Emperyalizmin 3. Bunalım Dönemi ve Öncü Savaşı Çizgisi
Emperyalizmin, 3. Bunalım Dönemi ile birlikte
geliştirdiği yeni sömürgecilik ilişkileri, daha
önceki bunalım dönemlerinin sömürgecilik ilişkilerinden
oldukça farklıdır. Dönemlerin farklılığının sonucu
olarak, farklı toplumsal süreçler, farklı mücadele
süreçleri yaşanmıştır.
Yeni sömürgecilik döneminin özelliklerini belirleyen
temel etmenler; ekonomik süreci kapitalist ilişkilerin
belirlemesinde ve bu ekonominin kendine uygun
üst yapıyı ve bunun zorunlu kıldığı kurumları
oluşturmasında, modern kapitalist devletin mevcut
toplumsal süreci bütün alanlarda kontrol ve denetim
altında tutmasında, ekonomik ve siyasal olguların
gelişmesine bağlı olarak toplumsal refah ve göreceli
ilerlemenin toplumda yarattığı nisbi refah olgularında
belirginleşiyordu.
Çarpık kapitalizmin, kurumlarıyla beraber yukarıdan
aşağıya inşası süreci, görece bir refah ortamını
zorunlu kılıyordu. Bu inşa süreci, her yeni sömürgenin
toplumsal somut koşulları dikkate alınarak uygulanıyordu.
Öyle ki 1970'lere gelindiğinde dünyanın bazı yeni
sömürgeleri, emperyalizmin yeni uluslararası işbölümüne
dahil ediliyor ve bu işbölümü gereği, toplumdaki
nisbi refah ortamı tekrar hızla ortadan kaldırılıyordu.
Türkiye'de de bu görece refah ortamının seviyesi,
1970'lerin ortalarından itibaren sürekli düşürülmüştür.
Uluslararası işbölümünün 24 Ocak Ekonomik Kararları'yla
gecikmeli olarak Türkiye'ye yansıması, görece
refah dönemini tamamıyla ortadan kaldırmıştır.
Toplumsal sınıf ve katmanların, dönemin özelliklerine
uygun olarak saflaşmaları, sosyal ve siyasal bir
mücadele dalgasının yükselmesi, bu sürece tekabül
eder. Yeni bir toplumsal süreç başlar.
Yeni dönemin karakterize ettiği süreç aynı zamanda,
karşıt sınıfların birbirleriyle mücadelesinde
ve mücadele yöntemlerinde de köklü değişikliklere
yol açmıştır.
Genel anlamda toplumsal karşıt sınıfların birbirleriyle
giriştikleri mücadeleyi ve mücadele yöntemlerini
belirleyen, o toplumsal sürecin temel ekonomik-siyasal-sosyal
verileridir. Ve mücadele yöntemleri bu temel verilerden
soyutlanamadığı gibi, tersine, bu verilerin Marksist
analiz olgularının üzerinde yükselir. Bu anlamda,
her dönüşüm evresinde, mücadaleyi, mücadele stratejilerini
ve taktiklerini belirleyen bu somut veriler, dönem
koşullarının analizinin siyasal sonuçlarına yön
verir.
Dönüşüm evresi olgularının temel verileri üzerinde
yükselen karşıt sınıfların mücadelesi, burjuvazinin
yanısıra proletarya ve ezilen emekçi kesimleri
daha çok ve doğrudan ilgilendirir. Burjuvazi,
egemenlik sistemini bu yeni olguların üzerinde
sürdürmek isteyeceği gibi, aynı zamanda proletarya
ve emekçiler de, burjuvazinin egemenlik sistemini
çözecek ve yıkımını sağlayacak mücadele ve mücadele
yöntemlerini bu yeni olguların üzerinde oluşturur.
