98 Notları-2
Şerif Onursal
|
Ülkemizde "İşbirlikçi Yerli Sermaye" sanıldığı
ve çok sık ifade edildiği kadar, "cılız ve ilkel"
değil; baştan itibaren uluslararası sermayenin denetiminde
büyüse de, oldukça ciddi bir birikime sahiptir. Dışa
bağımlı bir karakter gösteren Türk burjuvazisinin, artık
150 yıllık bir evrimi/tarihi vardır. İlkel birikim dönemini
çoktan aşmış, 2. Dünya Savaşı sonrasında, yeni sömürgecilik
ilişkileri içinde sanayi ve mali alanda özgün bir biçimde
söz sahibi olmuş, tekelci ve özel bir karakter kazanmıştır.
Modern kapitalist ilişkiler, özellikle 1960'larda egemen
olmuş, 1970 ve 1980 döneminde yaşanan ve tekelci burjuvazinin
lehine ciddi birikim sağlayan toplumsal-siyasal süreç,
bu egemenliği pekiştirmiş, Oligarşi'nin önemli sıçramalar
yapmasının koşullarını oluşturmuştur.
1970'li yıllar, yeni sömürgeci kapitalizmin olgunlaştığı
yıllardır ve iç pazara yönelik "ithal ikameci model",
bu kapitalist birikim modeli tıkanmıştır. 1980'li yıllar
bu tıkanıklığın, "ihracata yönelik sanayileşme"
kapitalist birikim modeli temelinde aşıldığı yıllardır.
Artık yeni sömürgeci kapitalizm, çok uluslu şirketler
ile birlikte "Misak-ı Milli" sınırlarını aşmış,
dış pazara yönelik -özellikle Ortadoğu vb- bir model
benimsemiştir. Bazı "Türk" tekelci sermaye
grupları, dünya ölçeğinde sayılı tekelci gruplar arasında
alt sıralarda da olsa yer alabilmektedir.
Öte yandan, yine özgün bir biçimde uyuşturucu, kara
para vb ile palazlandırılan yeni mafya sermaye kesimleri,
orijini 'belirsiz' bir zenginlikle, bölge ve dünya kapitalizmi
içine kimliksiz bir dalış yapmıştır. Ancak, bütün bunlar,
kapitalizmin sermaye iç dinamizminden yoksundur, ülke
demokratik devrimini tamamlayamamıştır; ve kaçınılmaz
olarak bu alan da tüm diğer alanlar gibi demokratik
karakterden, burjuva demokratik çerçeveden tamamen uzaktır.
Demek ki artık, 1970'lerin söylemi olan, "nitel
ve nicel açıdan cılızdır" tanımlamaları, sorunu
yeterli derecede açıklamaktan uzaktır. Ayrıca, halkçı-popülist
akımların ileri sürdüğü gibi, TC burjuvazisi, yarı feodal,
yarı sömürge ülkeler için geçerli olan komprador karakterli
bir burjuvazi değildir.
"Komprador burjuvazi" veya "komprador
kapitalizm", milli olmayan bir kapitalizmi ifade
ettiği gibi, aynı zamanda onun rolü, ticari sermaye
sürecinde ortaya çıkan, üretimden uzak, "acentelik"
rolüyle sınırlı, bundan pay alan bir burjuvaziyi veya
kapitalizmi tanımlar. Kapitalizmin kendi iç dinamiği
ile gelişen ülkelerdeki milli burjuvazilerle, kapitalizmin
emperyalizmin denetimi altında geliştiği-geliştirildiği
ülkelerin burjuvazileri arasındaki farkları tanımlamak
gerektiğinde, bazı kesimler için bu farkın ifade edilmesinin
güçlüğü, dönemimizde de "komprador burjuvazi",
"komprador kapitalizm" tanımlarının, yeni
sömürge ülke oligarşileri için kullanılmasını doğurmaktadır.
Emperyalizmin 2. Bunalım Dönemi'nde, yarı-sömürge, yarı
feodal ülkelerde, komprador burjuvazi, egemen sınıfın
çok önemli bir parçasıdır ve feodalizmin temsilcisi
olan sınıflarla iktidarı paylaşır, emperyalizmin toplumsal-siyasal
dayanağı rolünü üstlenir.
Devrim öncesi süreçlerin tanımlanması açısından, Vietnam
vb ülkeler, bu tip ülkelerdir. Bu yöndeki tanımlamalar
içinde, örneğin Mao'nun 1930-49 dönemi Çin toplumuna
yönelik tanımlamaları da doğrudur. Ancak Çin toplumuna
yönelik tanımlamaları, "Maoculuk" adına, bugünün
Türkiye'sine uyarlamak, kaba bir yaklaşımdan öte bağnaz
bir dogmatizmdir.
Doğada, toplumda ve insanda hiç bir olgu durağan, değişmez
değildir. Toplumsal ilişkiler de böylesi kalıplara hiç
sığmaz. Kapitalizm, çağını doldurmuş bir toplumdur,
çağını doldurmuş üretim ilişkilerini ifade eder. Ama
ne kendiliğinden yıkılır ne de olduğu yerde durur. Bir
biçimde doğal olarak, kendini yeniden üretir. Her yeniden
üretim süreci, kapitalizmin yaygınlaşması anlamına gelir.
Kaldı ki, bırakalım bugünün Türkiye'sini, ülkemizin
1930 Çin'i ile aynı toplumsal süreci yaşamasını, 1930'ların
Kemalist Türkiye'si bile, aynı yılların Çin'inden farklıdır.
3. Enternasyonal içindeki tartışma ve değerlendirmeler,
bu konuda yeterli bilgiyi vermektedir.
Şabloncu mantıkların dünyasında, "savaş ağası",
"komprador burjuvazi", "milli burjuvazi",
"kızıl siyasi üsler", "köylü savaşı"
kavramlarının gerçek yaşamdaki karşılıkları yoktur.
Bu tür tesbitlerle oluşturulan bir MDD veya DHD (2.
kavramı kullanıyorlar) programı ise, Türkiye halklarının
ihtiyaçlarına kuşkusuz hiçbir biçimde yanıt veremez.
Her şeyin taklidi kötüdür!..
Mao'nun, başta bazı felsefi konulardaki yanılgıları
olmak üzere, en pragmatik anlayışı olan "Yeni Demokratik
Devrim", bir çok hatayı içerir. Ama buna rağmen
Mao, Marksizmin önemli bir yorumudur, Çin Devrimi somutunda
dünya devrimine önemli katkılar sunmuştur. Ancak bizim
yerli Maocular, karikatürün de karikatürüdür. Ve bu
siyasal durumun, gerçek bir anlamı yoktur. Bu durumu
da, ülkemizin özgünlükleri ile açıklamaktan başka bir
olanak da yoktur!..
