Küreselleşme, "Yeni Dünya Düzeni"yle
birlikte dillenmeye başlıyor. Ve artık bugün,
bu kavram toplumun geniş kesiminin gündelik konuşmalarına
girmiş durumda. İşin olumsuz tarafı toplumun büyük
çoğunluğu tarafından kavramın içeriğinin doğru
anlaşılmaması, hatta yanlış anlaşılmasıdır. Bunun
önemli nedeni reel sosyalizmin çözülüşüyle birlikte
toplumun içine düştüğü boşluk, bunun yarattığı
politik ilgisizlik ve inançsızlığa koşut olarak
emperyalist ideolojik merkezlerde üretilen depolitizasyondur.
Bu depolitisazyon ortamı en başta bellekleri ve
iradeleri felç etmiştir. İçine girilen kaotik
ortamda arayış ve çıkış, ideolojik eksenli sınıf
dayanışması, sınıf kavgası değil, dinsel veya
mikro milliyetçilik biçiminde açığa çıkmaktadır.
Ancak bunun da çıkış olmadığı son birkaç yılda
ortaya çıkmaya başlamış, arayış giderek sınıf
mücadelesi eksenine kaymaya başlamıştır. Peki
ama nedir bu "küreselleşme-globalleşme"
denilen argümanlar? Bütün bunlar neyi ifade ediyor.
Emperyalizm ve onun organik sözcülerine göre "küreselleşme",
SSCB ve Doğu Avrupa ülkelerinin çöküşünün ardından
dünyanın yeniden düzenlemesi, sınırların anlamsızlaşması,
ekonomik, siyasal ve kültürel entegrasyondur.
Bu tanım "Yeni Dünya Düzeni" içinde
yapılmaktadır. Ama Marksistlere göre sözkonusu
olan hiç de öyle sanıldığı gibi, daha doğrusu
yansıttıkları gibi masum bir entegrasyon olmadığıdır.
Sözkonusu olan sermayenin entegrasyonudur! Diğer
bir ifadeyle dünya sermayesinin ululararası ölçekte
şirketleşmesidir. Ve bunun tarihsel gelişimi kapitalizmle
birlikte başlar.
Ama bu realite emperalist ideolojik merkezlerde
ters yüz edilerek kafalara empoze edildi. Öyle
ki, "küreselleşmenin-globalleşmenin"
ve onun "nimetlerinin" yoğun propagandası
adeta kafalara nakş edildi. Ve ideolojiden, sınıf
mücadelesinden, anti emperyalizm ve bağımsızlıktan
söz etmek "ilkellik" ve "dinazorluk"
olarak adlandırıldı. Bu global ideolojik saldırı
sol-sosyalist cenahı da büyük ölçüde etkiledi.
Geçmişte solculuk yapmış birçok kişi ve çevreler
gönüllü olarak burjuvazinin sözcülüğüne soyundu.
YDD ideologlarından Fukuyama'nın "Tarihin
Sonu", "İdeolojilerin Sonu" safsatalarını
dillendirmek bu dönek solculara kaldı. Halen sol-sosyalist
zeminde politika yapma iddiasında olan büyük bir
kesim ise küreselci ideolojinin yoğun etkisinden
dolayı anti emperyalizm ve bağımsızlığı açıktan
savunamaz duruma gelmiştir.
Anti emperyalist bilinç ve sosyalizm prestiji
nedeniyle 1990'lara kadar emperyalizm ve oligarşi
arasında yapılan ekonomik, siyasal ve askeri anlaşmalar
mümkün oldukça halktan gizli tutulmaya çalışılırdı.
Ama şimdi buna artık gereksinim duymadığı gibi
yapılan anlaşmalara ilişkin medya aracılığıyla
övgüyle söz edilmekte ve topluma kanıksatılmaktadır.
Ve bugün anti-emperyalizm ve bağımsızlık fikrinde
çok ciddi bir erezyon yaşanmaktadır. Özellikle
toplum planında ürkütücü boyutta ilgisizlik ve
kırılma sözkonusudur. "Gavura karşı reaksiyon"
siyasal islam zemininde açığa çıkmakta fakat reaksiyonun
niteliği son tahlilde emperyalizm potasında erimektedir.
