Perestroika'nın İdeolojik Çerçevesi
Gorbaçov, önce "uskorenie" (hızlandırma)
dedi. Bu sürecin gelişmeleri, bize pek yansımadı.
Sonra "glasnost" (duyurma, saydamlık,
açıklık) kampanyasını başlattı ve kampanya bütün
dünyada olduğu gibi Türkiye'de de yaygın popülarite
kazandı, genel bir ilgiyle ve sempatiyle karşılandı.
"Açıklık", sosyalistlerin hep istedikleri,
özledikleri bir olguydu. Sosyalizmi totaliter
bir sistem, toplumsal bir karabasan olarak empoze
eden emperyalizmin söyleminin karşısında, düşüncelerin
serbestçe anlatımına olanak tanıyan bir imaja
sahipti. Bu düşüncelerin, iddiaların dünyadaki
yankıları, doğal olarak Gorbaçov'a büyük bir popülarite
kazandırdı. Gorbaçov'un seçildiği günlerde, SBKP/MK'nın
kıdemli bir üyesi şöyle diyordu:
"Biri yarı yarıya ölmüş, biri yarım yamalak
yaşayan, biri de neredeyse konuşamayan üç önderin
ardından, genç ve enerji dolu Gorbaçov'u görmek,
doğrusu sevindiriciydi."
Ne var ki; Glasnost yalnızca bir başlangıç, bir
ilk adım, ya da yalnızca sorunun bize ilk elde
yansıyan boyutuydu. Süreç içinde, aysbergin su
altında kalan kütlesi ortaya çıktı. Sorun, özgürlük
söylemiyle, ya da asalak bürokrasinin tasfiyesiyle
sınırlı değldi; sosyalist sistemi temellerinden
dönüştürmeyi amaçlayan bir Perestroika söz konusuydu.
Üstelik, Glasnost'un bir gereği olarak, bu Perestroikanın
nedenleri, kapsamı ve amaçları yeterince açık
biçimde ortaya konması gerektiği halde böyle davranılmamaktaydı.
Seçenekler içinden bir seçenek değil, sosyalizmin
başlıca seçeneği olmak gibi bir işlev yükleniyordu
perestroikaya ve toplumsal bir devrim olarak lanse
ediliyordu.
Perestroika, kendisine önsel olarak sosyalizmin
çelişkilerinin antagonist olamayacağı tezini almıştı.
Bu, yıllardır meta ekonomisi ile sosyalist ilkeleri
uzlaştırmaya çalışan revizyonist teorisyenlerin
kendilerine dayanak olarak kullandıkları bir savdı
ve kökenleri sosyalizmin kuruluş dönemine kadar
dayanıyordu.
Bizzat Stalin'in ifadesiyle, tek ülkede sosyalizmin
inşaasının tamamlanacağına, geriye dönüşün koşullarının
ortadan kalkabileceğine ve hatta komünizmin üst
ve yetkin aşamasına ulaşılabileceğine olan inanç,
böyle bir teze kaynaklık etmişti. Kullanılan ekonomist
ölçülerden yola çıkılarak; SBKP, 1936 yılında
sosyalizmin inşaasının tamamlandığını, 1956 yılında
ileri sosyalist toplum olduğunu ve 1981 yılında
da komünizme ulaşılacağını resmen ilan etmişti...
Ancak, Gorbaçov sürecinde birçok şey ortaya döküldü.
Rakamlar açıklandı, istatistikler konuldu. Marks'ın,
Lenin'in hayal bile edemeyecekleri kadar büyük
çarpıklıklarla, olumsuzluklarla yüklü bir "komünizmdi"
bu... Proletaryanın ve halkın öncüsü parti, geçinmenin
ve rahat yaşayabilmenin bir sığınağına dönüşmüş,
partili olmak mesleki avantajların aracı durumuna
getirilmişti. Devlet bürokrasisi, gelişmenin engeli,
toplumun kamburu bir asalak olmuş; koyu bir sansür
ve baskı, kültürel ortamı tek boyutlu duruma sokmuş,
halk kitleleri yabancılaşmanın etkisine girmişti.
Zenginler için ayrı semtler, ayrı alış veriş merkezleri,
ayrı sosyal tesisler yapılması doğal karşılanırken;
karaborsa ve küçük üretim gibi sosyalizm dışı
olgular kök salmıştı.
Halkın yönetimi ancak kağıt üzerinde kalabilmiş,
onlarca yıldır ezilen ulusların kurtuluş umudu
olan sosyalizmin, ileri olduğu varsayılan anayurdunda,
işlerin pek öyle yolunda gitmediği, ulusal dokunun
için için kaynayan bir volkan olduğu açığa çıkmıştı.
Ama bütün bu olumsuzlukları, bütün bu sorunları
bizzat kendisi ifade eden, geçmişte ancak Troçkistlerin
ya da ÇKP ve yandaşlarının kullandıkları bir retorikle,
zaman zaman onları da aşacak biçimde sayıp döken
Gorbaçov, yine de ileri sosyalist olma iddiasını
elden bırakmıyordu.
Bu bir rastlantı değildi elbette. Çünkü bu tez,
bu ekonomik indirgemeci yaklaşım, SBKP'ne sınırsız
bir manevra alanı sağlıyor, aykırı görünen çeşitli
uygulamalara meşruiyet kazandırıyordu. Sosyalizmin
ileri aşamaya ulaştığı ve geriye dönüşün koşullarının
olmadığı bir ortamda; sistemin sorunlarına çözüm
çabası, geçmişteki ilkelerle çelişen yanlar içeriyor
gibi görünse de, bu durumun sistemi geriletmek
gibi bir tehlikeyi içermeyeceğine inanılıyordu.
Çünkü geriye dönüşün koşullarının ortadan kalkması
demek, antagonist çelişkilerin de artık ortadan
kalkması anlamına geliyordu. Sorunlar bir çatışmayı
gerektirmeden aşılacaktı. SBKP'ne göre çatışmanın
olmaması, tarihsel bağlamda geri olanın geçici
bir egemenliğini bile olanaksızlaştırıyordu.
Bütün bunlardan yola çıkılarak, o dönem dünyada
yaşanmakta olan çelişki ve ilişkilere ve bu çelişkilerin
çözüm yollarına ilişkin, farklı yaklaşımlar getirildi.
Genelde dünyanın ve özelde sosyalizmin sorunlarına
çözüm politikaları; dolayısıyla da bir bütün olarak
Perestroika sürecinin ideolojik çerçevesi, daha
önceden rastlanmadık biçimde, komünist bir partinin,
komünist teori ve pratiğin o aşamaya kadar öne
çıkan ilke ve kurallarının temelden yadsınmasına
dönüştü.
