Son aylarda, dünya ve ülke gündeminin 'fazla
mesai yapılan' bir sürecini yaşadık ve yaşamaktayız.
Rusya'da mali kriz, ABD'de Clinton krizi yaşanırken,
ülkemizde hızlı ve karmaşık bir gündem, belirsizlikleri
ve çözümsüzlükleriyle ağırlaşıyor. Öte yandan,
bütün bu krizleri, gelişmeleri, sansasyonları,
kirli çıkınların açılıp saçılmasını; onun yaşamının
bütün alanlarına yansıyan ve onu sürekli cehennem
kazanında tutan sonuçlarına rağmen, halkımız büyük
ve lanetli bir sükunetle izliyor. Hayır, çoğu
kez izlemiyor bile...
Dünyanın ve ülkemizin bir sırat köprüsünden geçmekte
olduğu bu süreçte halkımız, o sırat köprüsünün
en tehlikeli yerlerinde tutunmaya çalışanlardan
olduğu halde, anti-politik yaşamını sürdürüyor.
Eğer, o bir yaşamsa...
Halkın bu tavırsızlığının (bir yönüyle de tavrının)
nedenleri üzerinde daha önce defalarca yazdığımız
için, burada sadece sonucu bir kez daha tanımlayarak,
gündemin gelişmelerine geçmek gerekiyor.
Susurluk Dosyası, yeni gelişmelerle kabardı.
Erken seçim kararı alınmıştı. Hükümet, tam bir
seçim ekonomisi yürütmeye ve halka rekor boyutlarda
seçim rüşveti dağıtmaya başladı. Belli güçlerin
kulak çekmesiyle, seçim kararı ortada kaldı.
Yargı başkanı, yargının bağımsız olmadığından
ve mafyalaştığından söz etti.
TSK'nda değişimler yaşandı.
Rusya krizi, başta Rusya olmak üzere, bütün dünyayı
sarstı.
Ve PKK, 1 Eylül Dünya Barış Günü'nde, bir kez
daha, şartlı bir ateşkes ilan etti.
Şimdi Kapitalizm, Sırçadan Kaplan
Küreselleşme, çağımız toplumlarının dünya ölçeğindeki
bağımlılığının adıdır. Emperyalizm, küreselleşmeyi,
sınırların aşılması ve serbest piyasa ekonomisinin
özgürlüğü, kapitalizmin geliştirici gücünün bağımsızlığı
biçiminde anlatmaya, dünya halklarına bu biçimde
benimsetmeye çalıştı.
Oysa "küreselleşme", emperyalizmin yeni
sömürü ve istismar biçimi, yeni sömürgeciliğin,
en üst düzeyde ve farklı formlarda uygulanma stratejisiydi.
Bu süreç, kendiliğinden yönü ağır basan ya da
özellikle reel sosyalist sistemin çökmesinden
sonra, dünya ölçeğindeki gelişmelerin kaçınılmaz
sonucu olarak gündeme gelen bir süreç değildir.
Küreselleşme, bu çöküşte büyük rolü olan emperyalist
sistemin (başta ABD olmak üzere), çöküşten sonra
devreye soktuğu ekonomik, sosyal, siyasal ve moral
programların adıdır. Küreselleşme, sınıflar mücadesi
tarihi içinde, dünyanın bütün ezilen yoksul halklarının
karşısına dikilen bir egemen sınıflar stratejisidir.
Bölge ve ülke coğrafyalarını yeniden biçimlendirmenin,
sınır tanımayan sömürünün zincirlerinin biraz
daha sıkılmasının adıdır.
Küreselleşme stratejisinin en önemli dayatmalarından
biri olan "uyum politikası", emperyalizmin
sıçramalı gelişim yasasına göre biçimlendirildi
ve emperyalist ülkelerin emekçileri, çoğalan işsizleri
de dahil olmak üzere, dünyanın bütün ezilen sınıfları
daha da yoksullaştırılırken; onlar, son on yılda,
paranın merkezileştirilmesi yolunda hızla ilerlediler.
Ekonomi siyasetin hizmetinde değil, siyaset ekonominin
hizmetindedir formülasyonu, kendini bütün ağırlığıyla
ve bütün acılarıyla hissettirmektedir.
Ne var ki, emperyalizmin rakipsiz at sürdüğü,
kılıç kuşandığı bu süreçte, rüzgarlar onun dolu
dizgin koşmasını, rakipsizlik sürecini kapitalizmin
yücelmesi için kullanamamasını doğurmaktadır.
Atın ayağı sürekli tökezlemektedir. Hem de, değil
onların, onların ideolojik atmosferine giren dünyanın
bütün güçlerini de şaşkına çevirecek biçimde...
Şimdi yeniden herkese; Marks'ı, Engels'i, Lenin'i,
1917'yi hatırlatıyoruz.
Ve soruyoruz: Hani, "tarihin sonuna"
gelmiştiniz? Hani, artık kapitalizmin sonsuz zaferi
başlamıştı? Hani bu, "Yeni Dünya Düzeni"
idi ve kalıcı idi? Hani, "küreselleşme, insanlığın
kurtuluşu" idi?
1917 Ekimi'nde gerçekten insanlığın şafağını selamlama
gücünü gösteren bir koca ülke ve o coğrafyanın
onlarca halkı, 1989 Ekimi'nde, 70 yıllık büyük
bir serüvenin ardından, sosyalizm adına yapılan
hataların bedelini, yeniden kapitalizme teslim
olarak ödedi. Bu, aslında bir teslim olma değil,
bir teslim edilme, ve politikadan iyice koparılan,
yabancılaştırılan halkların, bu nedenle gerçekleşen
yeni durumu da tam olarak kavrayamamaları macerasıydı.
Yani, reel sosyalizm pratiğinin özellikle son
30 yıllık sürecinde, halklar, tümüyle politikadan
ve sosyalizmin insanın yüceltilmesi prensiplerinden
uzak düşürüldüler. Sözde sosyalist yönetimlere
karşı benimsetilen tavırsızlık tutumlarını, objektif
biçimde, sosylizmin yıkılışı sürecinde de sergilediler.
İçine sokuldukları yabancılaşma durumundan dolayı,
sistemi savunamadılar. Romanya'da reel sosyalizmin
yıkılışından sonra yasadışı yollardan para kazanarak
yaşamını devam ettirmeye çalışan bir genç diyordu
ki: "Çavuşesku öldürüldükten sonra iki gün
ara vermeksizin içtim. Ama sevinçten mi, üzüntüden
mi olduğunu bilmiyorum."
Reel sosyalist ülke halklarının kapitalizme teslimiyeti,
gerçek bir teslimiyet midir? Farkında olmadıkları
bir geçiş, teslim edilme sürecidir. Halklar, bu
durumun, yaşamlarına yansıyan sonuçlarıyla farkına
vardıkları zaman, iş işten geçmişti. Fakat bu
gerçekliklerle yüzleşme sürecinden çıkarılan sonuçlar,
sözkonusu ülkelerde, özellikle de Rusya'da, yine
büyük devinimlerin harcını karacaktır.
