Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

Şerif ONURSAL



Devrimci politik irade, üzerinde yükseldiği toplumsal zemini, sınıfsal bir bakış açısı ile ama aynı zamanda tarihsel bir perspektifle doğru tahlil etmek zorunluluğu ile karşı karşıyadır.
Mücadelenin genel stretejisinin oluşturulmasının yanısıra, ileriye atılan her adım için de bu zorunludur. Tarih, sınıf mücadelesi ekseninde, binlerce iradenin çakışması ve yeniden biçim alması ile oluşur. Bundan dolayı sınıf mücadelesi, toplumsal gelişmenin motorudur.
Kapitalist toplum iki ana sınıftan, özel mülkiyeti temsil eden burjuvazi ile, özel mülkiyet ilişkileri ile tümden bağını koparan, emeğinden başka satacak hiç bir şeyi olmayan proletaryadan oluşur. Yaşadığımız toplumsal süreçte bu iki ana sınıf arasındaki mücadele, bir dizi toplumsal ilişki ve çelişkiyi yaratıyor. Devrimci politik irade, proletaryanın siyasal iradesini temsil ederken, tarihsel sınıfsal rolünü kendiliğinden değil, bilinçli oynar. O, tarihin bilinçli yaratıcısıdır.
Devrimci politik irade, geçmiş ile gelecek arasında tarihsel bir köprü oluşturur; içinde devindiği tarihsel ilişki ve çatışmaları buradan tahlil eder. Elbette o, bu görevi yaparken, "akademik" bir tarzda, idealist bir "tarihçi" mantığı ve yaklaşımı ile değil, sınıf mücadelesinin bir gereği olarak, devrim ve sosyalizm kavgasını büyüterek ileri taşımak için, tarihi bir özne olarak devindirmek için yapar.
İşte; 98 yılı için kısa bir değerlendirmeyi içeren bu notlar, günümüzü, devrimci politik iradenin attığı adımları kavramaya yönelik bir çalışmadır. Bu devrimci Marksist gelenek, "ileri doğru atılan her adım bir dizi programdan daha anlamlıdır" (Engels) sözlerindeki devrimci pratiğin önemini kavramıştır. Söylenen her söz, atılan somut adımların bir ifadesidir, öyle olmalıdır...
Hiç bir olgu, durağan, hareketsiz, katı, kalıplaşmış değildir; maddede hareket, içselleşmiştir. Hareket, sürekli ve evrenseldir. Doğa, toplum ve insan olaylarında, hareket, içkindir. Hareket mücadeleyi, mücadele değişimi içerir. Bundan dolayı, "egemen sınıf olarak örgütlenen devlet" başta olmak üzere tüm toplumsal ilişkiler ve kurumlar sürekli bir değişim yaşar. Bu değişimin asıl dinamizmi, sınıf çatışmasıdır. Kimi zaman ağır, kimi zaman oldukça yoğun yaşanan bu değişim, toplumsal devrim koşullarında büyük irade ve çatışma içinde, tarihsel sıçramaları yaratır. Proletaryanın sınıf iktdarı olan sosyalizm, insanlık tarihinde, böyle bir sıçramayı, en ileri aşamayı temsil eder. Yönü böyle bir toplumsal sisteme yönelik olan politik irade, kendini dün ile statik bir duruş ile sınırlamaz, değişimi ve değiştirme gücünü gösterir, devrimci bir duruşla geleceğe yönelir...
Özel mülkiyet ve onun son biçimi kapitalizm, insanlık için tam bir yıkımdır, o insan dahil herşeyi tam bir enkaza dönüştürür. Diriliş bu toz duman içinde, sınıfsal bir karakter göstererek yaşanır ve nihai kurtuluş olan komünizme uzanan bir insanlık serüveni başlar.
Saf, düz, hemen değil, karışık, zigzaklı, uzun vadeli bir yoldur bu; büyük zaferler ve büyük yenilgiler yaşanır, ama hep ileri ulaşma kavgası verilir.
Daha özele, kendimize dönelim...
Diriliş, direnme politikası ve politika ekseninde yaratılan geleneğe bağlıdır; bu devrimci politika ve gelenek, TDH'de tarihsel bir dönüm noktası olan 1970'ten bu yana bizim varlık koşulumuzdur. Ayrıca, bizim tarzımız, inkarcı, ben merkezci değil, devrimcidir. Devrim ve sosyalizm mücadelesine katkı sunan, ona nefes veren, bizzat kendi öz faaliyetimiz olduğu için, dışımızdaki her doğru adımı da destekler, ona güç verir, ondan güç alırız.
