiye ve Kürdistan Devrimi'nin en önemli moral değeridir. KUKM ile TDH arasında kopmaz bağlar vardır; tarihsel, siyasal, toplumsal nedenlerle kurulmuş bu bağlar, iki ülke devrimini birbirine, sürekli çok daha fazla yakınlaştırmaktadır.
Her iki ülke devrimi; birbirinden farklı stratejik, taktik programlara sahiptir. Birbirini koşulsuz ve kaçınılmaz bir biçimde, bütün dünya devrimlerinden daha doğal ve daha direkt bağlarla belirler. (Etkilemez, belirler.) Ama her iki ülke devrimi, eşitsiz bir gelişim içindedir. Bu durumun doğru değerlendirilememesi, bütün Ortadoğu devrimlerinin hatalı değerlendirilmesi ve doğru bütünsel sonuçların alınamaması vahim hatasını gündeme getirir. Dolayısıyla, çok, çok önemlidir.
Kürdistan devriminin bulunduğu aşamayı yukarıda ifade ettik. TDH ise, bugün KUKM nazaran, objektif nedenlerle daha geri bir noktadadır.
Bugün TDH, özellikle 1990 sonrasında, 12 Eylül yenilgisinin yaralarını sarma kavgası içindedir. Bu süreç, çok ağır ve sancılıdır. Önemli kitle hareketleri, kendiliğindenciliği ağırlıkla yaşamaktadır. Zonguldak işçi hareketi, önemli bir aşamayı ifade eder, bunu Paşabahçe, Gebze, Özelleştirme vb kitle hareketleri izler.
Ancak bunların dışında, işçi hareketleri, yerel-lokal karakter gösterir. 1996 1 Mayıs'ı; özellikle kitleselliğiyle, dönemin Oligarşi'sini en fazla ürküten kitle hareketi olmuştur. Ayrıca, öğrenci hareketinin 1987 çıkışı, niteliğine rağmen, sonrasında bir durgunluk yaşamıştır. Bu durgunluk, arasındaki süreç çok fazla olsa da, 1995 ve 1996 yıllarında "Harçlara Karşı Mücadele" ile, önemli bir ivme kazanmıştır. Gazi Direnişi, yine dönemin en ciddi toplumsal hareketlerinden biridir. Bu yöresel direnişler; Alevilerin tepkilerini de ardına alan bir biçimde, yoksul emekçi sınıfların önemli bir toplumsal öfke birikimi içinde olduğunu göstermektedir.
Ne varki 1996 1 Mayıs'ı sonrasında, Oligarşi'nin klasik saldırı kampanyasının yanısıra; TDH'ye sinmiş çocukluk hastalıkları, kitle hareketlerini her zamankinden çok daha fazla olumsuz etkilemiştir ve çok büyük bir gerileme dönemi yaşanmaya başlanmıştır. Yine de bütün bunlara rağmen, Oligarşi'nin programını etkileyecek bir potansiyel vardır.
Tam da bu noktada, bir-iki yanılsamaya dikkat çekmek istiyoruz:
Birincisi; gerçeği yansıtmayan, abartılı bir tesbit olan "iç savaş" değerlendirmesi yapan sözgelimi MLKP'nin "1. Kongre Belgeleri"nden aktaralım:
"Birincisi; Türkiye'yi anti-emperyalist demokratik devrime ve bu devrimin zaferine götürecek yolun, burjuvazinin proletarya, devlet-halk vb açık sınıfsal ve siyasal karşıtlıkların yanısıra, fakat bundan daha çok, Türk-Kürt, Sünni-Alevi, Laik-Şeriatçı gibi somut biçimler üzerinde yükselen bir iç savaş, ya da iç savaşlar serisinden geçerek gelişeceğidir. (B.K. Belgeleri Sf,90)
Sözünü ettiğimiz Kongre Belgeleri'nde, benzer tespit ve tanımlamalar, özellikle "strateji ve taktik" biçimlendirmeleri için, sık sık tekrarlanmıştır.
