Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

Didar GÖKSUN

Geriye Dönüş Sorunu,
SBKP Ekonomizminin Kökenleri

Tek ülkede sosyalizm sorunu, yalnızca bunun olabilirliği ile sınırlı değildi. Aynı zamanda, sosyalizmin anlamının ve sosyalist inşanın sınırları sorunlarının da tartışılmasını içermekteydi. Emperyalist kuşatma koşullarında, sistem en temelde inşa edilse ve hakim üretim biçimi durumuna gelse bile bu, o ülkede sosyalizmin inşasının tamamlandığı anlamına gelecek miydi?
Stalin 1924 yılında, yani tek ülkede sosyalizm sorununun daha tartışılmadığı, Avrupa devriminden yana umutların (önemli ölçüde çözülmekle birlikte) henüz yok olmadığı bir sırada, bu soruya olumsuz karşılık vermişti.
Doğmatizmi aşamamalarının bir sorucu olarak, SBKP muhalefetinin tek ülkede sosyalizm sorununa temelden yanlış yaklaşması ve sürecin dışına itilmeleri, Stalin önderliğinin soruna yaklaşımının tümüyle doğru olduğu anlamına gelmez. Stalin, ekonomik indirgemeciliğin ve pragmatizmin yaratılmasında, SBKP'ndeki hakimiyeti de düşünüldüğünde, en önemli payın sahibidir.
Tek bir ülkede burjuvazinin devrilerek proletarya iktidarının kurulması, sosyalizmin zaferinin sağlandığını kesin olarak göstermez. Sosyalizmin temel sorununun, yani sosyalist üretimin örgütlenmesinin gerçekleşmesi gerekmektedir. Sosyalizmin nihai zaferini sağlamak ve sosyalist üretimin organizasyonunu tamamlamak için tek bir ülkenin harcadığı çabalar, özellikle Rusya gibi bir tarım ülkesinin harcadığı çabalar yeterli değildir. Bundan dolayı, çeşitli ülkelerin proletarya sınıflarının göstereceği çabaya ihtiyaç vardır. (Stalin)
Ancak Stalin'in düşüncelerini değiştirmesi fazla uzun sürmedi. Aynı yıl yayınlanan "Leninizm'in Sorunları" adlı broşürde tersi görüşü savunmaya başladı:
"Biz, ülkemizdeki güçlerin proletaryayla köylülük arasındaki çelişkileri çözebileceğini söylüyoruz. Öteki ülkelerin proletaryasının sempatisi ve yardımlarıyla (ama öteki ülkelerdeki proletaryanın zaferini bir ön koşul olarak ileri sürerek değil), emekçi sınıfımızın iktidarı ele alabileceğini ve bu iktidarı, tam anlamıyla bir sosyalist toplum kurma amacıyla kullanabileceğini ileri sürüyoruz. Böyle bir olanak yoksa, sosyalizmi kurmak, kurulabileceği umudundan yoksun olarak sosyalizmi kurmak demek olur ki, bu da Leninizm'in bir yana atılmasından başka bir şey değildir." (Stalin)
Ülkenin sanayileşmesi sorununun çözülmesine bağlı olarak da önce Molotov ve ardından Stalin, 1936 yılında, sosyalist inşanın tamamlandığını ilan ettiler. 1939 yılında Stalin, emperyalist kuşatma koşullarında komünizmin yetkin aşamasına da ulaşılabileceğini söyleyerek olaya bambaşka bir çehre kazandırdı. Böyle bir durumda devletin ne olacağına ilişkin soruna şöyle bir açıklama getirmekteydi.
"Biz, henüz komünizm aşamasına ulaşmış değiliz, ona doğru hızla yol alıyoruz. Komünizm döneminde de devlet varlığını sürdürecek mi? Evet, eğer kapitalist kuşatma ortadan kaldırılmazsa, eğer dış askeri saldırı tehlikesi yok edilmezse sürdürecek. Hayır, eğer kapitalist kuşatma ortadan kaldırılır, eğer onun yerine sosyalist kuşatma geçerse, devlet varlığını sürdürmeyecek ve yok olacaktır. Sosyalist devlet sorununda durum budur." (Stalin)
Bu sözler, herhangi bir yorumu gerektirmeyecek kadar açık biçimde, emperyalist kuşatma koşullarında, komünizmin yetkin aşamasına ulaşılabileceğini vurgulamaktadır. Yani yalnızca sosyalizmin inşa edilmesi değil, daha ileri aşama kastedilmekte, böyle bir aşamada devletin yaşamasının doğal karşılanması gerektiği anlatılmaktadır. Bu ciddi bir yanılgıdır ve SBKP ekonomizminin kökenlerini açığa çıkartan başlıca örneklerden birisidir.
Tek ülkede sosyalizmin inşasını olanaklı bulmak ile bu ülkenin tek başına komünizme ulaşabileceği iddiası, aynı şey değildir. Ve tersine, özenle ayrı tutulmalıdır. Stalin, tek ülkede sosyalizmin inşasını savunurken haklıydı ve böylece emperyalist dönüşümle birlikte, derinleşen, eşit olmayan gelişmenin dünya halklarının zararına sonuçlar vermesi, halkların emperyalizme karşı savaşta sağlam bir mevzide durmasının yolu açılmıştır. Troçkizm'in konuyu bulanıklaştıran ve kapitalizmden komünizme geçiş sorununu sürecin öne çıkardığı çelişki ve ilişkileri dikkate almadan belirsiz bir geleceğe devreden yaklaşımına karşılık Stalin'de simgelenen yaklaşım, Marksizm'in eylem klavuzu olma niteliğinin önemli bir örneği olmuştu.
Ne var ki bu sürecin tamamlanabileceği savı hatalıdır, geriye dönüşün koşullarının kalktığı anlamına gelir. Sosyalizm, bütün insanlığa sunulmuş bir olanak, maddi bir olgu olarak, ileri bir niteliğe ulaşabilir. Ama, emperyalizme karşı mutlak bir üstünlüğün sağlanamadığı koşullarda, geriye dönüş teorik olarak her zaman zayıf bir olasılık biçiminde de olsa pratikte vardır.
Kapitalizmin yıkılması süreci, daha önceden öngörülenin tersine, sistemin ileri ülkelerinde değil, görece geri kalmış ülkelerde başladı. Bunun sonucu olarak kapitalist üretim ilişkileri ile gelişmesi bu ilişkiler tarafından engellenen üretici güçler arasındaki çatışma, yerini, sosyalist üretim biçimi ile bu üretim ilişkilerinin gereklerine karşılık verebilmekte yetersiz kalmaktan kaynaklanan çelişkiye bıraktı.
Değişik biçimde anlatacak olursak, devrim yapmış ülke, yalnızca ileri kapitalist ilişkileri dönüştürerek sosyalizmi inşa etmekle değil, kapitalizmin saldırdığı koşullarda hem görece geri olan üretici güçlerini geliştirmek ve hem de bunları sosyalist ilişkilere ve dağıtım mekanizmalarına uygun biçimde örgütlemek gibi ciddi bir problemle karşılaştı. Tek ülkede sosyalizmi inşa çabasının başlangıçtaki durumu budur.
Yanlış olan, bu yolda başarının mutlaklaştırılmasıdır. Oysa çağımız bir yönüyle, emperyalist-kapitalist sistemle sosyalizmin çatışma çağıdır fakat bu, tarihsel olarak haklı olan sosyalizmin bu çatışmadan her aşamada üstün çıkacağı anlamına gelmez. Üstünlük, çeşitli etmenlerle, daha önceden hesap edilmeyen ve toplumsal pratik içinde beliren çeşitli düzeylerden engellerin çözümüyle ve yeni olguların yol açtığı etkilerle büyük ölçüde bağlantılıdır. Emperyalizm ile yanyana yaşanılan bir dünya -olumlu ya da olumsuz anlamda,- siyasal,kültürel ve ekonomik ilişkilerde karşılıklı etkilenmeleri de kaçınılmaz kılar. SSCB tarihi boyunca, emperyalist ülkelerle ilişkiler, farklı nedenlerle, sürecin o aşamada ihtiyaç duyduğu boyutlarda , her zaman olmuştur.
Bu ilişkiler, sosyalist sınırlar içinde uygulanan politikalar ne olursa olsun, eğilim düzeyinde de olsa, geriye dönüş olasılığını canlı tutar. Kaldı ki SSCB, geriye dönüşün koşullarını ortadan kaldırırken de komünizm aşamasına ulaşıldığı ifade edilirken de sağlıksız pek çok özelliğe sahipti. Herşeyden önce, emperyalist-kapitalist sistemle çatışmada üstünlük ele geçirilmemişti. Ne var ki revizyonizm soruna bu biçimiyle bakmıyordu. Ölçüleri daha farklıydı onun...