Diriliş, kurtuluştan ayrılamaz. Kurtuluş perspektifini desteklemeyen bir diriliş ayağa kalkıp yaşayamaz, direnişi yaşayamayan, kurtuluşu gerçekleştiremez.
Kurtuluş tek başına "ulusal" ya da "sınıfsal" özellikler göstermez. Sınıfsal eksende, yeni sömürgeci bir toplumsal sistemin yarattığı tüm sınıfsal ulusal çelişkileri çözen Devrimci Kurtuluş, ana politik bakış açımızdır. Bundan dolayı, herhangi bir "kurtuluş" değil, Devrimci Kurtuluş, Türkiye halkını devrime taşıyacaktır.
Uzun ve sancılı bir süreçten bugüne geldik, hiç de zorlukların az olmayacağı, daha da katmerlenerek yaşanacağı günler bizi bekliyor. Bunun bilincindeyiz. Bu bilinçle, umudumuz çok nettir, berraktır.
Geleceğe yürüyoruz. Ama bu yürüyüşü daha güçlendirmek için, bastığımız nesnel-öznel zemine bakmak, kendimizi tartmak bir zorunluluktur.

Yeni Dönem, Yeni Açılımlar
Bugün, yeni sömürgeci kapitalist sistem ve onun siyasal örgütlenmesinin en önemli kurumu olan devlet, Oligarşi, bütün çelişki ve zorluklarına, bütün yıpranmışlığına ve problemlerine rağmen yeni bir yapılanma sürecindedir. Bu "yeniden yapılanma süreci", bir ihtiyaç olarak bugün değil, 90'lı yılların başından bu yana en açık biçimi ile gündeme sokulmuştur. ABD önderliğinde tüm emperyalist güçlerin Saddam gericiliğine karşı başlattığı savaştan, "Körfez Savaşı'ndan" bu yana ortaya çıkmış olan bu süreç, kendi içinde bir evrim yaşamış, birbirine bağlanan bir dizi halkadan oluşmuş ve bugün çok daha fazla netleşmiştir.
Esas olarak Türk egemen sınıfları temsil eden, bu yanıyla da "çok uluslu" değil, "tek uluslu" bir yapılanma olan TC Oligarşisi, bir kaç önemli aşamayı yaşayarak bugüne ulaştı. Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkıntıları içinden doğan Kemalizm; eklektik, ırkçı, inkarcı yapısı ile burjuvazinin çıkarlarını en iyi temsil eden güçtür. Emperyalist işgale, özellikle de alt emperyalist bir özelliğe sahip olan Yunan işgaline karşı belirli bir tutum sergileyen Kemalizm, bu yanıyla sınırlı, güdük, dönemsel nitelikte bir anti-emperyalist karekter gösterir.
Ancak, bu özelliği hem iç savaş içinde hem de savaş sonrasında, özellikle de Alman Emperyalizmi ile geliştirdiği anlaşma ve işbirliği ile kısa sürede ortadan kalkar. Yarı sömürge ilişkiler devam eder. İzmir İktisat Kongresi, bu sürecin sadece ekonomik politikasını ifade etmekle kalmıyor, aynı zamanda burjuvazinin önderliğinde, onun perspektifleriyle oluşturulan yeni siyasal yapının çerçevesini çiziyor. "Türk ve Kürt halkının temsilcisi" sıfatıyla, İnönü şahsında Türk egemen sınıflarının çıkarlarını Lozan'da temsil eden Kemalizm, böylece sadece ulusal pazarına kavuşmakla kalmıyor, Kürdistan'ın önemli bir parçasını da, Misak-ı Milli adına gaspediyor.
"Tek ulus-Tek ülke" "sınıfsız bir ulus" adına, hem Kürdistan için sömürgecilik ilişkileri, hem de emekçi sınıflar için tüm demokratik hak ve özgürlüklerin ortadan kaldırılması dayatılıyor. Takrir-i Sükun Yasası, emperyalistlerin kışkırtması ve irtica demagojisi ile devreye sokuluyor. Amaç, Kürt ulusunun demokratik ulusal istemlerinin bastırılması, sosyalizmden etkilenen işçi ve emekçi sınıfların haklı taleplerinin tırpanlanmasıdır.
Bonapartist özellikler taşıyan Kemalizm, bir yandan 1923-45 dönemini kapsayacak katı bir diktatörlüğe yönelirken, diğer yandan "Güneş Dil Teorisi", "Türk Tarih Tezi", "Devletçilik" vb. adı altında bu diktatörlüğün ideolojik çerçevesini yaratıyor. 1930'larda uygulanan Devletçilik politikasını bu çerçevede düşünmek gerekir. Bu dönem, işçi ve emekçi sınıfların yoğun sömürüsüne, Kürdistan'ın talanına dayanan, "ilkel sermaye birikimi" sağlayan devlet kapitalizmi dönemidir. Kürt ve emek inkarı ekseninde gelişen bu politika, sonraki toplumsal-siyasal sürecin altyapısı niteliğindedir.