Toplumsal sürecin her evresinde ortaya çıkan proletaryanın
siyasal örgütlenmelerinin tarihsel aktivitesi,
bu verilerin analizi ve buna uygun temel mücadele
yöntemlerinin seçilişinde ortaya çıkar. Örneğin
bağımlı ülkelerde, toplu ayaklanmaya ve halk savaşına
hizmet eden mücadele yönteminin seçilişi, bu dönemdeki
toplumsal sürecin temel verilerinin analizinde
yatmaktadır. Bu yöntemin zorunlu sonucu olarak
bağımlı ülkelerde -örneğin Türkiye'de- halk savaşını
savunan örgütler; devrimi, devrime giden yolu
ve devrim sürecinin temel ve tali mücadele biçimlerini,
temel ve tali örgüt biçimlerini, bu dönemin karakterinin
analizinden çıkarmışlardır.
Genel olarak, yeni-sömürge ülkelerde ve özel olarak
ülkemizde, emperyalizmin sömürü biçimi, geçmiş
dönemlerden tamamen farklı yöntem ve boyutlarda
gerçekleştirilmiştir. İşgalin biçimi dışsal (görünür)
değil, içsel (görünmez) hale getirilmiştir. Emperyalizm
bu durumuyla gerek ekonomik ve siyasal, gerekse
de askeri anlamda onmaz bunalımına geçici de olsa
çare bularak, hem ekonomik ve siyasal anlamda
kendine bağlı sınıf kaynaşmacıları yaratmış, hem
de açık işgalinin beraberinde getirdiği askeri
harcamalardan kurtularak bu kurumun harcamalarını
bağımlı ülkelerin yerli militarist gücünün (yerli
ordu) sırtına yüklemiştir.
Kuşkusuz emperyalizmin bu konumu çeşitli zorunlulukların
sonucudur. Geçmiş dönemlerde emperyalistler sömürge
ülkelerin yeraltı- yerüstü hammadde kaynaklarını
talan ederek metropollerine götürmüşler, daha
sonra bunları işleyerek meta ihracatı şeklinde
çok büyük karlarla tekrar sömürge ülkelere aktarmışlardır.
Hammaddelerin hem sömürgeden metropole, hem de
metropolden sömürgelere gelişinde, ulaşım ve iletişimin
zor, külfetli oluşu; büyük nakil masrafına, dolayısıyla
tekellerin kar oranının düşmesine yol açıyordu.
Sömürgelere yapılan meta ihracatı öyle bir noktaya
geldi ki, emperyalist tekellerin arzu ettiği kar
seviyesi -sömürge halkların alım gücünün alabildiğine
düşmesinden dolayı- her geçen gün düşmeye başladı,
bu ise emperyalizmi daha farklı sömürü yollarının
aranmasına itti.
Diğer yandan ise, sömürge ülkelerdeki açık işgal
(özellikle büyük şehirlerde, liman kentlerinde,
anakara bağlantılarında) ulusal bilincin ve ulusal
ayaklanmaların (ki bu ayaklanmalar çoğu zaman
başlangıçta bölgesel-yöresel oluyordu) gerçekleşmesine
sebep oluyordu.
Sömürge ülkelerde ekonominin feodalizme göre karakterize
olması aynı zamanda kapitalist anlamda güçlü,
her yere ulaşabilen devlet ve ona bağlı kurumlar
olgusunun da olmamasını ya da zayıflığını getiriyordu.
Emperyalizmin açık işgalinden dolayı, ulusal örgütlenmeler,
yerli yönetimin ve açık işgalin denetiminde olmayan
kırlık bölgelerde üstlenerek, basit propaganda
ve ajitasyon çalışmalarıyla işgalcilere ve onların
müttefiki yerli hain güçlere karşı ulusal kurtuluş
savaşlarını örgütleyebiliyorlardı. Ulusal ayaklanmaların
başarılı olduğu ülkelerde, işgalcilere darbe vurulmasının
sonucu olarak, emperyalizm bu tür açık işgal ve
sömürü biçiminden vazgeçerek, daha ileri yöntemlerle
sömürüsünü ve işgalini gizlemiş, yeni-sömürge
ülkelerdeki halkların gözünde yerel oligarşiler
vasıtasıyla görünmez hale gelmiştir.