TC Oligarşi'si için kullanılan ve çok bilinen "ileri
karakol" tezi doğrudur; ama onun rolü, bir "ileri
karakol" olmaktan çok daha fazladır. O artık, "tarım
ambarı" değil, bir sanayi toplumudur ve buna (uygun
değil) uyarlı ekonomik ilişkiler yürütmektedir. Uluslararası
sermaye ile birlikte, iç içe, özellikle de daha geri
ülkelere, Libya, Mısır, Azerbeycan vb ülkelere "ekonomik
sızma" rolünü gerçekleştirmekte, bu ülkelere çeşitli
yatırımlar yapmaktadır.
Emperyalizm adına, çeşitli üs ve tesisleri; onların
hizmetine, işgal ve talan için onların kullanımına açmakla
kalmamakta, yine emperyalizm adına, Arnavutluk'tan Somali'ye
kadar, aktif bir askeri rol üstlenmektedir.
Bu dönemde, Kıbrıs'ın işgal edilip sömürgeleştirilmesi
süreci yaşanmaktadır. Azerbeycan'da kirli işler yapılıp;
müdahale, "darbe" yapmaya kadar götürülmektedir.
Yunanistan, Bulgaristan gibi ülkelerde Türklük-Müslümanlık
adına bir dizi komplo tezgahlanmakta, "Türki Cumhuriyetleri"nin
hamiliğine soyunulup; casusluk faaliyetleri, eski Uygur
ülkelerine kadar yayılmaktadır.
Öte yandan Kuzey Kürdistan'da vahşi sömürgecilik "Kirli
Savaş"la devam ettirilirken, küçük ölçekli bölgesel
savaş, Güney Kürdistan'a taşınmakta, Kerkük-Musul üzerindeki
sömürgeci hayaller her fırsatta dile getirilmekte, öne
çıkarılmaktadır. Tüm bunlar, Oligarşi'yi, sıradan bir
"ileri karakol" olmaktan öte, emperyalist
politikanın son derece aktif bir unsuru yapmaktadır.
Bu aktivasyonlarla ve taşınan geleneksel emellerle gücün,
dünya ölçeğindeki konumun çakışmaması ise, bizim Oligarşi'nin
en büyük açmazını oluşturmaktadır. Bilinmelidir ki TC
Oligarşi'si, bu çıkmazında boğulacaktır.
Demek ki; "zayıf, cılız, ilkel" bir sermaye
ile karşı karşıya olmadığımız gibi, yeni-sömürgeciliğin
en ileri boyutunun yaşandığı, ekonomik-askeri rol oynamaya
uygun, bunu güçlü bir merkezi otorite ile somutlaştırmış
bir sistemle karşı karşıyayız.
"Sömürgenin sömürgesi olmaz" tezi, sadece
Kürdistan'da kurumsallaşan sömürgeciliği gizlemeye yaramıyor,
aynı zamanda Oligarşi'yi olduğundan daha "hafif"
görüyor. Bu tezi ileri sürenleri bir yana bırakırsak,
herkes bir gerçeği teslim eder: "Emperyalist Türkiye"
tezi/kavramı, bütünsel açıdan ele alırsak, abartılıdır-yanlıştır.
Ama Osmanlı Devleti'nden miras aldığı yöntemlerle, aç
gözlü oligarşi, işgalci, ilhakçı ve sömürgeci karakterdedir.
Bu anlamda, her zaman emperyalizm adına gereken rolü
oynamaya hazır bir potansiyeli vardır.
TC- İSRAİL-ABD
Ayrıca, yukarıda işaret ettiğimiz gelişmeler temelinde,
bugün Oligarşi, geleneksel dış politikalarında, "denge"
taktiğini bir yana bırakmıştır, emperyalist özlemleri
artmıştır. 1997 yılı içinde gerçekleştirilen, özünde
hep var olan ama bunu ileri bir noktaya sıçratan TC-İsrail
Antlaşması, son derece önemli bir gelişmedir.
Bu, özellikle Ortadoğu'da, ABD-İsrail-Türkiye yakınlaşmasının,
dış politikanın bu doğrultuda yürütülmesinin somut ve
açık bir ifadesidir; bu üçlü ittifakın gerçekleştirilmiş,
daha doğrusu alenen ilan edilmiş olması, bölge halklarına
karşı komplo ve saldırıların bundan sonraki süreçlerde
daha da yoğunlaştırılacağını ifade etmektedir.
Oligarşi açısından ABD'nin rolü hep nettir; koşulsuz
bağımlılık... Buna eklenen, bölge ölçüsünde İsrail faktörünün
bu denli netleştirilmesi durumu ise yenidir; alt emperyalizmin
örgütlenmesinin bir başka ivme kazanmasıdır.
Yeni rol, yeni açılım demektir; yeni dönemin yükseltilen
ilişkileri, bu durumu çok daha fazla belirginleştirmektedir.
Yeni açılım programı, Oligarşi açısından bir sürekliliğin,
birbirine eklenen ve devamlılık gösteren halkaların,
yeni bir halka ile bağlanması demektir. Bu, sorunun
önemli bir yanıdır; ama bu programın önünde ciddi engeller,
programı bozucu dinamikler de vardır.
Bu politik açılım, emperyalist sistemin bir ihtiyacı
olarak belirir ama nesnel ve öznel koşulların da buna
hazır olması, olgun olması gereklidir. Sınıf mücadelesi
ekseninde şekillenen politik olgular, ihtiyaçlar, bir
dizi politik gelişme ve güçler iradesinin çatışması
sonucu somutlaşır. Eğer politik olgular, bu tip çatışmalı
bir süreç yaşamazsa, tarih, özel istemlere göre belirlenir
ki bunu kabullenmek; koyu bir idealizmdir.
Herşeyden önce, Oligarşi'nin kendi yapısında tam bir
konsensus yoktur; özünde sömürüden daha fazla pay alma
kavgasından kaynaklanan, ama giderek farklı siyasal
boyutlar kazanan çelişkiler yaşamaktadır. Oligarşi içinde
egemen olan tekelci sermayenin kendi içinde çelişkileri
olduğu gibi, tekelci sermaye ile orta sınıflar arasında
da önemli çelişkiler vardır.
Egemen sınıflar arasındaki bu çelişkiler süreklidir,
yeni-sömürgeci kapitalist sistemde içselleşmiştir. Ancak
bu çelişkiler, bazı dönemler yoğunlaşsa da, özünde özellikle
de daha ciddi bir "tehlike" olan toplumsal
muhalefete karşı aynı platformda yer almaktadırlar.
Bu çelişkinin karakteri, antagonist değildir. Bu nedenle
bu çelişki toplumsal süreçte tali bir role sahiptir.