SBKP, günümüz dünyasının çelişki ve ilişkilerinin
çözümlenmesine "uygarlık krizi" önermesiyle
başlamıştır. "Bu krizin özü genel biçimiyle
açıktır: İnsanlık; askeri, ekonomik, ekolojik
vb. nitelikteki felaketlerin önlenmesi bakımından
güvenilir araçları henüz bulamamıştır"denilmiştir.
SBKP tarafından, bu saptamadan yola çıkılarak;
temel devrimci görev, bu krizi aşmak olarak belirlenmiştir.
Dolayısıyla onlara göre bu yolda sağlıklı bir
perspektif, ancak geçmiş geleneklerin ve onun
ürünü olan koşullanmışlıkların aşılması ile mümkündür.
Çünkü "uygarlık" demektedir Gorbaçov,
"sistemleri ve ideolojileri ayıran çizgiden
daha çok, sağduyu ve insan soyunun korunması duygusu
ile sorumsuzluğu, ulusal egoizmi, önyargıları;
kısacası, eski düşünceyi ayıran bir çizgiye alışmış
bulunuyor." Yani, "uygarlık krizi kapitalizmin
krizi ile özdeşleştirilemez ve hatta yalnızca
onun doğrudan bir sonucu olarak da düşünülemez."
Uygarlık krizinin, herşeyden önce; kapitalizmin
gelişme kaynaklarının henüz tükenmediği bir aşamada,
yalnızca kapitalizmin değil, bütün insanlığın
varlığını tehlikeye soktuğuna inanılmaktadır.
Sosyalizm de objektif ve subjektif nedenlerin
bir sonucu olarak bu sürecin dışında kalmak bir
yana, önemli bir parçası olmuştur. Bu kriz aşılmadıkça
insan soyunun ortadan kalkması gibi bir tehlikenin
var olduğu düşünülmekte ve devrimci görüş, barışcıl
yollarla bu krizin aşılması biçiminde ifade edilmektedir.
Bu yol, insanlığın varlığını sürdürmesine uygun
düşen ve bu doğrultuda gerçek olanakları ortaya
çıkaran bir yoldur onlara göre...
Bu yolda izlenecek politika ise, her şeyden önce
barışı esas almalı, insan soyunun yokolmasına
neden olacak politikalar terkedilmelidir. Böyle
bir çabayı sürdürmenin maddi koşulları da var
sayılmaktadır, çünkü kapitalizmin farklılaştığı
söylenmektedir. "Kapitalizmin alternatifi
vardır. Bu alternatif, sosyalizmdir. Ancak gelişmenin
çok seçenekliliği de ortadan kalkmış değildir.
Eski dünyanın güçleri, tarihsel spiralin her boğumunda,
o andaki tehlikeli ilişkiyi ortadan kaldırma ve
egemenliklerini sürdürme olanağına sahiptirler.
(...) Kuşkusuz kapitalist düzenin olanakları,
her aşamada yeniden üretiliyor, ancak bu üretim
yeni bir biçimde, başka türlü oluyor."
Buradan hareketle, kapitalizmin günümüzde kazandığı
bu 'başka türlü biçimlerinin', artık sağlam bir
barışın kurulmasına engel olmadığı sonucuna ulaşılmaktadır.
"Sağlam bir barışın kurulmasını, sosyalizmin
kurulmasına bağımlı kılmak" düşünülmemektedir.
Bu yaklaşım, açık biçimde geçmişte izlenen politikaların
olumsuzlanmasıdır. Dolayısıyla geçmişteki politikalar
dogmatik olarak nitelenmektedir. "Sosyalizm,
toplumsal bir düzen olarak varlığını sürdürebilmek
mücadelesi dolayısıyla silahlanma yarışına kapılmış,
etkili ve rekabete yetenekli bir üretim mücadelesi
içinde çevre korunmasına yeterli ilgi gösterememiş
ve sosyalizmin gelişimi kendi sorunlarını ve çelişkilerini
doğurmuştur." denilmekteydi.
"Barışın önündeki engelleri aşabilmeyi",
aynı zamanda "geçmişin bu hatalarının aşılmasına"
bağladılar. Bunlar, toplumsal ilerlemenin biçim
ve yolları üzerine Lenin'in ölümünden sonra Komintern'de
ağırlık kazanan anlayışların, toplumsal ilerlemenin,
diyalektik bakımdan gelişen çok yönlü konseptinin
şemalaştırılmış bir basite indirgenmesidir. Öte
yandan, nükleer öncesi, 'kriz öncesi' çağ koşullarında,
belli ölçülerde haklı olan yargıların kutsallaştırılmasının
da onların yeni ölçülerine göre "aşılması"
anlamına gelmektedir.
SBKP'nin bu "yeni düşünme biçimi, silahsızlanma
çerçevesinde, kapsamlı bir uluslararası güvenlik
sistemine ihtiyaç olduğunu ve bunun mümkün olduğunu
genel olarak kanıtlama" (Gorbaçov, Ekim Devrimi
ve Perestroika) amacına yöneliktir. Oysa bir kez
barış sorunu "stratejik amaç ve yönelim"
çerçevesinde ele alınınca ve kapitalizmin sağlam
bir barışın önünde engel olmadığı sonucuna ulaşılınca,
diğer çeşitli sorunlara yaklaşım da, uzlaşma esasına
dayanmaktadır. Bu noktada sınıflar savaşının yadsınması,
uygarlık krizi ve "yeni düşünme sistemi"nin
doğal bir sonucu olmaktadır.
"Toplumsal sistemler olarak sosyalizm ve
kapitalizm, uzun süre başlıca antagonist gelişme
mekanizması diye adlandırılabilecek bir şeyle
birbirlerine bağlıydılar. Kuşkusuz bu durum, ticari,
kültürel, politik ve diğer ilişkileri ve değiş
tokuşları dışlamadı. Ancak, sosyalizm ve kapitalizm
açısından harekete geçirici dış etki, sözü edilen
bu ilişkiler ve değiş tokuşlar değil, karşıt sistemlerin
birbirlerinin varlıklarına meydan okumalarıydı.
Karşılıklı mücadelenin bu etki ile bağlı biçimleri,
sistemlerin iç gelişmeleri açısından ne tür olumsuz
sonuçlara yol açmış olursa olsun, bu etkiyi önemsememek
olmaz.