Dolayısıyla, anti-emperyalist mücadele ve toplum
planında bu fikrin nesnelleşmesi görevi sosyalist
güçlere düşmektedir. Ve devrmici hareketin stratejik
hedefi olan anti-emperyalist, anti-oligarşik mücadelenin
politik zemini güçlenmiştir. Politik askeri savaş
temelinde günlük politik çalışmanın ve yaşamın
her saatinde anti-emperyalist bilincin geliştirilmesi
görevi her zamankinden daha çok önem kazanmıştır.
"Küreselleşme"
Yeni Tipten Sömürgecilik midir?
Küreselleşme bir kere 1990'lardan sonra başlayan
bir süreç değildir. Küreselleşmenin tarihi en
az kapitalizmin tarihi kadar eskidir. Hatta bunu
ticaret tarihine kadar uzatmak mümkün. Biliniyor,
ticaretin kendisi kapitalizm öncesi toplumlarda
da vardı. Ama kapitalizmle birlikte yeni boyutlar
kazanıyor. Kapitalist emperyalist aşamayla birlikte
meta ihracı yanında sermaye ihracının başlamasıyla
birlikte kelimenin gerçek anlamıyla birlikte küreşelleşme
başlıyor. Daha öce OECD, Dünya Bankası, İLO, IMF,
Dünya Ticaret Örgütü vb. örgütler kurulmuştu.
Buna son yıllarda kurulan NAFTA, MIGA, MAI vb.
organizasyonlar eklendi. Bu kurumların başlıca
işlevi emperyalizmin uluslararası sömürüyü gerçekleştirmede
kolaylık sağlamaktı. Ve emperyalizmin yapısal
bunalımın aşmak (en azından yumuşatmak) için dönemsel
'uyum' programlarını çıkarmaktır.
"Küreselleşme" denilen durum emperyalist
sömürü politikasının bir parçasıdır. Ama emperyalizm
ve onun organik aydınları bu gerçeğin üstünü örmek
için tercihli olarak "küreselleşme"
kavramını kullanmaktadır. Çünkü küreselleşme bir
kere yanılsama yaratan bir kavramdır. Bir tuzaktır.
Asıl niteliğine hiç bir zaman gönderme yapmamaktadır.
Tuzak bununla bitmiyor. Bir de hayali roller biçiliyor.
Örneğin küreselleşmeyle evrenselliğin eşanlamlı
olduğu iddia ediliyor. Bu da bilinçli bir çarpıtmadır.
Çünkü hiç kimse evrenselliğe karşı çikmaz, o halde
küreselleşmeye karşı da çıkılmamalıdır. Eski solcu-neoliberal
köşe yazarları sık sık bunu dillendiriyor. Oysa
evrensellik, insanın-insanların sosyal ve entellektüel
gelişiminin dünya ölçeğinde yayılması-gelişmesi
ve bu temede toplumlar arasında etkileşimin- özümsemenin
gerçekleşmesi iken, küreselleşme en başta soygun,
açlık ve işsizliktir. Doğanın tahribatıdır. İnsanın
hiçleşmesi, yozlaşması ve kendisine ve çevresine
karşı yabancılaşmasıdır. Kısaca evrensellikle
küreselleşme arasında bir ilişki yoktur.
Ama egemenler küreselleşmeyi yeni tarihi bir olaymış
gibi yansıtmaya çalışmaktadır. Küreselleşmenin
evrensel ilerleme ve refah sağlayacaktır. Çünkü
Avrupa ve ABD merkezli gelişen ekonomik küreselleşme
beraberinde siyasal ve kültürel normları da küreselleştirecektir.
Bu da demokrasi, insan hakları ve sivil toplum
insiyatifinin gelişmesi demekir vs. vs.
