Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

Mert YILDIRIM


Küreselleşme, "Yeni Dünya Düzeni"yle birlikte dillenmeye başlıyor. Ve artık bugün, bu kavram toplumun geniş kesiminin gündelik konuşmalarına girmiş durumda. İşin olumsuz tarafı toplumun büyük çoğunluğu tarafından kavramın içeriğinin doğru anlaşılmaması, hatta yanlış anlaşılmasıdır. Bunun önemli nedeni reel sosyalizmin çözülüşüyle birlikte toplumun içine düştüğü boşluk, bunun yarattığı politik ilgisizlik ve inançsızlığa koşut olarak emperyalist ideolojik merkezlerde üretilen depolitizasyondur. Bu depolitisazyon ortamı en başta bellekleri ve iradeleri felç etmiştir. İçine girilen kaotik ortamda arayış ve çıkış, ideolojik eksenli sınıf dayanışması, sınıf kavgası değil, dinsel veya mikro milliyetçilik biçiminde açığa çıkmaktadır. Ancak bunun da çıkış olmadığı son birkaç yılda ortaya çıkmaya başlamış, arayış giderek sınıf mücadelesi eksenine kaymaya başlamıştır. Peki ama nedir bu "küreselleşme-globalleşme" denilen argümanlar? Bütün bunlar neyi ifade ediyor.
Emperyalizm ve onun organik sözcülerine göre "küreselleşme", SSCB ve Doğu Avrupa ülkelerinin çöküşünün ardından dünyanın yeniden düzenlemesi, sınırların anlamsızlaşması, ekonomik, siyasal ve kültürel entegrasyondur. Bu tanım "Yeni Dünya Düzeni" içinde yapılmaktadır. Ama Marksistlere göre sözkonusu olan hiç de öyle sanıldığı gibi, daha doğrusu yansıttıkları gibi masum bir entegrasyon olmadığıdır. Sözkonusu olan sermayenin entegrasyonudur! Diğer bir ifadeyle dünya sermayesinin ululararası ölçekte şirketleşmesidir. Ve bunun tarihsel gelişimi kapitalizmle birlikte başlar.
Ama bu realite emperalist ideolojik merkezlerde ters yüz edilerek kafalara empoze edildi. Öyle ki, "küreselleşmenin-globalleşmenin" ve onun "nimetlerinin" yoğun propagandası adeta kafalara nakş edildi. Ve ideolojiden, sınıf mücadelesinden, anti emperyalizm ve bağımsızlıktan söz etmek "ilkellik" ve "dinazorluk" olarak adlandırıldı. Bu global ideolojik saldırı sol-sosyalist cenahı da büyük ölçüde etkiledi. Geçmişte solculuk yapmış birçok kişi ve çevreler gönüllü olarak burjuvazinin sözcülüğüne soyundu. YDD ideologlarından Fukuyama'nın "Tarihin Sonu", "İdeolojilerin Sonu" safsatalarını dillendirmek bu dönek solculara kaldı. Halen sol-sosyalist zeminde politika yapma iddiasında olan büyük bir kesim ise küreselci ideolojinin yoğun etkisinden dolayı anti emperyalizm ve bağımsızlığı açıktan savunamaz duruma gelmiştir.
Anti emperyalist bilinç ve sosyalizm prestiji nedeniyle 1990'lara kadar emperyalizm ve oligarşi arasında yapılan ekonomik, siyasal ve askeri anlaşmalar mümkün oldukça halktan gizli tutulmaya çalışılırdı. Ama şimdi buna artık gereksinim duymadığı gibi yapılan anlaşmalara ilişkin medya aracılığıyla övgüyle söz edilmekte ve topluma kanıksatılmaktadır.