Geçiş toplumları, çelişkilerin son derece yoğun biçimde yaşandığı toplumlardır. Bir yanda geçmiş toplumun etkileri ve bir yanda da geleceği örgütlemek gibi bir çaba vardır. Aynı zamanda geçiş toplumları, gelecekteki olgun dönemini yaşayacak, bir sonraki toplumsal sistemi karşılayan (tekabül eden) ilişkileri de bağırlarında üretir ve taşırlar. Toplumsal sürecin çeşitli ögelerinde, bu nitelik kendisini gösterir; eski ve yeni topluma özgü ilişkiler yanyana, birbirleriyle rekabet ve çatışma halinde yaşarlar.
Zafer, kuşkusuz yeni ve gelişmekte olanındır. Ancak sorunun bu teorik ifadesi, toplumsal pratik içinde süren ve sürecek olan çatışmaların yadsınması anlamına gelmez. Eski topluma özgü ilişkiler, sık sık baskın çıkabilir ve hatta çeşitli düzeylerde bir hakimiyet de söz konusu olabilir. Geriye dönüşün koşulları her zaman vardır kısacası... Hele hele eski toplumsal ilişkiler, dünyada hala güçlü ve baskın durumda ise, hala sosyalist sistemle rekabet ve çatışmanın çeşitli alanlarında üstün durumda ise, bu tehlike çok daha büyüktür.
Sosyalist mücadele sürecinde, birçok yanlışlığa kaynaklık etmiş bir eğilim olarak, ekonomik olanın rolünü abartmak, ekonominin son çözümlemedeki belirleyiciliğini toplumsal sürecin diğer başat unsurlarının yadsınmasına dönüştürmek, sonuçları açısından ciddi zararlar vermiştir. SBKP'nin yanlışlıklarının önemli bölümünün temelinde bu olgu, ekonominin rolünü, ekonomizme saplanacak ölçüde abartmak yatmaktadır ve kökenleri sosyalist inşa sürecine dayanmaktadır. Durum, sosyalist inşa sürecinin "zorunlu" uygulamalarının olağandışı bir sürecin olağan olmayan uygulamaları olmaktan çıkarılmasıdır. Ve bu olağandışı uygulamalar; kurum ve alışkanlıkların kendilerine varlık temeli yaratma çabalarıyla, ekonomik indirgemeciliğin hakimiyetine dönüşmüştür.
Sosyalist inşa süreci politakaları ve bunların teorik düzeyde ifade ediliş biçimi olarak en başta Stalin'in yazdıklarının ortaya çıkardığı bir sonuçtur bu... Örneğin, Stalin'in, Lenin'in çeşitli zamanlarda söylenmiş sözlerinden yola çıkarak geriye dönüş olasılığı ve devrilmiş burjuvazinin gücünün kaynakları üzerindeki saptamalarına bakalım:
"Devrilmiş burjuvazinin gücü nerede yatmaktadır?"
Birincisi, uluslararası sermayenin gücünde, burjuvazinin uluslararası bağlantılarının güç ve sağlamlığında.
İkincisi, devrimden sonra uzun bir süre sömürücülerin kaçınılmaz olarak, bir dizi muazzam gerçek avantajları ellerinde bulundurmasında. Çünkü hala paraları vardır. (Paranın derhal ortadan kaldırılması mümkün değildir.) Bir miktar para, çoğu zaman önemli miktarda taşınabilir servet, ilişkiler, örgüt ve yönetme alışkanlıkları onlarda kalır. Yönetmenin bütün sırları (aletler, yöntemler, araç ve olanaklar) ellerindedir. Daha yüksek eğitime sahiptirler, (burjuva tarzda yaşayan ve düşünen) yüksek teknik personelle yakın ilişki içindedirler, askerlik sanatında karşılaştırılmayacak derecede büyük deneyimleri vardır. (Bu çok önemlidir) vb.
Üçüncüsü, alışkanlığın gücünde, küçük üretimin kuvvetindedir... Çünkü ve yazık ki dünyada hâlâ pek çok küçük üretim vardır." (Stalin, Leninizm'in Sorunları)
Bu sözler, tek boyutlu ve eksik yaklaşımın, ekonomik indirgemeciliğin dışa vurumudur. Herşeyden önce, sorunun ancak ikincil boyutlarını ele almaktadır. Burjuvazinin gücünün asıl kaynağı, sosyalist bir ülkede geriye dönüş tehlikesini canlı tutan gerçek neden, sosyalist yaşama biçiminin topluma egemen kılınamamasından, yeni sosyalist insanın yaratılamamasından ve bir geçiş dönemi toplumu olarak sosyalizmin, emperyalizm karşısında mutlak bir üstünlük elde edememesinden kaynaklanır.
Bunlar sağlanmadıkça, bu temelde bir süreklilik kazanılmadıkça, devrilmiş burjuvaziye maddi güç kazandıracak somut görünen nedenler ezilse ve tasfiye edilse bile, sorunun sağlıklı bir çözümü mümkün olamaz ve olmamıştır. Dahası bunlar başarılmadan, emperyalist kapitalist sistemden asgari düzeyde yalıtılma gerekliliği de gerçeklik kazanamaz.
Çünkü bu düzeyde de ekonomik indirgemecilik ölçü olacak, emperyalizmle ekonomik ilişkilerin asgari düzeyde tutulması, seyahat serbestisinin sınırlanması yeterli bulunacak, emperyalist kapitalist sistemin canlı ve güçlü olmasının toplum üzerinde yaratacağı muazzam baskının boyutları, kültürel ve psikolojik etkileri hesaba katılmayacaktır.
Stalin'in bu sözleri, uzak görüşlü bir Marksist önderden çok, günlük pratiğin gereklerine karşılık veren ve teorik çıkarımları da bu pratikle sınırlı kalmayı ancak başarabilen bir politikacının sözleri gibidir. Dolayısıyla, geçiş sürecinde kültür ve yeni tip sosyalist insan olgularının önemine karşılık veren yaklaşımları, Stalin'de bulamayız. Sosyalist inşanın ve komünizme varabilmenin ölçüleri, temelde ekonomik veriler ve gelişme olmaktadır.
Bu perspektifin sonucu; sözkonusu yaklaşımın gelenekselleşmesi, sosyalizmi inşa sürecinin zorunlu olarak içerdiği, gerçekte ise sosyalizm dışı kalan kurum ve eğilimlerin varlıklarının teorik bir temele dayanması ve kendisi için eğilimler kazanması, bu eğilimlerin giderek toplumun sırtında bir kambura, gelişmenin önünde bir engele dönüşmesinin yolunun açılması olmuştur.
Stalin 1924 yılında, burjuvazinin devrilmesinin, iç savaşın kazanılmasının üzerinden yalnızca birkaç yılın geçtiği, devrimci coşku ve heyecanın hâlâ yüksek olduğu bir sırada, ancak Çarlık Rusya'sına yeniden dönüş tehlikesinin kaynaklarını açıklayabiliyor ve 1924 yılının bu açıdan hakim atmosferinin ifadesi sözler söylüyordu. Ama Lenin'in 50-60 yıllık zaman biçtiği bir süreç olarak sosyalist inşanın gerçekleştirilmesi sürecinde, eski haliyle değil ama yeniden burjuva sınıfının oluşması gibi bir olasılığın canlı kalacağını, bunun da sosyalist yaşama biçiminin gerçekleştirilebilmesindeki, sosyalist yeni insanın yaratılabilmesindeki zaafların üzerinde yükselebileceğini göremiyordu.

Geriye Dönüşün Anlamı
Gerçekte, toplumsal sürecin hiç bir parçası diğerlerinden soyutlanamaz. Toplumsal gelişmenin ekonomik, siyasal, kültürel, ideolojik, estetik, etik boyutları; birbirleriyle yoğun bir ilişki içindedirler, birbirlerini karşılıklı olarak etkilerler.