Geçtiğimiz on yıl boyunca, kapitalizmin bol ışıltılı
illizyonu ile yeniden işgal edilen eski SSCB topraklarında,
şimdi bir sorgulama süreci başlamıştır. Bu süreç,
tarihsel bir sırat köprüsü niteliğindedir.
Çok temel yanlışlarla, giderek daha fazla çarpıtılan
bir sosyalizmle, kapitalizmin SSCB topraklarına
getirdiği açlık, fahişelik, milliyetçilik, eğitimsizlik,
kültürel yozluk, gelecek güvensizliği, barınma,
sağlık gibi temel insani konularda daha önce sağlanmış
olan hakların yitirilmesi kıyaslanıyor. Şanssızlık,
kapitalizm ile gerçek bir sosyalizm uygulamasının
kıyaslanamamasında yatıyor. Ama zaten sosyalizm
doğru politikalarla yaşama geçirilseydi, bu sonuçlar
ortaya çıkmazdı. Yine de herşeye rağmen orada,
Coca Cola'nın, kot pantolonun, Mc Donald'ın ışıltıları
ile yaşanan ilk dönem şaşkınlığınan sonra, yitirilen
değerlerin ve insan yaşamındaki belirleyici ögelerin
çarpımı yapılıyor.
Sorgulama, bir teorik içerik taşımasa, gerektiği
gibi yapılamasa bile, bireyin yaşamının bütün
alanlarında kıyasıya çatışma sürüyor. Bütün yanlışlarına,
çarpıklıklarına rağmen reel sosyalizm dönemini
yaşamış olan kuşağın dinamizmi ve belleği tükenmeden,
sadece kapitalizmin kültürü ve yaşam tarzı ile
yoğrulmuş, yorulmuş olarak yetişen kuşaklar dönemi
başlayarak, sosyalizm yeniden bir "ütopya"
haline gelmeden, önümüzdeki on-yirmi yıllık dönemeçte,
SSCB halkları sırat köprüsünü geçmeyi başarabilirlerse;
kuşkusuz bu, bütün dünya halkları için yepyeni
bir dalganın çok daha hızlı yükselebilmesi anlamını
da taşıyacak.
Emperyalizm, bu dalganın yükselmemesi, SSCB halklarının
yeniden silkinmemesi için elinden geleni yapıyor.
Böyle bir silkinişin bütün dünya için ne anlama
geldiğini iyi biliyor ve sosyalizm, özellikle
de çok fazla sayıda halkların yaşadığı bu topraklardaki
en büyük zehir olan milliyetçiliğin, her türden
gericiliğin ve ahlaki yozlaşmanın büyümesi için,
milyonlarca dolar akıtıyor.
Fakat çelişkinin bir ucu, kapitalizmin çözümsüzlüklerinde
ve tarihsel kaybetme zorunluluklarında yatıyor.
Geçen on yıl içinde, Rusya'da, emperyalizmin ekonomi,
politika, sosyoloji uzmanlarının bütün dayatmaları,
istisnasız gerçekleştirildi. Tarihin en büyük
haini Mihail Gorboçov'dan bu yana, yöneticiler,
emperyalizmin hiçbir temel istemine ve reçetelerine
karşı direnmediler. Sendikalar ve bütün sosyal
haklar yerle bir edildi. Borsa açıldı, kamu işletmeleri
özelleştirildi, uluslararası sermayeye, bütün
toprakların bağrı, isterik biçimde açıldı.
Bütün bunlara rağmen, şu an Rusya'da henüz bir
sistem yok. Ne sosyalizm, ne kapitalizm... Yönü
ve ufku kapitalizmden yana olan, ama iç dinamikleri
kapitalizme direnen kimliksiz, kişiliksiz bir
süreç devam ediyor. Tanımı zor. Reel sosyalizm
çözümsüzlüğü üzerine çökertilmiş ithal, reçete
kapitalizm sistemi. Bu bir sistem değil, bu bir
geçiş süreci!... Ama "geçilen yer",
neresi olacak?
Türkiye'yi bir Mafya Cumhuriyeti olarak tanımlıyoruz.
Peki ya Rusya? Çeşitli paydalarda benzerlikler
var. Kapitalizmin bu piç çocukları, çarpık ekonomilerin
belirleyicisi haline geldiler... Sadece "sokağı",
ekonominin bazı dallarını kontrol etmiyorlar artık.
Yeni Dünya Düzeni'nin ve Küreselleşmenin siyasetini,
hukukunu, kültürünü de belirliyorlar. Kısaca,
mafya, toplumsal yaşamın her düzeyinde, çarpık
kapitalizmin kaçınılmaz çocuğu olarak meşrulaşıyor.
On yılın başlarında, henüz yeni çözülen SSCB başta
olmak üzere, dünyanın tüm ülkelerine; ABD çözümlerini
ve önerilerini benimsemeleri halinde, kısa sürede
ekonomik sorunlarının çözümleneceği vaadediliyor,
bu tez benimsetilmeye çalışılıyordu. Sorunlar
sosyalizmden kaynaklanıyordu ve artık sosyalizm
çökmüş-çökertilmiş olduğuna göre, serbest piyasa
ekonomisinin önü alabildiğine açılmış olduğuna
göre, halkları bir bolluk ve refah dönemi bekliyordu.
Yeter ki bu düzenin kuralarına uysunlardı.
İnsanlar, "bu düzenin" kurallarına,
beklenenden çok daha hızlı bir biçimde, beklenilenden
çok daha özverili ve itaatkar biçimde uydu. Bu
yeni ideoloji, komünizmde ısrar eden bir küçük,
bir "garip" azınlık dışında geniş bir
kesimde yankı buldu. Yankının sınırları öylesine
genişti ki; dünya ülkelerinin bazı "solcu"
ekonomistleri ve politika uzmanları dahi, "Yeni
Dünya Düzeni" dayatmasını bir ideoloji haline
getirmek için kör bir yarışa girdiler. Sözkonusu
yarış, ekonomik, politik, sosyal ve diğer alanlardaki
akademisyen misyonunun da bu dönemde büyük zaafa
uğraması anlamını taşıdı.
Onlara göre, Latin Amerika ülkeleri gibi sadece
bazı çok dengesiz ülkelerde olağan ve Japonya'da
anlamsız bir kriz vardı. Yeni Dünya Düzeni'nin
karşısında çıban başı kalmamıştı ve serbest piyasa
ekoomisinin bu denli geniş bir coğrafyada hayat
bulması, kapitalizimin şahlanışı anlamına gelecekti.