Ve bugün anti-emperyalizm ve bağımsızlık fikrinde çok ciddi bir erezyon yaşanmaktadır. Özellikle toplum planında ürkütücü boyutta ilgisizlik ve kırılma sözkonusudur. "Gavura karşı reaksiyon" siyasal islam zemininde açığa çıkmakta fakat reaksiyonun niteliği son tahlilde emperyalizm potasında erimektedir. Dolayısıyla, anti-emperyalist mücadele ve toplum planında bu fikrin nesnelleşmesi görevi sosyalist güçlere düşmektedir. Ve devrmici hareketin stratejik hedefi olan anti-emperyalist, anti-oligarşik mücadelenin politik zemini güçlenmiştir. Politik askeri savaş temelinde günlük politik çalışmanın ve yaşamın her saatinde anti-emperyalist bilincin geliştirilmesi görevi her zamankinden daha çok önem kazanmıştır.

"Küreselleşme"
Yeni Tipten Sömürgecilik midir?

Küreselleşme bir kere 1990'lardan sonra başlayan bir süreç değildir. Küreselleşmenin tarihi en az kapitalizmin tarihi kadar eskidir. Hatta bunu ticaret tarihine kadar uzatmak mümkün. Biliniyor, ticaretin kendisi kapitalizm öncesi toplumlarda da vardı. Ama kapitalizmle birlikte yeni boyutlar kazanıyor. Kapitalist emperyalist aşamayla birlikte meta ihracı yanında sermaye ihracının başlamasıyla birlikte kelimenin gerçek anlamıyla birlikte küreşelleşme başlıyor. Daha öce OECD, Dünya Bankası, İLO, IMF, Dünya Ticaret Örgütü vb. örgütler kurulmuştu. Buna son yıllarda kurulan NAFTA, MIGA, MAI vb. organizasyonlar eklendi. Bu kurumların başlıca işlevi emperyalizmin uluslararası sömürüyü gerçekleştirmede kolaylık sağlamaktı. Ve emperyalizmin yapısal bunalımın aşmak (en azından yumuşatmak) için dönemsel 'uyum' programlarını çıkarmaktır.
"Küreselleşme" denilen durum emperyalist sömürü politikasının bir parçasıdır. Ama emperyalizm ve onun organik aydınları bu gerçeğin üstünü örmek için tercihli olarak "küreselleşme" kavramını kullanmaktadır. Çünkü küreselleşme bir kere yanılsama yaratan bir kavramdır. Bir tuzaktır. Asıl niteliğine hiç bir zaman gönderme yapmamaktadır.
Tuzak bununla bitmiyor. Bir de hayali roller biçiliyor. Örneğin küreselleşmeyle evrenselliğin eşanlamlı olduğu iddia ediliyor. Bu da bilinçli bir çarpıtmadır. Çünkü hiç kimse evrenselliğe karşı çikmaz, o halde küreselleşmeye karşı da çıkılmamalıdır. Eski solcu-neoliberal köşe yazarları sık sık bunu dillendiriyor. Oysa evrensellik, insanın-insanların sosyal ve entellektüel gelişiminin dünya ölçeğinde yayılması-gelişmesi ve bu temede toplumlar arasında etkileşimin- özümsemenin gerçekleşmesi iken, küreselleşme en başta soygun, açlık ve işsizliktir. Doğanın tahribatıdır. İnsanın hiçleşmesi, yozlaşması ve kendisine ve çevresine karşı yabancılaşmasıdır. Kısaca evrensellikle küreselleşme arasında bir ilişki yoktur.
Ama egemenler küreselleşmeyi yeni tarihi bir olaymış gibi yansıtmaya çalışmaktadır. Küreselleşmenin evrensel ilerleme ve refah sağlayacaktır. Çünkü Avrupa ve ABD merkezli gelişen ekonomik küreselleşme beraberinde siyasal ve kültürel normları da küreselleştirecektir. Bu da demokrasi, insan hakları ve sivil toplum insiyatifinin gelişmesi demekir vs. vs.
