Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

Yavuz İpek

Son aylarda, dünya ve ülke gündeminin 'fazla mesai yapılan' bir sürecini yaşadık ve yaşamaktayız. Rusya'da mali kriz, ABD'de Clinton krizi yaşanırken, ülkemizde hızlı ve karmaşık bir gündem, belirsizlikleri ve çözümsüzlükleriyle ağırlaşıyor. Öte yandan, bütün bu krizleri, gelişmeleri, sansasyonları, kirli çıkınların açılıp saçılmasını; onun yaşamının bütün alanlarına yansıyan ve onu sürekli cehennem kazanında tutan sonuçlarına rağmen, halkımız büyük ve lanetli bir sükunetle izliyor. Hayır, çoğu kez izlemiyor bile...
Dünyanın ve ülkemizin bir sırat köprüsünden geçmekte olduğu bu süreçte halkımız, o sırat köprüsünün en tehlikeli yerlerinde tutunmaya çalışanlardan olduğu halde, anti-politik yaşamını sürdürüyor. Eğer, o bir yaşamsa...
Halkın bu tavırsızlığının (bir yönüyle de tavrının) nedenleri üzerinde daha önce defalarca yazdığımız için, burada sadece sonucu bir kez daha tanımlayarak, gündemin gelişmelerine geçmek gerekiyor.
Susurluk Dosyası, yeni gelişmelerle kabardı.
Erken seçim kararı alınmıştı. Hükümet, tam bir seçim ekonomisi yürütmeye ve halka rekor boyutlarda seçim rüşveti dağıtmaya başladı. Belli güçlerin kulak çekmesiyle, seçim kararı ortada kaldı.
Yargı başkanı, yargının bağımsız olmadığından ve mafyalaştığından söz etti.
TSK'nda değişimler yaşandı.
Rusya krizi, başta Rusya olmak üzere, bütün dünyayı sarstı.
Ve PKK, 1 Eylül Dünya Barış Günü'nde, bir kez daha, şartlı bir ateşkes ilan etti.

Şimdi Kapitalizm, Sırçadan Kaplan
Küreselleşme, çağımız toplumlarının dünya ölçeğindeki bağımlılığının adıdır. Emperyalizm, küreselleşmeyi, sınırların aşılması ve serbest piyasa ekonomisinin özgürlüğü, kapitalizmin geliştirici gücünün bağımsızlığı biçiminde anlatmaya, dünya halklarına bu biçimde benimsetmeye çalıştı.
Oysa "küreselleşme", emperyalizmin yeni sömürü ve istismar biçimi, yeni sömürgeciliğin, en üst düzeyde ve farklı formlarda uygulanma stratejisiydi. Bu süreç, kendiliğinden yönü ağır basan ya da özellikle reel sosyalist sistemin çökmesinden sonra, dünya ölçeğindeki gelişmelerin kaçınılmaz sonucu olarak gündeme gelen bir süreç değildir.
Küreselleşme, bu çöküşte büyük rolü olan emperyalist sistemin (başta ABD olmak üzere), çöküşten sonra devreye soktuğu ekonomik, sosyal, siyasal ve moral programların adıdır. Küreselleşme, sınıflar mücadesi tarihi içinde, dünyanın bütün ezilen yoksul halklarının karşısına dikilen bir egemen sınıflar stratejisidir. Bölge ve ülke coğrafyalarını yeniden biçimlendirmenin, sınır tanımayan sömürünün zincirlerinin biraz daha sıkılmasının adıdır.
Küreselleşme stratejisinin en önemli dayatmalarından biri olan "uyum politikası", emperyalizmin sıçramalı gelişim yasasına göre biçimlendirildi ve emperyalist ülkelerin emekçileri, çoğalan işsizleri de dahil olmak üzere, dünyanın bütün ezilen sınıfları daha da yoksullaştırılırken; onlar, son on yılda, paranın merkezileştirilmesi yolunda hızla ilerlediler. Ekonomi siyasetin hizmetinde değil, siyaset ekonominin hizmetindedir formülasyonu, kendini bütün ağırlığıyla ve bütün acılarıyla hissettirmektedir.
Ne var ki, emperyalizmin rakipsiz at sürdüğü, kılıç kuşandığı bu süreçte, rüzgarlar onun dolu dizgin koşmasını, rakipsizlik sürecini kapitalizmin yücelmesi için kullanamamasını doğurmaktadır. Atın ayağı sürekli tökezlemektedir. Hem de, değil onların, onların ideolojik atmosferine giren dünyanın bütün güçlerini de şaşkına çevirecek biçimde... Şimdi yeniden herkese; Marks'ı, Engels'i, Lenin'i, 1917'yi hatırlatıyoruz.
Ve soruyoruz: Hani, "tarihin sonuna" gelmiştiniz? Hani, artık kapitalizmin sonsuz zaferi başlamıştı? Hani bu, "Yeni Dünya Düzeni" idi ve kalıcı idi? Hani, "küreselleşme, insanlığın kurtuluşu" idi?
1917 Ekimi'nde gerçekten insanlığın şafağını selamlama gücünü gösteren bir koca ülke ve o coğrafyanın onlarca halkı, 1989 Ekimi'nde, 70 yıllık büyük bir serüvenin ardından, sosyalizm adına yapılan hataların bedelini, yeniden kapitalizme teslim olarak ödedi. Bu, aslında bir teslim olma değil, bir teslim edilme, ve politikadan iyice koparılan, yabancılaştırılan halkların, bu nedenle gerçekleşen yeni durumu da tam olarak kavrayamamaları macerasıydı.
Yani, reel sosyalizm pratiğinin özellikle son 30 yıllık sürecinde, halklar, tümüyle politikadan ve sosyalizmin insanın yüceltilmesi prensiplerinden uzak düşürüldüler. Sözde sosyalist yönetimlere karşı benimsetilen tavırsızlık tutumlarını, objektif biçimde, sosylizmin yıkılışı sürecinde de sergilediler. İçine sokuldukları yabancılaşma durumundan dolayı, sistemi savunamadılar. Romanya'da reel sosyalizmin yıkılışından sonra yasadışı yollardan para kazanarak yaşamını devam ettirmeye çalışan bir genç diyordu ki: "Çavuşesku öldürüldükten sonra iki gün ara vermeksizin içtim. Ama sevinçten mi, üzüntüden mi olduğunu bilmiyorum."