Dolayısıyla, bu çelişkilerden devrim ve sosyalizm adına,
demokrasi ve bağımsızlık adına, olumlu adımlar beklemek
boş bir hayaldir. Bu çelişkiden yararlanılır; ama ona
abartılı yaklaşarak ondan oynayamayacağı rolü üstlenmesini
beklemek, sadece yanlış bir değerlendirmeyi ifade etmez,
aynı zamanda kitleleri yanıltmaya hizmet eder. Bazı
çevreler bu tip yanlış değerlendirmeler içindedir ve
bunlara zaman zaman KUKM önderliği de katılmaktadır
ya da KUKM önderliği olarak sözkonusu yanlış değerlendirmelerden
etkilenilmektedir. Kitlelerin zaman zaman boş hayallere
kapılmasına hizmet edilmektedir. Ayrıca, kimi taktiklerde
de bu çelişkiler önemli bir yer tutmaktadır ki bu da
doğru değildir ve son derece sakıncalıdır.
Orta sınıflarla tekelci sermayenin ilişkisi, yeni-sömürgeci
sistem açısından oldukça önemlidir. Emperyalizme bağımlı,
iç dinamikten yoksun, demokratik geleneklerden uzak;
ekonomik-siyasal-sosyal sorunlarla alabildiğine yıpranmış
bu sistem, alt yapısından üst yapısına kadar, sürekli
bir milli kriz içindedir; kriz yapısaldır.
Lenin'in ifadesiyle; "alt sınıfların artan tepkisi,
yönetenlerin eskisi gibi yönetememesi" sonucu,
tekelci sermaye, orta sınıflarla ilişkiyi düzenlemek,
belirli bir seviyede tutmak, bu düzlemde ekonomik-siyasal
ilişkiler örgütlemek zorundadır.
Orta sınıflar, yukarıdan aşağıya bir tarzda gelişen
yeni sömürgeci kapitalizmin bir halkasıdır, tekelci
sermaye ile pazar ilişkileri içinde zorunlu bir ilişki
yürütür. Orta sınıflar, kapitalizmle, yeni sömürgecilikle
çatışma içinde değildir, tam tersine onun bir parçasıdır,
onun bir ürünüdür, çıkarı bu sistemle çakışır.
Bu yanıyla, orta sınıflar, "milli" karakter
göstermezler; yani "komprador kapitalizme"
karşı, "milli kapitalizmi" savunmazlar. Onlar,
tekelci sermayenin payandasıdır, yeni-sömürgeci kapitalizmin
beslenmesinde önemli rol oynarlar, birikim düzeyine
parelel tekelci sermayeye kan taşırlar, kendi içlerinde
yeni sermaye grupları yaratırlar. Bundan dolayı, DHD
sürecinde, asla devrim müttefiki olamazlar, stratejik
açıdan halk güçleri ile çatışırlar.
Özellikle, 1930 Çin toplumunu, şabloncu bir mantıkla,
ülkemiz gerçeklerinden bağımsız savunan, 'yeni sömürgecilik'
olgusunu kavramamış, onu 'yarı-sömürge' ile aynı parelelde
değerlendiren popülist-halkçı akımların, bu orta sınıflara
ait hayallerine, nesnel gerçeklerle hiç uyumlu olmayan
roller yükledikleri biliniyor.
Bu çevreler, DHD sürecinde mutlaka bir "milli burjuvaziye"
ihtiyaç duymakta (!) onu orta sınıfla aynılaştırmakta;
DHD sürecinde, özellikle de ulusal çelişkilerin yoğunlaştığı
aşamada, bu sınıfa "stratejik" rol yüklemektedirler.
Devrim için bu sınıfla ittifakı mutlaklaştırmakta, hatta,
ütopyayı hepten büyüterek, DHD sonrası oluşacak iktidarda
bu sınıfın söz sahibi olması gerektiğini büyük bir "kararlılıkla"
savunmaktadırlar.
Önüne, kapitalizmin sınırlarını aşmayan bir DHD programı
koyan, sosyalizme mesafeli yaklaşan, Çin Devrimi'nde
önemli bir politik güç olan Kuamintang'ın tam karşılığını
-ki devrimin çok önemli aşamalarında karşı devrimci
rol oynamıştır- bir türlü Türkiye'de bulamayan bu akım/çevreler,
tam da bu noktada büyük bir şaşkınlık yaşarlar.
Kimdir milli burjuvalar, bunların politik temsilcileri
kimlerdir? Özünde CHP'den ideolojik kaynağını alan Doğu
Perinçek-İP'ye kadar uzanan bu ittifak arayışının, bu
yöndeki değerlendirmeleri, hiç bir sonuç vermemektedir.
Bu zaman tünelinde kalmış akım ve çevrelere rağmen,
orta sınıflar, devrim ve sosyalizm lehine, önemli toplumsal-siyasal
rol oynamazlar- oynamıyorlar da...
Anlaşılacağı üzere, tekelci sermaye ile orta sınıflar
arasındaki ilişki, çelişkili bir bütünlük içindedir.
Daha da somutlaştırmak gerekirse; orta sınıflar, bugün
burjuva partiler içinde kendine yer bulmaktadır. Bir
dönem ANAP, "Biz orta direğin partisiyiz"
derken, özünde tekelci sermayenin bir partisi olduğu
halde, orta sınıflarla uyumunu ifade etmektedir. Bu
ittifak onu iktidara taşımıştır.
RP, özellikle Anadolu'da palazlanan orta sınıflara dayanır,
İslami bir söylemle de, siyasal alanda bunların çıkarlarını
seslendirir. Son yıllarda dozu artan siyasal islam tartışmaları,
RP ye yönelik tekelci sermaye saldırıları, "irtica"
umacasının pompalanması, laiklik-anti laiklik tartışmaları,
bir yanıyla bu çelişkinin ürünüdür.
CHP'de ifadesini bulan kemalist solculuk, hep orta sınıfa
dayanmak, onun desteğini aramak, bu temelde düzene taze
kan pompalamak istemektedir, bu yönde programlanmıştır,
düzen içinde ona bu tarz bir rol biçilmiştir. Ama örneğin,
74-75'lerde olduğu gibi, bu konuda başarılı olamamaktadır,
olamaz da; bunun nesnel-öznel nedenleri vardır.
Demek ki; bu ilişki biçimi, aynı zamanda siyasal karakterlidir,
düzenin devamı açısından zorunludur. Düzen, buradan
beslenerek varlığını yürütür.
Egemen üretim, egemen düşünce demektir
Hiç bir kesim, sınıf, önüne çıkan toplumsal-siyasal
sorun ve olgulardan bağımsız olamaz, onlara yönelik
politikalar oluşturmadan varlığını sürdüremez. Dolayısıyla,
toplumun her kesimi, tüm sınıflar, bir dizi sorun karşısında;
Kürt ulusal sorunundan, iktidar sorununa, ekonomik sorunlardan,
kültürel sorunlara kadar, belirli bir politik tutum
içinde bilenirler.
İktidarı elinde tutan, yönetme deneyimi olan, bunu her
konumda elinde tutmak isteyen tekelci sermaye başta
olmak üzere, tüm sermaye çevreleri, herkesten, her sınıftan
daha çok, ekonomik-siyasal-kültürel sorunlar üzerinde
politika üretmek zorundadır.
"Egemen üretim, egemen düşünce demektir".