Emperyalizmin 3. Bunalım Dönemi'nin bir diğer
önemli değişikliği ise; ekonomik sürecin kapitalist
olması ve aynı zamanda bu sürece ve ekonomiye
göre biçimlenen modern kapitalist devletin oluşmasıdır.
3. Bunalım Dönemi'nin yeni-sömürge ülkelerinde
mevcut ekonomik süreç feodal değil, kapitalist
süreçtir. Her ne kadar yeni sömürgelerde geçmiş
dönemin ekonomik ve siyasal şekillenmesi olan
feodalizmin çeşitli etkinlikleri görülse bile
bu durum, kapitalist sürecin karakterini değiştirmemektedir.
Bilindiği gibi, yeni-sömürgelerdeki kapitalist
süreç, doğumundan itibaren emperyalizme bağımlı
bir gelişim yaşamaktadır. Bu yönü ile yeni sömürgelerdeki
kapitalizm, kendi iç-öz dinamiklerinden yoksun,
emperyalizmin işleyiş ve sömürüsüne uygun olarak
geliştiğinden dolayı; dışa bağımlı, cılız ve güdüktür,
çarpıktır, yukardan aşağıya emperyalizmin istismar
ve sömürüsüne cevap verecek şekilde organize edilmiştir.
Yeni-sömürgelerdeki kapitalizmin bu şekilde yukarıdan
aşağıya, emperyalizmin sermaye ihracı yolu ile
inşa edilmesi, emperyalizmin içsel olgu olmasını
belirleyen en önemli olgulardan bir tanesidir.
Şüphesiz ki emperyalizmin denetimindeki siyaset,
politika, kültür, sanat, askeri pakt, askeri anlaşmalar
ve diğer olgularda en az ekonomi kadar emperyalizmin
içsel olgu olmasını belirleyen önemli ögelerdir.
Ne var ki bütün bunların yanısıra, sömürünün ve
denetimin çok daha yoğun ve sinsice olmasına rağmen
halk yığınları, emperyalizmi direkt olarak karşısında
göremediği için, düşmana karşı olan ulusal duyguları
da nötralize olmuştur.
Emperyalizm tarafından yeni sömürgelere yapılan
sermaye ihracı ile yukarıdan aşağıya geliştirilen
kapitalizm, kendi öz dinamizmlerinin sonucu olarak
doğup toplumun yapısını şekillendirmediği, dahası,
başından itibaren emperyalizmin denetiminde onun
öngördüğü olanak ve imkanlar ile yaşadığından
dolayı, ekonomik anlamda alabildiğine kuvvetsiz
ve cılız olup, emperyalizme dayanmakta, onun istem
ve dayatmalarına göre şekillenmektedir. Bu oluşumu
ile Türkiye kapitalizmi de yukarıdan aşağıya istem
ve dayatmalara göre inşa edilmiştir.
Fakat kapitalizmin bu çarpık gelişimi bile, geçmiş
dönemlerle kıyaslandığında pek çok görece ilerlemeyi
beraberinde getirmiştir. Toplumun ekonomik, siyasal,
sosyal, kültürel, psikolojik vb. diğer bir çok
alanında, hareketlilik ivmesi yükselmiştir. Sermaye
ihracının sonucu olarak, montaj ve ara sanayi
ürünlerinin yapımı için oluşturulmuş, kapasitesi
ve sanayi anlamda üretimi düşük bir çok fabrika
ve kapitalist işletme, toplumun ekonomik faaliyetinde
yerini almıştır.
Genel olarak fabrika ve işletmelerin ve aynı zamanda
ticaret ve değişimin şehirlerde oluşması, şehirleşme
olgusunun önemini son derece arttırarak proletaryanın
bu alanlarda nicel yoğunlaşmasını sağlamıştır.
Varolan kapitalizmin çarpık, cılız ve dışa bağımlı
olması, ucuz işgücüne ve vasıfsız proleteryaya
dayanması, proletaryanın sınıfsal oluşumunu da
olumsuz yönde etkilemiş; onu -üretimin yapısı
ve karakterinden dolayı- bölük pörçük etmiş, bu
haliyle kapitalizmin bağrında taşıdığı üretim
anarşisi ülkemizde alabildiğine yoğunlaşmıştır.