Reel sosyalist ülke halklarının kapitalizme teslimiyeti, gerçek bir teslimiyet midir? Farkında olmadıkları bir geçiş, teslim edilme sürecidir. Halklar, bu durumun, yaşamlarına yansıyan sonuçlarıyla farkına vardıkları zaman, iş işten geçmişti. Fakat bu gerçekliklerle yüzleşme sürecinden çıkarılan sonuçlar, sözkonusu ülkelerde, özellikle de Rusya'da, yine büyük devinimlerin harcını karacaktır.
Geçtiğimiz on yıl boyunca, kapitalizmin bol ışıltılı illizyonu ile yeniden işgal edilen eski SSCB topraklarında, şimdi bir sorgulama süreci başlamıştır. Bu süreç, tarihsel bir sırat köprüsü niteliğindedir.
Çok temel yanlışlarla, giderek daha fazla çarpıtılan bir sosyalizmle, kapitalizmin SSCB topraklarına getirdiği açlık, fahişelik, milliyetçilik, eğitimsizlik, kültürel yozluk, gelecek güvensizliği, barınma, sağlık gibi temel insani konularda daha önce sağlanmış olan hakların yitirilmesi kıyaslanıyor. Şanssızlık, kapitalizm ile gerçek bir sosyalizm uygulamasının kıyaslanamamasında yatıyor. Ama zaten sosyalizm doğru politikalarla yaşama geçirilseydi, bu sonuçlar ortaya çıkmazdı. Yine de herşeye rağmen orada, Coca Cola'nın, kot pantolonun, Mc Donald'ın ışıltıları ile yaşanan ilk dönem şaşkınlığınan sonra, yitirilen değerlerin ve insan yaşamındaki belirleyici ögelerin çarpımı yapılıyor.
Sorgulama, bir teorik içerik taşımasa, gerektiği gibi yapılamasa bile, bireyin yaşamının bütün alanlarında kıyasıya çatışma sürüyor. Bütün yanlışlarına, çarpıklıklarına rağmen reel sosyalizm dönemini yaşamış olan kuşağın dinamizmi ve belleği tükenmeden, sadece kapitalizmin kültürü ve yaşam tarzı ile yoğrulmuş, yorulmuş olarak yetişen kuşaklar dönemi başlayarak, sosyalizm yeniden bir "ütopya" haline gelmeden, önümüzdeki on-yirmi yıllık dönemeçte, SSCB halkları sırat köprüsünü geçmeyi başarabilirlerse; kuşkusuz bu, bütün dünya halkları için yepyeni bir dalganın çok daha hızlı yükselebilmesi anlamını da taşıyacak.
Emperyalizm, bu dalganın yükselmemesi, SSCB halklarının yeniden silkinmemesi için elinden geleni yapıyor. Böyle bir silkinişin bütün dünya için ne anlama geldiğini iyi biliyor ve sosyalizm, özellikle de çok fazla sayıda halkların yaşadığı bu topraklardaki en büyük zehir olan milliyetçiliğin, her türden gericiliğin ve ahlaki yozlaşmanın büyümesi için, milyonlarca dolar akıtıyor.
Fakat çelişkinin bir ucu, kapitalizmin çözümsüzlüklerinde ve tarihsel kaybetme zorunluluklarında yatıyor. Geçen on yıl içinde, Rusya'da, emperyalizmin ekonomi, politika, sosyoloji uzmanlarının bütün dayatmaları, istisnasız gerçekleştirildi. Tarihin en büyük haini Mihail Gorboçov'dan bu yana, yöneticiler, emperyalizmin hiçbir temel istemine ve reçetelerine karşı direnmediler. Sendikalar ve bütün sosyal haklar yerle bir edildi. Borsa açıldı, kamu işletmeleri özelleştirildi, uluslararası sermayeye, bütün toprakların bağrı, isterik biçimde açıldı.
Bütün bunlara rağmen, şu an Rusya'da henüz bir sistem yok. Ne sosyalizm, ne kapitalizm... Yönü ve ufku kapitalizmden yana olan, ama iç dinamikleri kapitalizme direnen kimliksiz, kişiliksiz bir süreç devam ediyor. Tanımı zor. Reel sosyalizm çözümsüzlüğü üzerine çökertilmiş ithal, reçete kapitalizm sistemi. Bu bir sistem değil, bu bir geçiş süreci!... Ama "geçilen yer", neresi olacak?
Türkiye'yi bir Mafya Cumhuriyeti olarak tanımlıyoruz. Peki ya Rusya? Çeşitli paydalarda benzerlikler var. Kapitalizmin bu piç çocukları, çarpık ekonomilerin belirleyicisi haline geldiler... Sadece "sokağı", ekonominin bazı dallarını kontrol etmiyorlar artık. Yeni Dünya Düzeni'nin ve Küreselleşmenin siyasetini, hukukunu, kültürünü de belirliyorlar. Kısaca, mafya, toplumsal yaşamın her düzeyinde, çarpık kapitalizmin kaçınılmaz çocuğu olarak meşrulaşıyor.
On yılın başlarında, henüz yeni çözülen SSCB başta olmak üzere, dünyanın tüm ülkelerine; ABD çözümlerini ve önerilerini benimsemeleri halinde, kısa sürede ekonomik sorunlarının çözümleneceği vaadediliyor, bu tez benimsetilmeye çalışılıyordu. Sorunlar sosyalizmden kaynaklanıyordu ve artık sosyalizm çökmüş-çökertilmiş olduğuna göre, serbest piyasa ekonomisinin önü alabildiğine açılmış olduğuna göre, halkları bir bolluk ve refah dönemi bekliyordu. Yeter ki bu düzenin kuralarına uysunlardı.
İnsanlar, "bu düzenin" kurallarına, beklenenden çok daha hızlı bir biçimde, beklenilenden çok daha özverili ve itaatkar biçimde uydu. Bu yeni ideoloji, komünizmde ısrar eden bir küçük, bir "garip" azınlık dışında geniş bir kesimde yankı buldu. Yankının sınırları öylesine genişti ki; dünya ülkelerinin bazı "solcu" ekonomistleri ve politika uzmanları dahi, "Yeni Dünya Düzeni" dayatmasını bir ideoloji haline getirmek için kör bir yarışa girdiler. Sözkonusu yarış, ekonomik, politik, sosyal ve diğer alanlardaki akademisyen misyonunun da bu dönemde büyük zaafa uğraması anlamını taşıdı.