Ayrıca emperyalizm dünyanın çeşitli bölgelerinde
ceryan eden dinsel, bölgesel, etnik vb. çatışmaların
asıl kaynağı değilmiş gibi, bu sorunların çözümüne
ilişkin askeri yöntemler yerine insan haklarına
dayalı, demokrasi kuralları içinde çözmek istediği
gibi yanılsamalar yaratılmıştır. Bu söylemler
TV programlarında, gazetelerin köşe yazılarında
ve üniversite kürsülerinde yoğunca dillendirilmektedir.
Özellikle 1990-93 yılları bu türden haberlerin
ve yanılsamaların yoğun yaşandığı yıllardır. Hatta
bu atmosfere kendisini kaptıran solcularda az
olmamıştır. G. Afrika ve Filistin sorunun bilinen
çözümü sözkonusu yanılsamalara politik örnek teşkil
etti. Fakat çok geçmeden G. Afrika ve Filistin
sorunu çözümünün nemenem bir çözüm olduğu anlaşıldı.
Ve emperyalist sermayenin küreselleşmesiyle birlikte
demokrasi ve insan haklarının küreselleşmesi değil,
açlığın, yoksulluğun ve sömürünün küreselleşmesi
olduğu görüldü.
Küreselleşmenin bir özelliği de Doğu Avrupa, Asya
ve Afrika'da sınırlı ölçüde bağımsızlıklarını
koruyan ülkeleri yeni sömürgeleştirmek iken, daha
önce yeni sömürgecilik statüsünde olan ülkelerde
uluslararası sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda
yapılan işbölümü planına bağlı olarak yeni sömürgeciliği
derinleştirmektir. Emperyalizmin 3. Bunalımıyla
birlikte sahip olduğu çehre, buna bağlı oluşan
yeni sömürgecilik ilişkileri ve özelliklerini
kavramayan kimi çevreler NAFTA, MIGA, MAI gibi
ululararası emperyalist organizasyonlardan hareketle
"yeni tipten sömürgecilik"in başladığını
iddia etmektedirler. Oysa sözkonusu olan yeni
tipten sömürgecelik, ne yeni dünya düzeniyle,
ne de NAFA, MIGA, MAI gibi kurumlarla başlamıştır.
Yeni sömürgecilik ABD emperyalizmi önderliğinde
2. Paylaşım savaşından sonra devreye girmiş ve
bugün uluslararası sermayenin ihtiyaçlarına göre
yeni ilişki ve biçimler kazanarak derinleşmektedir.
Yeni olan yeni sömürgecilik dizgisine yeni halkaların
eklenmesinden başka bir şey değildir.
Yeni dünya düzeni ideolojisine göre küreselleşme
devleti küçültmeyi öngörüyor. Bu görüş, onun etnik
ve kültür ögesini fetişleştirirken, politika ve
ideolojiyi yok saymaktadır. Bir taraftan "ideolojilerin
öldüğü" ve "tarihin sonu' olduğu tezleri
üretiliyor, bir taraftan küreselleşmenin yeni
tarihi bir gelişme olduğu savı ileri sürülüyor.
Devlet ve burjuva sınıf ilişkisinde nitelik bakımından
bir değişikli olmasa da, ihtiyaç ve güçler dengesine
göre yeni biçimsel özellikler ve fonksiyonlar
kazandığı bir gerçektir.
Kapitalizm son beş yüzyılda, çeşitli devlet biçimlerine
sahip oldu. Önce liberalizm ardından emperyalist
müdahalecilik, 1920'lerde başlayan serbest girişimcilik,
1929'da genel krize yol açınca faşizm devreye
girdi ve hemen ardında Keynesci ve sosyal demokrat
müdahaleciliğe yönelmiş ve son olarak yine piyasa
ekonomisine-neo liberalizme dönüş gerçekleşti.
Bu zaman zarfında devletin niteliği ve işlevi
her zaman sermayenin çıkarlarına bekçilik etmek
oldu. Küreselleşmeyle birlikte devletin küçüldüğü
veya küçüleceği tezi ise kocaman bir aldatmacadır.