Örneğin ekonomik gelişme, özünde üretici güçlerin gelişmesidir ve üretici güçlerin başında da insan yer alır; insanı yönlendiren etkenler ise çok çeşitlidir. Ve ekonomik alan, bunlardan yalnızca birisidir. Bir bütün olarak topluma hakim olan atmosfer, insanı biçimlendirir, olay ve olgulara yaklaşımlarına, eylemlerine yön verir. Ama bir kez sorunun bu niteliği, zorunlulukların kurumlaşmasına kurban olursa, toplumsal gelişme de temelinden engellerle karşılaşmış olur. Stalin'in yaklaşımlarında bu olgu hemen göze çarpar. En önemli eseri diyebileceğimiz "Sosyalizmin Ekonomik Meseleleri" adlı derlemesi üzerine Mao'nun söylediği sözler, kuşkusuz çarpıcıdır:
"Stalin'in kitabı, başından sonuna kadar, üst yapı hakkında hiç bir şey söylemiyor. Kitap insanlarla ilgili değil, insanları değil, eşyaları göz önünde bulunduruyor.(...) Onlar teknolojinin, kadroların herşeyi belirlediğine inanıyorlar; her zaman "kızıl"dan değil, uzmanlardan, kitlelerden değil, kadrolardan sözediyorlar." (Mao, Yayınlanmamış Eserler)
Bununla birlikte Stalin'le başlayan ekonomik indirgemecilik ele alınırken; kaba bir biçimde, onlarca yıl, ekonomik alan dışında, diğer toplumsal süreçlere hiç önem verilmediği söylenemez. Troçki'ye yakın tarihçi İ. Deutscher'in söyledikleri kayda değer:
"1930 yıllarında, ortalama bir Avrupa ulusununkinden daha aşağıda olan maddi üretim aygıtı öyle büyük ve öyle çabuk genişledi ki Rusya şimdi Avrupa'nın birinci ve dünyanın ikinci sanayi gücü durumundadır. On yıldan azıcık fazla bir zamanda, kent ve ilçelerin sayısı ikiye katlandı ve kent nüfusu 30 milyon arttı. Her dereceden okul sayısı çok şaşırtıcı bir biçimde çoğaldı, bütün ulus okula gönderildi. Ulusun bilinci öyle uyarıldı ki gerisin geriye uykuya güçlükle yatırılabilir. Bilgi, bilimler ve sanat için arzusu, Stalin hükümeti tarafından, sıkıntı verici ve doymak bilmez bir hal alma noktasına kadar uyarıldı.(...) Son olarak Rus toplumunun bütün yapısı öyle derin ve çok yönlü bir değişim geçirdi ki gerçekten tersine çevrilemez." ( Stalin, İ. Deutscher)
Thomas Angotti ise, bu ifadeyi daha da ileri götürerek, Stalin'in ekonominin belirleyiciliğini, toplumsal sürecin diğer unsurlarının önemini yadsıyacak düzeyde öne çıkardığı iddialarına karşı çıkmakta ve tam tersine Stalin önderliğinde bir kültür devriminin yaşandığını vurgulamaktadır:
"Kültür devrimi, yaygın bir okuma-yazma kampanyasını içerdi; tiyatro, sanat ve edebiyatı işçi sınıfı için ilk kez ulaşılabilir hale getirdi ve kültürel hayatın bütün dallarında gözü pek bir deneyimin önünü açtı. Stahanovist hareket, rekabet kampanyalarıyla üretimi arttırmak için, işçiler tarafından başlatılan kendiliğinden bir hareket olarak çıktı. Bu kampanyalar Bolşevik Parti tarafından yönlendirilince, nihayetinde işçilerin geniş katılımını sağladı. Subbotnikler, kamu işlerinde gönüllü çalışmayla ve toplumsal olarak yararlı diğer tasarılarla ilgilendi. Moskova Metrosu gibi birçok kilit tasarımın inşasına yardım ettiler." (Stalin Dönemi: Tarihin Açımlanışı, T.Agnotti)
Bu yaklaşım, sorunun özüyle değil, biçimiyle ilgilenmenin, dahası sosyalizmi sistem olarak farklı kılan ilke ve kuralları biçime kurban etmenin tipik bir örneğidir. Agnotti'nin buradaki sözlerinin doğruluğunun tartışılması, Stahanovizm ve Subbotnizmin, bir kültür devriminin ne derece göstergesi olabileceğinin ele alınması ayrı bir konudur. Sovyet yazarları şimdi, resmi yazının yıllarca söylediklerinin tam tersi şeyler söylüyorlar ve bir yerde bütün bunlar anlamsız olmakta. Çünkü özellikle kültür devriminin anlamı, burada çizilen çerçeveden daha farklıdır.
Kültür de toplumsal sürecin diğer parçaları gibi, ancak bir bütün olarak sosyalist sistemin uygulanış biçimiyle bağlantılıdır. Proletarya demokrasisinin kağıt üzerinde kaldığı bir ülkede, ekonomik gelişmeyle toplumsal gelişmenin hemen hemen özdeşleştirildiği, ekonominin, üretici güçlerin; makineler, eşyalar ve uzmanlar düzeyinde ele alındığı koşullarda, bir kültür devriminin varlığından sözetmek, ancak toplumsal gerçekliği yansıtmaktan uzak, iktidar güçlerini koruyan ve aklayan bir yaklaşımın ürünü olabilir.
Deutcher ve Agnotti'nin sözünü ettikleri kültürel seferberlik, kuşkusuz doğrudur ve iktidar tarafından bilinçli olarak başlatılmıştır. Ancak atlanan şey, bu seferberliğe hakim olan tek boyutluluktur. Halkın yönetime ortak edilmediği, politikaların yürütülüş biçimi üzerindeki etkilerinin sınırlı düzeyde kaldığı bir ortamda; söz konusu kültürel faaliyetler, ancak başlangıç anlamında çarpıcı kalır. Belli bir noktadan sonra -ki bu süre oldukça sınırlıdır- kendi kendini üretemeyecek olan kültürel alt-yapı, ürettiği taleplere karşılık olamayacağı için, süreklilik kazanamaz ve durulur.
Sosyalist sistemin kültürel özellikleri bu olamaz. Sağlıklı bir kültür devrimi, ne Stalin'in genel seferberliklerle başlattığı ve kültürü asıl olarak kendisiyle sınırlayan, dolayısıyla daha baştan güdük kılan politikalarla; ne de Mao'nun yaptığı gibi, halkın öne çıkan taleplerini uyararak kültür devrimini bir kitlesel gösteriye dönüştürme ve bu çerçevede bir kült yaratma ama öne çıkan taleplerin de hiç birine ciddi biçimde karşılık veremeden kitle gücünü boğma olarak kavranamaz.
Bu kültür devrimlerinin en çarpıcı sonuçları, Stalin ve Mao çevresinde yaratılan kült olmuştur. Buna karşılık, süreç içinde sonuçları açığa çıkan son derece olumsuz yanları vardır. Örneğin SSCB'de, Lisaynko Olayı, Wersmann-Morgan teorileriyle birlikte bütün genetiğin milyonlarca siyasi okul öğrencisinin gözünde bir daha tamir edilemez şekilde mahkum edilmesi, böylece de ülkenin en yetenekli bilim adamlarının yer aldığı bir bilim dalının, şaşırtıcı denecek biçimde yıkıma uğraması, sonra, Stalin'in dil-bilimi ve ekonomi-politik bilimine düzenleme ve toparlama anlamında yaptığı katkıların, yıllarca resmi politika gereği baştacı edilmesi türünden örnekler, oradaki kültür devriminin sonuçlarının önemli göstergeleridir.
Çin'deki kültür devrimi hareketinin ardından, koca ülkede beş yıl tek bir romanın yayınlanamaması da kayda değer bir başka örnektir. Proletarya demokrasisinin olmadığı, halkın yönetime katılma talebinin yerine getirilmediği yerde, sosyalist bir kültür de sağlam biçimde oluşamaz ve sosyalist insanın ülkenin hakim karakteri olması gerekliliği yerine gelmez.
Her devrim, toplumsal bir alt üst oluş, toplumsal sürecin bütün alanlarını kapsayan büyük bir çalkalanma anlamına gelir. Eski düzenin bürokratik askeri mekanizması parçalanmış, yerine daha ileri bir üretim biçimini inşa etmenin bir aracı olarak devrimci bir kurumsallaşmaya yönelinmiştir. Bu süreç, zoru temel alarak ilerlemekte ve burjuva devlet mekanizmasının parçalanmasıyla kalmamakta, aynı zamanda, ekonomik, ideolojik, entellektüel ve etik düzeylerde de eski-yeni çatışmasına dönüşmektedir.
Devrimin ilk yılları, devrimci coşku ve heyecanın da en üst düzeyde olduğu yıllardır. Yalnızca iktidar el değiştirmez, toplumsal yaşantının yerleşik kural ve ilkeleri de sarsılır ve yenilenmeye başlar. Her devrim, ülkenin kültürel ortamını da etkiler ve bu düzeyde de yankılarını bulur. Toplumun manevi özelliklerinin ve geleneklerinin sarsılması ve dönüşüme uğraması, devrimin izlerini taşıyan bir sanat ve düşünsel ortam, devrim sonrası her ülkenin ortak özellikleri arasında yer alır.
Bununla birlikte, her devrimin bir durulma, bir oturma, yerleşme aşaması vardır. Bunun süresi, devrimin üzerinde yükseldiği koşullara, devrim sonrası çatışma ve yaklaşımlara bağlıdır. Ancak sonuçta, eski-yeni çatışmasının geçici bir dengesi, toplumsal ilişkiler ve değerler bağlamında aldığı bir biçim vardır. Eski olan, bir anda teslim olmamakta, etkileri sürmektedir.
Devrimin halka verdikleri ve ondan aldıkları, bu etkilerin düzeyini büyük ölçüde belirler. Eski toplumun simgelediği değerlerin üzerinde yükselen sistem dünyada hâlå güçlüyse, geri kültür ve yargıların etkileyicilik şansı daha yüksek demektir. Sorunu bu biçimde saptarsak, ister istemez kullanılan ölçüleri, oluşturulacak programları ve günlük politikanın yürütülüş biçimini derinden etkileriz. Tersi durumda, yeni ekonominin rolünün abartılması durumunda da aynı düzeyde hatalar gündeme gelir.