Ama bu antagonist mekanizma, nükleer çağ öncesinde
oluşmuş ve etkide bulunmuştur. Şiddetten arınmış
bir dünyaya yönelmenin devrimci anlamı, insanlığın
varlığını tehdit eden ve ilerlemeyi engelleyen
bu mekanizmanın parçalanmasını zorunlu kılmasındadır.
Karşılıklı bağımlı, bütünsel ve patlamaya hazır
bir dünyada, "sizin için ne kadar kötüyse,
bizim için o kadar iyidir" ilkesi artık geçerli
değildir. Dünyanın ilerlemesinin yeni formülünün
en önemli özelliklerinden biri, taraflardan birisinin
ilerlemesi onun karşıtının yıkımını getirmemelidir,
bu karşıtın tarihsel yokoluşa sürüklenmesini gerektmemelidir,
kendi ideolojik ve sosyal anlayışlarını uluslararası
ilişkiler alanına taşımayarak, barış içinde birarada
yaşama becerisini gerektirmelidir."(Tezler,
Y. Açılım)
Görüldüğü üzere, kapitalizm artık kendisini üreten,
geliştiren bir sistem olarak kabul edilmekte ve
kapitalizm ile sosyalizmin rekabet ve işbirliği
içinde uzun bir dönem yanyana yaşamak zorunda
olduğuna inanılmaktadır. Çağdaş dünyanın sorunlarını
biraz olsun yakından izleyen bir insan için, bu
öyle yeni bir çıkarım ya da yeni bir düşünme biçimi
değildir. Tersine, emperyalizm sürecinin çözümlenmesinden,
tek ülkede sosyalizm anlayışının oluşturulmasından
bu yana, bu olasılık her zaman ve kendisine marksist
diyen herkes tarafından kabul görmüştür. Lenin
bunun canlı örneğidir.
Emperyalizmin, asalak, can çekişen ve çürüyen
kapitalizm olarak nitelenmesine rağmen, kapitalizm
yok olmamıştır ve görünen o ki daha uzun bir süre
yaşayacaktır. Bu arada dünya bilimsel ve teknolojik
bir devrime sahne olmuş, termo nükleer silahlanma,
kapitalizmin emniyet sibobuna dönüşmüştür. Bilimsel
teknolojik devrimin dönüştürücü etkileri, kapitalizmin
yaşama olanaklarını genişletmiş, üretim süreci
üzerindeki etkileriyle, endüstrileşmenin anlamını
farklılaştırmıştır.
Ancak bütün bunlar ne kapitalizmin farklılaşması
anlamına gelir ve ne de buradan hareketle sınıflar
savaşını, insanlığın ilerletici dinamiği olmaktan
çıkarır. Dahası, Lenin'in emperyalizm anlayışı,
böyle bir teorik çerçeveyi zaten içermemektedir.
"Çürüme eğiliminin kapitalizmin hızlı gelişimini
önleyeceğini sanmak yanlış olur. Önlemez. Bütünüyle
kapitalizm, eskiye oranla çok daha büyük bir hızla
gelişmektedir."(Lenin, Emperyalizm)
Kapitalizm, bir sistem olarak, genişletilmiş yeniden
üretime dayanan, artı değer sömürüsü üzerinde
yükselen ve bağımsız üretim birimlerinin anarşik
rekabeti aracılığıyla piyasada gerçekleşen bir
üretim biçimidir.
Bu özellikler, Marx'tan bu yana temelde değişmemiştir.
Emperyalizmi can çekişen kapitalizm yapan neden
de, onun gelişmesinin aldığı son biçim olmasından
kaynaklanmaktadır. Çünkü tekelleşme ile birlikte,
kapitalizmin gelişmesinin kaynağı olan yeni pazarlar
olanağı ortadan kalkmıştır. Rekabet daha derin
biçimde ve daha az sermaye grubu arasında, paylaşılması
tamamlanmış pazarlara yönelik olarak sürmek gibi
bir zorunluluğun üzerinde yükselmiştir. Dolayısıyla,
gelişmesi de teorik olarak tamamlanmıştır.
Öyleyse durumu nasıl açıklayacağız? Can çekişen
kapitalizmin hala yaşamasının sırrı nedir? Bunun
cevabı kapitalizmin farklılaşması olamaz. Tek
bir karşılığı vardır; üretimin yaygınlaşması ve
bunun sonucu olarak, emperyalizmin dünya halkları
üzerindeki sömürüsünün başlıca biçimi haline gelen
yeni sömürgecilik...
SBKP, bu olgunun öneminden ve emperyalizme kazandırdığı
olanakların sınıflar kavgasının yönelimi üzerindeki
etkilerini ölçmekten her zaman uzak durmuş, yeni
sömürgelere ve ulusal kurtuluş hareketlerine yaklaşımında
hep mesafeli olmuştur. Bu durum, sorunun boyutlarını
kavrayamamaktan çok, partiye hakim olan ekonomik
indirgemeciliğin ve statükoculuğun bir sonucudur.
Bir kez daha tekrarlayalım; emperyalizm, 2. Dünya
Savaşı'ndan büyük kayıplarla çıkmış, ve bu süreçte
de dünya topraklarının üçte biri, emperyalizmin
denetiminden çıkmıştı. Karşısında güçlü ve gelişen
bir sosyalist blok ile ulusal kurtuluş hareketleri
dalgası vardı. SBKP, bu sürecin yeni bir paylaşım
savaşıyla sonuçlanacağına inanıyordu. Tarihsel
kaçınılmazlığın bu kaba yorumu, sürecin içerdiği
çelişki ve ilişkilerin kavranamamasının açık bir
örneğiydi.
Emperyalist-kapitalist sistem, savaştan ekonomisini
büyük oranda askerileştirerek ve ABD'nin yüklendiği
hegomonyacı rol ile çıkmıştı. Bir savaşın sistemi
ve hatta bütün bir insanlığı yok edebileceği olasılığı,
sistem ülkelerini entegrasyona zorlamış, emperyalistler
arası çelişkinin derinleşmesi, emperyalizmle sosyalizm
arasındaki çelişki, ve bunlara eklenen termo-nükleer
silahlanma olgusu, yeni bir paylaşım savaşı sonucunu
doğurmamıştı. Tersine, bütün bunlardan rekabet
ve çatışmanın son bulması anlamına gelmeyen bir
entegrasyon doğmuştu.
Emperyalist kapitalist sistem açısından bu dönemde,
iki önemli olgu yaşamanın ve gelişmenin öne çıkan
yolları oluyordu. Bilimsel teknolojik devrim ve
yeni sömürgecilik... Her ikisi de emperyalist
sömürü ilişkilerini temelde farklılaştırmıyor,
artı değer olgusunu ortadan kaldırmıyor, ama ona
büyük oranlara yükselen bir üretkenlik kazandırıyordu.
