Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

Didar GÖKSUN


Perestroika'nın İdeolojik Çerçevesi
Gorbaçov, önce "uskorenie" (hızlandırma) dedi. Bu sürecin gelişmeleri, bize pek yansımadı. Sonra "glasnost" (duyurma, saydamlık, açıklık) kampanyasını başlattı ve kampanya bütün dünyada olduğu gibi Türkiye'de de yaygın popülarite kazandı, genel bir ilgiyle ve sempatiyle karşılandı.
"Açıklık", sosyalistlerin hep istedikleri, özledikleri bir olguydu. Sosyalizmi totaliter bir sistem, toplumsal bir karabasan olarak empoze eden emperyalizmin söyleminin karşısında, düşüncelerin serbestçe anlatımına olanak tanıyan bir imaja sahipti. Bu düşüncelerin, iddiaların dünyadaki yankıları, doğal olarak Gorbaçov'a büyük bir popülarite kazandırdı. Gorbaçov'un seçildiği günlerde, SBKP/MK'nın kıdemli bir üyesi şöyle diyordu:
"Biri yarı yarıya ölmüş, biri yarım yamalak yaşayan, biri de neredeyse konuşamayan üç önderin ardından, genç ve enerji dolu Gorbaçov'u görmek, doğrusu sevindiriciydi."
Ne var ki; Glasnost yalnızca bir başlangıç, bir ilk adım, ya da yalnızca sorunun bize ilk elde yansıyan boyutuydu. Süreç içinde, aysbergin su altında kalan kütlesi ortaya çıktı. Sorun, özgürlük söylemiyle, ya da asalak bürokrasinin tasfiyesiyle sınırlı değldi; sosyalist sistemi temellerinden dönüştürmeyi amaçlayan bir Perestroika söz konusuydu.
Üstelik, Glasnost'un bir gereği olarak, bu Perestroikanın nedenleri, kapsamı ve amaçları yeterince açık biçimde ortaya konması gerektiği halde böyle davranılmamaktaydı. Seçenekler içinden bir seçenek değil, sosyalizmin başlıca seçeneği olmak gibi bir işlev yükleniyordu perestroikaya ve toplumsal bir devrim olarak lanse ediliyordu.
Perestroika, kendisine önsel olarak sosyalizmin çelişkilerinin antagonist olamayacağı tezini almıştı. Bu, yıllardır meta ekonomisi ile sosyalist ilkeleri uzlaştırmaya çalışan revizyonist teorisyenlerin kendilerine dayanak olarak kullandıkları bir savdı ve kökenleri sosyalizmin kuruluş dönemine kadar dayanıyordu.
Bizzat Stalin'in ifadesiyle, tek ülkede sosyalizmin inşaasının tamamlanacağına, geriye dönüşün koşullarının ortadan kalkabileceğine ve hatta komünizmin üst ve yetkin aşamasına ulaşılabileceğine olan inanç, böyle bir teze kaynaklık etmişti. Kullanılan ekonomist ölçülerden yola çıkılarak; SBKP, 1936 yılında sosyalizmin inşaasının tamamlandığını, 1956 yılında ileri sosyalist toplum olduğunu ve 1981 yılında da komünizme ulaşılacağını resmen ilan etmişti...
Ancak, Gorbaçov sürecinde birçok şey ortaya döküldü. Rakamlar açıklandı, istatistikler konuldu. Marks'ın, Lenin'in hayal bile edemeyecekleri kadar büyük çarpıklıklarla, olumsuzluklarla yüklü bir "komünizmdi" bu... Proletaryanın ve halkın öncüsü parti, geçinmenin ve rahat yaşayabilmenin bir sığınağına dönüşmüş, partili olmak mesleki avantajların aracı durumuna getirilmişti. Devlet bürokrasisi, gelişmenin engeli, toplumun kamburu bir asalak olmuş; koyu bir sansür ve baskı, kültürel ortamı tek boyutlu duruma sokmuş, halk kitleleri yabancılaşmanın etkisine girmişti. Zenginler için ayrı semtler, ayrı alış veriş merkezleri, ayrı sosyal tesisler yapılması doğal karşılanırken; karaborsa ve küçük üretim gibi sosyalizm dışı olgular kök salmıştı.
Halkın yönetimi ancak kağıt üzerinde kalabilmiş, onlarca yıldır ezilen ulusların kurtuluş umudu olan sosyalizmin, ileri olduğu varsayılan anayurdunda, işlerin pek öyle yolunda gitmediği, ulusal dokunun için için kaynayan bir volkan olduğu açığa çıkmıştı.