İkinci Dünya Savaşı sonrası, bu dönemin (Kemalist Dönemin) bir devamıdır ama aynı zamanda yeni bir dönemdir. ABD önderliğinde, temelleri 1929-30'larda atılan yeni sömürgecilik, tüm dünyada egemen istismar biçimi olarak şekillenmiştir. 2 Dünya Savaşı, Ekim Devrimi ile başlayan "Proleter Devrimler Çağına" yeni halkalar katmış, yeryüzünün 1/3'ünde sosyalizm maddi bir güç haline dönüşmüş, sosyalist bir blok doğmuştur.
Bu gelişme kapitalist iç pazarı daraltmıştır ve yeni sömürgecilik, kapitalizmin ihtiyacı doğrultusunda, daralan pazara çare arayışıdır. Bu dönemde Marsall ve Truman doktrinleri temelinde, savaşta yıkılan Avrupa ve Japonya yeniden onarılmış, Türkiye dahil bir çok ülke, "anti-komünizm" hayaletinin pompalanması sonucu yeni sömürgecilik ilişkisi içerisinde konumlandırılmıştır.
Bir yandan emperyalist sermaye yoğun olarak ülkeye akıp sömürü payını çoğaltırken; diğer yandan, bu ilişkinin bir ürünü olarak ticari sermaye, tekelci sermayeye dönüştürülmüştür. Böylece, yarı sömürgecilik, yarı-feodal toplumsal süreçte, komprador nitelikteki ticari sermaye ve feodal ağalara dayanırken, bu dönemde yeni sömürgecilik, kendi işbirlikçi sınıflarını yaratmış, komprador burjuvazi, tekelci burjuvaziye dönüşmüştür. Toplumsal sürece egemen olan feodalizm, 1923-50 döneminin birikimini de ardına alarak kapitalizme dönüşürken, toplum artık sanayi toplumu olma yolundaki adımlarını atmaktadır. Bu süreç, emperyalizme bağımlı kapitalizmin, 1960 sonrasında egemenliğini gerçek anlamıyla kurması ile sonuçlanacaktır.
Emperyalizme bağımlılık her düzeydedir; sadece ekonomik açıdan değil; siyasi, askeri, kültürel, tüm alanları kapsayan bu ilişki; yeni sömürgeci devlet örgütlenmesi başta olmak üzere, tüm toplumda yeni ilişkilerin yaratılması anlamını taşımaktadır. Devlet, Bonapartist karakterli Kemalist Diktatörlük; bu dönemde, Oligarşik bir nitelik kazanmıştır.
Sürekli olarak devletin "akıl sahibi" rolünü oynayan devletin en önemli kurumu niteliğindeki ordu, yine bu dönemde, emperyalizmin denetiminde, ABD ve NATO ilişkileri içinde, esasta iç savaşa göre örgütlenen bir ordu konumuna dönüşmüştür. Sömürge tipi faşizmin "çelik çekirdeği" olarak kontrgerilla, bu dönemde tamamen emperyalistlerin desteği, denetimi ve yönlendirmesiyle oluşturulmuştur.
Emperyalizm artık içsel bir olgudur; devlet örgütlenmesinden üretime kadar tüm alanlarda söz ve karar sahibidir. "Küçük Amerika", 12 Mart döneminde söylenen "CIA altımızı oydu" vb. sözler, tam da bunu anlatmaktadır.
Kemalist dönemde, merkezi devletin şekillenmesini sağlayan tek partililik, bu dönemde sömürgeciliğin ihtiyacı doğrultusunda "çok partili sisteme" dönüştürüldü. Danışma Meclisi, "demokrasi" söylemiyle parlemontoya dönüştü; toplum yeniden, bu temelde düzenlendi. 61 Anayasası bu programın devamıdır, yeni sömürgecilik temelinde yükselen kapitalizmin nefes borularının açılmasıdır. Oligarşik bir karakter gösteren, "demokrasi", "parlamentarizm", "çok partililik", "liberalizm" söylemiyle şiddeti yoğunlaştıran devlet örgütlenmesi, bir merkezileşme sürecindedir. Demokrasi adına ileri sürülen tüm kurumlar, faşizmin hizmetindedir.