Bütün bunlar, o günlerde "dinazor",
"gerici" denilen marksistler tarafından;
"gelişmeler sadece ABD merkezli olmak üzere,
emperyalizmin sermayeyi yeniden yapılandırması,
güçlendirmesi ve daha fazla merkezileşmesi için
kullanabilmesine hizmet edecektir ve o şekilde
kullanılacaktır" biçiminde tanımlandı. (Bkz:
İlk Barikatlar, 91-92 yılları)
Kapitalizmin ve serbest piyasa ekonomisinin objektif
bunalım karekteri derken, kastedilen nedir? 1980
başlarında, daralan piyasalar içinde bunalan sermaye,
yatırım ve spekülasyon amaçlı farklı hedeflere
yöneldi. Yüzünü merkeze ve merkezileşmeye çevirdi.
Bu durum, borsayı tırmandırdı. Ama sözkonusu tırmanış,
rasyonel bir tırmanma değildi ve 1987'lere gelindiğinde,
suni yükselişin kaçınılmaz sonuçları ortaya çıkmaya
başladı: Kriz ve çöküş. Önce Latin Amerika'da
peşpeşe patlak veren mali krizler, Asya'ya sıçradı.
1944'te kurulan IMF ve Dünya Bankası, "kurtarmak"
için elini attığı ülkeyi kurutuyordu.
Krizler spekülasyonu besledi ve ekonomide mafyalaşma
hızlandı. Mali sermaye, efendiliğini pekiştirdi.
Karlılık ve üretim fazlası, yani Marks'ın işaret
ettiği kapitalizmin iç kurdu, büyüdü, onu kemirmeye
başladı. Şimdi dünyadaki zenginliklerin büyümesi
ve giderek daha fazla merkezileşmesi, gelir dağılımı
uçurumlarının inanılmaz boyutlara ulaşması; kapitalizmin
kendi doğurduğu bir çocuk olmakla birlikte, aynı
zamanda onun pazarını daraltan bir olgu olarak,
kapitalizmin karşısına dikilecektir. Sadece yaratacağı
sosyal ve siyasal sonuçlarla değil, aynı zamanda
bütün bunların objektif zemini olan ekonomik sonuçlarla...
Sonuç olarak bu süreç, ABD kaynaklı mali sermaye
ve kısmen bazı Avrupa ülkelerinin sermayeleri
(ki Avrupa, karşı karşıya geldiği büyük güçlükleri,
farklı çözümlere yönelerek göğüslemeye çalışmaktadır)
dışında, elbette başta geri bıraktırılmış yeni
sömürgelerin halkları olmak üzere, tüm kesimleri
derin bir bunalıma sürükledi.
Tarihi doğru kavrayanlar şunu da iyi bilirler:
Kapitalizmin her büyüme atılımı, her genişleme
ve daha önceleri "küreselleşme" gibi
terimler kullanılmasa da, dünyaya yayılma girişimi,
kendisiyle birlikte bütün dünyaya acı ve yıkım
getirmiştir. Emperyalistlerarası Birinci Paylaşım
Savaşı, yarattığı büyük yıkımın sonunda, 1917
Ekim Devrimi'ni doğurmuştur. 1929'daki borsa çöküşünün
ardından faşizmin yükselişinin ve 2. Paylaşım
Savaşı'nın ekonomik zemininde bu faktörler vardı...
Rusya, Sırat Köprüsünde
Şimdi, "Asya Kaplanları" balonunun trajik
patlamasının ardından, Rusya Krizi kapıyı çaldı.
Dünya basını, "Yüzyılın Sefaleti", "Rusya'da
Halk Perişan" başlıklarıyla çıkıyor.
"Gennadiy Nekratowa'ya, kızı Swetlana'yı
evlendirebilmek için 3400 ruble gerekmekteydi
ve birkaç aydır, mühendis olarak çalıştığı Tschastoostrow
A. Ş,'den maaşını alamamaktaydı. Nekratow bunun
üzerine, benzin dökerek kendini yaktı. Kızına
miras olarak, babasına ödenmeyen gecikmiş aylıklar
ödendi. Ve Swetlana o parayla, bir gelinlik bile
alamadı.
Yapılan anketlere göre, Rusların %12'si genel
greve, %11'i de silahlı ayaklanmaya hazır durumdadır.
Hükümet binasının önünde, aylardır maaşlarını
alamayan madenciler, kamp kurmuş beklemektedirler.
Batı'nın verdiği yüksek faizli borçlarla ayakta
duran devlet, sübvansiyonlar kesildiği an sallanmaya
başlayacaktır ve tam 81 yıl önce Petrograd'da
olduğu gibi, komünistler yine iktidarı ele geçirebilir."
(Der Spiegel, 31.8.1998 Sayısı'ndan)
Yine haberler, klasik Rus kuyruklarıyla süsleniyor.
Yani Batı basının Rusya haberlerinin resimlerinde
değişiklik yok!... SSCB döneminde kapitalizmin
faziletleri propagandası için kullanılan bu tür
resimler yeniden kullanılmaya başladı. Henüz ideolojik
bir içeriği yok, sadece Ruslar'ın komünizme yeniden
dönmelerinden duyulan korku ve endişe var.
Fakat bütün bu gürültünün ardında ciddi bir gerçek
var ve Rusya, önemli bir sırat köprüsünde. Enflasyon
% 500... Ve Rusya'da gıda maddeleri kıtlığı var.
Uzun süreli bir hükümet bunalımı yaşandı. Yani
Rusya'daki tüm yoklukların yanısıra, hükümet de
yoktu. Parlamento ile kavgalı ve uyumsuz Bay Yeltsin,
uzun süre Duma'nın karşı iradesine rağmen Başbakan
adayı Çermodirdin'de ısrar etti. Duma, iki kez
Devlet Başkanı Boris Yeltsin'in adayı Çermodirdin'i
reddetti. Yeltsin'in adayının üçüncü kez reddedilmesi
halinde, Duma'nın feshedilmesi ve erken seçime
gidilmesi gündeme gelecekti.
Bu tehlikeye karşı Duma, Yeltsin'i vatana ihanet
suçlamasıyla yargılama hazırlıklarına başladı.
1993'te de Yeltsin ve Duma yine ciddi bir biçimde
karşı karşıya gelmiş ve bu ortamda yeşeren silahlı
mücadele, güçlükle bastırılmıştı. Otoritesi iyice
zayıflayan Yeltsin'in, bundan sonra gündeme gelebilecek
bir direnişe karşı durup duramayacağı, tartışılıyor.
Peki öyle bir durumda ABD, Rusya'ya da füzeler
boca edecek mi?..
Son hükümet krizi esnasında Komünist Partisi,
sokak gösterilerini destekleyeceğini açıklamıştı.