SSCB'nin sosyalist inşasının tamamlandığının ve geriye dönüşümün koşullarının ortadan kalktığının açıklandığı dönemde kullanılan ölçüler, değindiğimiz gibi, ekonomik alanın rolünün abartılmasına dayanıyordu. Sanayileşme sürecinin başarıları açıktır. Bugün de Stalin'e yönelik eleştirilere rağmen, bu genel kabul görmektedir. Ama bu başarı, geriye dönüşün koşullarının ortadan kalktığı anlamına gelmezdi ve hayat bunun doğru olmadığını açığa çıkarmıştır.
SSCB'nde, üretici güçleri görece geri bir ülkeden, sosyalist bir ülke yaratılmış ve bu, büyük ölçüde halkın özverisine dayanmıştı. Devrimi izleyen ilk yılların coşku ve heyecanının durulmasıyla da halkın daha farklı talep ve eğilimleri ortaya çıkmaya başladı. Bu doğal bir sonuçtu ama neden olduğu olumsuzluklar anlamında kaçınılmaz değildi.
Özellikle 2. Dünya Savaşı'nı izleyen yıllarda, toplumsal sonuçlarıyla birlikte, yeterince saptanabilen bir gerçektir bu. Halkın düzenden yana tercihinin ortadan kalkmasına yol açtığını söylemek yanlış olur. Halk, kapitalizme karşı sosyalizmden yana tercihini belki yine korumuştur. Ama bunun derin bir hoşnutsuzluk ve giderek büyüyen bir yıpranmayla atbaşı gittiği açıktır.
Bu durumun göstergeleri ortadadır. Glasnost ve Perestroika'yla birlikte yaşananlar ve en başta da Gorbaçov'un o dönemde söyledikleri, yeterli kanıtlardır. Bu arada, karaborsanın ulaştığı boyutları ve küçük üreticiliğin verimlilik bağlamında, devlet işletmelerini birkaç kez katlayan düzeyinin öğrettiklerini de unutmamalıyız. Kısacası, SSCB'nin sosyalizmin ekonomik alt-yapısını en temelde yaratmak bağlamında, geçmişten başarılı olduğu ne derece gerçekse, sosyalist yaşama biçimini egemen kılmak ve yeni sosyalist insanı yaratma anlamında başarılı olamadığı, aynı derecede gerçektir.
Halkın düzenden yana tercihinin mutlak kalmasının yolu nereden geçer? Devrimi izleyen yılların coşku ve heyecanından kaynaklanan tercihini sürekli kılmanın yolu ne olabilir? Deneylerden yola çıkarak diyebiliriz ki, bu soruya verilecek karşılık, birbirini tamamlayan, iç içe geçmiş iki ana başlığı içermektedir: Halkın günlük sorunlarının çözümü ve halkın politikaya ilgisinin canlı tutulması.
Sosyalizm bir piyasa ekonomisine dayanmaz. Ekonominin işleyişi, kapitalist bir piyasanın gerekleriyle değil, planlamayla yürür. Plan, toplumsal ihtiyaçların karşılanmasının ve gelişmenin başlıca aracıdır. Kapitalizmin anarşik niteliğinin karşısına dikilen bu olgu, sosyalizmi kapitalizme karşı daha baştan üstün kılar.
Marks ve Engels, kapitalizmin anarşik niteliğinin yerini alacak planlı bir ekonomik işleyişin, dünyayı altın çağa ulaştıracağına inanıyorlardı. Ancak planlı ekonomi, kapitalizmin üretici güçlerinin muazzam gelişmesi ve uluslararası sermayenin büyük ölçekli birikiminin ardından, üretici güçlerin görece geri olduğu ülkelerde gündeme geldi. Bu durum, planlamanın, ülkenin bütün kaynaklarının, üretici güçlerin geliştirilmesi esasına uygun biçimlendirilmesine neden oldu.
Bunun pratik içinde aldığı biçim, tüketim sektörünün işgali, daha açık bir deyişle, halkın büyük ölçüde özverisine dayanan bir kalkınma modeliydi. Üretici güçlerin niteliği, yoğunlaşmış bir sanayileşmeyi, yani yüksek teknolojiye dayalı sanayileşmeyi değil (intansif gelişme); yaygın sanayileşmeyi, yani halkın özverisine dayanan, emeğin büyük ölçekli kullanımına ve giderek daha çok işgücüne ihtiyaç duyan sanayileşme çabasını (extansif gelişme) ancak mümkün kılıyordu.
Her ülkede değişik bir süreç izleyen devrimci coşkunun durulmasıyla, halkın günlük yaşama ilişkin ekonomik talepleri de ağırlık kazandı. Halkın politikaya ilgisinin sürekli kılındığı da söylenemezdi; çünkü bunu sağlayacak temel şey başarılamamış, halk yönetime ortak edilememişti. Dolayısıyla sağlıklı bir kültür politikası ve yeni sosyalist insan yaratma sorununun gerçek bir çözümü de mümkün olmuyordu.
Böylece, sonuçları 1980'li yıllarda ortaya çıkan sorunlar öne çıktı. Halkın günlük sorunlarını çözmekle, ekonomik sorunlarını çözmek anlamında yeterlilik yoktu. Kalkınma temelde başarılmış, ancak halkın bir refah toplumuna uygun hayat standartına ulaşması, tam olarak başarılamamıştı. Oysa emperyalizmle çatışma, yalnızca sosyalizmin kazanımlarının ve dünya halklarının savunulması değil, asıl olarak sosyalist toplumsal ilişkilerin ve onun ürünü olarak sosyalist refahın, kapitalizmle, onun olanaklarıyla çatışmasıdır. Bu çatışmada üstünlük elde edilmedikçe, ideolojik, kültürel ve ahlaki bir erozyonun koşulları her zaman vardır ve komünizme bu sorun aşılmadıkça ulaşılamaz.
Sosyalist sistem ülkelerinin yöneticileri, izlenen politikaların ve genel bilançonun çıkardığı bir sonuç olarak, sorunun bu niteliğine, determinist ve ekonomist bir temelde bakmışlardır. SSCB'nde sosyalizmin inşası ve komünizme ulaşma hedefleri, her zaman ekonomik gelişmeyi, daha doğrusu üretici güçlerin gelişmesini temel almış, sorunun ideolojik boyutları yeterince değerlendirilememiş, beş yıllık kalkınma planlarına olmasa da, sosyalizmin sahip olduğu toplumsal içeriğe, yani sistem olarak kapitalizmi aşma planına ulaşılamamıştır.
Kapitalizmin, hayatın her alanında geçilmesini bütünüyle SSCB ekonomisine bağlamak doğru olmaz. Ancak, bugün sosyalizmin yıkılmış olmasının başlıca nedenlerini, sosyalist planlamanın zorunlu olarak dayandığı gelişme eksenine bağlamak da açıklayıcı olmaz. SBKP, ekonomist niteliğiyle olumsuzlukların başlıca sorumlusudur. Tarihsel zorunlulukların sonucu olarak, teoriden hareketle olaylara yön verme, teorik ilke ve yöntemleri bu bağlamda sürekli kılma gerekliliğinin yerine; teoriyi, olayların gidişine büyük ölçüde bağımlı kılma ve pragmatik bir niteliğe büründürme tavrının başlıca örneğidir.
Bir topluma, sosyalist ekonomik işleyiş temelde hakim olsa bile, gelir eşitsizliği, karaborsa, rüşvet, fuhuş ve alkolizm en yetkili ağızlardan, yaygın toplumsal hastalıklar olarak doğrulanıyorsa, o ülkede sosyalizmin inşasının tamamlandığından sözedilemez. Komünizme ulaşmaktan, sosyalist bir yaşama biçiminden, yani sosyalist insanın yaratılmasından hiç söz edilemez. Genel ekonomik performans ve emek üretkenliğinin, emperyalist metropollerin çok gerilerinde kaldığı koşullarda ise, komünizm hiç bir zaman yakalanamaz. Ancak komünizmi karşılayan ilişkiler vardır ve bunlar da görüngü olmayı aşamazlar.
Bu durumda sorunların niteliği giderek sönmek yerine güçlenecek ve böylece toplumsal üretim sürecinin üstünde yer tutmak, ekonomik artıktan önemli bir payı alıkoyan bir kastlaşmayı temel almak gibi bir eğilim, devlette her zaman var olacaktır. Parti'nin görevi, devletin işlevini üstlenmek değil, toplumun örgütlü öncü müfrezesi olarak, bu eğilimle mücadele etmek ve bu eğilimin ürünü olan yanlarından arınarak, dinamik bir güç olarak üzerine düşeni yapmaktır.
Devlet, önceden yapılan kurgularla ve planlarla değil, ekonomik, toplumsal ve siyasal süreçlerin böyle bir örgütlenmeyi gereksiz kılması, bir fazlalık haline getirmesiyle söner.