İkincisi şudur:
"TC kurulduğu andan itibaren iki temel meselenin üzerini örttü. Birincisi Kürt meselesi, ikincisi İslami muhalefet... Egemenler, İslami muhalefeti, 1920-30 arası zorla, Kürt meselesini de 1925-40 arasında gelişen isyanları katliamlarla bastırarak çözdüğünü düşündü. Fakat bugün görüldü ki, devletin üzerini zorla örttüğü bu sorunlar yine onun karşısına dikilmiştir.
Kürt halkı, kendi talepleri doğrultusunda, TC'yle kıyasıya bir savaş içindedir. Şimdi de aynı biçimde olmasa bile, benzeri bir kapışmayı, İslami güçlerle yaşayacağı görülüyor. RP'nin hükümetten uzaklaştırılması, bu gerçeği değiştirmez, devlet açısından önümüzdeki süreçte bu mesele bir açmaz olarak önünde durmaktadır." (Hedef; S. 70 Ağustos 1997)
Her iki bakış açısını bir çok açıdan eleştirmek mümkündür; ama her ikisinin ortak paydası, reel politika yapma hastalığına tutulmaları ve sınıfsal bakış açısını bir tarafa bırakmalarıdır.
Son yıllarda özellikle halkçı-popülist karaktere sahip devrimci akımların, hızla sınıfsallıktan uzaklaştığı açıktır. Her iki kesim de bundan nasibini almaktadır. Yanılsama çok nettir.
Reel politika yapılıyor, öne çıkan olgular, sınıfsal zeminden koparılıp, "alevilik", "siyasal islam" gibi akımlara, hayali roller yükleniyor. Tali sorunlar, temel sorun haline dönüştürülüyor, gerçek ters yüz edilip kitleler yanıltılıyor. Dahası, taktik ve strateji, bunun üzerine inşa edilip, Oligarşi'nin komplolarına, hamlelerine alan açılıyor.
Bir kez daha soralım; siyasal islam, Oligarşi için KUKM ve TDH gibi bir tehlike midir; ya da siyasal islam, Oligarşi'nin programını bozacak bir kimliğe sahip midir?
Bu tarz abartılı saptamalar yapanlar, Türkiye'de islam dininin rolünü kavramayan, onun devletle bağını göremeyen veya görmek istemeyenlerdir. Oligarşi dini, her dönem, özellikle de emperyalizmin içsel bir olgu olduğu yeni sömürgecilik koşullarında hep kullanmıştır. Onu, sistemin devamı için beslemiştir. Bundan dolayı, Türkiye'de islam, örneğin Ortadoğu'da görülen "radikal" biçimi ile uygulanamaz. İslam, Türkiye'de, Oligarşi tarafından terbiye edilmiştir. İslam her dönemde, KUKM ve TDH'ye karşı bir kalkan olarak kullanılmıştır. Bunu görmemek, tali çelişkileri abartmak, son derece yanlıştır.
Özetle şu söylenebilir: TC Oligarşi'sinin her adımı, kendini yeniden düzenleyen her açılımı her programı, çok rahat karşılık bulmaktadır. Toplumsal ve siyasal ilişkilere yayılan bir dizi çelişki, bu program, açılım üzerinde etkide bulunmaktadır. Her "çözüm" olarak ileri sürülen adım, çok kısa bir zaman diliminde, "çözümsüzlüğe" yol açmakta; bundan kaynaklanan arayışlar da, eskinin tekrarı da olsa, hiç bitmemektedir.
Yeni sömürgeci toplumsal sistem, sürekli bir kriz içindedir; bu kriz her alanda, ekonomik, siyasal, kültürel, toplumsal tüm alanlarda çok boyutlu yaşanmaktadır. Oligarşi'nin her "arayışı", günlük yaşama, emekçi sınıflar için daha fazla sömürü, baskı, terör, insanın insana yabancılaşması olarak yansımaktadır. "Demokrasi", "İnsan Hakları", Hukuk Devleti" vb demogojik kavramlarla süslenen bu politikalar, sürekli faşizmin daha fazla kurumsallaşması-merkezileşmesi demektir.