Bu krizden son anda dönüldü. Ne kadar dönüldü,
ne yöne doğru dönüldü? Rusya sorunlarında bir
süre daha değişen bir şey olmayacak. Komünist
Partisi'nin baskısıyla 11 Eylül 1998 günü Başbakanlığa
seçilen Yevgeniy Primakov sürecinde de, Primakov'un
arkasındaki büyük desteğe rağmen Rusya'nın içinde
bulunduğu bunalımın aşılabilmesinin koşulları
mevcut değil.
Rusya, ancak ve ancak ciddi bir halk silkinişiyle,
kapitalizmin batağından yeniden çıkabilecektir.
O bataklığın üzerine sinmiş pisliğini temizlemesi
de, kuşkusuz sancılı ve zor bir yeni süreci zorunlu
kılacaktır. Primakov, Duma'da, faşist Jirinovski
dışındaki tüm partilerin, (altı partinin) tam
desteğini aldı. Komünist Partisi lideri Gennadiy
Zügonov; "Başbakanı seçtik. Şimdi kabineyi
oluşturma zamanı geldi. Yeni hükümet, merkez sol
bir hükümet olacak" dedi. Primakov, Duma'dan;
"beş ay kendisinden hesap sormamaları gerktiğini
ve ona zaman tanımalarını" rica etti.
Öte yandan Rus halkı, büyük bir sosyal ve psikolojik
baskının kıskacında. Bu psikoloji, onu gıda stoku
yapmaya ve parasını gizlemeye yönlendiriyor. Şu
anda 200 milyar rubleye yakın bir paranın (yaklaşık
10 milyar dolar), halkın kasalarında ve yastık
altlarında olduğu sanılıyor.
Bu bunalımdan ötürü kapitalizm hiç zarara uğramadı
mı? Rusya "bakir alanlarına" akbaba
gibi üşüşen şirketlerin kaybı ile ilgili olarak
açıklanan rakamlar: 100 milyar dolar civarında...
"Küreselleşme" tuzağı, üretimin ve ticaretin
küreselleşmesini, paranın küresel dolaşımını getirdi
ama, küresel paylaşımı getirmedi. Tam tersine,
sınıflar arası uçurumların daha da büyümesini
doğurdu ve sermayenin merkezileşmesini yoğunlaştırdı.
Üretimde yabancılaşmayı arttırdı. Üretimin daha
az maliyetle gerçekleşmesini amaçlayan uluslararası
şirketler, üretimi yeni sömürgelere kaydırdılar
ama yeni sömürgelerin daha da düşen alım gücü,
üretici ile ürettiği mal arasındaki yabancılaşmayı
arttırdı. Öte yandan Emperyalizmin yeni sömürgelere
sermaye kaydırması, kendi ülkelerindeki sosyal
refahı geriletti, işsizliği arttırdı. Şu an sadece
Avrupa Birliği topraklarında 18 milyon dolayında
işsiz vardır.
Kapitalizmin iç çelişkileri, onun büyük sarsıntılar
yaşamasını doğurmaktadır, hem de "tek kutuplu"
bir dünyada bile... Mali sermaye dolaşımı, yatırım
sermayesi traansferinden farklı özellikler taşır.
Mali sermayenin "küreselleşmesi", para
dolaşımında ölçüsüzlüğü, hızlı yükseliş ve çöküşleri,
disiplinsizliği, spekülasyonu da beraberinde getirmiş
ve istikrarı tamamen ortadan kaldırmıştır. Bir
bölgeye hızla giren para, gerekli gördüğünde,
bir sorun yaşandığında, aynı hızla geriye çekilebilmektedir.
Endonezya ve Asya krizinde olduğu gibi, bir ölçüde
1995'te ülkemizde olduğu gibi...
ABD, gelişen krizlerin dünya çapında bunalım yaratması
ve kendisini de etkilemesi dolayısıyla, bazı önlemler
geliştirmeye başlamıştır. Söz gelimi tarihinde
ilk defa, Japon krizinden sonra, büyük ölçüde
Japon yeni satın almıştır. Başlangıçta, bazı alanlarda
rekabet gücü olan Japonya'nın depremini mutlulukla
seyretmiş, ama globalleşen dalgalar gelip Wall
Streetin duvarlarına çarpmaya başlayınca, yardım
etmek zorunda kalmıştır.
ABD, bir yandan dünya ölçeğinde mali denetimini
geliştirmek için stratejiler geliştirirken, bir
yandan da bu bağımlılıkların yarattığı sonuçların
bedellerini, belli ölçülerde de olsa, paylaşmak
zorunda kalmaktadır. Pentagon'un 1994-1999 mali
görüş raporunda: "AB ve Japonya ekonomilerinin
bizden bağımsızlaşmaması için şimdiden önlemlerimizi
almalıyız" denilmektedir. Şu an dünya ticaretinin
% 60'ı dolar üzerinden yapılmaktadır. Ve bu rakam,
tek başına bile ABD'nin rolünü ve işlevini anlatmaya
yetecek niteliktedir.
Yine bu süreçte, ülkelerin etnik temellerde bölünüp
parçalanması yoluyla daha güçsüz düşürülmesi,
yeni ve sözde bağımsız, sözde "ulus devletlerin",
çok daha kolay ve çok daha büyük bir hızla ABD
hegemongası ve ABD küreselleşmesinin zincirleriyle
bağlanması, yeni Pentagon stratajilerinin ürünüdür.
Bu süreçte, 22 tane yeni devlet oluşmuş-oluşturulmuştur.
Önümüzdeki süreçte bu parçalanmalar devam edecektir.
Halklar, ekonomik ve sosyal zorlukların sorumlusu
olarak gördükleri kendi devletlerine ve giderek
ülkelerine sahip çıkmamaktadırlar. Bu durumun,
devlete karşı tepkiler çarpık, geri, bilinçsiz
tepkiler olduğu için, ülkeye de sahip çıkmamayı
doğurması, kurtuluş mücadelelerinin önündeki yeni
bir engeldir. Dolayısıyla, önümüzdeki sürecin,
özellikle anti-emperyalist bilincin, özgürlük
ve bağımsızlık temelinde ülke sevgisinin geliştirilmesini
ve "yeni dünya düzeninin" gerçeklerinin
kavratılmaya çalışılmasını dayatmaktadır.
Evet, kapitalizm şimdi kağıttan kaplan değildir,
daha ışıltılı, daha güçlü, daha teknik ve daha
stratejik yönelimleri olan bir kaplandır. Ama,
bir sırça kaplandır.
Beşinci Sınıf Bir Amerikan Filmi:
CIA-MİT-ORDU, MHP ve Diğerleri
Ülkemizin, başta Pentagon ilişkileri olmak üzere,
içinde bulunduğu ve içinde çırpındığı ilişkiler,
özellikle son dönemde kamuoyuna yansıyan-yansıtılan
yönleriyle, içinden çıkılamaz, kolay çözülemez
bir arapsaçı görünümü veriyor.