Üstelik bu, durağan bir süreç değildi, sabitleşmiş
yöntemlerin üzerinde yükselmiyordu. Tersine, kendini
yeni tekniklerle sürekli yenileyen yoğun bir süreçti.
Örneğin, yeni sömürgecilik, başlangıçta ithal
ya da ihraç ikameciliğine dayanırken, üretim araçlarının
evriminin sağladığı olanaklarla, bu sömürü tekniklerini
yoğunlaştıran, birikim olanaklarını arttıran fason
sanayicilik ya da "yeni" ikamecilik
türünden gelişmelerle sürüyordu.
Değişmeyen, emperyalizmi bağımlı ülkeler için
ekonomik-siyasal-toplumsal düzeylerde, içsel bir
olgu durumuna getiren, ülke iç pazarının yeni
olanaklar ve tekniklerle genişletilmesine dayanan,
temel nitelikti. Pazarlar gerçekte değişmiyor
ya da büyümüyor, ama üretim araçlarının evrimine
bağlı olarak, yeni birikim olanakları sağlayacak
şekilde değerlendiriliyordu.
Kısacası yeni sömürgecilik, emperyalizmin can
damarıydı. Dolayısıyla, bu can damarının kopartılmasına
karşı tepkisi, her zaman çok yüksek oldu. 2. Dünya
Savaşı'ndan bu yana geçen zaman, emperyalizmin
sayısız katliamları ve kırımlarıyla doludur. Yakın
zamanın çıplak gerçeklerine rağmen, barış sorununun
sağlıklı bir çözümünün, kapitalizmin varlığı nedeniyle
mümkün olmadığını görememek, ancak SSCB'deki statükocuların
ve uzlaşma politikalarının bilinçli bir teorileşmesiyle
açıklanabilir.
Dolayısıyla, 'uygarlık krizi' kavramı, tanımlanması
ve içeriği anlamında son derece yanlış bir kavramdır.
"Bu yaklaşım, çağdaş krizin köklerinin kapitalizmin
krizi açısından karakteristik olan toplumsal,
sınıfsal anlaşmazlıkta aranmasına yönelmemektedir.
Bu kökleri, çağdaş insanlık ile doğa arasındaki,
tekniğin gelişmesi sonucu ortaya çıkan sorunların
arasındaki çelişkide aramaktadır." (G. Vodolozov,Y.Açılım)
Bilimsel ve teknolojik devrimin, günümüz açısından
taşıdığı önem ve üretim sürecindeki etkileri tartışma
götürmez. Emperyalizm, çok uzun yıllardır, bilimsel
çalışmaları, üretim sürecinin bir parçasına dönüştürmüştür.
Bilimsel teknolojik devrimin canlı emeğin önemini
arttırdığı açıktır. Çünkü, canlı emek, maddi hareket
etkenlerinin artan bir bölümünü harekete geçiriyor,
kendi çevresinde döndürüyor. Gerçekte el emeği
az kalifiye olan emek üretiminden uzaklaşıyor.
Giderek daha çok zihinsel bir karakter kazanan
emeğin, bilimsel teknik emeğin, yaratıcı, doğa
ve üretim süreçlerini dönüştürücü, zorunlu toplumsal
değerleri yaratan emeğin rolü artıyor. Mühendis
ve teknikerlerin değil, aynı zamanda bilim adamlarının,
çok çeşitli faaliyet alanları temsilcilerinin
ve bu arada 'üretici olmayan alana' geleneksel
olarak dahil kişilerin, giderek artan biçimde
üreticiler kategorisine girdikleri görülmektedir.
Bunlar genelde doğrudur, ama işçi sınıfı kavramının
farklılaşması gibi bir anlam taşımaz. Bir kez,
bu süreç, daha çok metropoller düzeyinde kalmıştır
ve üstelik belli stratejik sektörlerde geçerlidir.
Ekstantif karakterli sektörler ve bütün olarak
dünyanın güneyine henüz yabancı gelişmeler durumundadır.
İkincisi bu gelişmeler, artı değer ve ona tabi
kategorileri ortadan kaldırmamakta, tersine yoğunlaştırmaktadır.
Proletarya üzerindeki sömürünün nicelik anlamıyla
farklılaşması başka şeydir, nitelik değiştirmesi
çok daha başkadır. Ama bu önemli olgunun üstü
örtülerek, ciddi bir teze ulaşılmaktadır:
"Eğer soruna insanlığın temel kaygısı olan
soyunu devam ettirme açısından bakarsak; o zaman
görüyoruz ki, 'bilimsel teknik devrim öncesi'
döneme ait işçi sınıfı, en azından kapitalist
olmayan dünya ülkelerinde, bu acil toplumsal amacın
gerçekleştirilmesi mücadelesinde öncü olamamıştır.
Tek bir sınıfın (bu en ileri sınıf bile olsa)
insan uygarlığının korunması ve yeniden yapılandırılması
gibi muazzam ve kapsamlı bir görevin üstesinden
gelebilmesi hemen hemen olanaksızdır. Bu durum
gözönüne alındığında, toplumsal ilerlemenin öznesinin
basit biçimde değiştirilmesi değil, onun daha
geniş bir temelde oluşturulması zorunluluğu açık
biçimde ortaya çıkmıyor mu?" (Tezler)
Burada da Marksizm'in temel anlayışlarından birinin
çarpıtılması ile karşı karşıyayız. Marksizmin
hiç bir ustası, ya da hiç bir önemli teorisyeni,
işçi sınıfının insan uygarlığının korunması ve
yeniden yapılandırılması görevinin üstesinden
tek başına gelebileceğini iddia etmemiştir, etmez.
Söylenen şey, çok daha başkadır.
Proletarya, Marx'ın anlatımıyla, "bütün toplumu
kurtarmakla kendisini de kurtaracak olan sınıftır"
ve gücü; örgütlenmeye ve disiplinli bir harekete
yatkınlığından, kapitalizmin diğer sınıf ve katlarının
tersine, üretim araçlarına sahip olamamasından
ve kendi emeğinden başka satacak şeyi olmamasına
rağmen, üretim sürecinin temel dayanağı olmasından
kaynaklanır. Marx proletaryayı şöyle tanımlamıştır:
"Köklü zincirleri olan, sivil toplumun içinde
bir sınıf olduğu halde sivil toplumun bir sınıfı
olmayan, bütün sınıfların çözülüşünü simgeleyen,
acıları evrensel olduğu için, evrensel bir nitelik
taşıyan, kendisine yapılan haksızlık özel değil
genel bir haksızlık olduğu için, yalnız kendisinin
kurtuluşunu değil, bütün toplumun kurtuluşunu
amaçlayan bir sınıf. Geleneksel bir statü değil,
sadece insanca bir statü isteyen, siyasal düzenin
kimi sonuçlarına değil, bütün sonuçlarına karşı
olan ve kendisini bu bütün alanlardan kurtarmadıkça
kurtulmasına olanak bulunmayan, kısacası insanlığın
toptan yitirilmesi demek olan ve ancak insanlığın
toptan kurtulması halinde kendisini kurtarabilecek
olan bir sınıf... İşte bu sınıf, proletaryadır."