Onlara göre, Latin Amerika ülkeleri gibi sadece bazı çok dengesiz ülkelerde olağan ve Japonya'da anlamsız bir kriz vardı. Yeni Dünya Düzeni'nin karşısında çıban başı kalmamıştı ve serbest piyasa ekoomisinin bu denli geniş bir coğrafyada hayat bulması, kapitalizimin şahlanışı anlamına gelecekti. Bütün bunlar, o günlerde "dinazor", "gerici" denilen marksistler tarafından; "gelişmeler sadece ABD merkezli olmak üzere, emperyalizmin sermayeyi yeniden yapılandırması, güçlendirmesi ve daha fazla merkezileşmesi için kullanabilmesine hizmet edecektir ve o şekilde kullanılacaktır" biçiminde tanımlandı. (Bkz: İlk Barikatlar, 91-92 yılları)
Kapitalizmin ve serbest piyasa ekonomisinin objektif bunalım karekteri derken, kastedilen nedir? 1980 başlarında, daralan piyasalar içinde bunalan sermaye, yatırım ve spekülasyon amaçlı farklı hedeflere yöneldi. Yüzünü merkeze ve merkezileşmeye çevirdi. Bu durum, borsayı tırmandırdı. Ama sözkonusu tırmanış, rasyonel bir tırmanma değildi ve 1987'lere gelindiğinde, suni yükselişin kaçınılmaz sonuçları ortaya çıkmaya başladı: Kriz ve çöküş. Önce Latin Amerika'da peşpeşe patlak veren mali krizler, Asya'ya sıçradı. 1944'te kurulan IMF ve Dünya Bankası, "kurtarmak" için elini attığı ülkeyi kurutuyordu.
Krizler spekülasyonu besledi ve ekonomide mafyalaşma hızlandı. Mali sermaye, efendiliğini pekiştirdi. Karlılık ve üretim fazlası, yani Marks'ın işaret ettiği kapitalizmin iç kurdu, büyüdü, onu kemirmeye başladı. Şimdi dünyadaki zenginliklerin büyümesi ve giderek daha fazla merkezileşmesi, gelir dağılımı uçurumlarının inanılmaz boyutlara ulaşması; kapitalizmin kendi doğurduğu bir çocuk olmakla birlikte, aynı zamanda onun pazarını daraltan bir olgu olarak, kapitalizmin karşısına dikilecektir. Sadece yaratacağı sosyal ve siyasal sonuçlarla değil, aynı zamanda bütün bunların objektif zemini olan ekonomik sonuçlarla...
Sonuç olarak bu süreç, ABD kaynaklı mali sermaye ve kısmen bazı Avrupa ülkelerinin sermayeleri (ki Avrupa, karşı karşıya geldiği büyük güçlükleri, farklı çözümlere yönelerek göğüslemeye çalışmaktadır) dışında, elbette başta geri bıraktırılmış yeni sömürgelerin halkları olmak üzere, tüm kesimleri derin bir bunalıma sürükledi.
Tarihi doğru kavrayanlar şunu da iyi bilirler: Kapitalizmin her büyüme atılımı, her genişleme ve daha önceleri "küreselleşme" gibi terimler kullanılmasa da, dünyaya yayılma girişimi, kendisiyle birlikte bütün dünyaya acı ve yıkım getirmiştir. Emperyalistlerarası Birinci Paylaşım Savaşı, yarattığı büyük yıkımın sonunda, 1917 Ekim Devrimi'ni doğurmuştur. 1929'daki borsa çöküşünün ardından faşizmin yükselişinin ve 2. Paylaşım Savaşı'nın ekonomik zemininde bu faktörler vardı...

Rusya, Sırat Köprüsünde
Şimdi, "Asya Kaplanları" balonunun trajik patlamasının ardından, Rusya Krizi kapıyı çaldı. Dünya basını, "Yüzyılın Sefaleti", "Rusya'da Halk Perişan" başlıklarıyla çıkıyor.
"Gennadiy Nekratowa'ya, kızı Swetlana'yı evlendirebilmek için 3400 ruble gerekmekteydi ve birkaç aydır, mühendis olarak çalıştığı Tschastoostrow A. Ş,'den maaşını alamamaktaydı. Nekratow bunun üzerine, benzin dökerek kendini yaktı. Kızına miras olarak, babasına ödenmeyen gecikmiş aylıklar ödendi. Ve Swetlana o parayla, bir gelinlik bile alamadı.
Yapılan anketlere göre, Rusların %12'si genel greve, %11'i de silahlı ayaklanmaya hazır durumdadır. Hükümet binasının önünde, aylardır maaşlarını alamayan madenciler, kamp kurmuş beklemektedirler. Batı'nın verdiği yüksek faizli borçlarla ayakta duran devlet, sübvansiyonlar kesildiği an sallanmaya başlayacaktır ve tam 81 yıl önce Petrograd'da olduğu gibi, komünistler yine iktidarı ele geçirebilir." (Der Spiegel, 31.8.1998 Sayısı'ndan)
Yine haberler, klasik Rus kuyruklarıyla süsleniyor. Yani Batı basının Rusya haberlerinin resimlerinde değişiklik yok!... SSCB döneminde kapitalizmin faziletleri propagandası için kullanılan bu tür resimler yeniden kullanılmaya başladı. Henüz ideolojik bir içeriği yok, sadece Ruslar'ın komünizme yeniden dönmelerinden duyulan korku ve endişe var.
Fakat bütün bu gürültünün ardında ciddi bir gerçek var ve Rusya, önemli bir sırat köprüsünde. Enflasyon % 500... Ve Rusya'da gıda maddeleri kıtlığı var. Uzun süreli bir hükümet bunalımı yaşandı. Yani Rusya'daki tüm yoklukların yanısıra, hükümet de yoktu. Parlamento ile kavgalı ve uyumsuz Bay Yeltsin, uzun süre Duma'nın karşı iradesine rağmen Başbakan adayı Çermodirdin'de ısrar etti. Duma, iki kez Devlet Başkanı Boris Yeltsin'in adayı Çermodirdin'i reddetti. Yeltsin'in adayının üçüncü kez reddedilmesi halinde, Duma'nın feshedilmesi ve erken seçime gidilmesi gündeme gelecekti.
Bu tehlikeye karşı Duma, Yeltsin'i vatana ihanet suçlamasıyla yargılama hazırlıklarına başladı. 1993'te de Yeltsin ve Duma yine ciddi bir biçimde karşı karşıya gelmiş ve bu ortamda yeşeren silahlı mücadele, güçlükle bastırılmıştı. Otoritesi iyice zayıflayan Yeltsin'in, bundan sonra gündeme gelebilecek bir direnişe karşı durup duramayacağı, tartışılıyor. Peki öyle bir durumda ABD, Rusya'ya da füzeler boca edecek mi?..