Özellikle sınıf bilinci olmayan, Marksizmin-Leninizm'in
düşünme yönteminden, analiz ve sentez yeteneğinden,
soyutlama üstünlüğünden uzak olan kesimler için,
sorunların su yüzeyindeki görüntüsü bile; "açıklanamaz,
tanımlanamaz bir kaos" anlamına geliyor.
İyiniyetli, ülkesinin sorunları üzerinde kafa
yormaya çalışan insanlar, bütün bu tablolar karşısında,
Beckett'in kahramanları gibi konuşmaya başlıyorlar.
"Ne kadar çok düşünürsem, o kadar az anlıyorum..."
"Godot'yu Beklerken", "Oyunun Sonu",
"Komedi" ve "Bütün Düşenler"
gibi önemli eserlerin yazarı olan İrlandalı yazar
Beckett'in bu eserlerinin başlıkları bile, günümüz
Türkiyesi'nin bir özeti gibidir. Fakat tarihin
ivmesi ve anlamı, Beckett'in umutsuzluğunun ötesinde
boyutlar taşır. Ülkemizdeki bütün bu gelişmeler,
sosyalistlerin Üçüncü Bunalım Dönemi ülkeleri
için yaptıkları çözümlemelerin kapsamındadır.
Reel sosyalizmin çözülmesinden sonra Pentagon'un
yeni sömürgelerindeki ilişkiler ve çelişkiler
her ne kadar yeni ve daha zorlu, daha karmaşık
boyutlar kazanmış olsa da nitelik olarak temelden
değişen bir şey yoktur.
Bizim gibi ülkelerde, CIA'nin beşinci sınıf senaryolarıyla,
hiç "ara" verilmeyen Hollywood filmleri
çevrilir. Savaş, entrikalar, güçler dalaşı, ihanetler,
cinayetler, katliamlar, sansasyonlar... bu senaryoların
değişmez temalarıdır. Bizlerde filmdeki bayanlar
biraz daha etli butlu, biraz daha arabesktir sadece...
Ve seyirciler: Kuşkusuz bu rol, halk için biçilmiştir.
Seyircinin sessiz ve uslu olması, bu filmlerin
en önemli unsurları arasındadır. Peki ya bir gün
seyirciye birşeyler olur, sahneye fırlarsa, bu
filmden artık bıktığını, kendi filmini kendisinin
çevirmesi gerektiğini anlarsa ve hele bu yönde
tavrını koyarsa!..
Bu tür filmlerin kaçınılmaz "yazgılarından"
biri de budur. Her ne kadar bizim ülkemizde henüz
epeyce uzun ve sancılı bir zamanlama gerektiği
görülüyorsa da...
Önce filmin kahramanlarını tanıyalım ve bir gerçeğin
özenle altını çizelim: Bu kahramanların hiçbiri,
hiçbir kesim, bir diğerinden bağımsız ve özgün
değildir. CIA, MİT, Ordu, Partiler, Hükümetler,
hepsi içiçedir ve hepsi yeni sömürge ülkemizin
açık faşist diktatörlük kurumsallaşmasının aynı
tahtadaki satranç taşlarıdır.
Bugün ortaya çıkan tablo içinde kimin elinin kimin
cebinde olduğunu, kimin daha az temiz, kimin en
kirli olduğunu hesaplamak, gerçek bir siyasal
bilimcinin işi olamaz. Bu, devleti herşeye rağmen
aklamaya çalışan, ilişkilerin gerçek yüzünü ve
boyutlarını gizlemeye, çarpıtmaya çalışan, kolu,
bacağı feda ederek gövdeyi kurtarmaya çalışanların
demagojilerinden ve oyunlarından, en azından etkilenmek
anlamına gelir. Pentagon, çeşitli ülkelerdeki
benzer filmlerinde, gerektiğinde devlet başkanlarını,
gerektiğinde topyekun bütün hükümet üyelerini
feda etmemiş midir? Emperyalizm için işbirlikçileri,
kendisine ne kadar değerli hizmetlerde bulunmuş
olurlarsa olsunlar, yeri ve zamanı geldiğinde
kaldırılıp atılacak birer aletten, birer enstrümandan,
birer çividen başka nedir ki?
Abdullah Çatlı'nın, DYP Milletvekili Bucak'ın,
Polis Müdürü Hüseyin Kocadağ'ın ilişkilerinin
bağlı bulundukları kurumların ilişkisi olduğu,
bunca "Susurluk" yaygarasına rağmen
neden dillendirilmiyor ya da dillendirilemiyor
dersiniz? O arabada Veli Küçük ve Mr. Sam'in de
olmaması, yanlızca bir tesadüften ibarettir. Ve
kamyonların çarpmadığı başka arabalarda da bu
tür şahıslar, görevleri ve ilişkileri gereği,
birlikte olmak durumunda kalmaktadırlar.
Ve bizim Mafya Cumhuriyetimizin geçen ayki "nefes
kesici" perdesi:
14 yıldır İnterpol tarafından kırmızı bültenle
aranan Alaattin Çakıcı, Fransa'da yakalandı. Üzerinde,
Dışişleri Bakanlığı'nın özel mührünü taşıyan,
diplomatik dokunulmazlık sağlayan bir kırmızı
pasaport vardı.
18 ay önce Başbakan Mesut Yılmaz; " Susurluk
Çetesini 20 günde çözeriz" demişti.
Eski Polis Şefi ve DYP Milletvekili Ağar, Katliamcı
MHP'li Haluk Kırcı'nın nikah şahitliğini yapmıştı.
Mehmet Ağar'ın oğlunun nikah şahitliğini de Cunta
Şefi Kenan Evren yaptı. DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel'de
oradaydı. Bütün Mafya Cumhuriyeti sosyetesi oradaydı...
Bir süre sonra Çakıcı evlenecek olursa, onun nikah
şahitliği de, Demirel ve Karadayı'ya yakışır.
Ülkemizde nikahların ve nikah şahitliklerinin
büyük simgesel önemi vardır.
Çakıcı'nın pasaportunda, "Turizm Bakanlığı
Müşaviri" yazmaktadır. Sözkonusu pasaportun
kullanım süresi 6 yıldır. Oysa Dışişleri Bakanlığı,
"en fazla 2-4 yıllık görev pasaportları düzenlediğini"
açıklamıştır. Belli ki, Çakıcı'nın görevleri daha
önemli ve özeldir.
Ülkü Ocakları Başkanlığı, mafya babalığı ve MİT
ajanlığı özelliklerini bünyesinde taşıyan Çakıcı,
bu yönüyle, önemli bir simge isimdir. Bu girift
ilişkilerin canlı semboludur. 12 Eylül'den sonra,
bizzat cumhurbaşkanlığına bağlı olarak, Hiram
Abas'ın yönlendiriciliğinde, Abdulluh Çatlı ile
birlikte ASALA'ya karşı da kullanılmak istenmişler,
akıtılan finansmana rağmen fazla bir şey becerememişlerdir.