(Marx, 1844 Elyazmaları)
Proletarya, bir ülkenin nüfusunun çoğunluğunu
oluşturmaz. Ama o ülkenin can damarları, sanayi
işletmeleri, limanları, ulaşım, iletişim, enerji
sektörleri, yeraltı ve yerüstü kaynaklarını değerlendiren
işletmeleri, bu sınıfın üzerinde yükselir ve onun
siyasal eylemi, bütün bu faaliyetlerin bir anda
felç olmasına, ülkeyi sarsmasına yeterlidir. Lenin'in
sözleri, hala geçerliliğini sürdürmektedir.
"Kapitalist bir ülkede proletaryanın gücü,
toplam nüfusun içindeki oranına nazaran sınırsız
biçimde daha fazladır. Bu, proletaryanın, bütün
kapitalist ekonomik sistemin merkezi noktalarının,
sinir merkezlerinin altında, ekonomik ve politik
bakımdan emekçilerin büyük çoğunluğunun gerçek
çıkarlarının temsilcisi olması nedeniyle böyledir."(Lenin,
1919 Yılı)
Ne varki bunlardan; proletaryanın, yalnızca bu
gücünün bilincine ulaşarak ve bu bilinçten hareketle
siyasal eylemi yoğunlaştırarak, bütün bir insanlığı
tek başına ilerleteceği sonucu çıkmaz. Sahip olduğu
nitelikler, proletaryayı elbette bu sürecin başlıca
unsuru yapar.
Sömürücü sınıf ve katların direncini kırmak, iktidarı
korumak, sosyalizmi kurmak ve böylece bizzat halkın
mutluluğunu sağlamak, toplumsal ilerlemeyi nesnel
bir gerçekliğe dönüştürmek ise, ancak proletaryanın
bütün çalışanlarla ve demokratik güçlerle oluşturacağı
sağlam ittifaklarla, kısacası geniş halk kitlelerinin
ortak hareketliliği ile mümkündür. Yani proletarya
tek başına toplumsal ilerlemeye gerçeklik kazandıran
güç değil, toplumsal ilerlemenin lokomotifi, devindirici
gücüdür.
Proletarya demokrasisi de, ancak kentlerin ve
kırların proleter olmayan tabakalarıyla ve herşeyden
önce de köylülükle sağlam temellere dayanan bir
ittifakla anlam kazanır. Tersi durumda, proletarya
demokrasisinin toplumsal pratik içinde aldığı
biçim, proletaryayı diğer sınıf ve katlardan yalıtan
bir çarpıklığa dönüşür. Diğer toplumsal katların
desteği yeterince sağlanamadığı, onlarla sağlam
bir ittifaka dayanılamadığı için; proletarya söylemi
sadece yeni iktidar sahiplerinin bir kalkanı olarak
kalır. Proletarya hakimiyeti ancak kağıt üzerindeki
sözlere hapsedilir. Dolayısıyla da, totalitarizme
özgü yöntemlerin kullanılmasının meşrulaştığı
bir iktidara yol verilmiş olunur, proletarya demokrasisinden
uzaklaşılır.
Proletaryanın sınıf olarak sahip olduğu içeriğin
abartılması ve bu abartılı ölçülerin sonucunda,
onun işlevinin azaldığı düşüncesine ulaşılması,
yeni bir olgu değildir. Marks, bu türden sapmalar
için şöyle demişti:
"Demokratlar halk kelimesini kutsallaştırmışlardır,
siz de proletarya kelimesini kutsallaştırıyorsunuz,
tıpkı demokratlar gibi, olayların yerine kelimeleri
geçiriyorsunuz. Biz emekçilere diyoruz ki, sadece
yaşama koşullarını değil, kendinizi de değiştirmek
için mücadele etmeniz gerekiyor." (Franz
Mehring, Karl Marks)
SBKP'nin proletaryanın farklılaşması tezinin dayandığı
"proletarya" da bu şekilde tasarlanmış
bir kavramdır ve bu abartılmış kavramdan yola
çıkılarak oluşturulan ölçüler, günümüz dünyasına
uymayacağından, rahatlıkla ihtilalci teori budanmakta,
statükoculuk yüceltilmektedir. Kuzeyin metropollerindeki
işçilerden yola çıkılarak ve dünyanın güneyi bütünüyle
atlanarak tez yaratılmaktadır.
Oysa gelişmiş ülkelerde bile esktantif sanayileşme
aşılmış değildir. Kaldı ki bu da yeterli bir ölçü
olamaz, çünkü artı değer kategorisi, kapitalist
sistemin temelinde yer almayı sürdürmektedir.
Emperyalizmin dayanağı olan yeni sömürgelerde
ise, kaba ve fahiş bir sömürü yine vardır. Bu
konuda burjuva ideolog Samuelson'un sözleri, SBKP'nin
yaklaşımından daha gerçekçi olmayı sürdürüyor:
"Gelişmiş ve az gelişmiş ülkeler arasındaki
karşıtlığı anlayabilmek için; az gelişmiş bir
ülkede, örneğin El Salvador'da, Hindistan'da veya
Nijerya'da yaşayan yirmi bir yaşında tipik bir
vatandaş olduğunuzu varsayın. Yoksulsunuz, üretip
piyasaya sürmeden tükettiğiniz malları da hesaba
katsanız bile yıllık geliriniz yüz dolardan düşüktür.
(...) Ömrünüzün uzunluğu hakkındaki olasılıklar,
ileri ülkelerdeki ortalama vatandaşınkinin yarısı
kadardır. Zaten kardeşlerinizin ikisi ya da üçü
rüştüne varmadan ölmüştür. (...) Asya, Afrika
ve Latin Amerika vatandaşı olarak, dünya nüfusunun
%70'ini oluşturuyorsunuz, buna karşılık dünya
gelirinin ancak %20'sini aranızda paylaşmak zorundasınız.