Son hükümet krizi esnasında Komünist Partisi, sokak gösterilerini destekleyeceğini açıklamıştı. Bu krizden son anda dönüldü. Ne kadar dönüldü, ne yöne doğru dönüldü? Rusya sorunlarında bir süre daha değişen bir şey olmayacak. Komünist Partisi'nin baskısıyla 11 Eylül 1998 günü Başbakanlığa seçilen Yevgeniy Primakov sürecinde de, Primakov'un arkasındaki büyük desteğe rağmen Rusya'nın içinde bulunduğu bunalımın aşılabilmesinin koşulları mevcut değil.
Rusya, ancak ve ancak ciddi bir halk silkinişiyle, kapitalizmin batağından yeniden çıkabilecektir. O bataklığın üzerine sinmiş pisliğini temizlemesi de, kuşkusuz sancılı ve zor bir yeni süreci zorunlu kılacaktır. Primakov, Duma'da, faşist Jirinovski dışındaki tüm partilerin, (altı partinin) tam desteğini aldı. Komünist Partisi lideri Gennadiy Zügonov; "Başbakanı seçtik. Şimdi kabineyi oluşturma zamanı geldi. Yeni hükümet, merkez sol bir hükümet olacak" dedi. Primakov, Duma'dan; "beş ay kendisinden hesap sormamaları gerktiğini ve ona zaman tanımalarını" rica etti.
Öte yandan Rus halkı, büyük bir sosyal ve psikolojik baskının kıskacında. Bu psikoloji, onu gıda stoku yapmaya ve parasını gizlemeye yönlendiriyor. Şu anda 200 milyar rubleye yakın bir paranın (yaklaşık 10 milyar dolar), halkın kasalarında ve yastık altlarında olduğu sanılıyor.
Bu bunalımdan ötürü kapitalizm hiç zarara uğramadı mı? Rusya "bakir alanlarına" akbaba gibi üşüşen şirketlerin kaybı ile ilgili olarak açıklanan rakamlar: 100 milyar dolar civarında...
"Küreselleşme" tuzağı, üretimin ve ticaretin küreselleşmesini, paranın küresel dolaşımını getirdi ama, küresel paylaşımı getirmedi. Tam tersine, sınıflar arası uçurumların daha da büyümesini doğurdu ve sermayenin merkezileşmesini yoğunlaştırdı. Üretimde yabancılaşmayı arttırdı. Üretimin daha az maliyetle gerçekleşmesini amaçlayan uluslararası şirketler, üretimi yeni sömürgelere kaydırdılar ama yeni sömürgelerin daha da düşen alım gücü, üretici ile ürettiği mal arasındaki yabancılaşmayı arttırdı. Öte yandan Emperyalizmin yeni sömürgelere sermaye kaydırması, kendi ülkelerindeki sosyal refahı geriletti, işsizliği arttırdı. Şu an sadece Avrupa Birliği topraklarında 18 milyon dolayında işsiz vardır.
Kapitalizmin iç çelişkileri, onun büyük sarsıntılar yaşamasını doğurmaktadır, hem de "tek kutuplu" bir dünyada bile... Mali sermaye dolaşımı, yatırım sermayesi traansferinden farklı özellikler taşır. Mali sermayenin "küreselleşmesi", para dolaşımında ölçüsüzlüğü, hızlı yükseliş ve çöküşleri, disiplinsizliği, spekülasyonu da beraberinde getirmiş ve istikrarı tamamen ortadan kaldırmıştır. Bir bölgeye hızla giren para, gerekli gördüğünde, bir sorun yaşandığında, aynı hızla geriye çekilebilmektedir. Endonezya ve Asya krizinde olduğu gibi, bir ölçüde 1995'te ülkemizde olduğu gibi...
ABD, gelişen krizlerin dünya çapında bunalım yaratması ve kendisini de etkilemesi dolayısıyla, bazı önlemler geliştirmeye başlamıştır. Söz gelimi tarihinde ilk defa, Japon krizinden sonra, büyük ölçüde Japon yeni satın almıştır. Başlangıçta, bazı alanlarda rekabet gücü olan Japonya'nın depremini mutlulukla seyretmiş, ama globalleşen dalgalar gelip Wall Streetin duvarlarına çarpmaya başlayınca, yardım etmek zorunda kalmıştır.
ABD, bir yandan dünya ölçeğinde mali denetimini geliştirmek için stratejiler geliştirirken, bir yandan da bu bağımlılıkların yarattığı sonuçların bedellerini, belli ölçülerde de olsa, paylaşmak zorunda kalmaktadır. Pentagon'un 1994-1999 mali görüş raporunda: "AB ve Japonya ekonomilerinin bizden bağımsızlaşmaması için şimdiden önlemlerimizi almalıyız" denilmektedir. Şu an dünya ticaretinin % 60'ı dolar üzerinden yapılmaktadır. Ve bu rakam, tek başına bile ABD'nin rolünü ve işlevini anlatmaya yetecek niteliktedir.
Yine bu süreçte, ülkelerin etnik temellerde bölünüp parçalanması yoluyla daha güçsüz düşürülmesi, yeni ve sözde bağımsız, sözde "ulus devletlerin", çok daha kolay ve çok daha büyük bir hızla ABD hegemongası ve ABD küreselleşmesinin zincirleriyle bağlanması, yeni Pentagon stratajilerinin ürünüdür. Bu süreçte, 22 tane yeni devlet oluşmuş-oluşturulmuştur. Önümüzdeki süreçte bu parçalanmalar devam edecektir.
Halklar, ekonomik ve sosyal zorlukların sorumlusu olarak gördükleri kendi devletlerine ve giderek ülkelerine sahip çıkmamaktadırlar. Bu durumun, devlete karşı tepkiler çarpık, geri, bilinçsiz tepkiler olduğu için, ülkeye de sahip çıkmamayı doğurması, kurtuluş mücadelelerinin önündeki yeni bir engeldir. Dolayısıyla, önümüzdeki sürecin, özellikle anti-emperyalist bilincin, özgürlük ve bağımsızlık temelinde ülke sevgisinin geliştirilmesini ve "yeni dünya düzeninin" gerçeklerinin kavratılmaya çalışılmasını dayatmaktadır.
Evet, kapitalizm şimdi kağıttan kaplan değildir, daha ışıltılı, daha güçlü, daha teknik ve daha stratejik yönelimleri olan bir kaplandır. Ama, bir sırça kaplandır.

Beşinci Sınıf Bir Amerikan Filmi:
CIA-MİT-ORDU, MHP ve Diğerleri

Ülkemizin, başta Pentagon ilişkileri olmak üzere, içinde bulunduğu ve içinde çırpındığı ilişkiler, özellikle son dönemde kamuoyuna yansıyan-yansıtılan yönleriyle, içinden çıkılamaz, kolay çözülemez bir arapsaçı görünümü veriyor.