Proletarya, yaşam kaygısının, çalışma rekabetinin
belirlediği, örgütlenme eğilimi taşımayan bir
yığın haline getirilmiştir.
Bu dönemin ekonomik ilişki ve çelişkilerine uygun
olarak, modern kapitalist devlet ve onun araçları
da tam teşekküllü hale getirilerek yeni-sömürge
ülkede yoğun ve terörist bir denetim kurulmuştur.
Bu ülkelerde oluşturulan devletin bir bütün olarak
fonksiyonu; ekonominin alabildiğine cılız ve güdük
olmasından kaynaklanan ve toplumu her alanıyla
saran bunalımın, özellikle proletarya ve ezilen
kesimler üzerinde yarattığı memnuniyetsizlik ve
kıpırdanmaların nötralize edilmesine yöneliktir.
Bunalımın ağırlığı altında ezilen sınıf ve kesimlerin
daha iyi yaşam için öne sürdükleri ekonomik-demokratik
hak ve talepler ve bunların toplumsal yaşamdaki
araçları -grev, sendika, kooperatif, dernek vd-
bile devletin zor yöntemleri ile bastırılmaktadır.
Öyle ki, "temsili demokrasinin" olduğu
dönemlerde bu zor, gizli faşizm yoluyla icra edilirken;
toplumsal muhalefetin seviyesinde yükselme olduğu
dönemlerde, bu icrayı cuntalar, açık faşizm yoluyla
yapmaktadırlar.
Yani her iki durumda da (açık ya da gizli) toplumsal
muhalefetin bastırılmasında sürekli faşizm esas
temeli oluşturmaktadır. Temsili demokrasinin uygulamada
olduğu dönemlerde siyasal iktidar, proletaryanın
zorlamasının ve diğer etmenlerin sonucu olarak,
onlara geçici de olsa belirli ekonomik demokratik
hak ve örgütlenme araçları imkanını tanıyorsa,
bu haklar, burjuvazinin sınıfsal çıkarlarını zorladığı
an rafa kaldırılmaktadır. Bu uygulamada zerrece
tereddüt edilmemektedir.
Çarpık kapitalizmin yarattığı proletaryanın, sınıf
olarak bilinç ve örgütlülüğünün cılızlığı bir
tarafa, onun yönetici- sömürücü sınıflara karşı
muhalefet ve kıpırdanması (ki unutmamak lazım,
proletarya ve ezilen sınıfların bu huzursuzluğunun
kaynağı daha iyi yaşam tarzına tekabül ediyor)
salt siyasal zor vasıtası ile değil, ama aynı
zamanda ve ona bağlı olarak ideolojik pasifikasyon
araçlarını da içeriyor. Ezilen sınıf ve kesimlere
dayatılan ideoloik pasifikasyon araçları - TV,
radyo, basın yayın, okullardaki tek yanlı mekanik
burjuva insan tipine hizmet eden eğitim, özellikle
gençliğe yönelik yoz emperyalist kültür bombardımanı,
burjuvazinin en az tabanlı parti yetkilisinden
devletin en üst düzeyde yetkili temsilcilerine
kadar bütün hiyerarşisinin demeçleri, vs - siyasal
iktidarın maddi pasifikasyonunu tamamlayıcı özellikler
taşımaktadır.
Bu durumda halk kitlelerinin bilinçsiz tepki ve
kıpırdanmaları ile hakim sınıflar diktatörlüğünün
baskı ve terörü arasında suni bir denge oluşmuştur.
Bu arada dikkat çekmek isteriz ki; suni denge
kavramı, hareketsizliği değil, tersine hareketliliği
simgelemektedir. Yukarıdan aşağıya emperyalizmin
denetiminde onun sömürü ve istismarına cevap verecek
şekilde oluşturulan kapitalizm, kendi öz dinamiklerinden
yoksun olduğu için cılız ve güdüktür, ancak ve
ancak siyasal zora ve onun araçlarına dayanarak
ayakta durabilir.