(Bugün Asya, Afrika ve Latin Amerika nüfusunun
dünya nüfusu içindeki payı %70'in üzerine çıkmış,
geliri ise, %20'nin altına inmiştir ve bu oransızlık
giderek derinleşmektedir.) (...) Yoksullar ve
zenginler arasında daima farklar olmuştur.
Neden az gelişmiş ülkeler sorunuyla bu kadar ilgileniyoruz?
Bu ilgimizin nedenlerini sıralarsak durumu daha
iyi anlarız: İleri ülkelerde gelir farkları küçülürken,
ileri ülkelerle az gelişmiş ülkeler arısndaki
gelir farkları, tam tersine büyümektedir. (...)
Endonezya, Hindistan ve diğer az gelişmiş ülkelerde
hayat standartları çok az düzelmiş ve hatta bazı
bölgelerde bozulmuş bulunmaktadır. (...) İnsanların
midelerini doyurun, böylece komünist olmalarına
engel olursunuz derler. Bu iddia doğru değildir.
Sefalet içindeki insanlar isyan edemezler, geçmişin
büyük ihtilalleri (örneğin Fransız ve Rus ihtilalleri)
belli bir iktisadi gelişme başarıldıktan sonra
olmuştur. Buna rağmen, gelişme sorununa sırtımızı
çevirmemiz, bizim için felaket olabilir. (...)
Sefiller başkaldıramazlar, şimdilik korkmayın.
Ama bir gün akılları başlarına gelirse, biz para
babalarının çanlarına ot tıkayabilirler. Bu yüzden
gene de dikkatli olalım. (...) Dünya nüfusunun
altıda birinden az kısmı gelişmiş ülkeler grubunda
yaşamaktadır." (B. A. Samuelson, İktisat)
Proletaryanın farklılaştığı yönündeki görüşler,
aynı zamanda burjuvazinin de farklılaştığı görüşünü
içerir. Bu iki sınıf aynı bütünün kutuplarıdır
ve birinin dönüşümü ya da evrimi, ötekinin de
evrimiyle mümkündür. SBKP revizyonizmi, proletarya
kavramının farklılaşması, genişlemesi ve artı
değer kategorisinin ortadan kalkmasıyla birlikte;
büyük sermayenin de, gerek kendisini yeniden üretme
ve gerekse de üreticilerle ilişkiler bağlamında
farklılaştığını açıkça söylemektedir:
"Büyük sermaye, bazen kendi ayrıcalıklarının
bir kısmından bile vazgeçerek, üretimin yönetimine
ve kâra katılımı öngören çeşitli sistemler yardımıyla,
ücretli emeğe özgü olan yabancılaşma olgusunun
üstesinden gelmeye yöneliyor."
Dolayısıyla, bir bütün olarak üretim sürecinin
de farklılaştığı, kapitalizm ve sosyalizmin uzlaşmasına
uygun bir çerçeveye yönelindiği ileri sürülmektedir:
"Endüstriyel ekonominin mantığı, çok çeşitliliğin
ortadan kalkmasına, toplumun tek türdenleşmesine,
toplumun tüm alan ve sektörlerinde tek bir endüstri
örgütlenmesine yol açıyor. Her özel faaliyet türüne;
tek, ortak bir ölçüt ile değil, ona özgü bir ölçüt
ile yaklaşılmasına neden oluyor. Bu yaklaşım,
faaliyet türü için en uygun olan örgütlenme biçimlerini
sağlıyor. Endüstriyel ekonomi için, olgunluğa
giden yol, çok çeşitlilikten tek çeşitliliğe doğru
bir hareket anlamı taşırken, bilimsel teknik ekonomi
için, bu yol tersi bir doğrultuyu öngörüyor. Bu
ise, yalnızca evrensel, girişken insanın oluşumunun
çok çeşitliliğini değil, aynı zamanda onun kendisini
geliştirmesinin pratik biçimlerinin de çeşitliliğini
sağlıyor." (Tezler)
Bu yaklaşım birçok belirlemenin de alt üst olmasını
ve "eski"nin yerine "yeni"
saptamaları, buradan da yeni programları kaçınılmaz
kılar. Örneğin, dünyaya yön veren çelişki ve ilişkilerin
yeniden belirlenmesi ister istemez gündeme gelecektir.
Çünkü, "şiddetten arınmış bir dünyanın kurulması
yolundaki stratejik amacın bu yönleri, kendi içinde
anti-kapitalist bir potansiyel barındırıyor ve
kapitalizmi kimi temel özelliklerinin kendi karşıtlarına
dönüşümünün yeni bir aşamasına götürüyor."
(agy) Artık yön verici olan eski çelişkiler değil,
uygarlık krizidir, deniyor ve bu krizin aşılması
da, eski antagonist çelişki saptamalarının tam
olarak terkedilmesiyle mümkündür. Gorbaçov'un
şu sözleri, bu perspektifi yeterince verecek kadar
açıktır:
"Uygarlık, sistemleri ve ideolojileri ayıran
çizgiden daha çok, sağduyu ve insan soyunun korunma
duygusu ile sorumsuzluğu, ulusal egoizmi, önyargıları,
kısacası, eski düşünceyi ayıran bir çizgiye ulaşmış
bulunuyor." (agy)
Bu durumda, emek ile sermaye arasındaki farklılaşma
nasıl bir biçim alacaktır? Üretim sürecinin temelden
değiştiği varsayıldığına, hem proletaryanın ve
hem de burjuvazinin farklılaştığına inanıldığına
göre, dünya nasıl bir biçim alacaktır? Kapitalizm
ve sosyalizm, yani bugüne kadar çatışan iki sistem,
bilimsel teknolojik devrimin açtığı yeni ufuklarla;
toplumsallaşma ve desantralizasyon, insan soyunun
yok olmasına karşı tavır gibi paydalarda buluştuğuna
göre, burjuvazi ile proletarya arasındaki tarihsel
çelişkide farklılaşmakta, sorunun ancak bir biçimi,
çelişkinin özel bir biçimi olmaktadır.
"Toplumsal ilerlemenin bütün öznesi, şimdi
ortak karşıtına karşı koyma temelinden çok, insanlığın
varlığını sürdürmesi ile bağlı olan olumlu amaçların
ortaklığı temelinde, uygarlık krizinden çıkılması
ve şiddetten arınmış bir dünyaya doğru ilerlenmesi
adına oluşmaktadır. Kuşkusuz karşıt yok olmuyor,
daha özgün bir biçimde, örneğin genel olarak tekelci
burjuvazi biçiminde değil, onun militarist askersel-endüstriyel
fraksiyonu olarak beliriyor. Toplumsal ilerlemenin
yeni bütünsel öznesi, olumlu amaçların gerçekleştirilmesi
olarak, belirli bir karşıta 'karşı birlik' biçiminde
anlaşılan daha önceki devrimci sürecin akımları
karşısına konulamaz. Ama ağırlık merkezinin olumsuzlama
görevlerinden kurucu görevlere doğru yer değiştirmekte
olduğunu söylemek mümkündür. İşte bu nedenle,
gerçekçi bir eylem programı böylesi bir önem kazanmıştır."