Tekelci sermaye, faşizmin sınıfsal dayanağıdır ve gerek Oligarşi içi iç çelişkilerin zorlamaları, gerekse de yükselen işçi-köylü-memur-aydın, halk muhalefetinin sonucunda, bazen ipin ucunu kaçırma endişesini yaşamaktadır. Böylesi toplumsal süreçlerde faşizm, yaşadığı problemi aşma yöntemi olarak, daha farklı uygulamaları gündeme getirmektedir. Dolayısıyla bu tür toplumsal süreçlerde, kimi zaman parlamento vb. temsili kurumlar tümüyle bir kenara bırakılarak, faşizm açık biçimde icra edilir. Ama bu yönteme her zaman başvurulmaz, devletin sürekliliği içinde, 12 Mart ve 12 Eylül'de olduğu gibi, zaman zaman başvurulur. Dünya ve ülke koşulları gözetilerek de, 12 Eylül sonrasında olduğu gibi, açık faşizmin kurumsallaştırılması, sürekli ve kesintisiz kılınması yoluna gidilebilir.
12 Eylül Açık Faşizmi, sömürge tipi faşizmin yeniden organize edilmesinde önemli bir aşamadır. Devlet ve topluma, merkezileşen tekelci sermayenin, emperyalizmin çıkarları doğrultusunda oluşan müdahaledir. Ekonomiden siyasete, aile yaşamından tüketime kadar adeta topluma tek bir model dayatılmış, her şey bu dayatma altında kontrol altına alınmıştır. Koyu bir terör eşliğinde işçi sınıfının tüm dinç çevik kazanımları rafa kaldırılmış, ücretlere IMF denetiminde yoğun bir sömürü dayatılmış, öğrenci gençlik YÖK cenderesinde kişiliksizleştirilerek tek tipleştirilmiş, memur ve tüm diğer emekçiler kapıkulu zihniyeti ile kıskaca alınmıştır.
Kürt ulusuna yönelik inkar ve imha politikaları tüm pervasızlğı ile sürmüş, Türk-İslam sentezi faşizmin resmi devlet politikası olmuştur. 61 Anayasası'na bile tahammül edilememiş, bireyin hakkını sözde bile kabul etmeyen "kutsal devlet" anlayışı, 82 Anayasası ile topluma dayatılmıştır. Özcesi, bu dönemde kapitalizm yeniden organize olmuştur. 12 Eylül Açık Faşizmi'nin devamı niteliğindeki 8 yıllık ANAP iktidarı, toplumun hiçbir kesiminin özlemine yanıt vermemiş, sadece açık faşizmin tamamen kurumlaşmasını sağlamıştır. Tüm bunlar bilinçli geliştirilmektedir ve "egemen bir sınıf olarak örgütlenen devletin" evrimi açısından zorunludur.
Ancak bütün bu politik yönelimler, uluslararası sermayenin ve egemen sınıf bloku Oligarşi'nin bir dönem için ihtiyacını karşılamakta, bir dönem sonra tıkanmaktadır. Örneğin 90'lı yılların ilk dönemi, tam da böyle bir dönemdir ve emperyalist-kapitalist sistem, "reel sosyalizm"in çözülmesi sonucu yeni açılımlara ihtiyaç duyan yerli Oligarşi'de bu yönde kurumlaşma ihtiyacı doğurdu. Çünkü bu yıllar, 1950 sonrası gündeme getirilen tüm yönelimlerin olgunlaştığı, emperyalist-kapitalist sistemin iç bünyesinde olduğu kadar, bu sisteme alternatif sosyalist sistemde de önemli değişimlerin yaşandığı, yaygın ifade ile "yeni dünya düzeni" politikalarının yaşam bulduğu dönemdir.
Bu "yeni dünya düzeni"nin en temel ayırt edici özelliği; iki kutuplu bir dünyadan, emperyalist-kapitalist sistem ile sosyalist sistemin her alanda çelişkilerinin yoğunlaştığı bir dünyadan, "tek kutuplu" bir dünyaya, ABD emperyalizmi önderliğinde emperyalist-kapitalist sistemin belirleyiciliğinin yoğunlaştığı bir döneme geçilmesidir.
Başta SSCB olmak üzere, "reel sosyalizm" ülkelerde bir dizi toplumsal alt üst oluşla kapitalist restorasyon yaşanmış, böylece 2. Dünya Savaşı sonrası oluşan "dev dünya sosyalist bloku" parçalanmış; sosyalizm Küba, Vietnam, Kore vb. ülkelerle sınırlı bir toplumsal sisteme dönüşmüştür. Başta kapitalist restorasyon yaşayan ülkeler olmak üzere, bakir alanlar kapitalist sömürünün yeni nüfuz alanlarına dönüşmüş, "tek kutuplu" dünya pazarı oluşmuştur. Emperyalist-kapitalist sistem içinde yaşanan entegrasyon, dönemin en temel özelliğini oluşturmaya devam etmektedir.