Ayrıca emperyalizm dünyanın çeşitli bölgelerinde ceryan eden dinsel, bölgesel, etnik vb. çatışmaların asıl kaynağı değilmiş gibi, bu sorunların çözümüne ilişkin askeri yöntemler yerine insan haklarına dayalı, demokrasi kuralları içinde çözmek istediği gibi yanılsamalar yaratılmıştır. Bu söylemler TV programlarında, gazetelerin köşe yazılarında ve üniversite kürsülerinde yoğunca dillendirilmektedir. Özellikle 1990-93 yılları bu türden haberlerin ve yanılsamaların yoğun yaşandığı yıllardır. Hatta bu atmosfere kendisini kaptıran solcularda az olmamıştır. G. Afrika ve Filistin sorunun bilinen çözümü sözkonusu yanılsamalara politik örnek teşkil etti. Fakat çok geçmeden G. Afrika ve Filistin sorunu çözümünün nemenem bir çözüm olduğu anlaşıldı. Ve emperyalist sermayenin küreselleşmesiyle birlikte demokrasi ve insan haklarının küreselleşmesi değil, açlığın, yoksulluğun ve sömürünün küreselleşmesi olduğu görüldü.
Küreselleşmenin bir özelliği de Doğu Avrupa, Asya ve Afrika'da sınırlı ölçüde bağımsızlıklarını koruyan ülkeleri yeni sömürgeleştirmek iken, daha önce yeni sömürgecilik statüsünde olan ülkelerde uluslararası sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yapılan işbölümü planına bağlı olarak yeni sömürgeciliği derinleştirmektir. Emperyalizmin 3. Bunalımıyla birlikte sahip olduğu çehre, buna bağlı oluşan yeni sömürgecilik ilişkileri ve özelliklerini kavramayan kimi çevreler NAFTA, MIGA, MAI gibi ululararası emperyalist organizasyonlardan hareketle "yeni tipten sömürgecilik"in başladığını iddia etmektedirler. Oysa sözkonusu olan yeni tipten sömürgecelik, ne yeni dünya düzeniyle, ne de NAFA, MIGA, MAI gibi kurumlarla başlamıştır. Yeni sömürgecilik ABD emperyalizmi önderliğinde 2. Paylaşım savaşından sonra devreye girmiş ve bugün uluslararası sermayenin ihtiyaçlarına göre yeni ilişki ve biçimler kazanarak derinleşmektedir. Yeni olan yeni sömürgecilik dizgisine yeni halkaların eklenmesinden başka bir şey değildir.
Yeni dünya düzeni ideolojisine göre küreselleşme devleti küçültmeyi öngörüyor. Bu görüş, onun etnik ve kültür ögesini fetişleştirirken, politika ve ideolojiyi yok saymaktadır. Bir taraftan "ideolojilerin öldüğü" ve "tarihin sonu' olduğu tezleri üretiliyor, bir taraftan küreselleşmenin yeni tarihi bir gelişme olduğu savı ileri sürülüyor.
Devlet ve burjuva sınıf ilişkisinde nitelik bakımından bir değişikli olmasa da, ihtiyaç ve güçler dengesine göre yeni biçimsel özellikler ve fonksiyonlar kazandığı bir gerçektir.
Kapitalizm son beş yüzyılda, çeşitli devlet biçimlerine sahip oldu. Önce liberalizm ardından emperyalist müdahalecilik, 1920'lerde başlayan serbest girişimcilik, 1929'da genel krize yol açınca faşizm devreye girdi ve hemen ardında Keynesci ve sosyal demokrat müdahaleciliğe yönelmiş ve son olarak yine piyasa ekonomisine-neo liberalizme dönüş gerçekleşti.