Bilakis çok daha yönlü ve uzun vadeli olarak sermayenin
çıkarlarına göre yeni fonksiyonlar yüklenilmektedir.
Bir başka yanılgı da küreselleşmeyle birlikte
ulus devletin önemini yitirdiği görüşüdür. Ama
zaten emperyalizmle birlikte ve özellikle 1950'lerden
itibaren sosyalist ülkeler ve sosyalist ülkelerin
manyetik alanı dışında bulunan tüm kapitalist
ülkeler klasik biçimiyle ulus-devlet niteliğini
yitirmiştir. Dolayısıyla "yeni dünya düzeni'yle
birlikte ulus-devletin çözüldüğü tezi doğru değildir.
Öte yandan küreselleşmeyle birlikte genel anlamda
devletin küçüleceği veya çözüleceği tezi gerçek
dışı olduğu ortaya çıkan gelişmeler ve olgular
tartışmaya yer bırakmamaktadır.
Bugün devasa boyutlara ulaşan çok uluslu şirketlerin
dünya ekonomisndeki payının her geçen gün arttığı
biliniyor. Bu devasa ekonomik güç-tabiyatıyla
politik kurumlaşmaları da sağlamıştır. Ve emperyalist
hiyerarşi dışında kalan hiç kimseye yaşam hakkı
tanımamaktadır. Bir bakıma "uluslarüstü devlet"
organizasyonları gerçekleşmiş, bağımlı ülkeler
ise emperyalist merkezli "uluslarüstü devlete"
bağlı seksiyon devletler fonksiyonu yüklenmiştir.
Devlet aygıtının iki temel ayağı militarizm ve
bürokrasidir. Ve bugün devletin bu iki önemli
fonksiyonerleri gücünden hiç bir şey kaybetmemiştir.
Aksine toplum yaşamının her alanında dal budak
salmıştır.
Devletin küçüldüğü iddia edilen alan emekçi sınıfların
kan-can pahasına kazandığı sosyal kazanımların
gasp edilmesi ve devletin kamu hizmetinden tamamen
çekilmesinden ibarettir. Bu da her bakımdan devletin
baskı aygıtı gerçeğinin somutluk kazanması anlamına
geliyor.
Küreselleşme, bir yandan hastahane, okul vb. alanlarda
özelleştirme yaparak sosyal hakları gasp ederken,
bir yandan da esnek üretim tekniğiyle işçi sınıfını
atomize etme, sendikasızlaşmayı ve örgütsüzlüğü
dayatmaktadır. Ve bu aynı zamanda daha çok işsizlik
ve yoksulluk anlamına gelir ki, bunu işçi ve emekçi
sınıfları ikna ederek veya gül vererek yapmayacak,
yapmıyor. Bunu yoğun baskı, şiddet, gözaltı ve
işkence eşliğinde yapacaktır. Öngörülen programın
işçi ve emekçi sınıfların yoğun tepki ve eylemlikleri
sonucu uygulayamaz duruma geldiğinde gözyaşartıcı
bomba, jop ve tazikli su yerine tank ve kurşun
devreye girecektir. Nitekim TC oligarşisinin önde
gelen isimlerinden Rahmi Koç, "özelleştirme
gerekirse tanklar eşliğinde gerçekleşecektir"
demekten çekinmemiştir. Birinci aşamada gözyaşartıcı
bomba, jop ve tazikli su kullanıyor. İkinci aşamada
gerekirse tank ve kurşun devreye girecektir. Birincisi
Türkiye, Endenozya ve G. Kore gibi ülkelerde yaygına
başvurulurken, ikinci aşamadaki yöntemlere de
(Meksika, Peru vb.) yer yer başvurmaktadır. NAFTA
anlaşmasıyla birlikte ABD'nin Meksika'daki sermayesi
1995'de (1994'ün iki katına çıkmıştır) 24.6 milyar
dolara ulaşırken, bu arada kontrgerilla faaliyetlerinde
de büyük artış olduğu görülmüştür. 1994-97 arasında
yüzlerce infaz, 500'ü aşkın kayıp yaşanmıştır.