(agy)
Çelişkilerin bu düzeye indirgenmesi ve her şeyin
uygarlık krizini aşmaya bağlanması, varlığı kapitalizmle
özdeşleştirilmekten önemle kaçınılan olumsuzlukların
aşılması yolunda mücadeleye de reformist bir içerik
kazandırmaktadır.
"İlerlemenin çeşitli güçleri arasında önceki
ayırdedici birçok çizgi, yeni görevler karşısında
anlamını yitiriyor. Tüm tarafların 'çok bilmişlik
kibirinden' vazgeçmesi, gerçeğin birlikte aranması
ve diyaloga hazır olunması, her koşul ve durumda
lider olma iddiasından uzaklaşılması, daha esnek
ve demokratik örgütsel yapıların yaratılması;
işte tüm bunlar, ilerici güçler ile onların 'kriz
karşıtı güçlerin birliği' çerçevesinde yeni işbirliği
biçimleri arasındaki mevcut ya da olası yapay
engellerin aşılmasına götürüyor." (agy)
SBKP'nin sahip olduğu mücadele perspektifi en
temelde budur ve Gorbaçov'un "yeni düşünme
biçimi" dediği şey de, görüldüğü gibi uzlaşmacılığın
yeni bir biçiminden başka şey değildir.
Böylece, uygarlığın bir kriz içinde, bir yok olma
tehlikesi içinde bulunduğu ve kapitalizmin, geçmişte
yapılan belirlemelerin tersine çürüyen değil,
kendisini üreten bir sistem olduğu belirlemesine
varılmaktadır. Buradan hareketle, bilimsel teknolojik
devrimin açtığı olanaklarda bu iki sistemin buluştuğu
sonucuna ulaşılmaktadır. Gerçi, bunun ogünden
sağlandığı söylenmiyor, ama kanallar bu yola açılıyor
ve böyle bir uzlaşmanın mümkün olduğu söylenerek,
bu uzlaşma devrimciliğin yeni biçimi olarak tanımlanıyor.
Eski reel sosyalizm revizyonizmine göre, toplumsal
mülkiyet olarak o güne kadar, hep devlet mülkiyeti
ifade edildi ve bu sahipsiz bir mülkiyet anlayışıydı.
Öte yandan, toplumsallaşma ve desantralizasyon
bir arada düşünüldüğünde, daha çok da ekonomik
bir kategori olarak alındığında, kapitalizm ile
sosyalizm arasındaki farklar asgariye indirgenmektedir.
Sosyalizmin kapitalizme alternatif olduğu sözü,
bu durumda giderek anlamsızlaşır. Çünkü aradaki
çelişkiye antagonist olmaktan çıkmış gözüyle bakmak
ve iki sistemi, ortak amaç ve özelliklerde buluşturmak,
devrim olgusunun ve sistemler arası farklılıkların
açıkça yadsınmasından başka bir anlam taşımaz.
Gorbaçov'a göre, bu yeni düşünme biçimi, kalıcı
barışı ilerletmenin imkanlarının teorik yöntemlerini
incelemektedir. Bu amaca ulaşmak hem zorunludur,
hem de uygulanabilir. Güçler arasındaki karşılıklı
ilişkileri yöneten yasalar belirlenmelidir ki
rekabetin, çelişkilerin ve çelişen çıkarların
içinden, istenen sonuçlar elde edilebilsin. Bu
bağlamda, bazı zorlu sorular ortaya atılmalı ve
karşılıkları aranmalıdır. Bu soruları şöyle çıkarmış
Gorbaçov: "Birinci soru, emperyalizmin niteliği
ile ilgilidir (...) şimdiki aşamada dünyanın gelişmişliği
ve onun karşılıklı bağımlılık ve bütünlüğünün
yeni düzeyi veri alındığında, o bünyeyi etkilemek
ve onun, daha tehlikeli göstergelerini bloke etmek
mümkün mü?" (Gorbaçov, agy)
Böyle bir sorunun ifade edilmesi bile, kapitalist
sistem üzerine değerlendirmelerdeki köklü değişimi
anlamaya yetmektedir. Militarizasyonun kapitalizmin
doğasından kaynaklanmadığına inanılmaktadır. SSCB'de
çeşitli çevreler bu soruya olumlu karşılık veriyorlardı.
Örneğin, Bilimler Akademisi şöyle diyordu:
"Bu mücadelenin mantığı (şiddetten arınmış
bir dünya mücadelesi) sosyalist olmayan dünyada,
toplumsal ilerleme güçleri bloğunun oluşmasını
getirecektir. Bu blok, bir görevden başka bir
göreve geçerek ve bu arada kendisi de gerekli
değişimlere uğrayarak, derin toplumsal dönüşümlerin
bir öznesi olarak ortaya çıkabilir."
Gorbaçov'un çizdiği çerçeve de bu görüşe uygundur:
"Sadece geçen savaşın dersleri değil; fakat
aynı zamanda, şimdi bir dünya sistemi olan sosyalizm
karşısında, kendi enerjisini tüketmek korkusu,
kapitalizmin içsel çelişkilerinin uç noktalara
kadar götürülmesine izin verilmesini engellemiştir.
Kapitalist ekonomilerde, teknolojik ve örgütsel
alt yapı alanında meydana gelen değişiklikler
de çelişkilerin yatıştırılmasına ve değişik çıkarların
dengelenmesine yardımcı oldu.(...) Geçmişte, faşizm
tehditi yükseldiğinde, bir sosyalist ülke ile
kapitalist devletler arasında ittifakın mümkün
olduğu kanıtlandığına göre, bu şimdi için bir
derse işaret etmiyor mu? Bugünün dünyası, nükleer
felaket tehlikesiyle, güvenli nükleer enerji ihtiyacı
ile çevre tehlikesinin önlenmesi ile karşı karşıya
bulunuyor. Bütün bunlar gerçek ve acil sorunlar.
Onları kavramak yeterli değil: Pratik çözümler
de bulunmalı." (Gorbaçov, agy)
Gorbaçov'un ikinci sorusu, bu ilk soruyla bağlantılı:
"Kapitalizm, militarizmden kurtulabilir mi?