Yeni sömürgelerin dışa bağımlı olması ve bunun
toplumda yarattığı bunalımın ezilen sınıf ve kesimler
üzerinde yoğunlaşması, kaçınılmaz biçimde onları
daha iyi yaşam için bazı ekonomik-demokratik taleplere
yönelmeye itmektedir. Emperyalizmle bütünleşmiş
burjuvazi ise, yapısal karakterinden ötürü, kitlelerin
bu taleplererine köklü bir biçimde yanıt verememekte;
bu da ezilen sınıfların huzursuzluğunu arttırmaktadır.
Kitlelerin bu huzursuzluğunun karşısına çıkartılan
ve özünde çarpık kapitalizmin devamına hizmet
eden siyasal zorun karakterinde, kitlelerin ekonomik
demokratik taleplerinin bastırılması olduğu kadar,
esas olarak bu huzursuzluğun örgütlenip-boyutlanarak
siyasal iktidarına yönelmesinin engellenmesi vardır.
Ve suni dengenin temelini oluşturan siyasal zor,
esas olarak bu amacın gerçekleşmesine yöneliktir.
Bu noktada emperyalist kapitalist ülkeler ve yeni
sömürgeler arasındaki zor ve baskı farkını gözden
kaçırmamak gerekir. Aksi bizi yanlış tahlillere
götürür. Elbette ki emperyalist ülkelerde de burjuvazi,
iktidarını korumak için çeşitli zor ve baskı araçları
oluşturmuştur ve bunları ustaca, yetkin biçimlerde
örgütlemiştir. Ama bu tür ülkelerde kapitalizmin
alabildiğine gelişkin, gürbüz ve oturmuş olmasından
dolayı sorunlar esas olarak burjuva demokrasisi
çerçevesinde çözümlenebilmektedir. Yani genel
olarak burjuvazi, iktidarını burjuva demokrasisi
ile sürdürmektedir.
Yeni sömürgelerde ise, bu durumun tam tersi olduğundan,
burjuvazi ancak ittifakları ve zor desteğinde
güçlükle ayakta durmaktadır. Ayrıca çoğu zaman
ittifakları, onunla çatışabilmektedir. Dolayısıyla,
bu temelde de faşizme gereksinimi vardır. Bu kapsamda
suni denge olgusu, emperyalizmin 3. Bunalım döneminin
yeni-sömürgelerine has bir olgudur. Burada suni
denge olgusunun proletarya ve ezilen halk kitleleri
lehine dengesizleştirilebilmesi-bozulması, burjuvazinin
siyasal iktidarının tecridini içeren Politikleşmiş
Askeri Savaş Stratejisinin başarılı uygulamalarına
bağlı olarak yavaş yavaş ve uzun soluklu bir mücadele
ile sağlanacaktır.
Suni dengeyi oluşturan bu olgulara -maddi ve ideolojik
pasifikasyona- ek olarak özellikle Türkiye toplumunun
tarihi ve sosyal gelişimi ile Osmanlı İmparatorluğu'ndan
devraldığı ve bugün toplum üzerinde hala etkisini
sürdüren (geçmiş dönemlerde olduğu gibi olmasa
bile) devlete, yönetime, yöneticilere karşı saygı,
itaat, boyun eğme, sabır gibi etmenler, suni dengenin
pekiştirilmesi için burjuvazinin yararlanıp değerlendirdiği
olgular arasındadır.
Kısaca söylediklerimizi toparlayacak olursak;
emperyalizmin 1. ve 2. Bunalım Dönemi'nden sonra
3. Bunalım dönemi; ayırdedici özelliklerinin başında
gelen gizli işgalin, çarpık kapitalist sürecin,
suni dengenin, sürekli faşizmin ve diğer ek verilerin
yeni döneme uygun olarak oluşturulması ve aynı
zamanda bu verilerin analizi üzerine oturmuş olan
yeni tarz Halk Savaşı gibi özellikleriyle diğer
dönemlerden farklılaşmıştır.