Ayrıca emperyalizm ve oligarşik rejimler arasında
her geçen gün merkezileşme yaşanmaktadır. Bu ekonomik
alandan, askeri, emniyet ve istihbarat alanına
kadar yoğun bilgi alışverişi ve kordinasyonuyla
yapılmaktadır. Ve devlet aygıtı yukarıdan aşağıya
iç savaşa göre organize edilmektedir. Bunun bir
diğer adı kontrgerilla devletidir. Kontrgerilla
devlet yapısı klasik faşist devlet yapısından
bir çok bakımdan farklı özelliklere sahip olduğundan
sömürge tipi faşizm diyoruz.
NAFTA, MIGA, MAI
Yeni dünya düzeni stratejisiyle birlikte NAFTA,
GATT vb. çok taraflı ve serbest ticaret anlaşmaları
yapıldı. Ve bugünde bu türden küresel ve bölgesel
anlaşmalar yapılmaya devam ediyor.
1980'lerin ortalarından itibaren MIGA (çok taraflı
yatırım garanti ajansı) kuruldu. TC oligarşisinin
de kurucusu olduğu MIGA şu ana kadar kamuoyundan
gizli tutulmuştu. MIGA Dünya Bankası denetiminde
kurulan ululararsı sermayenin sigorta şirketidir.
Amacı uluslararası sermayenin dolışımı önündeki
engellerin kaldırılması ve toplumsal muhalefet
sonucu doğacak "politik risk" ortamından
korumaktır. Ayrıca "politik risk" (direniş,
gösteri, grev vb.'den dolayı) ten dolayı zarara
uğrayan şirkete ilgili devlet tazminat ödemek
zorundadır. Ama emperyalist sermaye MIGA'yı artık
yeterli görmüyor. Bağlayıcılığı zayıf olduğundan
ilğili devlet yukarıdaki güvenceyi sağlamayabiliyor.
İşte bu aşamda MAI (çok taraflı yatırım anlaşması)
gündeme geliyor. MIGA sermaye yatırımı için güvenlik
çemberi oluştururken, MAI bu çemberin vidalarını
daha da sıkıştırmayı öngörüyor. Ama önce MAI'yı
kısaca tanıyalım.
MAI, emperyalist sermayenin bağımlı ve yeni sömürge
ülkelerde dolaşımı önünde gümrük duvarlarının
düzenlenmesini ve "politik risk" kaynaklı
zararların karşılanmasının güvencesini vermektedir.
Daha açık bir ifadeyle MAI imza tan ülkeler (tabii
ki bunlar bağımlı ve yeni sömürge ülkelerdir)
yer altı ve yer üstü kaynaklarıyla, sektörleriyle
ve hatta iletişim alanına kadar tüm işletmelerini
uluslararası sermayeye açmak zorundadır. İkincisi,
yatırım yapan yabancı sermayeye çeşitli nedenlerden
kaynaklı olabilecek zararlarını karşılamak gibi
bir bağlayıcılığı var. Sözgelimi Bergama köylülerinin
yıllardır sürdürdüğü amansız mücadele sonucu Eurogold'un
faaliyetlerini yasal olarak durdurulması imkansızlaşacağı
gibi şirkeni zararlarını da TC devleti karşılamak
zorundadır. Ve "ulusal yargı" parlemento
artık işlevsiz hale geliyor. Aynı şekilde yabancı
sermaye alehine yasa çıkaramıyor. Ancak uyum yasalarını
çıkarabilir. Zaten anlaşma gereği bunu yapmak
zorundadır.
MAI'nın çok ilginç bir özelliği, buna imza atan
ülkenin istediği zaman bir daha kolay kolay çıkamamasıdır.
Çıkması için en az beş yıl beklemesi gerekiyor.
Ama öte yandan yabancı sermayenin imtiyazı 15
yıl daha devam ediyor.
MAI'nın en önemli sorunu ise işçi sınıfının sendikal
düzeyde bile örgütlenmesine hiç bir imkan tanımamasıdır.