Özellikle sınıf bilinci olmayan, Marksizmin-Leninizm'in düşünme yönteminden, analiz ve sentez yeteneğinden, soyutlama üstünlüğünden uzak olan kesimler için, sorunların su yüzeyindeki görüntüsü bile; "açıklanamaz, tanımlanamaz bir kaos" anlamına geliyor. İyiniyetli, ülkesinin sorunları üzerinde kafa yormaya çalışan insanlar, bütün bu tablolar karşısında, Beckett'in kahramanları gibi konuşmaya başlıyorlar. "Ne kadar çok düşünürsem, o kadar az anlıyorum..."
"Godot'yu Beklerken", "Oyunun Sonu", "Komedi" ve "Bütün Düşenler" gibi önemli eserlerin yazarı olan İrlandalı yazar Beckett'in bu eserlerinin başlıkları bile, günümüz Türkiyesi'nin bir özeti gibidir. Fakat tarihin ivmesi ve anlamı, Beckett'in umutsuzluğunun ötesinde boyutlar taşır. Ülkemizdeki bütün bu gelişmeler, sosyalistlerin Üçüncü Bunalım Dönemi ülkeleri için yaptıkları çözümlemelerin kapsamındadır. Reel sosyalizmin çözülmesinden sonra Pentagon'un yeni sömürgelerindeki ilişkiler ve çelişkiler her ne kadar yeni ve daha zorlu, daha karmaşık boyutlar kazanmış olsa da nitelik olarak temelden değişen bir şey yoktur.
Bizim gibi ülkelerde, CIA'nin beşinci sınıf senaryolarıyla, hiç "ara" verilmeyen Hollywood filmleri çevrilir. Savaş, entrikalar, güçler dalaşı, ihanetler, cinayetler, katliamlar, sansasyonlar... bu senaryoların değişmez temalarıdır. Bizlerde filmdeki bayanlar biraz daha etli butlu, biraz daha arabesktir sadece...
Ve seyirciler: Kuşkusuz bu rol, halk için biçilmiştir. Seyircinin sessiz ve uslu olması, bu filmlerin en önemli unsurları arasındadır. Peki ya bir gün seyirciye birşeyler olur, sahneye fırlarsa, bu filmden artık bıktığını, kendi filmini kendisinin çevirmesi gerektiğini anlarsa ve hele bu yönde tavrını koyarsa!..
Bu tür filmlerin kaçınılmaz "yazgılarından" biri de budur. Her ne kadar bizim ülkemizde henüz epeyce uzun ve sancılı bir zamanlama gerektiği görülüyorsa da...
Önce filmin kahramanlarını tanıyalım ve bir gerçeğin özenle altını çizelim: Bu kahramanların hiçbiri, hiçbir kesim, bir diğerinden bağımsız ve özgün değildir. CIA, MİT, Ordu, Partiler, Hükümetler, hepsi içiçedir ve hepsi yeni sömürge ülkemizin açık faşist diktatörlük kurumsallaşmasının aynı tahtadaki satranç taşlarıdır.
Bugün ortaya çıkan tablo içinde kimin elinin kimin cebinde olduğunu, kimin daha az temiz, kimin en kirli olduğunu hesaplamak, gerçek bir siyasal bilimcinin işi olamaz. Bu, devleti herşeye rağmen aklamaya çalışan, ilişkilerin gerçek yüzünü ve boyutlarını gizlemeye, çarpıtmaya çalışan, kolu, bacağı feda ederek gövdeyi kurtarmaya çalışanların demagojilerinden ve oyunlarından, en azından etkilenmek anlamına gelir. Pentagon, çeşitli ülkelerdeki benzer filmlerinde, gerektiğinde devlet başkanlarını, gerektiğinde topyekun bütün hükümet üyelerini feda etmemiş midir? Emperyalizm için işbirlikçileri, kendisine ne kadar değerli hizmetlerde bulunmuş olurlarsa olsunlar, yeri ve zamanı geldiğinde kaldırılıp atılacak birer aletten, birer enstrümandan, birer çividen başka nedir ki?
Abdullah Çatlı'nın, DYP Milletvekili Bucak'ın, Polis Müdürü Hüseyin Kocadağ'ın ilişkilerinin bağlı bulundukları kurumların ilişkisi olduğu, bunca "Susurluk" yaygarasına rağmen neden dillendirilmiyor ya da dillendirilemiyor dersiniz? O arabada Veli Küçük ve Mr. Sam'in de olmaması, yanlızca bir tesadüften ibarettir. Ve kamyonların çarpmadığı başka arabalarda da bu tür şahıslar, görevleri ve ilişkileri gereği, birlikte olmak durumunda kalmaktadırlar.
Ve bizim Mafya Cumhuriyetimizin geçen ayki "nefes kesici" perdesi:
14 yıldır İnterpol tarafından kırmızı bültenle aranan Alaattin Çakıcı, Fransa'da yakalandı. Üzerinde, Dışişleri Bakanlığı'nın özel mührünü taşıyan, diplomatik dokunulmazlık sağlayan bir kırmızı pasaport vardı.
18 ay önce Başbakan Mesut Yılmaz; " Susurluk Çetesini 20 günde çözeriz" demişti.
Eski Polis Şefi ve DYP Milletvekili Ağar, Katliamcı MHP'li Haluk Kırcı'nın nikah şahitliğini yapmıştı.
Mehmet Ağar'ın oğlunun nikah şahitliğini de Cunta Şefi Kenan Evren yaptı. DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel'de oradaydı. Bütün Mafya Cumhuriyeti sosyetesi oradaydı...
Bir süre sonra Çakıcı evlenecek olursa, onun nikah şahitliği de, Demirel ve Karadayı'ya yakışır. Ülkemizde nikahların ve nikah şahitliklerinin büyük simgesel önemi vardır.
Çakıcı'nın pasaportunda, "Turizm Bakanlığı Müşaviri" yazmaktadır. Sözkonusu pasaportun kullanım süresi 6 yıldır. Oysa Dışişleri Bakanlığı, "en fazla 2-4 yıllık görev pasaportları düzenlediğini" açıklamıştır. Belli ki, Çakıcı'nın görevleri daha önemli ve özeldir.
Ülkü Ocakları Başkanlığı, mafya babalığı ve MİT ajanlığı özelliklerini bünyesinde taşıyan Çakıcı, bu yönüyle, önemli bir simge isimdir. Bu girift ilişkilerin canlı semboludur. 12 Eylül'den sonra, bizzat cumhurbaşkanlığına bağlı olarak, Hiram Abas'ın yönlendiriciliğinde, Abdulluh Çatlı ile birlikte ASALA'ya karşı da kullanılmak istenmişler, akıtılan finansmana rağmen fazla bir şey becerememişlerdir.