12 Eylül öncesinde devrimcileri katletmekle belirginleşen
ekibin becerileri, 12 Eylül'den sonra daha çok
çek, senet, tahsilat, yakın çevre cinayetlerinde
belirginleşmiştir. Türkbank'ın satışında, farklı
isimlere oynadıkları için, "devlet adına
kurşun sıkan" şerefliler listesindeki Çakıcı
ile Çiller Ailesi'nin arası açılmıştır. İnterpol'ün
kırmızı bülten'le aradığı bu çeteci, bu kiralık
katil, bu ajan, Türk televizyonlarından: "Yosmanın
birisi, sürekli Türk milletinin bacısı olduğunu
söylüyor. Kendi namusunu koruyamayan, Türk milletinin
namusunu nasıl korur. Onun namusunu nasıl koruyamadığını
açıklamamı istiyor mu?" diye tehditler yağdırabilmiştir.
Bütün bu şahıslar, oluşturdukları Mafya Devletinin
üyeleri olarak, birbirlerinin en kirli "çıkınlarını"
bildikleri ve gebeliklerinin boyutları her türlü
sınırı zorladığı için, aynı kaba eder, aynı kaptan
yerler.
Çatlı, Çakıcı, Oral Çelik vs. Bu insanların dosyalarında,
deşifre olduğu kadarıyla, 576 kişinin öldürülmesi
vardır. Kemal Türkler, Cevat Yurdakul, Etlik-Piyangotepe
Katliamı, Milletvekili Abdurrahman Köksal'ın öldürülmesi...
Çakıcı'nın yakalanmasından sonra TİT'in kurucusu
olarak lanse edilen Cengiz Ayhan isimli katil
ise halen Almanya'da tutuklu bulunmaktadır. Geçen
yıl Uğur Mumcu'nun öldürülmesi ile ilgili itiraflarda
bulunacağını belirtmiş ve Ankara DGM Savcısı Hamza
Keleş, sözde Cengiz Ayhan'ın ifadesini almak üzere
Almanya'ya gönderilmişti. Uğur Mumcu, MİT içindeki
ciddi hesaplaşmaların önemli süreçlerinden birinde
öldürülmüştür. Bu hesaplaşmaya ilişkin ipuçları,
o günlerdeki yazılarında vardır. Uğur Mumcu'nun
öldürüldüğü günlerde, eski Kontrterör Dairesi
Başkanı Mehmet Eymür ile eski İstanbul MİT Bölge
Başkanı Nuri Gündeş ile Alaattin Çakıcı, "oralardadır".
Çakıcı, Ankara Grand Otel'de kalmaktadır.
MİT, gerçek fonksiyonları, ilişkileri ve icraatları
sosyalistler tarafından her zaman dile getirilen
terörist bir yapılanma olarak, yine halklara,
devrimcilere yönelik uygulamaların efendisi CIA'nin
acentasıdır. 12 Mart'tan sonra, bu dönemin işkence
ve terör uygulamalarını bizzat yönlendirenler
arasında; Hiram Abas, Mehmet Eymür, Eyüp Bozalkuş,
Bülent Öztürkmen, deşifre olmuşlardır. Bu isimlerden
bazıları, yine bu tür organizyonların bilinen
yöntemlerinden biri olarak, yaşanan iç çelişkilerinin
sonucunda, kızağa çekilmek üzere, özellikle deşifre
edilmişlerdir. Bu yöntemlerde, sadece kızağa çekilmek
üzere, özellikle deşifre edilmişlerdir. Bu yöntemlerde,
sadece kızağa çekilmek amaçlanmaz; hedef saptırmak,
hedef haline getirmek gibi değişik amaçlar da
güdülür.
Bu isimlerin hemen yanında, savcı Süleyman Takkeci'yi,
General Faik Türün'i ve General Memduh Ünlütürk'ü
saymak gerekir. Bu ekip, 12 Mart'ın meşhur işkencelerini
bizzat yürüten insanlardan oluşmaktadır aynı zamanda...
Bu ekibin 12 Mart Dönemi "faaliyetleri",
daha sonra ABD adına "casusluk" suçuyla
yargılanan (!?) Sabahattin Savaşman'ın duruşmaları
sırasında "dışarıya" sızmaya başlamıştı.
Savaşman, MİT Müsteşar Yardımcısı idi...
Bir diğer ABD casusluğu iddiasıyla yargılanan
asker, yine 12 Mart döneminin Kurmay Albayı, Turan
Çağlar'dır. Çağlar'ın, birçok önemli gazeteciyle
ve MİT İstanbul Bölge Başkanı Turan Deniz'le,
sıcak ve özel ilişkileri ardır.
MİT içindeki çeteler savaşı, 12 Mart günlerinde
su yüzüne çıkmaya başlamış ve 12 Eylül sürecinde
boyutlanmıştır. Öyle ki, 12 Mart'tan sonra Ecevit
Hükümeti'nin göreve gelmesiyle MİT Müsteşarı yapılan
Koramiral Bahattin Özülker, kısa bir süre sonra
Samsun'da ölü bulunmuştu. MİT çetelerinin dalaşı
esnasında, İstanbul Bölge Başkanı Nuri Gündeş
olayında olduğu gibi, aralarında diğer MİT görevlileri
tarafından Belgrad Ormanlarında "sorgulananlar"
da oldu. Turan Çağlar ise 27 Mayıs'ın İstanbul
Radyo Müdürü Turan Çağlar ise, yine ABD casusu
olduğu gerekçesiyle, diğerleri tarafından cezaevine
konuldu, ama meslektaşlarının kendisini bu biçimde
harcamasını hazmedemeyip MİT içindeki öldürmelerden,
işkencelerden sözedeceğini açıklayan gizli notu
ele geçirilince, cezaevinde öldürüldü. Bütün bunların,
Çatlı-Ağansoy çatışmasından farkı nedir? Onlar
mafyacı da, bunlar necidir?
1983'te iktidara gelen ANAP'ın "öldüresiye
serbest rekabet" ortamı, MİT çetelerinin
de serbest rekabetini körükledi. Kamplaşmanın
en önemli iki reisi; Hiram Abbas ve Nuri Gündeş
idi. Mehmet Eymür, Hiram Abbas çetesindendi. Bu
çeteyi, Genelkurmay Başkanı ve sonra DYP Milletvekili
Doğan Güreş ile Tansu Çiller desteklemekteydi.
MİT itirafçılarından Hanefi Avcı, Mahmut Yıldırım'ın,
Eymür'ler tarafından yönlendirildiğini anlatmıştır.