Diğer dönemlerden farklılaşan halk savaşı, yeni
döneme özgü koşulların sonucu olarak, öncü savaşı
aşamasından geçecektir. Bu döneme özgü tüm koşulların
bir bütün olarak görülememesi ya da onların iç
bağlantılarının, özgün yönlerinin gözardı edilmesi,
günümüzdeki halk savaşı tarzını ve dolayısıyla
onun ilk aşaması olan öncü savaşını kavramamayı
doğurmaktadır.
Klasık halk savaşı ile 3. Bunalım Dönemi sürecinin
Halk Savaşları arasındaki ayırdedici özelliklerin
görülememesi ya da gözardı edilmesi, aslında halk
savaşını kavramamaktır. Klasik halk savaşı ile
günümüzdeki halk savaşı arasındaki ayırdedici
özelliklerin görülememesi (TKP/ML) veya halk savaşı
ile öncü savaşının ayrı ayrı evreler olarak görülmesi
(HDÖ) ya da halk savaşının başlangıç evresi olarak
öncü savaşının taktik bir evre olarak görülmesi
(DY) genel olarak Emperyalizmin 3. Bunalım Döneminin
özelliklerinin görülememesi ya da kavranamamasından
kaynaklanan değerlendirmelerin sonucudur.
Bir diğer yaşamsal önemdeki eksik anlama ise,
dönemin koşullarına uygun olarak öncü savaşının
içeriğinin ve mücadeledeki bütünselliğinin yeterli
ölçüde hatta çoğu zaman yanlış kavranmasıyla gündeme
gelmiştir.
Genel hatlarını yukarıda verdiğimiz gibi, klasik
halk savaşı ile 3. Bunalım döneminin halk savaşı
arasındaki en temel fark, yeni dönemdeki halk
savaşının ilk evresine tekabül eden öncü savaşıdır.
Bu dönemin toplumsal yapılanmasının kendine has
özellikleri (siyasal, sosyal, ekonomik, ideolojik,
kültürel, psikolojik vs), öncü savaşı mücadelesini
zorunlu hale getirmiştir. Yeni sömürgelerde halk
savaşını yürütecek olan proletaryanın siyasal
örgütlenmesi, öncü savaşı ile, savaşın ilk döneminde
kitlelerin kendi savaşımına katılımını engelleyen
çeşitli gizil olguları, kitleler nezdinde mücadelenin
çeşitli araç ve yöntemleriyle deşifre ederek ve
dönüştürerek, bilinçlendirerek, örgütleyerek,
maddi ve psikolojik olumsuzlukların belirleyiciliğini
onlar üzerinden kaldırarak, adım adım savaşa katılımlarını
sağlayacaktır.
Öncü savaşı ve onun örgütü ile; Emperyalizmin
3. Bunalım Dönemi'nin sonucunda, yeni sömürge
ülkelerde proletaryanın mücadele çizgisi olarak
gündeme gelen Politikleşmiş Askeri Savaş çizgisi,
aynı zamanda bu çizginin mücadeledeki gereklerini
yerine getirebilecek örgütsel yapılanmayı da zorunlu
hale getirmiştir. Çizginin gereklilikleriyle donanarak
faaliyete başlayan örgüt, doğum anından itibaren,
bu çizginin gündeme getirdiği işlevleri adım adım
yerine getirmekle yükümlüdür. Çünkü her mücadele
çizgisi, onu yaşama uygulayacak örgütte somutlaşır.
Halk savaşını ve dolayısıyla onun başlangıç evresi
olan öncü savaşını, proletaryanın ve ezilen halk
yığınlarının mücadelesi olarak yürütecek olan
örgüt, politik-askeri eylemlerini-faaliyetlerini,
bu dönemin özgün koşullarının (siyasal, ekonomik,
politik, ideolojik) hergün ön plana çıkardığı
ilişki ve çelişkiler üzerinde yoğunlaştırarak;
ezilen sınıf ve katmanları toplumsal yaşamın tüm
alanlarında, tüm mücadele biçim ve araçlarını
kullanarak, bu mücadelenin içine çekmeli, onların
kendi kurtuluş mücadelesini vermelerinin bilincini,
örgütlülüğünü ve savaşkanlık gücünü taşımalıdır.