12 Eylül öncesinde devrimcileri katletmekle belirginleşen ekibin becerileri, 12 Eylül'den sonra daha çok çek, senet, tahsilat, yakın çevre cinayetlerinde belirginleşmiştir. Türkbank'ın satışında, farklı isimlere oynadıkları için, "devlet adına kurşun sıkan" şerefliler listesindeki Çakıcı ile Çiller Ailesi'nin arası açılmıştır. İnterpol'ün kırmızı bülten'le aradığı bu çeteci, bu kiralık katil, bu ajan, Türk televizyonlarından: "Yosmanın birisi, sürekli Türk milletinin bacısı olduğunu söylüyor. Kendi namusunu koruyamayan, Türk milletinin namusunu nasıl korur. Onun namusunu nasıl koruyamadığını açıklamamı istiyor mu?" diye tehditler yağdırabilmiştir. Bütün bu şahıslar, oluşturdukları Mafya Devletinin üyeleri olarak, birbirlerinin en kirli "çıkınlarını" bildikleri ve gebeliklerinin boyutları her türlü sınırı zorladığı için, aynı kaba eder, aynı kaptan yerler.
Çatlı, Çakıcı, Oral Çelik vs. Bu insanların dosyalarında, deşifre olduğu kadarıyla, 576 kişinin öldürülmesi vardır. Kemal Türkler, Cevat Yurdakul, Etlik-Piyangotepe Katliamı, Milletvekili Abdurrahman Köksal'ın öldürülmesi...
Çakıcı'nın yakalanmasından sonra TİT'in kurucusu olarak lanse edilen Cengiz Ayhan isimli katil ise halen Almanya'da tutuklu bulunmaktadır. Geçen yıl Uğur Mumcu'nun öldürülmesi ile ilgili itiraflarda bulunacağını belirtmiş ve Ankara DGM Savcısı Hamza Keleş, sözde Cengiz Ayhan'ın ifadesini almak üzere Almanya'ya gönderilmişti. Uğur Mumcu, MİT içindeki ciddi hesaplaşmaların önemli süreçlerinden birinde öldürülmüştür. Bu hesaplaşmaya ilişkin ipuçları, o günlerdeki yazılarında vardır. Uğur Mumcu'nun öldürüldüğü günlerde, eski Kontrterör Dairesi Başkanı Mehmet Eymür ile eski İstanbul MİT Bölge Başkanı Nuri Gündeş ile Alaattin Çakıcı, "oralardadır". Çakıcı, Ankara Grand Otel'de kalmaktadır.
MİT, gerçek fonksiyonları, ilişkileri ve icraatları sosyalistler tarafından her zaman dile getirilen terörist bir yapılanma olarak, yine halklara, devrimcilere yönelik uygulamaların efendisi CIA'nin acentasıdır. 12 Mart'tan sonra, bu dönemin işkence ve terör uygulamalarını bizzat yönlendirenler arasında; Hiram Abas, Mehmet Eymür, Eyüp Bozalkuş, Bülent Öztürkmen, deşifre olmuşlardır. Bu isimlerden bazıları, yine bu tür organizyonların bilinen yöntemlerinden biri olarak, yaşanan iç çelişkilerinin sonucunda, kızağa çekilmek üzere, özellikle deşifre edilmişlerdir. Bu yöntemlerde, sadece kızağa çekilmek üzere, özellikle deşifre edilmişlerdir. Bu yöntemlerde, sadece kızağa çekilmek amaçlanmaz; hedef saptırmak, hedef haline getirmek gibi değişik amaçlar da güdülür.
Bu isimlerin hemen yanında, savcı Süleyman Takkeci'yi, General Faik Türün'i ve General Memduh Ünlütürk'ü saymak gerekir. Bu ekip, 12 Mart'ın meşhur işkencelerini bizzat yürüten insanlardan oluşmaktadır aynı zamanda... Bu ekibin 12 Mart Dönemi "faaliyetleri", daha sonra ABD adına "casusluk" suçuyla yargılanan (!?) Sabahattin Savaşman'ın duruşmaları sırasında "dışarıya" sızmaya başlamıştı. Savaşman, MİT Müsteşar Yardımcısı idi...
Bir diğer ABD casusluğu iddiasıyla yargılanan asker, yine 12 Mart döneminin Kurmay Albayı, Turan Çağlar'dır. Çağlar'ın, birçok önemli gazeteciyle ve MİT İstanbul Bölge Başkanı Turan Deniz'le, sıcak ve özel ilişkileri ardır.
MİT içindeki çeteler savaşı, 12 Mart günlerinde su yüzüne çıkmaya başlamış ve 12 Eylül sürecinde boyutlanmıştır. Öyle ki, 12 Mart'tan sonra Ecevit Hükümeti'nin göreve gelmesiyle MİT Müsteşarı yapılan Koramiral Bahattin Özülker, kısa bir süre sonra Samsun'da ölü bulunmuştu. MİT çetelerinin dalaşı esnasında, İstanbul Bölge Başkanı Nuri Gündeş olayında olduğu gibi, aralarında diğer MİT görevlileri tarafından Belgrad Ormanlarında "sorgulananlar" da oldu. Turan Çağlar ise 27 Mayıs'ın İstanbul Radyo Müdürü Turan Çağlar ise, yine ABD casusu olduğu gerekçesiyle, diğerleri tarafından cezaevine konuldu, ama meslektaşlarının kendisini bu biçimde harcamasını hazmedemeyip MİT içindeki öldürmelerden, işkencelerden sözedeceğini açıklayan gizli notu ele geçirilince, cezaevinde öldürüldü. Bütün bunların, Çatlı-Ağansoy çatışmasından farkı nedir? Onlar mafyacı da, bunlar necidir?
1983'te iktidara gelen ANAP'ın "öldüresiye serbest rekabet" ortamı, MİT çetelerinin de serbest rekabetini körükledi. Kamplaşmanın en önemli iki reisi; Hiram Abbas ve Nuri Gündeş idi. Mehmet Eymür, Hiram Abbas çetesindendi. Bu çeteyi, Genelkurmay Başkanı ve sonra DYP Milletvekili Doğan Güreş ile Tansu Çiller desteklemekteydi. MİT itirafçılarından Hanefi Avcı, Mahmut Yıldırım'ın, Eymür'ler tarafından yönlendirildiğini anlatmıştır. MİT çetelerinin güncel kamplaşma ve çatışmalarının deşifre olan-edilen isimlerinin başında ise; Mehmet Eymür Operasyonlar Daire Başkan vekili Yavuz Ataç ve bunlara karşı konumlanan yeni MİT müsteşarı Şenkal Atasagun gelmektedir.