Ve iktisadi alanda, onsuz işleyişini sürdürüp
geliştirebilir mi?"
Sovyet toplumbilimci Primakov şöyle cevap verdi
bu soruya:
"Günümüzde kapitalist sistemin karakteristiği
için ilkesel önemdeki soru, onun gelişmesine eşlik
eden militarizasyondur. Bu kapitalizmin doğasından
mı kaynaklanıyor sorusuna verilecek cevap; görülüyor
ki, ikilidir. Hiç kuşkusuz militarizmin yaratılışı,
kapitalist toplumun gelişme süreciyle bağlantılıdır.
Bununla birlikte bu sonuç, günümüz koşullarında
kapitalizmin militarizm olmadan varolma anlayışıyla
aynı anlama gelmiyor. Bilindiği gibi, sermaye
dünyasında çeşitli ülkelerin ekonomik ve politik
yaşamının militarizasyon düzeyinin eşit olmaktan
uzak olduğu gözleniyor. Bir dizi Batı Avrupa devleti,
geniş ölçekli bir militarizasyona sahip değiller.
Savaş sonrası Japonya'sı (...) kapitalizmde militarizmin
üretici güçlerin büyümesine zorunlu biçimde eşlik
etmediğini kanıtlamıştır. Tüm bunlar bize göre,
ekonominin militarizasyonunun ciddi biçimde gelişmiş
olduğu kapitalist ülkelerde bile bu sürecin tersine
çevrilebileceği konusunu gündeme getirmeyi olanaklı
kılıyor." (Primakov, Yeni Açılım)
Gorbaçov ise, yine kesin belirlemelere girmeden,
çerçeveyi çizmekle yetiniyor:
"Savaştan beri, ABD ekonomisi askerileştirilmeye
doğru yönlendirildi ve buna bağımlıydı ki; bu
ilk bakışta ekonomiyi canlandırıyor gibi görünüyordu.
Fakat sonra kaynakların anlamsız ve toplumsal
açıdan yararsız biçimde boş yere harcanması, astronomik
ulusal borca, diğer sorunlara ve hastalıklara
yol açtı. En son tahlilde, aşırı askerileştirmenin,
iç durumu giderek kötüleştirdiği, diğer ülkelerin
ekonomilerini bozduğu ortaya çıktı."
Gorbaçov'un üçüncü sorusu ise şöyle idi: "Kapitalist
sistem, halen bekası için gerekli öğelerden biri
olan, yeni sömürgecilik olmadan yapabilir mi?"
Ve cevabı: "Üçüncü sorumuza cevap ararken
de; durum, çözüme karşı koyar gibi gözükmüyor.
Bu alanda da değiştirilebilirlik sözkonusudur.
Fakat bu gerçeği anlamayı ve yeni düşüncenin ruhuna
uygun olarak pratik eylemlerin ayrıntılı biçimde
planlanmasını gerektiriyor."
Aynı günlerde SBKP'nin Türkiye'deki müminleri
ise şöyle diyordu:
"Fidel Kastro, 'Eğer durum böyle devam ederse,
inanıyorum ki, patlamaya hazır bir ortam yaratabilir'
diyor. Bu gerçeğin farkına varan kapitalist ülkeler,
kendiliklerinden zaman zaman bazı önlemler almaya
yönelmektedir (...) belirli koşullarda yeni krediler
açmayı ve faiz indirimlerine gitmeyi planlıyorlar.
Bu uygulamalar, daha köklü çözümleri tartışma
gündemine getiriyor. Kapitalizm koşullarında yeni
sömürgeciliği geriletmek ve ortadan kaldırmak
olanaklıdır." (M. Taş, Yeni Açılım)
Toparlayarak, perestroikanın üzerinde yükseldiği
ve yeni düşünce biçimi olarak tanımlanan ideolojik
çerçeveyi temel çizgileriyle özetleyelim:
+ İnsanlık büyük bir dönüşüm halindedir, ve uygarlık,
ekonomik, askeri, ekolojik vb. nitelikteki bir
krize tutulmuştur. Bu kriz, genel olarak insanlığın
faaliyetleriyle doğanın gelişme yasaları arasındaki
çatışma anlamına gelir.
+ Günümüzde devrimci görev bu krize karşı mücadeledir,
ve bu kapitalizme karşı mücadele ile özdeşleştirilemez.
Çünkü kapitalizmin gelişme olanaklarının yitirilmesinin
bir sonucu değildir.
+ Bu yolda ilk elde yapılması gereken termo-nükleer
bir savaş olasılığını ortadan kaldırma yolunda
çabaları yoğunlaştırmaktır ve dünya kamuoyunun
yaptırım gücü, olumlu sonuca ulaşmanın koşullarını
olgunlaştırmaktadır. Barış sorununun tam bir çözümünün
kriteri, kapitalizmin yok olması değildir.
+ Öte yandan, artık bilimsel teknolojik devrimin
açtığı ufuklar, üretim sürecini farklılaştırmış,
burjuvazi ve proletaryayı yok etmese de klasik
anlamlarının dışında nitelikler yüklemiştir.
+ Geçmiş burjuvazinin yerini artık menajerler
almaktadır ve büyük sermaye kendi zararına sonuçlardan
hareketle, yabancılaşmayı aşmaya çalışmaktadır.
Büyük sermaye kendi varlığının üreticilerin zenginleşmesine
bağlı olduğunu anlamıştır.
+ Bu nedenle, çağımızda toplumsallaşma ve desantralizasyon,
bir çelişki olmaktan çıkmıştır ve yan yana yaşayabilmektedirler.
+ Bu durumda kapitalist sistem içinde, sistemi
olumsuzlarından arındıracak devrimci bir blok
oluşturulabilir. Dolayısıyla da militarizasyon
ve yeni sömürgecilik, kapitalizm yok olmadan da
aşılabilir.
+ İki sosyo-ekonomik sistemden sosyalizm, kapitalizmin
alternatifi ve ileri olanıdır. Ama anlaşılan o
ki, bu ikisi uzun süre bir arada yaşayacaklar
ve bu süreç, kapitalist toplumun ekonomik, siyasal,
entellektüel bütün yanlarına dokunarak onun varlık
ve evrim koşullarının biçimini belirgin olarak
değiştirmektedir.
+ Bunların sonucu olarak,
kapitalizme ilişkin eski tanımlamalar ve mücadele
perspektifi, artık geçerliliğini yitirmiştir.
Militarizasyonun ortadan kalkmasının olanaklılığı,
kapitalizmin reformlar yoluyla düzelmesini de
olanaklı kılmaktadır.
|