Mücadele çizgisi, bütününde yer alan temel ve
tali unsurlarından temel ve tali olanları dıştalamadığı
gibi, pratikte de onun yadsınmasını getirmez.
Öncü savaşında temel olan silahlı propaganda,
tali olan ekonomik-demokratik ve ideolojik mücadele
biçimleriyle uygun bir birliktelik ister. Tali
mücadele biçimlerinden yoksun kalan silahlı propaganda,
öncü savaşında temel motif olma özelliğini yitirir.
Bu noktada öncü savaşçı örgüt, eğer tali mücadele
biçim ve arçalarının fonksiyonlarını ideolojik
olarak reddetmiyorsa, ama buna rağmen 'güç' esprisinden
hareketle bu mücadelenin gereklerini yerine getirmiyorsa,
o durum, öncü savaşçı örgütün liderliğinin bu
noktada sağlıksızlığını gösterir.
Çünkü biz, siyasal liderliği, proletaryanın burjuvaziye
karşı savaşımının her alanındaki politika yoğunluğu,
üretkenliği ve mücadele karakterini yönlendirici
bir organizma olarak kavrıyoruz.
Burada öncü savaşını ve onun örgütünü bir ölçüde
daha açacak olursak; öncü örgüt, ezilen sınıf
ve katmanların içinden siyasal bilinci ve örgütün
gerekliliğini kavramış insanların grupsal bütünlüğü
(örgütü) ile, burjuva devlet mekanizması arasında
cereyan eden savaşın örgütü değildir. Bu özelliğe
sahip insan ya da gruplar tarihsel gelişmenin
her döneminde onlarca kez ortaya çıkıp ezen sınıflara
karşı mücadele etmelerine rağmen, ne öncü olabilmişler,
ne de öncü savaşı verebilmişlerdir.
1960'lı yılların başından 1970'li yılların ortalarına
kadar bu niteliklere sahip grup ya da örgütlenmelerin
mücadelesine sahne olan Latin Amerika'nın çeşitli
ülkelerinin pratiği açıktır. Bu ülkelerdeki sözkonusu
örgütlenmeler, öznel anlamda öncü örgüt olarak
doğmuşlar ama, öncü savaşını gerek içerik olarak
gerektiği gibi kavrayamamaları, gerekse de öncü
mücadelenin kitlelerle olan ilişkisini kuramamalarından
ötürü, siyasal sahneden silinmişlerdir.
Oysa bu örgütlenmelerin hemen hemen hepsi, örgütsel
olarak kendi içlerinde belirli bir hiyerarşiyi
yaratmış, kadrolarını öncü savaşını yürütecek
örgüt yapılanmasına göre biçimlendirmiş, belirli
ölçülerde altyapı imkanları yaratmış, devlete
karşı ateş ve eylem gücü alabildiğine yüksek ve
hatta kitlelerin şu ya da bu oranda -devlete karşı
savaşkanlığından dolayı- sempatisini kazanmışlardı.
Örneğin Uruguaydaki Tupamarolar gibi...
Ama ne yazık ki bu örgütlenmelerin hemen hemen
hepsi, devlete karşı yıllarca mücadele vermelerine
rağmen, kendi örgüt grupsallıklarını aşamadılar,
temele bağlı ve ona göre şekillenmesi gereken
tali mücadele biçimlerini hayata geçiremediler,
öncü savaşının kitle bağlarını ve ilişkisini oluşturamadılar.
Yani genel olarak sürdürülen mücadele, örgüt çapında
sıkışıp kaldı, örgütselliği aşamadı, kitlelere
mal edilemedi ve sonuçta, bu tür silahlı mücadele
örgütleri, devletin her darbesinden sonra ya dağılıp
parçalandılar ya da siyasal sahneden silindiler.