Eski Reel Sosyalist ülkelerin birçoğunun er ya da geç, sosyalist piyasa ekonomisi kavramına yönelmelerini rastlantıyla açıklayamayız. Olay, üretici güçlerin gelişmesine rağmen, yaşama düzeyinin yeterince yükseltilememesinin bir sonucudur. Bu başarılamayınca, yozlaşma ve kapitalist sistemden farklı biçim ve nedenlere dayansa da yabancılaşma yaygınlaşmakta, ekonomik verimlilik düşmekte ve bu kez üretici güçlerin gelişmesi durmaktadır.
Reel Sosyalist ülkelerde yıllarca, emek üretkenliğini arttırma adına, maddi ve manevi teşvik yöntemleri kullanılmış, prim, emek kahramanlığı vb. uygulamalar yaygınlık kazanmış, yarışma ve rekabet savunularak teorileştirilmiştir. Bu, belki yanlış değil; ama şu gerçek görülürse: Maddi ve manevi teşvik, son çözümlemede ancak bireysel bir çıkış yolu olabilir ve toplumsal dinamizmi yoğunlaştırma bağlamında ciddi bir rol oynadığından söz edilemez. Bu işlev, sınırlı bir düzeydedir. Çözüm, toplumun bir bütün olarak refah düzeyine ulaşabilmesinden, bu yolda bütünlüklü ve uyumlu bir gelişmeden geçer.
Zorunluluk, belli bir noktadan sonra açıklayıcı olmaktan çıkar ve giderek engelleyici bir işlev görür. Çünkü bu açıklama yolu, yanlış bir teorileşmeyi, dolayısıyla yanlış çözümlere kaynaklık etmek gibi bir tehlikeyi içerir. Örneğin, SSCB'nde yıllarca tüketim sektörü ihmal edilmiş, uzay teknolojisinde önde giden bir ülke, tüketim ve ara malları sanayisinde, birçok yeni sömürgenin fason mallarının gerisinde bir kalitede kalabilmiştir. Bu elbette asıl olarak üretici güçleri geliştirme zorunluluğunun bir sonucudur. Ama emek üretkenliğini ve tüketime yönelik talebi düşük tutmak gibi kaygılar da önemli olmuş ve süreç içinde asıl neden haline gelmişlerdir.
Bu türden olguların ortaya çıkardığı sonuç, başta SSCB olmak üzere, sosyalist ülkelerin birçoğunun, belli bir aşamadan sonra başlangıçtaki yüksek gelişme temposunu yitirmeleri ve giderek hantal bir niteliğin ağır basmasıdır. Sorunun kökeninde yatan neden ise, topluma dinamizm kazandıracak olguları güçlendirememektir.
Bilindiği gibi, sosyalizm öncesi toplumlara dinamizm kazandıran temel neden, aynı zamanda eşitsizliğin de başlıca nedeni olan özel mülkiyettir. Sosyalizmin buna karşı alternatifi, çoğunluğun azınlık üzerindeki egemenliğine dayanan bir sistem olmasıdır. Bu niteliğin sosyalizmi dinamik kılacağı ve planlı ekonominin sağladığı avantajla sosyalist sistemin kapitalist sistemi geride bırakacağı düşünülmüştür.
Ancak, sosyalist sistem ülkeleri, halkı yönetime ortak etmek gibi, sosyalizmin temel bir ilkesine ciddi zararlar vererek ve ezilenlerin hakimiyeti yerine, yönetimi onlar adına üstlenenlerin hakimiyetini engelleyemeyince, toplumun üretim sürecine yabancılaşması ve dolayısıyla da, gelişme dinamiklerinin zayıflaması gibi bir sonuç doğmuştur.
Öte yandan, sosyalizmin sistem olarak, insanlarını refah toplumunun üyeleri yapabilmekte emperyalist metropollerin gerisinde kalması, hantallığın ve durgunluğun diğer önemli nedeni olmuştur. Sonuçta, devrimi izleyen sosyalist inşa ve üretici güçleri geliştirme sürecinin baş döndürücü gelişme temposu ve dinamizmi, sosyalist sistemin çökmesi, temelden sorgulanması sürecini ve sorunların masaya yatırılmasını engelleyememiştir.
Stalin'in 1936'da ilan ettiği sosyalist inşanın tamamlandığı iddiası, birçok yanılgının ve izleyen yıllardaki teorik formülasyonların, bunlara bağlı pratiklerin nedenini oluşturmuştur. Ne var ki, SBKP yöneticileri, bu düzeyde bir hesaplaşmayı hiçbir zaman yapmadılar. Çünkü bu tip bir sorgulama herşeyden önce, parti bürokrasisinin kökenleri üzerine, onu besleyen ve ayakta tutan nedenler üzerine bir sorgulama anlamına gelecekti.
Böyle bir süreci, sonuçlarıyla ve yürütülüş biçimiyle, olumsuzlukları sınırlı tutarak Stalin'in hatasıyla açıklamak, çeşitli yanlışlıkları birbirinden yalıtarak ve çok yönlü etkilerini atlayarak ele almanın yanında hem daha zor, daha sancılı ve hem de bürokrasinin ayrıcalıklarının ortadan kalkması anlamına gelebilirdi.
Dolayısıyla sık sık gündeme gelen yenilenme ve reform girişimleri, geçmişin sağlam bir teşhisine dayanmadığından, hastalığı yanlış teşhis etmenin bir sonucu olarak, yanlış tedavi yollarına yönelecek ve sonuçta yenileme adına varılacak nokta, sosyalist ilke ve kurallar ölçüsünde geçmişin aşılması bir yana, bu geçmişin gerisine düşmek olacaktı.

SBKP 3. Programı ve Sonuçları
SBKP'nin ilk programı, RSDİP'in 2. Kongresinde (1903) kabul edilen programdı. Bu program daha çok "acil demokratik hedefleri" içermiş ve komünizmi partinin nihai amacı olarak ilan etmişti. Böylece RSDİP, dünyada proletarya diktatörlüğüne programında yer veren, Marks ve Engels'in bu arzularını yerine getiren ilk parti olma şerefini de kazanmıştı.
SBKP'nin ikinci programı ise, 1918'de toplanan 9. kongrede açıklandı. Bu program asıl olarak sosyalist toplumun inşa edilmesine ilişkin görevleri saptamıştı. Programda "Gotha Programının Eleştirisi" ve "Devlet ve İhtilal"de çizilen çerçeveye uygun olarak, kapitalizmden komünizmin üst aşamasına geçiş sürecinin devlet biçimi olarak proletarya diktatörlüğü öngörülmekteydi. 1959 yılında toplanan SBKP'nin 21. Kongresinde ise, SSCB'de komünizmin ilk aşamasının tamamlandığı, resmen ilan edildi. Bu açıklama, Molotov ve Stalin'in daha önceki açıklamalarından oldukça farklı yanlar içeriyordu.
Stalin, komünizm aşamasına ulaşılmasını değil, sosyalizmin kesin üstünlüğünü dile getirmiş ve geriye dönüşün koşullarının ortadan kalktığı savından yola çıkmıştı. Ancak, soruna kazandırdığı yeni nitelik, Marx ve Lenin'in çizdikleri perspektiften bu düzeyden kopuşa, daha farklı yönelimlerin ortaya çıkmasına uygun bir zemin oluşturmuştur. Ve işte şimdi, komünizmin ilk aşamasının tamamlandığı söylenmekteydi. Aynı kongrede bir komisyon seçildi. Bu komisyonun görevi, toplumun içinde bulunduğu aşamayı tanımlamak ve yeni hedefler saptamaktı.
Komisyonun çalışmaları iki yıl sonra, 22. Kongre'de açıklandı. Ve onaylanarak, SBKP'nin 3. Programı olarak ilan edildi. 3. Program asıl olarak, Stalin'in emperyalizme rağmen komünizme ulaşılabileceği yaklaşımının bir uzantısıydı. Ve söz konusu perspektifin ekonomist ölçülere ağırlık verilerek programlaştırılmasıydı.
Stalin, emperyalist kuşatma altında tek ülkede bile komünizmi olanaklı görmüştü. Oysa şimdi sosyalizm daha avantajlı ve daha güçlüydü.
Emperyalistlerin çabaları, 2. Dünya savaşının sosyalizmin zaferine dönüşmesini engelleyememiş, savaştan güçlü bir sosyalist blok çıkmıştı. Sosyalizmin anayurdu, şimdi düşman ülkelerle değil, sosyalist ülkelerle çevrilmişti. Doğu Avrupa ve Çin ile, dünyanın üçte birini kapsayan, dev bir sosyalist blok kurulmuştu. Ve sosyalizm, dünyanın diğer yörelerinde de gündemin ilk sırasında, halkların kurtuluş bayrağı durumundaydı; hızlı ve dinamik bir gelişme vardı. Yani komünizm çok daha yakındı artık... Stalin'in devletli komünizm anlayışını oluştururken Marx, Engels ve Lenin'in öğretilerine dogmatik yaklaşmama adına oluşturduğu, teoriyi yenileme, gelişen olaylara uyarlama yaklaşımı, artık tam bir eklektizme dönüşmüş, ihtiyaç duyulan teorik temel, fazla zorlanmadan yaratılmıştı.