Bir yandan ABD önderliğinde yaşanan, aynı zamanda ABD emperyalizminin tartışmasız egemenliği anlamını taşıyan entegrasyon bütün yakıcılığı ile yaşanırken, diğer yandan kapitalist sistemde içselleşmiş çelişkiler, yeni koşullarda alabildiğine yoğunlaşmıştır. Doğu ve Batı Almanya'nın birleşmesi, Alman Emperyalizmi'nin rolünü arttırmış, Japon Emperyalizmi 1960 sonrası atağını devam ettirmiştir. ABD'nin 1970'lerdeki önderliği, aynı özellikler temelinde olmasa da farklı özelliklerle, dünya politikasındaki belirleyiciliğini sürdürmektedir. Ancak sosyalizm cephesinde yaşanan olumsuzluklar, yeni pazar alanlarının emperyalizme açılması, Alman ve Japon emperyalizmi başta olmak üzere diğer emperyalist güçlerin bu pazarda söz sahibi olma mücadelesini hızlandırmıştır.
Reel sosyalizmin çöküşü, Körfez savaşı, ABD ve İngiliz emperyalizminin taktik "bombalama" savaşları, kültür emperyalizminin sinsi etkilerinden ilk elde alınan sonuçların dünya halkları nezdindeki başarıları, genel olarak dünya emekçilerini 1998'de soluksuz bırakmıştır. Dünyanın bu süreçte, yaklaşık 15 bölgesinde sürmekte olan çatışmalar, dünyanın çehresini emekçilerden yana bir yönelişle tanımlamaya yetmemektedir.
1960'lı yıllarda sosyalizm dünya çapında büyük bir prestije sahiptir. Bu büyük prestijin de rolüyle Vietnam ve Küba Devrimleri'nin moral desteği ile yükselen ulusal kurtuluş savaşları, emperyalist sistemi tehdit eden en önemli güçtür. Ama bu durum, 80 sonrasında yavaşlama eğilimi içine girmiştir. Emperyalist burjuva ideologlarının "sosyalizm öldü" propagandası, tam da bundan beslenmiş, kapitalist sistemin biraz daha yaşamasına ve dönemsel güç kazanmasına hizmet etmiştir.
Ancak bütün bunlar yanıltıcıdır!.. Kapitalizm, tüm pervasızlığı ile sömürüye devam etmekte, sosyalizme, işçi sınıfına, tüm emekçilere, dünya halklarına karşı; insana yabancı tüm özelliklerini, tarihin tanık olduğu en şiddetli acımasızlıklarla ve en büyük uçurumlarla dayatmaktadır. Bizzat bu olgu, kendi zıttını, yine tarihin tanık olacağı en büyük çatışmaları ve karşı çıkışları oluşturmaktadır.
"Sosyalizm öldü" yalanı, işçi-emekçi sınıflar ve dünya halkları gözünde gerçekte itibar bulmamaktadır. Kapitalizme özgü tüm çirkinlikleri tanımayı, özellikle "reel sosyalizmin" çöküşünün yaşandığı ülkelerde, insanlar kendi yaşam süreçleri içinde çarpıcı biçimde tanımakta ve yadsıma sürecine hızla girmektedirler. Yeniden sosyalizme, "eski günlere" dönüş özlemi, bu ülkelerin halklarından başlamak üzere, tüm dünya ve ezilen halkları saracak yeni bir dalgayı yaratacaktır. Sözkonusu ülkelerin halkları, yeniden sosyalizm özlemi çekmeye başlamışlardır. Özledikleri gerçek değil, "reel sosyalizm" olsa bile... Hatta bu eğilimin giderek güç kazandığı açıktır. "Yaşanan sosyalizm" şiarı basit bir slogan olmaktan öte, giderek maddi bir güce dönüşmektedir.
Reel sosyalist ülkelerde geriye dönüş, kapitalist restorasyon yaşanmıştır, ama bu süreç aynı zamanda ciddi bir boşluk, kaos anlamına gelmektedir. Çünkü emperyalist-kapitalist sistem, bir çırpıda bu boşluğu doldurmaz, dolduramamıştır. Buna yönelik hazırlığı da çok ciddi değildir. "Eski" yıkılmıştır ama yerine "yeni" kurulamamıştır.
Kaldı ki, sosyalizm kapitalizmden daha ileri bir sistemdir. Eskinin, geri olanın bu boşluğu doldurması mümkün olmakla beraber, oldukça zorlanacağı da açıktır. Bundan dolayı bu ülkelerde, kapitalist sistemin kendi dinamizmini yakalaması oldukça sancılıdır; ekonomi dışı zor aygıtları, bu boşluğu doldurmaya çalışmaktadır.