MİT çetelerinin güncel kamplaşma ve çatışmalarının
deşifre olan-edilen isimlerinin başında ise; Mehmet
Eymür Operasyonlar Daire Başkan vekili Yavuz Ataç
ve bunlara karşı konumlanan yeni MİT müsteşarı
Şenkal Atasagun gelmektedir.
Akın Birdal Suikasti'nin hemen arkasındaki (çok
arkasındaki değil) isimler olan Cemal Kulaksızoğlu
ve Kaşif Kozinoğlu, MİT içindeki bir grup tarafından
korunurken, diğer grup tarafından yadsınmaktadır.
Duran Fırat, Mikail Sarı, Semih Tufan Gülaltay,
yine bu şekilde ortada bırakılan maşalar arasındadır.
Şenkal Atasagun ve Mehmet Eymür çetelerinin çatışması
esnasında, Yavuz Ataç, Eymür'ü makamında dövmüştür.
Çakıcı'nın MİT içinde prestij kazanmasını ise
şimdilik her iki ekip de üstlenmemektedir.
Kenya, Tanzanya, Sudan ve Afganistan
ABD'nin Kenya ve Tanzanya Büyükelçilikleri'nde,
7 Ağustos 1998 günü bir kaç dakika ara ile bombalar
patladı. Kenya'nın başkenti Nairobi'de patlayan
bomba, 228 kişinin ölümüne, Tanzanya'nın başkenti
Dar es Selam'da patlayan bomba ise 10 kişinin
ölümüne, 74 kişinin yaralanmasına yol açtı. Patlamaların
hemen ardından bu ülkelere gönderilen CIA-MOSSAD
elemanları tarafından, iki ülke halkı üzerinde,
müthiş bir terör estirildi.
Açıklanan şüpheliler listesinin başına, Suudi
Arabistanlı milyarder Osman Bin Laden konulmuştu.
Bir süre öncesine kadar ABD ile sıkı bir işbirliği
içerisinde olan bu şahıs, başta Afgan şeriatçılar
olmak üzere, dünyadaki çeşitli islami grupları
finanse eden ve stratejilerini belirleyen ABD'nin
bir taşeronu idi. Fakat 1990'dan sonra Uluslararası
İslami Cephe'nin kurulmasıyla birlikte, bu ilişki
zayıflamıştı. Daha sonra, 1996'da, İsrail Güney
Lübnan'da bulunan BM'e ait Kana Kampı'nı bombaladı.
Ve bu olay, sözkonusu ilişkinin sonu oldu. İsrail'in
bu saldırıyı "hata", Clinton'un "trajedi"
diye nitelendirmesi, ilişkinin düzelmesini sağlayamadı.
Kenya ve Tanzanya'da patlayan bombaların üzerinden
çok zaman geçmeden, ABD, Sudan ve Afganistan'ı
bombaladı. Bilindiği gibi, emperyalizmin öngördüğü
stratejiler doğrultusunda, gerekli görülen bölgelerde
artık sadece iki-üç ezilen halk savaştırılıyor.
Onun dışında, emperyalist ülkeler "ellerini
kana bulamıyorlar".
Ne yapıyorlar? O günlerde gerekli görülen ya da
"yaramazlık yapan" ülkenin semalarında,
savaş jetleriyle uçuluyor, "sortiler"
yapıldıktan, bombalar bırakıldıktan, yüzlerce
insan öldürülüp, kentler, kasabalar enkaza çevrildikten
sonra, hemen aynı gün, ABD vatandaşı ya da uşağı
olmanın huzuru içinde, üslere geri dönülüyor.
Çok rahat ve pratik!... Çocukların atari oyunları
gibi. Oyunu oynayanlar için çok kansız ve sımsıcak
ofislerde, gerektiğinde Monica ile seks yapılırken
bile oynanabiliniyor. Ama ekranın gerisindekiler
için, "ötekiler"in dünyasında, kan gövdeyi,
acı ruhu götürüyor.
Sudan ve Afganistan'ın bombalanması, Clinton ve
Monica Lewinski arasındaki seks skandalının en
kritik günlere denk gelmesiyle, aylar sonra Clinton'a,
kamuoyu önünde seks hesabı vermekten başka şeyler
de konuşabilme olanağını verdi.
ABD tarafından bu iki ülkeye atılan füzelerin
sayısı, tam 76 adet idi. Önce bu füze saldırıları
ile Nairobi ve Darüsselam'daki ABD Büyükelçiliklerinde
patlayan bombalar arasında ilişki kurulmaya çalışıldı.
Çünkü bombalamaların sorumlusu olarak şüpheliler
listesinin başına yerleştirilen Laden, Afganistan'da
idi. Suudi Arabistan'dan ve Sudan'dan kovulan
bu şeriatçı, işbirlikçi terörist, son olarak Afganistan
dağlarında yaşamaya başlamıştı.
Emperyalizmin "küreselleşme" aşaması,
bu tür "düşmanları" ve bu tür saldırıları
zorunlu kılmaktadır. Gerekirse bu "düşman"
bizzat yaratılmakta, yüzlerce cinayet işlemesinin
zemini ve olanakları ona sunulduktan sonra "alet"in
misyonu bitmekte ve sıra "cezalandırılmasına"
gelmektedir. Suçluyu cezalandırmak adına, serseri
füzeler binlerce yoksul insanın canını almaktadır.
Daha sonra Clinton, dünya televizyonlarına, saksafoncu
ya da seks skandalı suçlusu maskesiyle değil,
dünyanın bir numarası maskesiyle çıkıp, "trajik"
deyince, sayfa hızla kapatılmakta, Pentagon'un
yeni bir senaryosu, dünya televizyon yayınlarında
devreye sokulmaktadır.
Seçim Aczi, Bağımlı Yargı
Kendi durumunu ve erimesini iyi değerlendiremeyen,
sıradan mantık normları içinde seçimi en son isteyen
partilerden biri olması gereken CHP'nin zorlamasıyla
alınan erken seçim kararından sonra, ülkemizde
mevcut belirsizlikler, çok daha fazla yoğunlaştı.
Seçim kararı, "erkeksen gel" delikanlılığı
ile alınmış bir karar olarak, er meydanı zamanı
yaklaştıkça herkesin korkusunun büyüdüğü bir ucube
karar olarak ortada kaldı. "Erkek"lerin
hiçbiri çıkıp da "gelin bu karardan dönelim"
diyemediği için, görev yine başkalarına kaldı.
Önce Demirel, istenmeyen seçim sonuçlarının ortaya
çıkması halinde ki bütün kamuoyu yoklamaları bu
yönde idi; "demokrasi güçlerinin devreye
gireceğini" müjdeledi. Ülkemizin en önemli
demokrasi gücünün ordu olduğu bilinmekteydi!..