Program, kapitalizmden komünizmin üst aşamasına geçiş sürecini ikiye bölmekteydi. İlk aşama sosyalizm, ikinci aşama ise ileri bir sosyalizmdi. İlk aşamanın devlet biçimi proletarya diktatörlüğü olurken, ikinci aşamada bütün halkın devleti sözkonusu olmaktaydı. İlk aşama, kapitalizme geri dönüşün koşullarını ortadan kaldırmaya ve sınıflar arasındaki ayrımı ortadan kaldırmaya hizmet etmişti. İkinci aşamada ise, komünizme geçişin koşulları olgunlaştırılacak ve sınıflararası ayrım ortadan kalktığı için, proletarya diktatörlüğü yerine, bütün halkın devleti geçerli olacaktı.
Bu, yalnızca burjuvazinin ortadan kalkması anlamına değil, aynı zamanda, proletarya, küçük burjuvazi ve köylülük arasındaki ayrımın da ortadan kalkması anlamına geliyordu. Böylelikle, parti de proletarya partisi olmaktan çıkıyor, bütün halkın partisi oluyordu.
Programla birlikte, SSCB'de komünizmin büyük ölçüde kuruluşu dönemine girilmişti. "Sosyalizmin komünizme kerteli dönüşmesi nesnel bir yasadır, Sovyetler sosyalist topluma daha önceki tüm gelişmesiyle hazırlanmıştır" (SBKP 3. Programı, Nikitin) deniyordu. Buna göre, 1961-1980 yıllarını kapsayan onar yıllık iki plan süresinde bütün halk için maddi ve kültürel mal bolluğu sağlanarak komünizmin maddi ve teknik temeli yaratılacak, Sovyet toplumu, ihtiyaca göre bölüşüm ilkesinin uygulamasını başlatacak, tek bir komünist mülkiyete, bütün halkın mülkiyetine kademeli bir geçiş gerçekleşecekti. Komünist toplum SSCB'de 20 yılda esas olarak kurulmuş olacak ve bu iş ileri bir dönemde tamamlanacaktı.
Programda, "Toplumsal güçler; işçi sınıfı, kooperatiflerde toplanan köylülük, halktan gelme aydınlar ve ekonominin toplumsal biçimleri (sosyalist mülkiyetin iki biçimi üzerine kurulan işletmeler), Sovyetler Birliği ile öteki sosyalist ülkelerde aynı tip olduğuna göre; her birinin ulusal ve tarihsel özellikleri hesaba katılınca, komünizmin başlıca kuruluş yasaları, SSCB'de ve öteki sosyalist ülkelerde ortak olacaktır." (Nikitin,Ekonomi Politik) denilmekteydi. Yani, diğer sosyalist ülkelerin de, çoğunun ileri sosyalizm aşamasına ulaştıkları varsayılmaktaydı.
Örneğin programı hazırlayanlardan P. Nikitin şöyle diyor; "Sosyalist ülkeler, bugün, farklı gelişme evrelerinde bulunuyorlar. Sovyetler Birliği, komünizmin büyük ölçüde kuruluşu dönemine girmiştir. Öteki kardeş ülkeler sosyalizmin kuruluşunu esas olarak tamamladılar ya da tamamlamak üzereler. Dolayısıyla, dünya sosyalist sistemine giren bazı ülkelerde sosyalizmin gelişmesinin farklı bir düzeyi ile, eşitsiz bir derecesi ile karşı karşıya bulunuyoruz (...) Dünya sosyalist sistemi, oluşturan ülkelerin, bir tek ve aynı tarihsel çağın sınırları içinde komünizme az çok birlikte geçişine olanak verir." (Nikitin, Ekonomi Politik)
Açıkça anlaşılacağı üzere, 1961'den 1981'e uzanan komünizme kerteli geçiş, yalnızca SSCB'ni değil, diğer Doğu Avrupa ülkelerini de içeriyordu. Nitekim 3. Program'dan sonra bu ülkeler de çeşitli aralıklarla kendilerini "ileri sosyalist" ilan ettiler. Örneğin, ileri sosyalizm kavramı, SSCB'de 1967'de resmen kullanılmadan önce, Çekoslovakya'da 1960'da, Macaristan'da 1961'de, D.Almanya'da 1967'de literatüre girdi.
Program, komünizmin maddi temelini ise şöyle açıklıyordu: "Ülkenin toptan elektriklendirilmesi ve bundan (buradan) hareket edersek, tüm ulusal ekonomi dallarında tekniğin, teknolojinin ve toplumsal üretim örgütlenmesinin yetkinleştirilmesi, imalat yöntemlerinin toptan mekanikleşmesi, yöntemlerin daima daha ileri otomasyonu, kimyanın ulusal ekonomiye geniş şekilde uygulanması; ekonomik verimliliği yüksek yeni sanayilerde, yeni enerji ve malzeme tiplerinin azami gelişmesi; doğal, maddi ve emek-gücü halindeki kaynakların azami ve rasyonel kullanılması; bilimin ve üretimin hızlı bilimsel ve teknik ilerleme tempolarının organik bağdaşıklığı (association); emekçilerin kültürel ve teknik düzeyinin yükselmesi; emek üretkenliği bakımından kendileri kapitalist ülkeler üzerinde hatırı sayılır bir üstünlük, ki bu da komünist rejimin zaferinin önemli bir koşuludur."
Daha sonraları, bunu sağlamanın bir aracı olarak bilimsel ve teknik devrim kavramı yaygın biçimde kullanıldı. 2. Dünya Savaşı'nın ardından dünya çapında gündeme gelen dev atılımların, bilimsel ve teknolojik düzeylerde büyük bir dönüşümü, bir devrimi içerdiği gerçektir. SBKP ise, bu kavramdan yola çıkarak, sözkonusu devrimin sosyalizmi ilerletici, komünizme ulaşma hedefini hızlandırıcı işlevini, yoğun biçimde vurgulamaktaydı:
"Parti, komünist toplumun kurulmasında, bilimin rolünün sürekli artmasına geniş çaplı katkıda bulunacaktır, üretici güçlerin gelişmesine yeni olanaklar getiren araştırmaları özendirecek, en yeni bilimsel ve teknik gerçekleştirimlerin geniş ve hızlı bir şekilde uygulanmasına, doğrudan doğruya üretim için yapılanlar da dahil olmak üzere, deney çalışmalarında kesin bir iyileşme, örnek ve bilimsel ve teknik iletişim örgütü, yerli ve yabancı öncü deneyim için araştırma ve yayma sistemi elde etmeye çalışacaktır."
Perestroika'nın beyni olarak kabul edilen A. Aganbegyan, partinin bu görevi nasıl yerine getirdiğini şöyle açıklıyor: "İlk Sputnik fırlatıldığında, ABD'de bir komisyon Sovyet gelişiminin nedenlerini inceledi ve gizin, okul düzeyinde Sovyet eğitiminde yattığına karar verdi. O zaman ABD'de SSCB'deki % 10 oranına karşılık, ulusal gelirin %4'ü eğitime harcanmaktaydı. 1985'e gelindiğinde ABD'nin eğitim harcaması %11'e çıktı. SSCB'de ise %7'ye düştü, çağdaş yaşamın getirdiklerinin çok daha altına. Okulların donanımı kötü, öğretmenlerin maaşları düşük ve nitelikleri yetersizdi."
Komünizmin maddi temelinin kurulması ne getirecekti? Nikitin şöyle cevaplıyor bunu:
"Komünizmin maddi temelinin kurulması, şu önemli sorunların çözümüne olanak verecektir;
Birincisi, üretici güçlerin görülmedik bir gücünü yaratmak ve nüfus başına üretim bakımından dünyada ilk sırayı almak;
İkincisi, daha yüksek emek üretkenliğini sağlamak, Sovyetleri en yetkin teknikle donatmak, çalışmayı bir mutluluk, esin kaynağı haline getirmek.
Üçüncüsü, Sovyetlerin bütün ihtiyaçlarını sağlamak üzere, maddi mal üretimini geliştirmek, bütün halka daha yüksek yaşam düzeyi sağlamak, ihtiyaçlara göre bölüşüme geçiş koşullarını yaratmak;
Dördüncüsü, sosyalist üretim ilişkilerini kerte kerte komünist üretim ilişkilerine dönüştürmek, sınıfsız toplumu yaratmak, kent ile kır arasındaki, kafa ile kol emeği arasındaki başlıca farkları ortadan kaldırmak;
Beşincisi, kapitalizmle yapılan ekonomik yarışmayı kazanmak, ülkenin savunmasını SSCB'ne, tüm sosyalist kampa saldırmaya kalkışan her saldırganı ezmeye olanak verecek bir düzeyde tutmak."