Akın Birdal Suikasti'nin hemen arkasındaki (çok arkasındaki değil) isimler olan Cemal Kulaksızoğlu ve Kaşif Kozinoğlu, MİT içindeki bir grup tarafından korunurken, diğer grup tarafından yadsınmaktadır. Duran Fırat, Mikail Sarı, Semih Tufan Gülaltay, yine bu şekilde ortada bırakılan maşalar arasındadır.
Şenkal Atasagun ve Mehmet Eymür çetelerinin çatışması esnasında, Yavuz Ataç, Eymür'ü makamında dövmüştür. Çakıcı'nın MİT içinde prestij kazanmasını ise şimdilik her iki ekip de üstlenmemektedir.

Kenya, Tanzanya, Sudan ve Afganistan
ABD'nin Kenya ve Tanzanya Büyükelçilikleri'nde, 7 Ağustos 1998 günü bir kaç dakika ara ile bombalar patladı. Kenya'nın başkenti Nairobi'de patlayan bomba, 228 kişinin ölümüne, Tanzanya'nın başkenti Dar es Selam'da patlayan bomba ise 10 kişinin ölümüne, 74 kişinin yaralanmasına yol açtı. Patlamaların hemen ardından bu ülkelere gönderilen CIA-MOSSAD elemanları tarafından, iki ülke halkı üzerinde, müthiş bir terör estirildi.
Açıklanan şüpheliler listesinin başına, Suudi Arabistanlı milyarder Osman Bin Laden konulmuştu. Bir süre öncesine kadar ABD ile sıkı bir işbirliği içerisinde olan bu şahıs, başta Afgan şeriatçılar olmak üzere, dünyadaki çeşitli islami grupları finanse eden ve stratejilerini belirleyen ABD'nin bir taşeronu idi. Fakat 1990'dan sonra Uluslararası İslami Cephe'nin kurulmasıyla birlikte, bu ilişki zayıflamıştı. Daha sonra, 1996'da, İsrail Güney Lübnan'da bulunan BM'e ait Kana Kampı'nı bombaladı. Ve bu olay, sözkonusu ilişkinin sonu oldu. İsrail'in bu saldırıyı "hata", Clinton'un "trajedi" diye nitelendirmesi, ilişkinin düzelmesini sağlayamadı.
Kenya ve Tanzanya'da patlayan bombaların üzerinden çok zaman geçmeden, ABD, Sudan ve Afganistan'ı bombaladı. Bilindiği gibi, emperyalizmin öngördüğü stratejiler doğrultusunda, gerekli görülen bölgelerde artık sadece iki-üç ezilen halk savaştırılıyor. Onun dışında, emperyalist ülkeler "ellerini kana bulamıyorlar".
Ne yapıyorlar? O günlerde gerekli görülen ya da "yaramazlık yapan" ülkenin semalarında, savaş jetleriyle uçuluyor, "sortiler" yapıldıktan, bombalar bırakıldıktan, yüzlerce insan öldürülüp, kentler, kasabalar enkaza çevrildikten sonra, hemen aynı gün, ABD vatandaşı ya da uşağı olmanın huzuru içinde, üslere geri dönülüyor. Çok rahat ve pratik!... Çocukların atari oyunları gibi. Oyunu oynayanlar için çok kansız ve sımsıcak ofislerde, gerektiğinde Monica ile seks yapılırken bile oynanabiliniyor. Ama ekranın gerisindekiler için, "ötekiler"in dünyasında, kan gövdeyi, acı ruhu götürüyor.
Sudan ve Afganistan'ın bombalanması, Clinton ve Monica Lewinski arasındaki seks skandalının en kritik günlere denk gelmesiyle, aylar sonra Clinton'a, kamuoyu önünde seks hesabı vermekten başka şeyler de konuşabilme olanağını verdi.
ABD tarafından bu iki ülkeye atılan füzelerin sayısı, tam 76 adet idi. Önce bu füze saldırıları ile Nairobi ve Darüsselam'daki ABD Büyükelçiliklerinde patlayan bombalar arasında ilişki kurulmaya çalışıldı. Çünkü bombalamaların sorumlusu olarak şüpheliler listesinin başına yerleştirilen Laden, Afganistan'da idi. Suudi Arabistan'dan ve Sudan'dan kovulan bu şeriatçı, işbirlikçi terörist, son olarak Afganistan dağlarında yaşamaya başlamıştı.
Emperyalizmin "küreselleşme" aşaması, bu tür "düşmanları" ve bu tür saldırıları zorunlu kılmaktadır. Gerekirse bu "düşman" bizzat yaratılmakta, yüzlerce cinayet işlemesinin zemini ve olanakları ona sunulduktan sonra "alet"in misyonu bitmekte ve sıra "cezalandırılmasına" gelmektedir. Suçluyu cezalandırmak adına, serseri füzeler binlerce yoksul insanın canını almaktadır. Daha sonra Clinton, dünya televizyonlarına, saksafoncu ya da seks skandalı suçlusu maskesiyle değil, dünyanın bir numarası maskesiyle çıkıp, "trajik" deyince, sayfa hızla kapatılmakta, Pentagon'un yeni bir senaryosu, dünya televizyon yayınlarında devreye sokulmaktadır.

Seçim Aczi, Bağımlı Yargı
Kendi durumunu ve erimesini iyi değerlendiremeyen, sıradan mantık normları içinde seçimi en son isteyen partilerden biri olması gereken CHP'nin zorlamasıyla alınan erken seçim kararından sonra, ülkemizde mevcut belirsizlikler, çok daha fazla yoğunlaştı.
Seçim kararı, "erkeksen gel" delikanlılığı ile alınmış bir karar olarak, er meydanı zamanı yaklaştıkça herkesin korkusunun büyüdüğü bir ucube karar olarak ortada kaldı. "Erkek"lerin hiçbiri çıkıp da "gelin bu karardan dönelim" diyemediği için, görev yine başkalarına kaldı.