İşte böylesi bir "boşluk" Türkiye dahil bir dizi emperyalizme bağımlı ülkeye, emperyalizm adına yeni rollerin verilmesini zorunlu kılmaktadır. Bu rol önemlidir, ileride tekrar ele alacağız...
Yanlız bu gelişme değil, Ortadoğu'daki bir dizi gelişme de, kapitalist gelişmeyi yaşayan, emperyalist-kapitalist sisteme tam bağımlı Türkiye açısından bir hayli önemli olmuştur. BM şemsiyesi altında, ABD önderliğinde Saddam gericiliğine karşı yürütülen "Körfez Savaşı" sadece tüm iç çelişkilerine rağmen, emperyalist kapitalist sistemin gerçek bir entegrasyon içinde olduğunu göstermekle kalmamış; aynı zamanda kapitalist sisteme karşı, iç bünyesinde de oluşsa, sivri uçlara yer vermemesi, onları kapitalist sistemin çıkarları doğrultusunda hizaya getirmesi amacını taşımıştır. Saddam gericiliğine vurulan her darbe, "emperyalizmin mutlak hakimiyeti" yönünde siyasal avantaja dönüşürken, Ortadoğu sorununu hızla sistem içi çözüme taşımıştır.
Ortadoğu sorununun iki önemli ayağı vardır: Filistin ve Kürdistan... İlkel milliyetçi bir rotada burjuva önderliğine sahip Filistin sorunu veya devrimi, başta SSCB olmak üzere sosyalist ülkelerin aktif desteğine sahip olmuştur. Bunun vermiş olduğu güçle, Marksizm'den etkilenen siyasal akımların da rolü ile, 70'li yıllarda en yüksek aşamasına ulaşmış, ezilen halkların moral değeri olmuştur.
Burjuva önderliğin, ilkel kurtuluş perspektifi; sosyalizmden uzak, kapitalizmin sınırları içinde bir ulusalcılık, hızla kapitalist sistem içi çözümlere, diplomasinin kanalları içinde erimeye yol açmıştır. Özellikle 1982 savaşı tam da bu noktada dönüm noktasıdır; Arafat önderleğindeki FKÖ, tamamen "barış" vb. adı altında, ABD önderliğinde bir çözüme yanaşmıştır.
Son "Körfez Savaşı" sonrasında emperyalizmin, "Filistin sorunu da çözeceğiz" söylemi, bunu izleyen FKÖ-İsrail Barış Anlaşması, kukla, sözde bir Filistin devletinin kurulması, öteden beri süregelen düşüncelerin ve sözde diplomasilerin pratik sonucudur. Bütün bunlar, Filistin Devrimi'nin düzen içi çözümde, bırakalım ulusal kurtuluşçuluğu, kişilikli bir diplomasiyi bile gerçekleştirememesinin ifadeleridir.
Sonuç, devrimci bir odak gereksiniminin yoğunlaştığı bir dönem yaşamakta oluşumuzdur. Bu gerçek, Kürdistan sorunu veya devrimini ön plana çıkarmıştır. Kürdistan Mücadelesi, Emperyalist Sistemin "çözüm" arayışlarını da hızlandırmıştır. Çünkü emperyalizm, Ortadoğu'da sivri uçlar istemiyor, ezilen halkların değil ayağa kalkmasını, kıpırdanmasını dahi istemiyor ve bütün Ortadoğu politikalarını, Ortadoğu harcamalarını ve taktiklerini, bu çerçevede oluşturmaya çalışıyor.
Emperyalizm, hem Saddam gericiliğini güçten düşürmek, hem de Kürt "sorununu" düzen/kapitalist sistem içi bir çözüme kavuşturmak, böylece Ortadoğu'da denetim ve çıkarlarını uzun vadeye yaymak için, baştan beri denetiminde tuttuğu Talabani-Barzani şahsındaki ilkel milliyetçiliğe desteğini, tam da bu dönemde yoğunlaştırmıştır.
Kürt sorununda da "kültürel özerklik" veya "otonomi" noktasına gelen böyle bir Kürt politikası kartı ile devreye giren emperyalizmin, Musul, Kerkük, Süleymaniye petrollerinde gözü vardır. Kukla, sözde özerk bir Kürt Devleti, hem bu ekonomik ve siyasal çıkarları temsil edecek, hem de bir devrim fırtınasını önleyecektir.
Hesap budur!.. Bu hesabın gerçek sahibi olan, aynı zamanda "çekiç güç" adı altındaki işgalini meşrulaştıracak olan emperyalizm; kukla, işlevsiz bir "Kürt Devleti"ne yeşil ışık yakmıştır. Ancak her şey hesaplandığı gibi olmaz. Ortadoğu gerçekten çok kaygan bir zemine sahiptir, bu zeminde farklı bir dizi politik güç rol oynamaktadır.