Kürdistan devrimi açısından olduğu kadar, Türkiye devrimi açısından da 1997 yılı önemlidir. KUKM bu yılı "Final Yılı" olarak tanımladı. Gerçekten de alabildiğine yoğun gelişmelere, çatışmalara şahit oldu 97 yılı... TDH açısından ise, ağır bir tempo içinde, durgun bir süreç yaşanmıştır!
1997, Oligarşi açısından da önemli bir yıl olmuştur. Öncelikle "Susurluk" merkezli tartışmalar, ortaya çıkan gerçekler, Oligarşi'nin çok önemli özelliklerinin, kirli yüzünün geniş bir kitle tarafından da öğrenilmesini getirmiştir. Oligarşi'nin "çelik çekirdeği" olarak tanımlanan kontrgerillanın, ABD Emperyalizmi'ne bağlı çerçevesinde, CIA yönetiminde 1950'lerden bu yana örgütlendiği, bu ilişki ağının İsrailMOSSAD'a kadar uzandığı biliniyor.
Bu yanıyla uluslararası bağları olan bu örgütlenmenin, aynı zamanda "içsel olgu" haline gelen emperyalizmin varlığını, onun bizzat oligarşi içinde kurumlaştığını gösteriyor. Bunun devamı olarak, bu güçlerin, sadece bir terör örgütlenmesi olmadığı, sivil faşist güçleri bizzat örgütleyip halk muhalefetine karşı kullandıkları, faşizmin vurucu gücünü yarattıkları, bu kurumlar aracılığıyla "Türkçülük", "Türk İslamcılık" adına faşizme kitle temeli yarattıkları, özellikle son yıllarda yükselen KUKM'ye karşı tüm kirli yöntemleri kullandıkları, sömürge savaşını finanse etmek için her türlü kirli işi yaptıkları vb bir çok yönüyle açığa çıkmıştır.
Tüm bunlar, bilinmeyen olgular değildir; devrimci hareket tarafından 1970'lerden bu yana hep dile getirilmiştir. Ancak ortaya çıkan gerçekler, bunların onaylanmasından öte, kitlelerin gözünün önüne serilmesidir.
Bütün bunlar, "devletin içine çetelerin sızması" değil, bir çete devletinin, "egemen sınıf olarak örgütlenen devletin" tüm burjuva hukuk normlarını bir yana bırakarak varlığını sürdürmesidir. Bu açıdan, "Susurluk"u Oligarşi'den ayırmak veya onun bir parçasını kirleten bir olay, sıradan ama onaylanmayan bir olay olarak değerlendirmek; bu değerlendirmelerin etkisi altında kalmak, en hafif deyimle reformizmdir, özünde halka ihanettir.
Ancak, bizzat Oligarşi'nin bu konuyu, "Susurluk"u önce örtmek istediği, ama bunu başaramadığı, sonra da kontrol ederek; hatta bundan bir biçimde yararlanarak yıpranan yanlarını tamir etmek istediği biliniyor.
Bu toz duman içinde, başta "İller İdaresi Kanunu" olmak üzere, "Kriz Yönetim Merkez Yönetmeliği", "28 Şubat Kararları", ve "Milli Güvenlik Siyaset Belgesi-MGSB" olarak bilenen MGK Anayasası, 1997 yılı içinde önemli adımlar olmuştur.
ABD-İsrail-Türkiye ekseninde, yeni bir açılım olarak ortaya çıkan ihtiyacın önünde, "İslam" söylemini benimseyen RP, elbette gözden çıkarılacaktır. RP eksenli tartışmalar, bir yanıyla budur. Bir yanıyla hedef saptırmadır ama ne olursa olsun, önemli bir gelişme olduğu açıktır.