Bu zaman zarfında devletin niteliği ve işlevi her zaman sermayenin çıkarlarına bekçilik etmek oldu. Küreselleşmeyle birlikte devletin küçüldüğü veya küçüleceği tezi ise kocaman bir aldatmacadır. Bilakis çok daha yönlü ve uzun vadeli olarak sermayenin çıkarlarına göre yeni fonksiyonlar yüklenilmektedir. Bir başka yanılgı da küreselleşmeyle birlikte ulus devletin önemini yitirdiği görüşüdür. Ama zaten emperyalizmle birlikte ve özellikle 1950'lerden itibaren sosyalist ülkeler ve sosyalist ülkelerin manyetik alanı dışında bulunan tüm kapitalist ülkeler klasik biçimiyle ulus-devlet niteliğini yitirmiştir. Dolayısıyla "yeni dünya düzeni'yle birlikte ulus-devletin çözüldüğü tezi doğru değildir. Öte yandan küreselleşmeyle birlikte genel anlamda devletin küçüleceği veya çözüleceği tezi gerçek dışı olduğu ortaya çıkan gelişmeler ve olgular tartışmaya yer bırakmamaktadır.
Bugün devasa boyutlara ulaşan çok uluslu şirketlerin dünya ekonomisndeki payının her geçen gün arttığı biliniyor. Bu devasa ekonomik güç-tabiyatıyla politik kurumlaşmaları da sağlamıştır. Ve emperyalist hiyerarşi dışında kalan hiç kimseye yaşam hakkı tanımamaktadır. Bir bakıma "uluslarüstü devlet" organizasyonları gerçekleşmiş, bağımlı ülkeler ise emperyalist merkezli "uluslarüstü devlete" bağlı seksiyon devletler fonksiyonu yüklenmiştir.
Devlet aygıtının iki temel ayağı militarizm ve bürokrasidir. Ve bugün devletin bu iki önemli fonksiyonerleri gücünden hiç bir şey kaybetmemiştir. Aksine toplum yaşamının her alanında dal budak salmıştır.
Devletin küçüldüğü iddia edilen alan emekçi sınıfların kan-can pahasına kazandığı sosyal kazanımların gasp edilmesi ve devletin kamu hizmetinden tamamen çekilmesinden ibarettir. Bu da her bakımdan devletin baskı aygıtı gerçeğinin somutluk kazanması anlamına geliyor.
Küreselleşme, bir yandan hastahane, okul vb. alanlarda özelleştirme yaparak sosyal hakları gasp ederken, bir yandan da esnek üretim tekniğiyle işçi sınıfını atomize etme, sendikasızlaşmayı ve örgütsüzlüğü dayatmaktadır. Ve bu aynı zamanda daha çok işsizlik ve yoksulluk anlamına gelir ki, bunu işçi ve emekçi sınıfları ikna ederek veya gül vererek yapmayacak, yapmıyor. Bunu yoğun baskı, şiddet, gözaltı ve işkence eşliğinde yapacaktır. Öngörülen programın işçi ve emekçi sınıfların yoğun tepki ve eylemlikleri sonucu uygulayamaz duruma geldiğinde gözyaşartıcı bomba, jop ve tazikli su yerine tank ve kurşun devreye girecektir. Nitekim TC oligarşisinin önde gelen isimlerinden Rahmi Koç, "özelleştirme gerekirse tanklar eşliğinde gerçekleşecektir" demekten çekinmemiştir. Birinci aşamada gözyaşartıcı bomba, jop ve tazikli su kullanıyor. İkinci aşamada gerekirse tank ve kurşun devreye girecektir. Birincisi Türkiye, Endenozya ve G. Kore gibi ülkelerde yaygına başvurulurken, ikinci aşamadaki yöntemlere de (Meksika, Peru vb.) yer yer başvurmaktadır. NAFTA anlaşmasıyla birlikte ABD'nin Meksika'daki sermayesi 1995'de (1994'ün iki katına çıkmıştır) 24.6 milyar dolara ulaşırken, bu arada kontrgerilla faaliyetlerinde de büyük artış olduğu görülmüştür. 1994-97 arasında yüzlerce infaz, 500'ü aşkın kayıp yaşanmıştır. Ayrıca emperyalizm ve oligarşik rejimler arasında her geçen gün merkezileşme yaşanmaktadır. Bu ekonomik alandan, askeri, emniyet ve istihbarat alanına kadar yoğun bilgi alışverişi ve kordinasyonuyla yapılmaktadır. Ve devlet aygıtı yukarıdan aşağıya iç savaşa göre organize edilmektedir. Bunun bir diğer adı kontrgerilla devletidir. Kontrgerilla devlet yapısı klasik faşist devlet yapısından bir çok bakımdan farklı özelliklere sahip olduğundan sömürge tipi faşizm diyoruz.