Önce Demirel, istenmeyen seçim sonuçlarının ortaya çıkması halinde ki bütün kamuoyu yoklamaları bu yönde idi; "demokrasi güçlerinin devreye gireceğini" müjdeledi. Ülkemizin en önemli demokrasi gücünün ordu olduğu bilinmekteydi!.. Eğer merkez sağ partilerden biri, en azından CHP ve/veya DSP destekli bir hükümet kuracak sonuç elde edemezse, Refah-Fazilet, yine birinci parti olursa, seçim sonrası gündem, daha büyük sorunlar getirecekti. Ve tüm veriler bu yöndeydi. Üstelik, Kürdistan'da ve İstanbul, Mersin gibi Kürdistan'dan büyük göç almış kentlerde HADEP'in büyük destek bulacağı saptanmaktaydı. Dolayısıyla devreye tekelci sermaye direkt olarak girdi, önce Sakıp Sabancı'nın, ardından TÜSİAD'ın diğer güçlerinin açık tavır almaları sonucunda, seçim kararından geri dönülmesi sürecine girildi.
Ama bu arada, hükümet üyesi partiler, bol keseden seçim yatırımları yapmaya başlamışlardı bile. Köylüye, 75 trilyonluk araç dağıtılacağını açıkladılar. Ardından 29 bin geçici işçiye kadro hazırlığı girişimleri başladı. Seçim rüşvetlerinin en çarpıcısı, buğday alımlarında yaşandı. Şu an buğdayın tonu, dünyanın bütün ülkelerinde 100 doların altındadır. TC hükümeti ise, buğdayın tonuna 205 dolar fiyat biçti. Daha önceki yıllarda genellikle belli bir limitte tutulan alımlar, serbest bırakıldı. İlk elde, 7 milyon ton alım yapıldı. Bu durumda kaçınılmaz olarak, Mafya Cumhuriyeti'nin 'buğday çeteleri', alelacele oluştu, "işini bilen vatandaşım", komşu ülkelerden buğday getirerek TMO'ya satmaya başladı. Sonuç olarak hükümet, buğdaya fazladan 150 milyon dolar ödedi. Seçimde kaç "milletvekili" eder acaba?
Devrimciler mahkemelerde yargılanırken, sık sık dile getirirler: "Mahkemeniz bağımsız değildir. Bu yargılama sürecini tanımıyorum. Sizler, devletin, Oligarşi'nin memurlarısınız, burada gerçek bir yargılama yapılmayacağını biliyorum ve mahkemenizi tanımıyorum." Ve bu tür ifadelerinden dolayı da, "adaletin bağımsızlığına hakaret ettikleri" gerekçesiyle, yeni cezalar alırlar.
Geçtiğimiz günlerde, Yeni Adli Yıl'ın başlamasıyla ilgili düzenlenen geleneksel toplantıda konuşan Yargıtay Başkanı, yani yargının başı; "Türkiye'de bugün yargı bağımsızlığı ve yargıç güvencesi yoktur" dedi. Mafyaların, tüm devlet kurumlarının içinde olduğunu, sözlerine ekledi. Aynı toplantıda, DGM'lerin kaldırılması istendi...Yoruma gerek yok!
Polis, son haftalarda sürekli olarak Cumartesi annelerine saldırmaya, eylemlerini engellemeye ve onları gözaltına almaya başladı. 171. 172. 173. 174. ve 175. Cumartesi Anneleri Haftaları'nın görüntüleri hep aynı idi. Önce çevre abluka altına alınıyor, bütün sokaklar tutuluyor, yaşlı, yüreği kavrulmuş analarımız, ite kaka polis arabalarına dolduruluyor. "Kayıplarınızı aramayın, Türkiye'de kayıp mı var. Çocuklarınızdan, eşlerinizden, babalarınızdan, genç kızlarınızdan vazgeçin."
Ülkemizden manzaralar aktarmayı sürdürelim: "Demokrasi amaç değil araçtır" diyen yükselen şeriat lideri Tayyip Erdoğan, DGM tarafından kendisine verilen 10 ay hapis cezasını tanımadığını açıkladı. Şeriatçıların bütün dünyada uyguladıkları; zaman zaman sertleşme, zaman zaman yumuşama tarzını başarılı biçimde uygulayan Erdoğan, şu günlerde açık tahrik programı uygulamaktadır ve çok tehlikeli bir portre olarak ülke semalarında yükselmektedir.
Öte yandan Nurcuların Lideri Fethullah Gülen, dünyayı işgale devam etmektedir. İran, Azarbeycan ve Orta Asya'dan sonra, okullar kanalıyla, Afrika'ya açılmaya başlamıştır. Devletin desteğiyle açılan Nurcu okullarının en sonuncusu, Kenya'nın başkenti Nairobi'de "hizmete" girdi. Ve şimdi de Uganda'da bir okul açılmaya çalışılıyor. Din ve şeriat kültürü temelinde kurulan ağ, çok ciddi boyutlar kazanmaktadır. Bu çalışmaları için elde ettikleri finansmanların kaynaklarına daha önce de defalarca vurgu yapmıştık. Ayrıca finansman için, komuoyu önünde lanetledikleri bütün yolları kullanan bu kesimin, örneğin kapatılan Partisi Refah'ın kapatılış sürecinde, 1 trilyon lirayı Bahreyn bankalarına akıttığı anlaşılmıştır.
Son olarak, TSK'nın Temmuz ayı içinde sonuçlandırdığı bir rapordan söz etmek istiyoruz. "Özelleştirme ve TSK" başlıklı bu raporun tümü ilginç olmakla beraber, burada sadece birkaç maddesini anmak yeterli olacaktır:
"Özelleştirme, batılı ülkeler ve bunların etkin oldukları uluslararası sermaye tarafından, gelişmekte olan ülkelere telkin edilmekte, hatta dayatılmaktadır.
Bu dayatmanın nedeni, uluslararası sermayenin bu ülkelere girmesi, özellikle üretim ünitelerine girmesinin koşullarını yaratmaktır.
Devletin küçültülmesi teziyle, sosyal delet olgusu budanacak, bu da gelir dağılımının daha da bozulmasına neden olacaktır.
Özelleştirmeye evet, ancak bir daha yerine koyamayacağımız değerlerin ve kuruluşların yabancı sermaye kontrolüne girmesine hayır."
Ve, Harp akademileri komutanlığı uyarıyor:
"Sosyal Patlamalar Olacak!"
Onlar, yarattıkları düzenin özellikle bugün içinde bulunan sürecinde, sosyal patlamaların kaçınılmaz olduğunu biliyorlar. Toplum biliminin tüm gerekirlik kuralları, okları, bu yönü gösteriyor.
Peki,"sosyal patlamalar", neden gerçekleşmiyor?
Yaşama, ülkemize, kendimize, kişiliğimize, çocuklarımızın geleceğine sahip çıkmaktır "sosyal patlama" dedikleri.
Bütün bunlara neden sahip çıkmıyoruz? Neden?


 
 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92