"Elimizde ancak % 20 bilgi var, kamuoyu bunun %5'ini biliyor" denilen "Susurluk", kontrgerilla tartışmalarının içinde; "İller İdaresi Kanunu" olarak bilinen Oligarşi'nin merkezileşmesi ve tüm illerde "Olağanüstü Hal" olarak bilinen baskı politikasına, hukuki bir çerçeve oluşturma çabası söz konusudur.
Bu yıpranan yöntemleri, yeni adlar altında, açık faşizmin yeni bir hukuki çerçevede tanımlanmasıdır. Bu mantık, politik hamlede "kriz yönetim merkezi yönetmeliği" ile çok daha fazla netleşmiş, emekçi sınıflar başta olmak üzere, tüm toplumsal muhalefetin yok edilmesi amaçlanmıştır.
Artık faşist 1982 Anayasası da onlara yetmiyor, yetmeyeceği düşünülüyor, adeta iç savaşa göre herşey baştan düşünülmek isteniyor. "Başkanlık Sistemi" tartışması, bunun bir parçası olarak devreye giriyor. Özal döneminde bizzat Özal tarafından başlatılan bu tartışma, bu kez yeni sömürgecilik ilişkilerinin bir ifadesi olarak, adı "Morrison Süleyman"a çıkan Demirel tarafından başlatılıyor: "Gelin bu günkü siyasal bunalımdan çıkış için ve bir daha bu tür bunalımlara girmemek için, ortak bir çözüm üretelim, başkanlık veya yarı başkanlık sistemi, rejime ve demokrasiye sigorta olur mu? Bunları tartışıp sağlıklı bir sonuca bağlayalım. 65 milyonluk Türkiye'yi, mevcut sistemle idare etmek kolay değil, hızlı karar almaya ihtiyaç var ve bunun yolu da, başkanlık sistemi, bence sistem tartışmasından korkmamak ve tartışmayı yapmak lazım." (Ülkede Gündem 2 Ekim 1997)
Bu sözlerde bir de itiraf var: Yeni sömürge sistem, bitmiştir! Demirel, bunu itiraf ediyor; "sistemi tarışmaktan korkmamak ve bu tartışmayı yapmak lazım" diyor ama o özünde sistemi tartışıyor, aksayan yanları görüyor, sınırlı bir tartışma ile özünde bir ABD modeli olan, ancak demokrasi geleneği olmayan, faşizmin süreklilik gösterdiği bir ülkede, "yarı askeri yönetim" olarak da tanımlanan bir model öneriyor.
Bu ülkede, devrimciler-sosyalistler, bu sistemi tartıştı ve onu "yıkmaya" mahkum etti. Demirel bunu tartışmıyor, onarmaya çalışarak, daha çok merkezileşmeyi talep ediyor, bunun kamuoyunu oluşturmaya çalışıyor. 1982 Anayasası'nın, Cumhurbaşkanı'na olağanüstü yetkiler verdiği biliniyor, fakat bu da tıkanan sisteme yetmiyor, daha fazlası isteniyor.
Bu ülkede, herşey MGK'da tartışılır, orada karar haline dönüşür. Parlamento, hükümet, siyasal partiler, sözüm ona demokratik kurum ve kuruluşlar, vb hep işlevsizdir. Onların görevi, MGK'nın kararlarını kayıtsız şartsız hayata geçirmektir. 1997 yılı, bu açıdan da önemli karar ve tartışmalara şahit olmuştur. Ünlü "28 Şubat kararları", budur. Bu durum, RP'nin iktidardan uzaklaşmasına kadar uzanmıştır. "Son MGK Anayasası" olarak bilinen "Milli Güvenlik Siyaset Belgesi", dönemin bir panaromasını çıkarmıştır. Bu açıdan, önemlidir:
"Bölücü ve irticai faaliyetler, eşit ve birinci derecede önceliklidir. Siyasal islam, Türkiye için bir tehdit unsurudur."