"Bir koyup üç alma" mantığı ile, ABD emperyalizmine tam destek sunan, "Kerkük ve Musul ile tarihsel bağımız var" söylemi ile sömürgeci özlemlerini her vesile ile dile getiren, "Körfez Savaşı'ndan" pay isteyen TC Oligarşisi, Kürt sorununun da önemli bir faktörüdür ve Oligarşi, Kürt sorununa bu güne kadar koyu bir sömürgecilik uygulamış, sonucu inkar etmiş, "Kürt yoktur, Kürt denilen dağ Türkü vardır, Kürtçe Türkçe'nin bir şivesidir, Kürt Sorunu dış güçlerin kışkırtmasıdır, vb." tezleri ile imha politikasını yürütmüştür.
Tam da bu noktada, TC Oligarşisi'nin çıkarları ile emperyalizmin yukarıda ifade etiğimiz çıkarları, çelişki halindedir. Ayrıca şimdi, her kesimin hesaba kattığı, katmak zorunda kaldığı bir PKK gerçeği vardır. PKK, ezilen yoksul Kürt sınıflarına dayanan ulusal kurtuluşçu bir harekettir. Reel sosyalizmin çözüldüğü, dünya devrimci gelişiminin dibe vurduğu bir dönemde o, Ortadoğu'da önemli politik-askeri bir güce dönüşmüştür. Emperyalizmin çıkarları böylesi bir güçle uyum halinde değildir. Bundan dolayı da, "PKK'siz bir Kürdistan" veya "silahsız bir PKK" tezlerini geliştirmiştir.
Tüm bunlar, emperyalizmin tıpkı Filistin sorunu veya devrimini kapitalist sistem içi çözümlere kavuşturma yöntemlerinde olduğu gibi, Kürt Sorunu veya Devrimini, kolayca bu noktaya çekememektedir. Sorun karmaşıktır, farklı çıkarlar vardır ve bu çıkarlar çatışma halindedir. Emperyalizm kendi denetiminde kukla, sözde özerk bir Kürt Devleti'ne, Güney Kürdistan'da destek sunmaktadır; fakat, kuzeyde TC Oligarşisi'nin buna tahammül etmesi çok zor olur.
TC Oligarşisi ile, özellikle de ABD Emperyalizmi'nin, öyle uzun vadeli karşı karşıya gelmesi mümkün değildir. İkisinin çıkarları, kimi zaman gündeme gelen çelişkilere rağmen, aynı pareleldedir ya da sonuçta ABD Emperyalizmi tarafından "aynı parelelde kılınır..." Bundan dolayı, kimi zaman, özellikle Kürt Sorunu'nda kısmi çelişkiler yaşansa da, yine özellikle "silahsız bir PKK" veya "silahsızlandırılmış bir Kürdistan", üzerinde hem fikir olacakları, bu programa destek sunacakları açıktır. Güney Kürdistan'a yönelik işgal hareketleri, 98 Mayıs, Ağustos ve Ekim Hareketleri, bunu göstermiştir.
İşte "Kürt realitesini tanıyoruz" noktasına ulaşan TC Oligarşisi, bu sürecin, bu ilişkinin bir ürünü olarak bunu dillendirmiştir. Kürt sorununda tamamen devre dışı kalan, koyu bir sömürgecilik politikasında ısrar eden Oligarşi, biraz da bunu, Kürt kartını elinde tutmak istemektedir. Çünkü bu kart olmadan, Ortadoğu'daki gelişmelerde söz sahibi olmak mümkün değildir. "Bir koyup üç alma" gerçekleşmesi, Özal'ın temsil ettiği politik misyon, bunun ifadesidir.
Bu gelişmeler, bu tablo, TC Oligarşisi açısından, kendini uluslararası alanda konumlandırmak açısından, yeni imkan, yeni alan, yeni politikalar anlamına gelmektedir. İhtiyaç nettir, ama politikanın somutlaşması çok net değildir, ağırdır.
Anlaşılacağı üzere, özellikle bir tarihsel dönemi belirlemek açısından, "Körfez Savaşı"ndan bu yana TC Oligarşisi, bir arayış içerisindedir; ihtiyaç belirginleşmekte, ama köşe taşlarının yerli yerine oturtulması sancılı olmaktadır.