Elbette her sınıf, her toplumsal kesim, kendi sınıf
çıkarı ve ihtiyacı doğrultusunda politika yapacaktır.
Ancak bu ilişki, her koşulda bire bir nitelikte değildir,
olamaz da. Yani her politik saptama, tanımlama, sonuç;
aynı anda sınıfsal kimliğe yansımaz, onu her açıdan
ifade etmez. Bu bir süreç sorunudur, bir dizi karmaşık
aşamalar sonucu netleşir.
Ayrıca her politik davranış, belli bir sınıfa aittir.
Bir dizi ilişkiler içinde, kendisini çevreleyen düşünce
ve davranışlarla kıyasıya bir mücadele içinde şekillenir.
Aynı zamanda, geleneksel politik tutum ve anlayışlardan,
onunla ilişki ve çelişki bütünlüğünden de bağımsız değildir.
Krizin yapısallığı ve; Kürdistan
Politik düşünce ve davranışlar, böylesi bir evrimi
aşarak kendi sınıfı ile bütünleşir.
Üretilen politikalar, bu politikalar arasındaki çelişkiler,
egemen sınıflar arasındaki durumu yansıtır. Üretilen
her politika, bu çelişkilerin dönemsel özelliklerini
etkiler, bazen belirler. Sürecimizde, başta KUKM olmak
üzere, bir dizi politik ve sosyal sorunumuz, bunlar
karşısındaki politik duruş, çözüm arayışları, böyle
bir niteliğe sahiptir.
Tarihsel sürece baktığımızda; "tek parti dönemi"
bir yana bırakılırsa, 1950'den bu yana, çoğu kez "siyasi
istikrar" olarak adlandırılan yönetememe krizi
hep yaşanmıştır.
Oligarşi içi çelişkileri de yansıtan bu kriz, yapısaldır.
Bu tarihsel dönemde, birbirini izleyen "hükümet
bunalımları, koalisyonlar, cuntalar, sıkıyönetimler,
olağanüstü haller", düzenin karakterini açıklar.
Ama bütün bunlara rağmen; devrimci süreç açısından hem
ihtiyacı ifade eden, hem de engel oluşturan bu olgulara
rağmen, yeni açılım politikalarına yönelik ihtiyaç nettir...
Oligarşi'nin önünde, devrimci harekete nazaran, çok
daha önemli, ciddi engeller vardır. Bunların en önemlisi,
toplumsal mücadelenin iki önemli dinamiği olan KUKM
ve TDH'nin objektif unsurlarıdır.
Burjuvazinin herhangi bir kesimini değil, tümden yeni
sömürgeci sistemi yıkmaya yönelik bir dinamizme sahip
olan bu güçler, Oligarşi'nin her türlü programını bozacak,
emperyalist-kapitalist sisteme yönelecek, sistemi en
zayıf halkasından koparacak potansiyele sahiptir.
Sorun, bu potansiyelin, sosyalist devrimci perspektiflerle
bütünleşebilmesindedir.
KUKM, çok önemli bir aşamadır. Kürdistan, Oligarşi'nin
tüm inkar ve imha politikalarına rağmen, sömürge bir
ülkedir. Lozan Antlaşması ile dört parçaya ayrılan,
emperyalizmin denetiminde, Türkiye, İran, Irak ve Suriye
egemen güçlerince sömürgeleştirilen Kürdistan; bu niteliği
ile aynı zamanda uluslararası bir sömürgedir.
1925-40 döneminde, Kemalist Diktatörlük tarafından bastırılan
bir dizi ayaklanma, ulusal karakterlidir. Kemalizmin,
"betonladık" deyimi, sadece şiddetli bir somutlukta
kendini belirleyen bir sorunu, şiddetle çözmek istemesindendir.
Ancak bütün bunlara rağmen, ulusal demokratik talepler
gelişmiş ve 1970'lerden bu yana, bir dizi çok yaşamsal
ara aşama yaşayan KUKM, sadece Oligarşi'nin değil, Ortadoğu'nun
ve emperyalist-kapitalist sistemin en önemli sorunu
haline gelmiştir. KUKM sorunu ulusal değil, uluslararası
bir sorundur.
Kürdistan'ın en önemli, nüfus ve coğrafi açıdan en önemli
parçası; Kuzey Kürdistan'dır. PKK bu coğrafyada filizlenmiş,
yoksul köylülük başta olmak üzere emekçi sınıflara dayanmış,
özellikle TDH'den yoğun etkilenmiş, Marksizmi referans
almış bir partidir. PC'nin tezlerinden, Kesintisiz 2-3'den
etkilendiği biliniyor.
Dahası, manifesto niteliğinde olan Parti Programı'nda
ileri sürülen "MDD", "Halk Savaşı",
proletarya önderliğinde ulusal kurtuluş projesi, Türkiye'ye
yönelik tahliller vb, esasta doğrudur. Marksizmin Kürdistan
gerçeğiyle ifade edilişidir. 12 Eylül açık faşizmi,
sadece TDH'ne yönelik değil, başta PKK olmak üzere,
Kürdistan ulusal devrimci güçlerine yönelik bir programa
sahiptir. Bunun bir sonucu olarak Türkiye ve Kürdistan,
toplum ve tarih sahnesinden silinmek istenmiş; ama bunda
elbette başarı sağlanamamıştır.
12 Eylül açık faşizminin saldırılarını "geri çekilme"
taktiği ile karşılayan PKK, ciddi politik askeri hazırlıklar
temelinde , "Kürdistan'ın Miladı" olarak tanımlanacak
84 Ağustos Atılımı'nı gerçekleştirmiştir. Devrimde,
silahlı mücadele ve gerilla savaşı anahtar rol oynamıştır.
Gerilla mücadelesi, özellikle yoksul köylülüğe dayanarak;
devrimin emek karakteri, ulusal özelliklerinin yanında
önemli bir yer tutmuş, kitleselleşmenin önü açılarak,
serhildanlar yaratılmıştır.
1990'lı yılların başı böyle karşılanmış, sömürge ve
yeni sömürge ülkeler için geçerli -ama her ülke somutunda
kendine özgü ara aşamalar yaşayan- devrim stratejisi,
uzun süreli Halk Savaşı Strateji'si, "stratejik
denge" aşamasına ulaşmıştır.
Bu gelişme, özünde, 1970'lerden bu yana TDH'nin önemli
bir akımı olan partimiz THKP'nin Kürdistan somutunda
dirilmesidir. P-C tezlerinin Kürdistan'da hayat bulmasıdır.
Elbette, dogmatik mantıktan uzak olanlar için, gerçeğe,
sosyalizmin evrensel değerlerine sadık olanlar için
bu böyledir.