Eğer merkez sağ partilerden biri, en azından CHP
ve/veya DSP destekli bir hükümet kuracak sonuç
elde edemezse, Refah-Fazilet, yine birinci parti
olursa, seçim sonrası gündem, daha büyük sorunlar
getirecekti. Ve tüm veriler bu yöndeydi. Üstelik,
Kürdistan'da ve İstanbul, Mersin gibi Kürdistan'dan
büyük göç almış kentlerde HADEP'in büyük destek
bulacağı saptanmaktaydı. Dolayısıyla devreye tekelci
sermaye direkt olarak girdi, önce Sakıp Sabancı'nın,
ardından TÜSİAD'ın diğer güçlerinin açık tavır
almaları sonucunda, seçim kararından geri dönülmesi
sürecine girildi.
Ama bu arada, hükümet üyesi partiler, bol keseden
seçim yatırımları yapmaya başlamışlardı bile.
Köylüye, 75 trilyonluk araç dağıtılacağını açıkladılar.
Ardından 29 bin geçici işçiye kadro hazırlığı
girişimleri başladı. Seçim rüşvetlerinin en çarpıcısı,
buğday alımlarında yaşandı. Şu an buğdayın tonu,
dünyanın bütün ülkelerinde 100 doların altındadır.
TC hükümeti ise, buğdayın tonuna 205 dolar fiyat
biçti. Daha önceki yıllarda genellikle belli bir
limitte tutulan alımlar, serbest bırakıldı. İlk
elde, 7 milyon ton alım yapıldı. Bu durumda kaçınılmaz
olarak, Mafya Cumhuriyeti'nin 'buğday çeteleri',
alelacele oluştu, "işini bilen vatandaşım",
komşu ülkelerden buğday getirerek TMO'ya satmaya
başladı. Sonuç olarak hükümet, buğdaya fazladan
150 milyon dolar ödedi. Seçimde kaç "milletvekili"
eder acaba?
Devrimciler mahkemelerde yargılanırken, sık sık
dile getirirler: "Mahkemeniz bağımsız değildir.
Bu yargılama sürecini tanımıyorum. Sizler, devletin,
Oligarşi'nin memurlarısınız, burada gerçek bir
yargılama yapılmayacağını biliyorum ve mahkemenizi
tanımıyorum." Ve bu tür ifadelerinden dolayı
da, "adaletin bağımsızlığına hakaret ettikleri"
gerekçesiyle, yeni cezalar alırlar.
Geçtiğimiz günlerde, Yeni Adli Yıl'ın başlamasıyla
ilgili düzenlenen geleneksel toplantıda konuşan
Yargıtay Başkanı, yani yargının başı; "Türkiye'de
bugün yargı bağımsızlığı ve yargıç güvencesi yoktur"
dedi. Mafyaların, tüm devlet kurumlarının içinde
olduğunu, sözlerine ekledi. Aynı toplantıda, DGM'lerin
kaldırılması istendi...Yoruma gerek yok!
Polis, son haftalarda sürekli olarak Cumartesi
annelerine saldırmaya, eylemlerini engellemeye
ve onları gözaltına almaya başladı. 171. 172.
173. 174. ve 175. Cumartesi Anneleri Haftaları'nın
görüntüleri hep aynı idi. Önce çevre abluka altına
alınıyor, bütün sokaklar tutuluyor, yaşlı, yüreği
kavrulmuş analarımız, ite kaka polis arabalarına
dolduruluyor. "Kayıplarınızı aramayın, Türkiye'de
kayıp mı var. Çocuklarınızdan, eşlerinizden, babalarınızdan,
genç kızlarınızdan vazgeçin."
Ülkemizden manzaralar aktarmayı sürdürelim: "Demokrasi
amaç değil araçtır" diyen yükselen şeriat
lideri Tayyip Erdoğan, DGM tarafından kendisine
verilen 10 ay hapis cezasını tanımadığını açıkladı.
Şeriatçıların bütün dünyada uyguladıkları; zaman
zaman sertleşme, zaman zaman yumuşama tarzını
başarılı biçimde uygulayan Erdoğan, şu günlerde
açık tahrik programı uygulamaktadır ve çok tehlikeli
bir portre olarak ülke semalarında yükselmektedir.
Öte yandan Nurcuların Lideri Fethullah Gülen,
dünyayı işgale devam etmektedir. İran, Azarbeycan
ve Orta Asya'dan sonra, okullar kanalıyla, Afrika'ya
açılmaya başlamıştır. Devletin desteğiyle açılan
Nurcu okullarının en sonuncusu, Kenya'nın başkenti
Nairobi'de "hizmete" girdi. Ve şimdi
de Uganda'da bir okul açılmaya çalışılıyor. Din
ve şeriat kültürü temelinde kurulan ağ, çok ciddi
boyutlar kazanmaktadır. Bu çalışmaları için elde
ettikleri finansmanların kaynaklarına daha önce
de defalarca vurgu yapmıştık. Ayrıca finansman
için, komuoyu önünde lanetledikleri bütün yolları
kullanan bu kesimin, örneğin kapatılan Partisi
Refah'ın kapatılış sürecinde, 1 trilyon lirayı
Bahreyn bankalarına akıttığı anlaşılmıştır.
Son olarak, TSK'nın Temmuz ayı içinde sonuçlandırdığı
bir rapordan söz etmek istiyoruz. "Özelleştirme
ve TSK" başlıklı bu raporun tümü ilginç olmakla
beraber, burada sadece birkaç maddesini anmak
yeterli olacaktır:
"Özelleştirme, batılı ülkeler ve bunların
etkin oldukları uluslararası sermaye tarafından,
gelişmekte olan ülkelere telkin edilmekte, hatta
dayatılmaktadır.
Bu dayatmanın nedeni, uluslararası sermayenin
bu ülkelere girmesi, özellikle üretim ünitelerine
girmesinin koşullarını yaratmaktır.
Devletin küçültülmesi teziyle, sosyal delet olgusu
budanacak, bu da gelir dağılımının daha da bozulmasına
neden olacaktır.
Özelleştirmeye evet, ancak bir daha yerine koyamayacağımız
değerlerin ve kuruluşların yabancı sermaye kontrolüne
girmesine hayır."
Ve, Harp akademileri komutanlığı uyarıyor:
"Sosyal Patlamalar Olacak!"
Onlar, yarattıkları düzenin özellikle bugün içinde
bulunan sürecinde, sosyal patlamaların kaçınılmaz
olduğunu biliyorlar. Toplum biliminin tüm gerekirlik
kuralları, okları, bu yönü gösteriyor.
Peki,"sosyal patlamalar", neden gerçekleşmiyor?
Yaşama, ülkemize, kendimize, kişiliğimize, çocuklarımızın
geleceğine sahip çıkmaktır "sosyal patlama"
dedikleri.
Bütün bunlara neden sahip çıkmıyoruz? Neden?
|