NAFTA, MIGA, MAI
Yeni dünya düzeni stratejisiyle birlikte NAFTA, GATT vb. çok taraflı ve serbest ticaret anlaşmaları yapıldı. Ve bugünde bu türden küresel ve bölgesel anlaşmalar yapılmaya devam ediyor.
1980'lerin ortalarından itibaren MIGA (çok taraflı yatırım garanti ajansı) kuruldu. TC oligarşisinin de kurucusu olduğu MIGA şu ana kadar kamuoyundan gizli tutulmuştu. MIGA Dünya Bankası denetiminde kurulan ululararsı sermayenin sigorta şirketidir. Amacı uluslararası sermayenin dolışımı önündeki engellerin kaldırılması ve toplumsal muhalefet sonucu doğacak "politik risk" ortamından korumaktır. Ayrıca "politik risk" (direniş, gösteri, grev vb.'den dolayı) ten dolayı zarara uğrayan şirkete ilgili devlet tazminat ödemek zorundadır. Ama emperyalist sermaye MIGA'yı artık yeterli görmüyor. Bağlayıcılığı zayıf olduğundan ilğili devlet yukarıdaki güvenceyi sağlamayabiliyor. İşte bu aşamda MAI (çok taraflı yatırım anlaşması) gündeme geliyor. MIGA sermaye yatırımı için güvenlik çemberi oluştururken, MAI bu çemberin vidalarını daha da sıkıştırmayı öngörüyor. Ama önce MAI'yı kısaca tanıyalım.
MAI, emperyalist sermayenin bağımlı ve yeni sömürge ülkelerde dolaşımı önünde gümrük duvarlarının düzenlenmesini ve "politik risk" kaynaklı zararların karşılanmasının güvencesini vermektedir. Daha açık bir ifadeyle MAI imza tan ülkeler (tabii ki bunlar bağımlı ve yeni sömürge ülkelerdir) yer altı ve yer üstü kaynaklarıyla, sektörleriyle ve hatta iletişim alanına kadar tüm işletmelerini uluslararası sermayeye açmak zorundadır. İkincisi, yatırım yapan yabancı sermayeye çeşitli nedenlerden kaynaklı olabilecek zararlarını karşılamak gibi bir bağlayıcılığı var. Sözgelimi Bergama köylülerinin yıllardır sürdürdüğü amansız mücadele sonucu Eurogold'un faaliyetlerini yasal olarak durdurulması imkansızlaşacağı gibi şirkeni zararlarını da TC devleti karşılamak zorundadır. Ve "ulusal yargı" parlemento artık işlevsiz hale geliyor. Aynı şekilde yabancı sermaye alehine yasa çıkaramıyor. Ancak uyum yasalarını çıkarabilir. Zaten anlaşma gereği bunu yapmak zorundadır.
MAI'nın çok ilginç bir özelliği, buna imza atan ülkenin istediği zaman bir daha kolay kolay çıkamamasıdır. Çıkması için en az beş yıl beklemesi gerekiyor. Ama öte yandan yabancı sermayenin imtiyazı 15 yıl daha devam ediyor.