Ne varki; bilinen bütün belgelerin, incelemelerin ortaya çıkardığı bir sonuç olarak, bu amaç ve beklentilerin hiç birine ulaşılamamıştır. Durumu yalnızca koşulların zorlayıcılığıyla açıklayamayız. Bu, ancak sosyalist inşa sürecini açıklamakta kullanılabilir. Ama ileri kapitalist ülkelerle sosyalist ülkeler arasındaki fark, 1950'lere oranla daha da açılmışsa, ortada ciddi bir sorun var demektir.
Emek üretkenliği bağlamında, dünyada ilk sırayı almak bir yana, sosyalist ülkeler, Asya, Latin Amerika ve Afrika'nın aşağı çektiği dünya ortalamasının bile gerisinde kalmaktadır. ABD ile SSCB arasındaki fark ise bir uçuruma dönüşmüştür.
"Çalışmanın bir esin, bir mutluluk kaynağına dönüşmesi" amacının ulaştığı sonucu açığa çıkaran şu sözlerin sahibi ise, Perestroika'nın önderlerinden T. Zaslavskaya'dır:
"Sosyolojik incelemeler, hem kentte hem de kırda, bütün işçilerin ancak beşte birinin tam kapasitede çalıştıklarını gösteriyor. Geri kalanı, yapabileceklerinden daha azını yaptıklarına, koşullar izin verdiğinde daha çoğunu yapabileceklerine inanıyor. Bugüne kadarki yönetim sistemi, birçok durumda kendiliğinden etkenlerin uyandıracağı etkiye ayak uyduramıyor, toplumsal ekonomik gelişme de daha dengesiz hale geliyor. Bu gibi sonuçlar istenmiyorsa, bir takım işçilerin en önemli toplumsal değerlerden uzaklaşmalarının üstesinden gelmemiz, bireysel çıkarları, grup çıkarlarını ve toplumsal çıkarları bir bütün içinde birleştirmemiz gerekiyor. Sosyal toplumda, buna ulaşmanın başlıca yolu, ekonomik yönetimle ve toplumsal politikayla olur."
SBKP 3. Programında; "Komünizme geçiş, komünist bilince sahip, pek bilgili, kol emeğine olduğu kadar kafa emeğine de yatkın, toplumsal ve sosyal yaşamın çeşitli alanlarında, bilim ve kültür alanında çalışması üstün olan insanların eğitimini ve yetiştirilmesini gerektirir" deniliyordu. 1981'e gelindiğinde bu sorun çözümlenmiş olunacak ki, "komünizmin yetkin aşamasının" kuralları işlemeye başlayacaktı. 1981'den sekiz yıl sonra 1989 Ekimi'nde, Aganbegyan, sosyalist insanın ne düzeyde yaratıldığını açığa çıkaran bir örnek verdi:
"Diğer bir hata, anti-alkol kampanyası sırasında yapıldı. 1986'nın sonunda votka fiyatlarını iki misli arttırdık, hiç bir gerekçe göstermeden, hiç bir hazırlık yapmadan. Karar, akademisyen ve uzmanlara danışılmadan alındı. Bu kararın sonucu olarak votka satışları yarı yarıya düştü. Ancak alkol tüketimi azalmadı. Çünkü insanlar kendi votkalarını kendileri yapmaya başladılar. Biz buna Samağon diyoruz. Evde alkol üretiminin hammaddesi şekerdi, bu yüzden kişi başına yılda 40 Kg. olan şeker tüketimi, 48 Kg'a çıktı. Ülkede şeker kıtlığı başladı. Ve ne oldu? Şeker ithalatına başlandı. İnsanlar ellerindeki para fazlasıyla şeker alıp bundan alkol yaparak içki içiyorlar."
Bir de şu sözlere bakalım: "Aşırı sağın çekim merkezi VOOPIK'la birlikte Novosibirsk; Moskova ve Leningrad'da şubeler kuran (Pamyat) Bellek ve Rodina (Anayurt) klüpleri oldu. Onların önderleri, Yahudi karşıtı ve anti-demokratik görüşlerini gizlemiyorlardı. Güçlü bir devleti, eski imparatorluğun gerçek ruhunun canlanmasını düşlemektedirler. Yetkililerin, 1985-1986 yıllarında başlattıkları sarhoşlara karşı kampanya sürecince oluşmuş, çeşitli içki aleyhtarlığı kulüplerinde tutunmuşlardı. Moskova çevresindeki bölgede "Lyüberler" diye bilinen yarı kendiliğinden bir hareket başgöstermiştir. Programları şaşırtıcı derecede basittir: Moskovalıları, yabancı elbise giyen herkesi dövmek, "metalcileri" kovmak ve hippilerin saçını kesmek. (...) 1986 sonunda kamu savcılığı bürosu, Lyüberlerin yaptığını soruşturmaya başladı. Ne varki soruşturma bitirilemedi.(...) Oldukça açık biçimde belirli güçler, kamuoyunu bu tehdide karşı seferber etmekle hiç ilgili değillerdi. Açık olan başka birşey daha vardı. Lyuberlerin isimsiz ve nüfuzlu koruyucularının Gorbaçov'un muhalifleriyle bir ve aynı kişiler olması."
Örnekler çoğaltılabilir, ama bu kadarı fazlasıyla yeterli. SBKP'ne göre 1961'den 1981'e kadar geçen zaman içinde, emperyalizm yakalanacak ve her alanda geçilecek, komünizmin yetkin aşaması başlayacaktır. SSCB, D.Almanya, Polonya, Çekoslovakya, Romanya, Macaristan ve Bulgaristan, bu kategoride değerlendirilmektedir.
Yanlış saptama ve amaçlar, bununla bitmedi; 1981 yılında, SBKP 11. Kongresinde ileri sosyalist toplumun kurulduğu ilan edildi. Böylelikle sosyalizmin artık emperyalist kapitalist sistemi geride bıraktığı anlatılmaktaydı. Çünkü 3. Program'a göre, 1961-71 sürecinde kapitalizm yakalanacak ve geçilecek, izleyen on yılda ise, bütün halkı kapsayacak maddi ve kültürel bolluk dönemi başlayacaktı. Ama, 1971-75 döneminde de amaçlara ulaşılamayınca, bu kez 1976 yılında "ileri sosyalist topluma doğru güçlü ilerlemeden" söz eden bir söylem belinlendi. Nihayet 1977 yılında, SSCB Anayası'na, "ileri sosyalist toplumun kurulduğu" yazıldı. Komünizm başlamıştı...
Doğu Avrupa ülkeleri de bu plan ve programa, bu söyleme uygun olarak davranmaktaydı. Brejnev şöyle diyordu:
"SBKP'nin program ve amaçlarının gerçekleştirilmesi için alınan yol ve zamanlama düzeltilmiş, somutlaştırılmış ve uzun bir tarihsel dönem için strateji ve taktikleri tamamlanmıştır."
Zamanla teori ve pratik arasındaki uçurum, SBKP önderliğini de ihtiyatlı olmaya zorladı:
"Ülkenin komünizm aşamasına yakınlığı konusundaki olası abartmalardan kaçınılması yolunda uyarıda bulunduk." diyordu Andropov.
Gerçeğin itirafı içinse, Gorbaçov'un önderliği üstlenmesi beklenecekti.
"3. Parti Programı'nın kabulünden bu yana geçen çeyrek yüzyılda pek çok şey değişmiştir. Yepyeni bir tarihsel deneyim biriktirilmiştir. Tezlerin ve çıkarılan sonuçların hepsi doğrulanmıştır. Komünizmi tam olarak kurmanın görevleri, doğrudan doğruya pratik çalışmalar düzeyine aktarma zamanının gelmediği ortaya çıkmıştır. Bir dizi somut sorunun çözüme kavuşturulması süreci ile ilgili olarak tahmin yanlışları yapılmıştır."
Buna rağmen, Gorbaçov, SSCB'de sosyalist inşanın tamamlandığı, geriye dönüş koşullarının ortadan kalktığı ve ülkenin ileri bir sosyalist toplum olduğu iddialarını görmemekte, ya da komünizme geçişin kendi programı ile mümkün olacağını söylemektedir. Perestroika'nın ideolojik çerçevesini incelersek, bu program ve teorik temelin komünizmle ne kadar ilgili olup olmadığını göreceğiz. Ancak öncelikle, Perestroika'yı "son çare" yapan nedenleri gözden geçirmemiz ve sistemin baş çelişkisini tespit etmemiz gerekli.
Toparlayacak olursak, resmi açıklamalara göre, SSCB'de 1917'den 1950'ye kadar geçen süre, tek ülkede sosyalizmin kuruluş aşamasıdır. Bu tarihte Stalin, sosyalizmin inşasının tamamlandığını açıkladı. 1936'dan 1961'e kadar geçen süre, ileri sosyalist toplumu oluşturma aşamasıdır. 1961'den sonra ise, ileri sosyalizm aşaması sözkonusudur. 1977'de bu resmen ilan edilmiş ve anayasaya alınmıştır. Ayrıca 1961'den 1981'e kadar geçen sürede komünizme geçileceği öngörülmüş, bu planın tutmadığı ise, ancak 1987'de açıklanmıştır.