Bu gerçekliği, PKK önder kadroları da başından itibaren
ifade etmek dürüstlüğünü ve politik namusunu, enternasyonalist
yoldaşlık anlayışlarını kavrama düzeyinin bir ifadesi
olarak dile getirmektedirler. KUKM, sadece dünyanın
ve TC Oligarşi'sinin değil, kuşkusuz ve mutlak olarak,
TDH'nin de çok daha ciddi olarak gündemindedir. (TDH
sosyalistleri olarak, bu durum, tartışılamaz düzeyde,
objektiftir.)
Öte yandan bu dönem, "Kürt Diplomasisinin"
dünya düzleminde ciddi kurumlar yarattığı bir dönemdir.
İşte bir dizi özgül sürecin yaşanmasına parelel olarak;
1998 yılı, Oligarşi açısından "Topyekün Savaş"
stratejisinin benimsendiği, kirli sömürge savaşının
tüm pervasızlığını dayattığı bir dönemi ifade eder.
Bu açıdan KUKM de yeni bir dönemi yaşamıştır. Herşeye
rağmen KUKM, sömürgeci savaşa karşı direnişi geliştirmiş,
bir dönem doğru olan "barış", "ateşkes"
taktiği, bir dönem sonra sulandırılmıştır. Bu yanıyla
da önemli dersler ve sonuçlar açısından öğreticidir.
PKK, bir Kuzey Kürdistan örgütü olarak doğmuş, diğer
parçalara karşı bir dönem ilgisiz kalmış, mücadele tarihini
ilk süreçte bu coğrafyada şekillendirmiştir. Bunda şaşılacak
birşey yoktur, böylesi bir süreç doğaldır. PKK önderliğinin,
KUKM'nin asıl yönelimi, TC sömürgeciliğidir. Ancak PKK,
özellikle son yıllarda Güney Kürdistan'da gelişmiş,
önemli bir politik güce dönüşmüştür.
Bu süreçte Oligarşi'nin, Güney Kürdistan'a yönelik sayısız
saldırı ve işgal girişimi olmuş, fakat bunun karşısında
ARGK güçlerince önemli bir direniş sergilenmiştir. Böylece
PKK, sadece Kuzey Kürdistan'da değil, tüm Kürdistan'da
boy atan, onu kucaklayan bir parti niteliğine kavuşmuştur.
Bu, sadece Kürdistan Devrimi açısından bir kazanım değil,
aynı zamanda sömürgeciliğin parçalandığı, suni sınırlarla
daraltıldığı ulusal birlik açısından da önemli bir gelişmedir.
İlkel milliyetçiliğin toplumsal temellerine yönelik
bu gelişme, modern ulusal kurtuluşçuluğun tüm Kürdistan'da
boy vermesi anlamını taşımaktadır. Sömürgeciliğin çizdiği
"resmi sınırlar", anlamını yitirmektedir.
Ancak herşeye rağmen, Kürdistan toplumunda önemli bir
yer tutan feodalizmden beslenen aşiretçi yapı, ilkel
milliyetçiliğe kan vermekte, ulusal ihanete uzanan bir
halkayı, bütün gelişmelere rağmen yaşatmaktadır. Barzani-Talabani
somutunda yaşanan, tam da budur. Burada ilkel, feodal
önderlikli sömürgeci güçlerin desteği ile yaşayan, onlara
hizmet eden bir Kürtçülük ile, modern temellerde gelişen
ulusal kurtuluşçuluk arasında bir çatışma vardır. Tarihin
akışı ise, ikincisinden yanadır.
Yeri gelmişken ifade edelim: 1997 yılında, çok daha
yoğun yaşanan Güney Kürdistan'daki savaş, tam da bu
noktada bir "Kürtler arası savaş" değil; sömürgeciliğe,
emperyalizme destek sunan, onun adına savaşan güçler
ile farklı eğilimler taşıyan Kürdistan Ulusal Güçleri
arasındaki savaştır. Burada ikircime düşmek, kararsız
bir politik tutum içinde olmak, bağışlanamaz bir oportünizmdir.
Ayrıca, elbette tüm bu siyasal gelişmeler, sadece ilkel
milliyetçiliği değil, TDH'de hep boy gösteren şovenizmin
tezlerini de yerle bir etmektedir. Sosyal şovenizm,
Kürdistan'ı ayrı bir ülke olarak görmez. Kürt ulusal
sorununu, Misak-ı Milli sınırları içerisinde, devrim
sonrasına erteleyen bir çözümü savunur. Böylece, sömürgeciliğin
politikalarına parelel olarak; Kürdistan'ın tam bağımsızlığını,
demokratik bir Kürdistan'ı; dört egemen ulus proletaryasının
savunucularının eşzamanlı-eşgüçlü bağımsızlık çözümsüzlüğüne
sürüklemektedir.
Her ulusal kurtuluş hareketi, "ulusal" bir
mücadele ekseni içinde, tüm ulusal sınıf ve güçleri
etkiler, onları o ulusal mecrada devindirir. Elbette
modern bir ulus farklı sınıflardan oluşur, bu sınıfların
toplumsal çıkarları birbirini dıştalar. Dahası, her
toplumsal sınıf, kendi sınıfsal rakipleri ile bu mücadele
içinde yerini alır.
Modern bir sınıf olarak proletarya, kendi toplumsal
sistemi olan sosyalizmi hedefler; ancak çözüme kavuşmayan
ulusal-demokratik sorunları, "demokrasinin en kararlı
savunucusu" (Lenin) olarak savunur, bu mücadeleye
önderlik eder. Bundan dolayı, o sosyalizm perspektifi
ile, ulusal ve demokratik sorunları çözüme kavuşturan
demokratik devrimi savunur. Böyle bir programı kabul
eder.
Ulusal ve demokratik sorunları savunur, kendini "sosyalist
devrim"le, tek başına ulusalcılıkla sınırlamaz.
Proletaryanın yanı sıra, başta burjuvazi olmak üzere,
orta sınıflarda ulusal kurtuluşu hedefleyen bir devrimde
yer alabilirler. Bunun için asıl sorun, ulusal pazardır.
Ulusal kurtuluş mücadelesini de bu temelde etkileyip
kendi sınıf çıkarına bağlamak isterler.
Bundan dolayı, ulusal bir devrimde tek bir sınıf değil,
bir çok sınıf ve katmanlar, kendi sınıfsal çıkarları
ve özlemleri ile, "ulusal" paydada yanyana
bulunabilirler. Hatta KUKM'de olduğu gibi; devrim, ilk
çıkış aşamasında tamamen emekçi sınıflara dayanırken,
ulusal mücadelenin gelişmesi sonucu bu atmosfer orta
sınıfları etkiler, kendi etkinliklerini bir dizi taktik
politikada hissettirebilirler. Tüm bunlar, anlaşılabilir
gelişmelerdir. Bugün KUKM'e böyle farklı eğilimler vardır
ve her eğilim, UKM'yi kendi rotasına çekmek istemektedir.
Ancak bünyesinde bazı olumsuz eğilimler taşısa da Kürdistan
Ulusal Kurtuluş Mücadelesi, sömürgeci Oligarşi'nin politik
dengesini ve programını bozan en önemli toplumsal dinamizmdir.