Dahası, 90 başlarında TC Oligarşisi'nin bu yeni döneme hiç de hazırlıklı olmadığı söylenebilir. Kalıplaşmış, taşlaşmış ve bu anlamda gelenekselleşmiş politikalar, kendine ayak bağı olmaktadır ve bu anlamda da bir kargaşa yaşandığı açıktır. Ekonomik-sosyal-siyasal karakterli maddi olgular, politik gelişmelere bağlı olarak açığa çıkar, ama bütün bunların bilince çıkması, zamanla olur. Ancak bu "fark"ın, TC oligarşisi gerçeği ile düşünülürse, çok daha belirgin olacağı açıktır. Bu "fark", bugün için de geçerlidir. Ama Özal, Bitlis, Ersever vb. olaylarında yaşanan komplocu, tasfiyeci uygulamalar, bu farkın sancılı olduğunu göstermektedir. Bunlara rağmen ihtiyaç, oldukça somuttur.
91 sonlarında iş başına gelen DYP-SHP, Demirel-İnönü Koalisyonu, böyle bir eksende geliştirilmiştir ve bu koalisyon aynı zamanda "solun etkisizleştirilmesi" amacını taşımaktadır. Oligarşinin bu tarzı, o tarihsel dönemde olduğu gibi, benzer sonuçlarıyla bugün için de geçerlidir. "Topyekun savaş" mantığı ile, sadece Kürdistan'a yönelik değil, bazı olaylarda çok çarpıcı biçimde somutlaştığı gibi, Türkiye'de de koyu bir terör politikasının dayatılması, Kürt ve Türk emekçi sınıflarının mücadelesinin tamamen etkisizleştirilmesine yöneliktir. Bir bütün olarak halkların terörle terbiye edilmesi operasyonudur. Ama bunda çok da başarılı olunamadığı biliniyor. Bütün bu yöntemlerin tıkanıklığı arttırdığı, sonuç alınamadığı açıktır. Ne yapılacak? İhtiyaç daha da belirgindir, tıkanıklık devam ediyor. O halde bir kısmı demagoji de olsa, sopa politikasının yanısıra havuç da gösterilecektir. Bunun için de, yıpranmış ama biraz nefes almış güçleri; ANAP-DSP vb. partileri, Ecevit-Yılmaz-Demirel-Karadayı'yı devreye sokacaktır. Olan da budur.
Bu güçler "taze güç" olarak, ama aslanda çok da inandırıcı olamadan devreye girdi. Sadece bu değil, özellikle 97 yılı içinde "devletin asıl sahibi" olan Ordu destekli MGK kararları; "Kriz Yönetim Merkezleri", "MASK", "MGK Anayasası belgesi", "Başkanlık Sistemi" tartışmaları, hep bu yönde atılan adımlardır. Yeni dönemin hazırlıklarıdır.
Bu programın ekonomik dayanağı, ayağı zayıftır. Emperyalizme bağımlı, kendi sanayi devrimini yapamamış, demokratik devrim sürecini tamamlayamamış, yerli tekelci sermayesi doyumsuz ve aç gözlü, hırslıdır. Öte yandan emekçi sınıflar lehine hiçbir adım atılmamaktadır. Zenginlik büyümekte, paylaşım oranları daha da bozulmaktadır. Dışa bağımlı, iç ve dış borç batağında kulaç atan, uluslararası kredisi tükenmiş, IMF'nin kıskacında boğulan, işsizlik, açlık, yoksulluk gibi boyutları da olan zamların yüksek enflasyonla dev boyutlara ulaştığı, dış ödeme dengesinin açık verdiği, hergün yeni bir verginin dayatıldığı, vergi sistemi ile sürekli olarak tekelci sermaye lehine oynandığı, ücretlerin reel anlamda dondurulduğu, açlığın Afrika düzeyinde olduğunun resmi ağızlarca itiraf edildiği, üretimin iyice çarpıtıldığı, silahlanmanın dev boyutlara ulaştırıldığı, Kürdistan'a yönelik kirli savaşın herşeyi belirlediği vb. bir ülkenin ekonomisi, ciddi açılımlar yapmaya uygun değildir.
Son yılların temel ekonomik politikası olan özelleştirme, özünde devlet kapitalizmi ile uluslararası ve yerli sermayenin arasındaki ilişkinin, "özel sermaye" lehine çözümüdür. Bunun anlamı, sermaye birikiminin yeni boyutlar kazanmasıdır ve işsizlik başta olmak üzere, sınıfa yönelik ekonomik-sosyal-siyasal saldırıdır. Özelleştirme, tam bu anlamda, toplumsal muhalefet gerçeğine çarpmakta, rahat uygulama alanı bulamamaktadır.
Böylesi ekonomik ayağı zayıf ve çarpık bir program, çıplak zor dahil, siyasal zorun tüm biçimlerinin artan oranda yoğunlaşması ile uygulanabilir.
Yaşanan ve yaşanacak olan da budur.
(Sürecek)


 
 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92