Bu açıklamalara temelde ekonomik indirgemeci ölçüler hakim olduğundan, hiçbiri, gerçeği yansıtmamıştır. Sosyalist inşa, ekonomik, siyasi, entellektüel ve etik süreçlerde tam bir hakimiyeti gerekli kılar. Dünyada emperyalist kapitalist sistem yaşarken de bu olanak dahilindedir. Ama emperyalizm karşısında mutlak bir üstünlüğü gerekli kılar. Bu da emperyalizmin zaten büyük ölçüde etkisizleştiği anlamına gelir.
Böyle bir olasılığı teorik düzeyde olanaklı kılan neden, bütün insanlığı tehdit eden nükleer silahlanmadır. Emperyalizm, nükleer silahlanmayı kendisi için bir çeşit emniyet sübobuna ve varlığına yönelik tehditlere karşı dünya halklarının tepesinde sallanan bir demokles kılıcına dönüştürmüştür. Ancak emperyalizmin varlığı henüz yalnızca nükleer silahlanmayla korunmaktan çok uzaktır. Bu değişmedikçe, gerçekleşmiş olan ve gerçekleşebilecek olan geriye dönüş sorunlarının sağlıklı bir çözümü olanaksız kalır. Çünkü sorunun temelinde yatan neden, yani yeni tip insanın yaratılması olanaksızlaşır.
Reel Sosyalist ülkeler, çöküş günlerine kadar, ekonomik ölçüleri, üstelik dünyanın diğer bölümünü bu ölçülerin ötesinde tutarak, gelişmenin göstergesi olarak kullandılar. Kendi içinde bir gelişme, elbette saptanmaktaydı. Ancak değil ileri sosyalizmin, sosyalizmin anlamı bu olamazdı. Bu, reel sosyalizmdi...
Ekonomist ölçüleri kullanırsak, dünyanın hiçbir yerinde, insanların 1917'den daha geri bir yaşama düzeyine sahip oldukları söylenemez. Örneğin Marks'ın "Kapital"de uzun uzun betimlediği işçi sınıfı görüntüleri, bugün ileri kapitalist ülkelerin hiçbirinde yoktur. Ekonomist ölçülerle bir gelişme, yaşama düzeyi bağlamında bir ilerleme elbette vardır. Ama bu reel bir gelişme anlamına gelmez. Çünkü sistemin temel işleyişi değişmemiş, artı-değer sömürüsü ortadan kalkmamıştır. Tersine daha büyük ölçekli ve daha yoğun bir sömürü vardır.
Sosyalizmin üstünlüğü başlangıçta, yaşam düzeyi bağlamında, ekonomik ölçüler bağlamında daha ileri olmasından kaynaklanmaz. Bu üstünlüğün dayandığı temel, daha ileri işleyiş yasalarına sahip olması, üretim sürecine hakim olan anarşinin yerine planı koyması, eşitsiz bölüşmenin yerine daha adil bir bölüşmeyi esas almasıdır. Ama çağdaş sosyalist gelişmenin, üretici güçleri görece geri ülkeleri başlangıç alması, bu üstünlüğün teorik düzeyde kalmasını getirmiş, sorunun gerçeklik kazanması süreç içinde çözüm beklemiştir.
Bu süreç tamamlanmadıkça, sosyalizmin teorik üstünlüğü toplumsal pratik içinde gerçeklik kazanmadıkça, geriye dönüş her zaman mümkündür. Yani sosyalizmin teorik planda var olan üstünlüğü, ekonomik, siyasal, entellektüel, estetik ve etik düzeylerde gerçeklik kazanmadıkça, sosyalist inşanın tamamlanmasından söz edilemez.
Sosyalist inşa değerlendirilirken kullanılan ölçütlerin niteliği ise, daha başkaydı. Özel mülkiyetin kaldırılması, kollektivizasyon ve sanayileşme programlarında hedeflere ulaşılması ve bu sorunların en temelde çözümü, geriye dönüşün koşullarının ortadan kalktığını ilan etmeye yetmişti. Ekonomi politiğin asıl konusunun üretim değil, üretim sürecinde insanlar arası ilişkiler ve eğitimin toplumsal yapısı olduğu gerçeğine ters düşen ölçülerdi bunlar. Sosyalist kültür sorunu atlanıyor, sosyalist yaşama biçimi ve yeni insan olguları ölçü olmaktan çıkıyordu.
Bugün varılan sonuçtan hareketle rahatlıkla söyleyebiliyoruz ki, geriye dönüş koşullarının ortadan kalktığını ve komünizmin üst aşamasına ulaşıldığını iddia eden yaklaşımlara, ekonomizm damgasını vurdu. Bu niteliğin sonucu olarak da, proletarya diktatörlüğünün varlık nedenlerini yitirdiği düşünüldü. "İhtiyaca göre dağıtım" ilkesine uygun ilişkiler örgütlenmeden, ileri sosyalist bir nitelikten söz edildi. Gelir eşitsizliği sistemin baş çelişkisiyken, sınıfların kalktığı var sayılıyor, proletarya diktatörlüğünün yerine "bütün halkın devleti" ve proletarya partisinin yerine "bütün halkın partisi" konuyordu. Diğer yanlışlıklara koşut giden ve yanlış programlara, yanlış çıkarımlara kaynaklık eden tezlerdi bunlar ve sonuçları da ağır oldu.
1981 yılında komünizme ulaşılacağı varsayılan ülkelerden SSCB, yerkürenin bütün halkları için de ağır ve acı bir yıkım, geriye dönüş yaşamıştır.
Ekonomik ve siyasal sorunlar bir yana, ülkenin en büyük sorununun ulusal sorun olduğu, ve bu yakıcı sorunda SSCB sürecinde gerçek bir ilerlemenin sağlanamadığı anlaşılmış durumda. Ulusal sorunun çözümü, demokratik devrimin konusunu oluşturur. Sosyalist devrimin üzerinden 70 yılı aşkın bir sürecin geçtiği bir ülkede, bu sorun yıkıcı sonuçlar yaratabilecek düzeyini korumuşsa, durumu hiç bir biçimde "zorunluluk" türünden açıklamalarla tanımlayamayız. Tümüyle sosyalist inşa süreci boyunca işlenen bir hata vardır ortada. Yani sorunun çözümü daha baştan bir dizi yanlışı içermiş, süreç içinde de bu yanlışların aşılması bir yana, ortaya kocaman bir patlama çıkmıştır.
Polonya, Macaristan, Bulgaristan, Doğu Almanya, Çekoslavakya ve Romanya'da da özgün süreçler yaşandı. Romanya'da Çavuşesku, yıkım sürecine ciddi bir direniş gösterdi ve bu direnişinin bedelini, pespaye bir CIA darbesinde infaz edilerek canıyla ödedi. Ardından, başta güzelim Romen kızlarının etleri olmak üzere, tüm Romanya başdördürücü bir satışa çıkarıldı. İç dinamizmleriyle değil, Emperyalistler arası 2. Paylaşım Savaşı'nın rüzgarıyla sosyalizme yönelen bu ülkelerin sosyalizm pratikleri de kuşkusuz ciddi bir tartışmanın konusudur. Ama ekonomist ölçülerin değil, Leninist ölçülerin kullanılması halinde, en azından Doğu Almanya ve Çekoslovakya ayakta kalabilma potansiyeline çok daha fazla sahiptiler.
Çünkü bu iki örneğin, ekonomist ölçülerde ciddi görünen sorunları yoktu. Sistemin en ileri ülkeleriydiler. Ama ekonomik başarılarla sorunların bitmeyeceği, dahası, ekonomik gelişmişliğin sağlam bir ölçü olmadığı açıkça görülmektedir. Onbinlerce insan Doğu Almanya'dan kaçtı ve Doğu Almanya'ın yıkımı, emperyalizmin görkemli ve isterik bir gösterisine dönüştü.
Bu sonuca nasıl varıldı? "İleri sosyalist" ülkeleri, bir sarsıntıya, bir çıkmaza, bir yıkıma sokan nedenler nereden kaynaklanıyordu? Bu sonuç, bir bütün olarak çağdaş sosyalist pratiğin bir sonucudur ve kökenleri Stalin sonrasına değil, Stalin'in yöneticiliğini yaptığı sürecin öne çıkardığı uygulama ve kurumların süreklilik kazanmasına dayanır.
Bugünün olumsuzlukları, kuşkusuz Stalin'in eseri olamaz. Ama oluşan yanlış uygulamalar, daha yanlış uygulamaları, bu temelde kural ve gelenekleri getirmiş, birbirini tamamlayan olumsuzluklar, giderek süreci belirlemeye başlamış ve sonuçta sistemi, tarihin en büyük yıkımıyla karşı karşıya bırakmıştır.
Ama çok iyi bilinmelidir ki, yıkılan, çöken, sosyalizm değil, reel sosyalizmdir ve yenilen sosyalizm değil, sosyalizm adına yapılan hatalardır. Sosyalizm yaşamaktadır ve mutlak zaferi, kaçınılmazdır!..

 

 
 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92