Vahşi sömürgeciliğin koyu terör politikası eşliğinde
bir çok politika, KUKM'yi işlevsiz kılmak üzere devreye
sokulmaktadır.
Stratejik köy projesinden, Barzani'ye karşı asimilasyondan,
S. Elçi'ye kadar uzanan bu plan, fazla sonuç verememektedir.
Ama, bunların yanısıra, KUKM'de "barış", "ateşkes"
taktik politikaları; amacını aşıp, stratejik düzeye
eğilim göstermesi sonucu, kitle hareketinde bir durağanlığın
yaşandığını belirlemektedir.
Kitle hareketindeki bu durgunluk, dönemin önemli bir
özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır. Bütün bunlara
rağmen KUKM, bir çok alanda kurumlaşmıştır, Türkiye
ve Kürdistan Devrimi'nin en önemli moral değeridir.
KUKM ile TDH arasında kopmaz bağlar vardır; tarihsel,
siyasal, toplumsal nedenlerle kurulmuş bu bağlar, iki
ülke devrimini birbirine, sürekli çok daha fazla yakınlaştırmaktadır.
Her iki ülke devrimi; birbirinden farklı stratejik,
taktik programlara sahiptir. Birbirini koşulsuz ve kaçınılmaz
bir biçimde, bütün dünya devrimlerinden daha doğal ve
daha direkt bağlarla belirler. (Etkilemez, belirler.)
Ama her iki ülke devrimi, eşitsiz bir gelişim içindedir.
Bu durumun doğru değerlendirilememesi, bütün Ortadoğu
devrimlerinin hatalı değerlendirilmesi ve doğru bütünsel
sonuçların alınamaması vahim hatasını gündeme getirir.
Dolayısıyla, çok, çok önemlidir.
Kürdistan devriminin bulunduğu aşamayı yukarıda ifade
ettik. TDH ise, bugün KUKM nazaran, objektif nedenlerle
daha geri bir noktadadır.
Bugün TDH, özellikle 1990 sonrasında, 12 Eylül yenilgisinin
yaralarını sarma kavgası içindedir. Bu süreç, çok ağır
ve sancılıdır. Önemli kitle hareketleri, kendiliğindenciliği
ağırlıkla yaşamaktadır. Zonguldak işçi hareketi, önemli
bir aşamayı ifade eder, bunu Paşabahçe, Gebze, Özelleştirme
vb kitle hareketleri izler.
Ancak bunların dışında, işçi hareketleri, yerel-lokal
karakter gösterir. 1996 1 Mayıs'ı; özellikle kitleselliğiyle,
dönemin Oligarşi'sini en fazla ürküten kitle hareketi
olmuştur. Ayrıca, öğrenci hareketinin 1987 çıkışı, niteliğine
rağmen, sonrasında bir durgunluk yaşamıştır. Bu durgunluk,
arasındaki süreç çok fazla olsa da, 1995 ve 1996 yıllarında
"Harçlara Karşı Mücadele" ile, önemli bir
ivme kazanmıştır. Gazi Direnişi, yine dönemin en ciddi
toplumsal hareketlerinden biridir. Bu yöresel direnişler;
Alevilerin tepkilerini de ardına alan bir biçimde, yoksul
emekçi sınıfların önemli bir toplumsal öfke birikimi
içinde olduğunu göstermektedir.
Ne varki 1996 1 Mayıs'ı sonrasında, Oligarşi'nin klasik
saldırı kampanyasının yanısıra; TDH'ye sinmiş çocukluk
hastalıkları, kitle hareketlerini her zamankinden çok
daha fazla olumsuz etkilemiştir ve çok büyük bir gerileme
dönemi yaşanmaya başlanmıştır. Yine de bütün bunlara
rağmen, Oligarşi'nin programını etkileyecek bir potansiyel
vardır.
Tam da bu noktada, bir-iki yanılsamaya dikkat çekmek
istiyoruz:
Birincisi; gerçeği yansıtmayan, abartılı bir tesbit
olan "iç savaş" değerlendirmesi yapan sözgelimi
MLKP'nin "1. Kongre Belgeleri"nden aktaralım:
"Birincisi; Türkiye'yi anti-emperyalist demokratik
devrime ve bu devrimin zaferine götürecek yolun, burjuvazinin
proletarya, devlet-halk vb açık sınıfsal ve siyasal
karşıtlıkların yanısıra, fakat bundan daha çok, Türk-Kürt,
Sünni-Alevi, Laik-Şeriatçı gibi somut biçimler üzerinde
yükselen bir iç savaş, ya da iç savaşlar serisinden
geçerek gelişeceğidir. (B.K. Belgeleri Sf,90)
Sözünü ettiğimiz Kongre Belgeleri'nde, benzer tespit
ve tanımlamalar, özellikle "strateji ve taktik"
biçimlendirmeleri için, sık sık tekrarlanmıştır.
İkincisi şudur:
"TC kurulduğu andan itibaren iki temel meselenin
üzerini örttü. Birincisi Kürt meselesi, ikincisi İslami
muhalefet... Egemenler, İslami muhalefeti, 1920-30 arası
zorla, Kürt meselesini de 1925-40 arasında gelişen isyanları
katliamlarla bastırarak çözdüğünü düşündü. Fakat bugün
görüldü ki, devletin üzerini zorla örttüğü bu sorunlar
yine onun karşısına dikilmiştir.
Kürt halkı, kendi talepleri doğrultusunda, TC'yle kıyasıya
bir savaş içindedir. Şimdi de aynı biçimde olmasa bile,
benzeri bir kapışmayı, İslami güçlerle yaşayacağı görülüyor.
RP'nin hükümetten uzaklaştırılması, bu gerçeği değiştirmez,
devlet açısından önümüzdeki süreçte bu mesele bir açmaz
olarak önünde durmaktadır." (Hedef; S. 70 Ağustos
1997)
Her iki bakış açısını bir çok açıdan eleştirmek mümkündür;
ama her ikisinin ortak paydası, reel politika yapma
hastalığına tutulmaları ve sınıfsal bakış açısını bir
tarafa bırakmalarıdır.
Son yıllarda özellikle halkçı-popülist karaktere sahip
devrimci akımların, hızla sınıfsallıktan uzaklaştığı
açıktır. Her iki kesim de bundan nasibini almaktadır.
Yanılsama çok nettir.
Reel politika yapılıyor, öne çıkan olgular, sınıfsal
zeminden koparılıp, "alevilik", "siyasal
islam" gibi akımlara, hayali roller yükleniyor.
Tali sorunlar, temel sorun haline dönüştürülüyor, gerçek
ters yüz edilip kitleler yanıltılıyor. Dahası, taktik
ve strateji, bunun üzerine inşa edilip, Oligarşi'nin
komplolarına, hamlelerine alan açılıyor.
Bir kez daha soralım; siyasal islam, Oligarşi için KUKM
ve TDH gibi bir tehlike midir; ya da siyasal islam,
Oligarşi'nin programını bozacak bir kimliğe sahip midir?