1970'li yılların ortalarında Latin Amerika'da
bu tür örgütlerin pratiklerini değerlendirmeye
tabi tutan, geçmiş örgütün samimi savunucularından
bazılarının değerlendirmeleri; "Bir çok Orta
Amerika ülkesinde 69'lı yılların sonları ve 74'lü
yılların başları, geçmiş dönemde uğranılan bozgunların
analizleri ile geçti. "Yeni Devrimciler"
geçmiş senelerin yararlı ve temel düşüncelerini
terketmeksizin, solun ve demokratik hareketin
yeniden örgütlenmesi, yeni yolların, yeni mücadele
biçimlerinin ve metodlarının araştırılması işine
sabırla koyuldular" (Orta Amerika'da Yeni
Sol'un ortaya Çıkışı. Bozgun Çocukları /Jose Luis
Moralel Sf,3 )
"...Bu yenilgiler şu nedenlerden kaynaklanıyordu:
Çeşitli halk mücadele biçimlerini küçümseyen,
temelde, siyasal kitle hareketini, özel olarak
da devrimin lider gücü olan işçi sınıfının aşağılanmasını
getiren küçük burjuva kaynaklı elitist aceleci
tavırların üstesinden gelinememesi." (Farabundo
Marti FPLN'nin Devrim Stratejisi. 1976 Tricontinental.
Eylül 1981. El Salvador'da Devrim yazısı. Sf,11)
Proletaryanın öncü örgütü burjuvaziye karşı savaşımında
elbette ki illegal örgüt temelinde biçimlenerek
mücadelenin temel işlevini yerine getirecektir.
Fakat burjuvaziye karşı verilen sınıf mücadelesi,
sadece temel illegal örgütlenme ile sınırlı değildir.
Tersine, sınıf mücadelesinin çok yönlü olması,
yarı-legal ve legal örgütlenme biçimlerinin zorunluluğunu
getirir.
Öncü örgüt, illegal örgütlenmesini, yarı legal
ve legal örgüt biçimleriyle beslemeli, onları
kitleler içindeki dayanakları olarak değerlendirmelidir.
İllegal örgütlenme ancak yan örgüt (legal-yarı-legal)
biçimleriyle kitleler içine nüfuz edip onlarla
kaynaşabilir.
Özellikle yan örgüt biçimlerinin sağlayacağı olanaklardan
faydalanmayan-faydalanamayan illegal örgüt, dar
bir alana sıkışarak proletarya mücadelesinin yalnızca
bir yanının görevlerini yerine getirebilir.
Bu görevlerini bile gerektiği biçimde ve kalıcı,
gelişim sağlanan bir çizgide sürdüremez. Oysa
ki mücadelemiz, Politikleşmiş Askeri bir savaştır.
Bu ise; "Devrimci uzatılmış halk savaşı stratejisi,
şiddet ve barışçıl mücadele yöntemlerinin, ekonomik,
demokratik, yasa-dışı ile yasalın, kitle ile gerilla
eylemlerinin, silahlı ve silahsız mücadelenin
doğru bir bileşimini içerir." (El Salvador'da
Devrim, FPL'nin Devrim Stratejisi Sf,29)
Toparlayacak olursak; öncü savaşını savunan öncü
örgüt, bu savaşın gerektirdiği komple bir çalışmayı
hayata geçirebilmek için, burjuvazinin ideolojik
ve maddi baskısı sonucunda politik olarak edilgen
hale getirdiği proletarya ve ezilen sınıfları
bilinçlendirip örgütleyebilmek, maddi bir güç
olarak burjuvazinin karşısına dikebilmek için,
illegal örgütlenmeye bağlı olarak yarı legal ve
legal örgüt araçlarını kesin olarak oluşturmak
zorundadır.
Döneme, ülkenin özgün koşullarına, ülkenin özgün
koşullarının özgün programlarına, yürütülen temel
stratejik savaşımın taktik gereksinimlerine, halkın
ve düşmanın o süreçte ifade ettiği özelliklere,
dünyanın ve ülkenin gündemine göre biçimlendirilecek
ve zengin taktiklerle, yaratıcı yöntemlerle örülecek
bu çalışmalar, hem balığın denizi, hem de oltanın
denizi olacaktır...
|