"Türk milliyetçiliği, bazı kesimlerce ırkçılığa dönüştürülmek istenmektedir. Ülkücü mafya bundan yararlanmakta, bu da bir tehdit unsuru oluşturmaktadır."
"Aşırı sol, yine tehdit unsuru olmaya devam etmektedir, ancak bir yumuşama içinde olduğu görülmektedir."
"Kamusal alana kaymamak koşulu ile mahalli ve kültürel özelliklerin geliştirilmesine yönelik düzenlemeler yapılmalıdır." (17 Kasım 1997, Ülkede Gündem)
Elbet burada MGK Anayasası olarak bilinen belgede, "siyasal islam" ve "ülkücü mafya"ya yönelik değerlendirmeler, somut gerçeklerle uyumlu değildir, abartılı hedef saptırmaya yöneliktir. Sosyal pratikte bunu göstermektedir. Her iki kesim de, bizzat Oligarşi tarafından desteklenen, örgütlenen, toplumsal muhalefet ve bir dizi kirli işlerde kullanılan güçlerdir. Ancak, açığa çıkan gerçeklerle, özelikle "Susurluk" gerçeği ile yıprandıkları, kaçan ipin ucunu tutmak istedikleri açıktır. Böylece, bu temelde oluşan tepki, tekrar düzene/sisteme bağlanmak istenmektedir. Oligarşi'nin "siyasal islam" ile "ülkücü mafya"ya ilişkin yayınladığı (aynı değil), belge de, bunu açıklıyor. Ancak siyasal islamın KUKM ile aynı derecede tehlikeli olması ise, koca bir abartmadır.
İlginç, önemli ve öğretici olan, TDH'ye yönelik değerlendirmedir. KUKM'nin "birinci derecede tehdit" olduğu doğrudur. Bu, bugün için değil, yıllardır böyledir. Bir diğer doğru tespit ise, TDH'ye yönelik "tehdit unsuru olmaya devam ettiği" ama "yumuşadığı"dır. Reformizm'in TDH'de önemli bir damar oluşturduğu, bu dönemin, marksizmi "yumuşatarak" düzen içine çektiği, bu yönde çalıştığı açıktır.
Ancak sözkonusu MGK Anayasası'nda, bundan sonrasına ilişkin önemli bir ayrıntı da vardır. Bir yandan KUKM'sini "birinci dereceden tehdit" olarak değerlendiren bu belge, Oligarşi'nin Kürt sorunundaki yeni açılımı hakkında da ipucu vermektedir. "Kamusal alana kaymamak koşuluyla" diyerek, resmi devlet çerçevesinin tamamen dışında tutulan, "mahalli ve kültürel özelliklerin geliştirilmesi"nde ifadesini bulan, Kürtçe Tv, radyo vb konusunda adım atılacağını söyleyen bir devlet protokolüdür. Elbette bu adım, hem KUKM'nin başarısıdır hem de var olanı biraz resmileştirmedir ama yine de, bir adımdır.
Bu adım doğrultusunda hazırlıkların olduğu biliniyor. 1997 sonlarında, mehmetçik basınını Kürdistan'a davet etmesi; "terörü bitirdik, sıra ekonomik ve sosyal hamlede" söylemi de, bunun ip uçlarını vermektedir.
MGK'nin aynı belgesinde, bürokrasinin üç aylık eğitimini içeren bir karar var; bu da Oligarşi'nin"çelik çekirdeğinin" oldukça güçlendirileceği anlamını taşıyor...
Tüm bunlarda, uzun vadeli bir programın, merkezileşen faşizmin adımlarını görüyoruz. Oligarşi'nin, gelişmelere göre kendini hazırlamaya çalışıyor.
Devrimci hareket, düşmanının taktiklerini, orta vadeli programlarını da görerek, hazırlıklarını buna göre yapmalıdır.
Yarının bugünden ağır olacağı açıktır, bu böyle bilinmelidir.
(sürecek)

 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92