Bu tarz abartılı saptamalar yapanlar, Türkiye'de islam
dininin rolünü kavramayan, onun devletle bağını göremeyen
veya görmek istemeyenlerdir. Oligarşi dini, her dönem,
özellikle de emperyalizmin içsel bir olgu olduğu yeni
sömürgecilik koşullarında hep kullanmıştır. Onu, sistemin
devamı için beslemiştir. Bundan dolayı, Türkiye'de islam,
örneğin Ortadoğu'da görülen "radikal" biçimi
ile uygulanamaz. İslam, Türkiye'de, Oligarşi tarafından
terbiye edilmiştir. İslam her dönemde, KUKM ve TDH'ye
karşı bir kalkan olarak kullanılmıştır. Bunu görmemek,
tali çelişkileri abartmak, son derece yanlıştır.
Özetle şu söylenebilir: TC Oligarşi'sinin her adımı,
kendini yeniden düzenleyen her açılımı her programı,
çok rahat karşılık bulmaktadır. Toplumsal ve siyasal
ilişkilere yayılan bir dizi çelişki, bu program, açılım
üzerinde etkide bulunmaktadır. Her "çözüm"
olarak ileri sürülen adım, çok kısa bir zaman diliminde,
"çözümsüzlüğe" yol açmakta; bundan kaynaklanan
arayışlar da, eskinin tekrarı da olsa, hiç bitmemektedir.
Yeni sömürgeci toplumsal sistem, sürekli bir kriz içindedir;
bu kriz her alanda, ekonomik, siyasal, kültürel, toplumsal
tüm alanlarda çok boyutlu yaşanmaktadır. Oligarşi'nin
her "arayışı", günlük yaşama, emekçi sınıflar
için daha fazla sömürü, baskı, terör, insanın insana
yabancılaşması olarak yansımaktadır. "Demokrasi",
"İnsan Hakları", Hukuk Devleti" vb demogojik
kavramlarla süslenen bu politikalar, sürekli faşizmin
daha fazla kurumsallaşması-merkezileşmesi demektir.
Kürdistan devrimi açısından olduğu kadar, Türkiye devrimi
açısından da 1997 yılı önemlidir. KUKM bu yılı "Final
Yılı" olarak tanımladı. Gerçekten de alabildiğine
yoğun gelişmelere, çatışmalara şahit oldu 97 yılı...
TDH açısından ise, ağır bir tempo içinde, durgun bir
süreç yaşanmıştır!
1997, Oligarşi açısından da önemli bir yıl olmuştur.
Öncelikle "Susurluk" merkezli tartışmalar,
ortaya çıkan gerçekler, Oligarşi'nin çok önemli özelliklerinin,
kirli yüzünün geniş bir kitle tarafından da öğrenilmesini
getirmiştir. Oligarşi'nin "çelik çekirdeği"
olarak tanımlanan kontrgerillanın, ABD Emperyalizmi'ne
bağlı çerçevesinde, CIA yönetiminde 1950'lerden bu yana
örgütlendiği, bu ilişki ağının İsrailMOSSAD'a kadar
uzandığı biliniyor.
Bu yanıyla uluslararası bağları olan bu örgütlenmenin,
aynı zamanda "içsel olgu" haline gelen emperyalizmin
varlığını, onun bizzat oligarşi içinde kurumlaştığını
gösteriyor. Bunun devamı olarak, bu güçlerin, sadece
bir terör örgütlenmesi olmadığı, sivil faşist güçleri
bizzat örgütleyip halk muhalefetine karşı kullandıkları,
faşizmin vurucu gücünü yarattıkları, bu kurumlar aracılığıyla
"Türkçülük", "Türk İslamcılık" adına
faşizme kitle temeli yarattıkları, özellikle son yıllarda
yükselen KUKM'ye karşı tüm kirli yöntemleri kullandıkları,
sömürge savaşını finanse etmek için her türlü kirli
işi yaptıkları vb bir çok yönüyle açığa çıkmıştır.
Tüm bunlar, bilinmeyen olgular değildir; devrimci hareket
tarafından 1970'lerden bu yana hep dile getirilmiştir.
Ancak ortaya çıkan gerçekler, bunların onaylanmasından
öte, kitlelerin gözünün önüne serilmesidir.
Bütün bunlar, "devletin içine çetelerin sızması"
değil, bir çete devletinin, "egemen sınıf olarak
örgütlenen devletin" tüm burjuva hukuk normlarını
bir yana bırakarak varlığını sürdürmesidir. Bu açıdan,
"Susurluk"u Oligarşi'den ayırmak veya onun
bir parçasını kirleten bir olay, sıradan ama onaylanmayan
bir olay olarak değerlendirmek; bu değerlendirmelerin
etkisi altında kalmak, en hafif deyimle reformizmdir,
özünde halka ihanettir.
Ancak, bizzat Oligarşi'nin bu konuyu, "Susurluk"u
önce örtmek istediği, ama bunu başaramadığı, sonra da
kontrol ederek; hatta bundan bir biçimde yararlanarak
yıpranan yanlarını tamir etmek istediği biliniyor.
Bu toz duman içinde, başta "İller İdaresi Kanunu"
olmak üzere, "Kriz Yönetim Merkez Yönetmeliği",
"28 Şubat Kararları", ve "Milli Güvenlik
Siyaset Belgesi-MGSB" olarak bilenen MGK Anayasası,
1997 yılı içinde önemli adımlar olmuştur.
ABD-İsrail-Türkiye ekseninde, yeni bir açılım olarak
ortaya çıkan ihtiyacın önünde, "İslam" söylemini
benimseyen RP, elbette gözden çıkarılacaktır. RP eksenli
tartışmalar, bir yanıyla budur. Bir yanıyla hedef saptırmadır
ama ne olursa olsun, önemli bir gelişme olduğu açıktır.
"Elimizde ancak % 20 bilgi var, kamuoyu bunun %5'ini
biliyor" denilen "Susurluk", kontrgerilla
tartışmalarının içinde; "İller İdaresi Kanunu"
olarak bilinen Oligarşi'nin merkezileşmesi ve tüm illerde
"Olağanüstü Hal" olarak bilinen baskı politikasına,
hukuki bir çerçeve oluşturma çabası söz konusudur.
Bu yıpranan yöntemleri, yeni adlar altında, açık faşizmin
yeni bir hukuki çerçevede tanımlanmasıdır. Bu mantık,
politik hamlede "kriz yönetim merkezi yönetmeliği"
ile çok daha fazla netleşmiş, emekçi sınıflar başta
olmak üzere, tüm toplumsal muhalefetin yok edilmesi
amaçlanmıştır.