Çünkü MAI'nın yasal çercevesi çok uluslu şirketlerin
işletmelerinde sendikal örgütlenmesini yasaklamaktadır.
3-4 yıldır MAI tartışmalarına başkanlık eden Frans
Ergering'in istifa etmesi ardında yaptığı açıklama
"MAI işçi, sendika ve çevre haklarına yeterince
açıklık bulunmamasını" gösteriyordu. Örneğin
şu anda Philip Moreste de sendikal çalışma yok.
Sendikacı bunun nedenini Sakıp Sabancı'ya (Sabancı
holding bu şirketin ortağıdır) soruyor, bunun
üzerine Sabancı diyor ki; "orasi Amarikalıların
elinde, sendika asla olmaz". Böyle bir girişim
olduğu zaman işçiler işten atılıyor. (Emek, 22
Nisan 1998)
Franc Ergering'in istifa etmesi ve yatpığı açıklamanın
MAI'nın ne gibi sonuçlar ve dolayısıyla ne gibi
tepkiler doğuracağını göstermektedir.
MAI'nın amacı yabancı sermayenin işletmeleri için
istikrarlı ortamın olması, yani riskin olmaması.
Ama bu Türkiye gibi ülkeler de ne anlama gelir.
Sürekli krizin olduğu, dolayısıyla "riskin"
hiç eksik olmadığı bir ülkede yaşam bulması en
başta yasal-anayasal düzenleme olsa da, rejimin
yapısal niteliğinden kaynaklı kriz ve "risk"
ortamında öngörülen programın uygulanması ancak
yoğunlaştırılmış siyasal zor eşliğinde mümkündür.
Bunun başarılı olup olmayacağını süreç gösterecektir.
En önemlisi de emekçi sınıfların mücadelesinin
basıncı ve bunun yaratacağı güçler dengesine bağlıdır.
Nitekim bugüne kadar ki gelişmeler Yeni Dünya
Düzeni'nin öngördüğü programın nesnelleşmesi hiç
de kolay olmayacağını göstermiştir. Özelleştirme
ve çok taraflı ticaret anlaşmaları ve onun sonuçlarına
karşı Avrupa çapında işçi sınıfının küçümsenemeyecek
eylemlilikleri gerçekleşti. En son Avusturya'da
liman işçilerinin günlence süren direnişleri bunun
en yakın örneğidir. Bütün bu örnekler iki yüzyıllık
mücadele geleneğine sahip Avrupa proletaryasının
küreselleşme programının uygulamasına öyle kolay
fırsat vermeyeceğini göstermektedir. Aynı şey
bağımlı ve yeni sömürge ülkeler için de geçerlidir.
NAFTA'ya karşı Zapatistaların başkaldırısı ve
siyasal sonuçları Meksika sınırlarını aştı, neo
liberal soygun politikalarına karşı ululararası
teşhir kampanyasına dönüştü.
Meksika oligarşisinin krizin ve hızla çöküşe doğru
gitmesi, 50 milyar dolarlık yardımla durdurulmaya
çalışılırken, Asya Kaplanları denilen ülkelerdeki
kriz ortaya çıktı. Ki bu ülkeler emperyalizmin
her bakımdan örnek gösterği, gelişmekte olan ülkeler
olduğu biçiminde dünya kamuoyuna gösteriyordu.
Ancak bu krizle birlikte görüldü ki, Asya Kaplanları
aslında kağıttan kaplandır. Gelişmesi de bağımlılığın
gelişmesi olduğu görüldü. Önce Taylant'ta başlayan
derin bunalım, sırasıyla Malezya, Endenenozya,
Hong Kong ve G. Kore ile devam etmiş, en son "20.
yüzyılın mucize ülkesi" Japonya'ya sıçradı.
Bütün bu gelişmeler olurken, bir kaç yıldır dille
de düşmeyen, adeta kafalara kazılan "post
ideoloji", "post sınıf mücadelesi",
"tarihin sonu" gibi, yeni dünya düzeni'ni
ideolojik argümanların mürekebi henüz kurumamıştı.
|