MAI'nın en önemli sorunu ise işçi sınıfının sendikal düzeyde bile örgütlenmesine hiç bir imkan tanımamasıdır. Çünkü MAI'nın yasal çercevesi çok uluslu şirketlerin işletmelerinde sendikal örgütlenmesini yasaklamaktadır. 3-4 yıldır MAI tartışmalarına başkanlık eden Frans Ergering'in istifa etmesi ardında yaptığı açıklama "MAI işçi, sendika ve çevre haklarına yeterince açıklık bulunmamasını" gösteriyordu. Örneğin şu anda Philip Moreste de sendikal çalışma yok. Sendikacı bunun nedenini Sakıp Sabancı'ya (Sabancı holding bu şirketin ortağıdır) soruyor, bunun üzerine Sabancı diyor ki; "orasi Amarikalıların elinde, sendika asla olmaz". Böyle bir girişim olduğu zaman işçiler işten atılıyor. (Emek, 22 Nisan 1998)
Franc Ergering'in istifa etmesi ve yatpığı açıklamanın MAI'nın ne gibi sonuçlar ve dolayısıyla ne gibi tepkiler doğuracağını göstermektedir.
MAI'nın amacı yabancı sermayenin işletmeleri için istikrarlı ortamın olması, yani riskin olmaması. Ama bu Türkiye gibi ülkeler de ne anlama gelir. Sürekli krizin olduğu, dolayısıyla "riskin" hiç eksik olmadığı bir ülkede yaşam bulması en başta yasal-anayasal düzenleme olsa da, rejimin yapısal niteliğinden kaynaklı kriz ve "risk" ortamında öngörülen programın uygulanması ancak yoğunlaştırılmış siyasal zor eşliğinde mümkündür.
Bunun başarılı olup olmayacağını süreç gösterecektir. En önemlisi de emekçi sınıfların mücadelesinin basıncı ve bunun yaratacağı güçler dengesine bağlıdır.
Nitekim bugüne kadar ki gelişmeler Yeni Dünya Düzeni'nin öngördüğü programın nesnelleşmesi hiç de kolay olmayacağını göstermiştir. Özelleştirme ve çok taraflı ticaret anlaşmaları ve onun sonuçlarına karşı Avrupa çapında işçi sınıfının küçümsenemeyecek eylemlilikleri gerçekleşti. En son Avusturya'da liman işçilerinin günlence süren direnişleri bunun en yakın örneğidir. Bütün bu örnekler iki yüzyıllık mücadele geleneğine sahip Avrupa proletaryasının küreselleşme programının uygulamasına öyle kolay fırsat vermeyeceğini göstermektedir. Aynı şey bağımlı ve yeni sömürge ülkeler için de geçerlidir. NAFTA'ya karşı Zapatistaların başkaldırısı ve siyasal sonuçları Meksika sınırlarını aştı, neo liberal soygun politikalarına karşı ululararası teşhir kampanyasına dönüştü.
Meksika oligarşisinin krizin ve hızla çöküşe doğru gitmesi, 50 milyar dolarlık yardımla durdurulmaya çalışılırken, Asya Kaplanları denilen ülkelerdeki kriz ortaya çıktı. Ki bu ülkeler emperyalizmin her bakımdan örnek gösterği, gelişmekte olan ülkeler olduğu biçiminde dünya kamuoyuna gösteriyordu. Ancak bu krizle birlikte görüldü ki, Asya Kaplanları aslında kağıttan kaplandır. Gelişmesi de bağımlılığın gelişmesi olduğu görüldü. Önce Taylant'ta başlayan derin bunalım, sırasıyla Malezya, Endenenozya, Hong Kong ve G. Kore ile devam etmiş, en son "20. yüzyılın mucize ülkesi" Japonya'ya sıçradı.
Bütün bu gelişmeler olurken, bir kaç yıldır dille de düşmeyen, adeta kafalara kazılan "post ideoloji", "post sınıf mücadelesi", "tarihin sonu" gibi, yeni dünya düzeni'ni ideolojik argümanların mürekebi henüz kurumamıştı.

 
 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92