Artık faşist 1982 Anayasası da onlara yetmiyor, yetmeyeceği
düşünülüyor, adeta iç savaşa göre herşey baştan düşünülmek
isteniyor. "Başkanlık Sistemi" tartışması,
bunun bir parçası olarak devreye giriyor. Özal döneminde
bizzat Özal tarafından başlatılan bu tartışma, bu kez
yeni sömürgecilik ilişkilerinin bir ifadesi olarak,
adı "Morrison Süleyman"a çıkan Demirel tarafından
başlatılıyor: "Gelin bu günkü siyasal bunalımdan
çıkış için ve bir daha bu tür bunalımlara girmemek için,
ortak bir çözüm üretelim, başkanlık veya yarı başkanlık
sistemi, rejime ve demokrasiye sigorta olur mu? Bunları
tartışıp sağlıklı bir sonuca bağlayalım. 65 milyonluk
Türkiye'yi, mevcut sistemle idare etmek kolay değil,
hızlı karar almaya ihtiyaç var ve bunun yolu da, başkanlık
sistemi, bence sistem tartışmasından korkmamak ve tartışmayı
yapmak lazım." (Ülkede Gündem 2 Ekim 1997)
Bu sözlerde bir de itiraf var: Yeni sömürge sistem,
bitmiştir! Demirel, bunu itiraf ediyor; "sistemi
tarışmaktan korkmamak ve bu tartışmayı yapmak lazım"
diyor ama o özünde sistemi tartışıyor, aksayan yanları
görüyor, sınırlı bir tartışma ile özünde bir ABD modeli
olan, ancak demokrasi geleneği olmayan, faşizmin süreklilik
gösterdiği bir ülkede, "yarı askeri yönetim"
olarak da tanımlanan bir model öneriyor.
Bu ülkede, devrimciler-sosyalistler, bu sistemi tartıştı
ve onu "yıkmaya" mahkum etti. Demirel bunu
tartışmıyor, onarmaya çalışarak, daha çok merkezileşmeyi
talep ediyor, bunun kamuoyunu oluşturmaya çalışıyor.
1982 Anayasası'nın, Cumhurbaşkanı'na olağanüstü yetkiler
verdiği biliniyor, fakat bu da tıkanan sisteme yetmiyor,
daha fazlası isteniyor.
Bu ülkede, herşey MGK'da tartışılır, orada karar haline
dönüşür. Parlamento, hükümet, siyasal partiler, sözüm
ona demokratik kurum ve kuruluşlar, vb hep işlevsizdir.
Onların görevi, MGK'nın kararlarını kayıtsız şartsız
hayata geçirmektir. 1997 yılı, bu açıdan da önemli karar
ve tartışmalara şahit olmuştur. Ünlü "28 Şubat
kararları", budur. Bu durum, RP'nin iktidardan
uzaklaşmasına kadar uzanmıştır. "Son MGK Anayasası"
olarak bilinen "Milli Güvenlik Siyaset Belgesi",
dönemin bir panaromasını çıkarmıştır. Bu açıdan, önemlidir:
"Bölücü ve irticai faaliyetler, eşit ve birinci
derecede önceliklidir. Siyasal islam, Türkiye için bir
tehdit unsurudur."
"Türk milliyetçiliği, bazı kesimlerce ırkçılığa
dönüştürülmek istenmektedir. Ülkücü mafya bundan yararlanmakta,
bu da bir tehdit unsuru oluşturmaktadır."
"Aşırı sol, yine tehdit unsuru olmaya devam etmektedir,
ancak bir yumuşama içinde olduğu görülmektedir."
"Kamusal alana kaymamak koşulu ile mahalli ve kültürel
özelliklerin geliştirilmesine yönelik düzenlemeler yapılmalıdır."
(17 Kasım 1997, Ülkede Gündem)
Elbet burada MGK Anayasası olarak bilinen belgede, "siyasal
islam" ve "ülkücü mafya"ya yönelik değerlendirmeler,
somut gerçeklerle uyumlu değildir, abartılı hedef saptırmaya
yöneliktir. Sosyal pratikte bunu göstermektedir. Her
iki kesim de, bizzat Oligarşi tarafından desteklenen,
örgütlenen, toplumsal muhalefet ve bir dizi kirli işlerde
kullanılan güçlerdir. Ancak, açığa çıkan gerçeklerle,
özelikle "Susurluk" gerçeği ile yıprandıkları,
kaçan ipin ucunu tutmak istedikleri açıktır. Böylece,
bu temelde oluşan tepki, tekrar düzene/sisteme bağlanmak
istenmektedir. Oligarşi'nin "siyasal islam"
ile "ülkücü mafya"ya ilişkin yayınladığı (aynı
değil), belge de, bunu açıklıyor. Ancak siyasal islamın
KUKM ile aynı derecede tehlikeli olması ise, koca bir
abartmadır.
İlginç, önemli ve öğretici olan, TDH'ye yönelik değerlendirmedir.
KUKM'nin "birinci derecede tehdit" olduğu
doğrudur. Bu, bugün için değil, yıllardır böyledir.
Bir diğer doğru tespit ise, TDH'ye yönelik "tehdit
unsuru olmaya devam ettiği" ama "yumuşadığı"dır.
Reformizm'in TDH'de önemli bir damar oluşturduğu, bu
dönemin, marksizmi "yumuşatarak" düzen içine
çektiği, bu yönde çalıştığı açıktır.
Ancak sözkonusu MGK Anayasası'nda, bundan sonrasına
ilişkin önemli bir ayrıntı da vardır. Bir yandan KUKM'sini
"birinci dereceden tehdit" olarak değerlendiren
bu belge, Oligarşi'nin Kürt sorunundaki yeni açılımı
hakkında da ipucu vermektedir. "Kamusal alana kaymamak
koşuluyla" diyerek, resmi devlet çerçevesinin tamamen
dışında tutulan, "mahalli ve kültürel özelliklerin
geliştirilmesi"nde ifadesini bulan, Kürtçe Tv,
radyo vb konusunda adım atılacağını söyleyen bir devlet
protokolüdür. Elbette bu adım, hem KUKM'nin başarısıdır
hem de var olanı biraz resmileştirmedir ama yine de,
bir adımdır.
Bu adım doğrultusunda hazırlıkların olduğu biliniyor.
1997 sonlarında, mehmetçik basınını Kürdistan'a davet
etmesi; "terörü bitirdik, sıra ekonomik ve sosyal
hamlede" söylemi de, bunun ip uçlarını vermektedir.
MGK'nin aynı belgesinde, bürokrasinin üç aylık eğitimini
içeren bir karar var; bu da Oligarşi'nin"çelik
çekirdeğinin" oldukça güçlendirileceği anlamını
taşıyor...
Tüm bunlarda, uzun vadeli bir programın, merkezileşen
faşizmin adımlarını görüyoruz. Oligarşi'nin, gelişmelere
göre kendini hazırlamaya çalışıyor.
Devrimci hareket, düşmanının taktiklerini, orta vadeli
programlarını da görerek, hazırlıklarını buna göre yapmalıdır.
Yarının bugünden ağır olacağı açıktır, bu böyle bilinmelidir.
(sürecek)
|