Ama bütün bu olumsuzlukları, bütün bu sorunları bizzat kendisi ifade eden, geçmişte ancak Troçkistlerin ya da ÇKP ve yandaşlarının kullandıkları bir retorikle, zaman zaman onları da aşacak biçimde sayıp döken Gorbaçov, yine de ileri sosyalist olma iddiasını elden bırakmıyordu.
Bu bir rastlantı değildi elbette. Çünkü bu tez, bu ekonomik indirgemeci yaklaşım, SBKP'ne sınırsız bir manevra alanı sağlıyor, aykırı görünen çeşitli uygulamalara meşruiyet kazandırıyordu. Sosyalizmin ileri aşamaya ulaştığı ve geriye dönüşün koşullarının olmadığı bir ortamda; sistemin sorunlarına çözüm çabası, geçmişteki ilkelerle çelişen yanlar içeriyor gibi görünse de, bu durumun sistemi geriletmek gibi bir tehlikeyi içermeyeceğine inanılıyordu. Çünkü geriye dönüşün koşullarının ortadan kalkması demek, antagonist çelişkilerin de artık ortadan kalkması anlamına geliyordu. Sorunlar bir çatışmayı gerektirmeden aşılacaktı. SBKP'ne göre çatışmanın olmaması, tarihsel bağlamda geri olanın geçici bir egemenliğini bile olanaksızlaştırıyordu.
Bütün bunlardan yola çıkılarak, o dönem dünyada yaşanmakta olan çelişki ve ilişkilere ve bu çelişkilerin çözüm yollarına ilişkin, farklı yaklaşımlar getirildi. Genelde dünyanın ve özelde sosyalizmin sorunlarına çözüm politikaları; dolayısıyla da bir bütün olarak Perestroika sürecinin ideolojik çerçevesi, daha önceden rastlanmadık biçimde, komünist bir partinin, komünist teori ve pratiğin o aşamaya kadar öne çıkan ilke ve kurallarının temelden yadsınmasına dönüştü.
SBKP, günümüz dünyasının çelişki ve ilişkilerinin çözümlenmesine "uygarlık krizi" önermesiyle başlamıştır. "Bu krizin özü genel biçimiyle açıktır: İnsanlık; askeri, ekonomik, ekolojik vb. nitelikteki felaketlerin önlenmesi bakımından güvenilir araçları henüz bulamamıştır"denilmiştir. SBKP tarafından, bu saptamadan yola çıkılarak; temel devrimci görev, bu krizi aşmak olarak belirlenmiştir.
Dolayısıyla onlara göre bu yolda sağlıklı bir perspektif, ancak geçmiş geleneklerin ve onun ürünü olan koşullanmışlıkların aşılması ile mümkündür. Çünkü "uygarlık" demektedir Gorbaçov, "sistemleri ve ideolojileri ayıran çizgiden daha çok, sağduyu ve insan soyunun korunması duygusu ile sorumsuzluğu, ulusal egoizmi, önyargıları; kısacası, eski düşünceyi ayıran bir çizgiye alışmış bulunuyor." Yani, "uygarlık krizi kapitalizmin krizi ile özdeşleştirilemez ve hatta yalnızca onun doğrudan bir sonucu olarak da düşünülemez."
Uygarlık krizinin, herşeyden önce; kapitalizmin gelişme kaynaklarının henüz tükenmediği bir aşamada, yalnızca kapitalizmin değil, bütün insanlığın varlığını tehlikeye soktuğuna inanılmaktadır. Sosyalizm de objektif ve subjektif nedenlerin bir sonucu olarak bu sürecin dışında kalmak bir yana, önemli bir parçası olmuştur. Bu kriz aşılmadıkça insan soyunun ortadan kalkması gibi bir tehlikenin var olduğu düşünülmekte ve devrimci görüş, barışcıl yollarla bu krizin aşılması biçiminde ifade edilmektedir. Bu yol, insanlığın varlığını sürdürmesine uygun düşen ve bu doğrultuda gerçek olanakları ortaya çıkaran bir yoldur onlara göre...
Bu yolda izlenecek politika ise, her şeyden önce barışı esas almalı, insan soyunun yokolmasına neden olacak politikalar terkedilmelidir. Böyle bir çabayı sürdürmenin maddi koşulları da var sayılmaktadır, çünkü kapitalizmin farklılaştığı söylenmektedir. "Kapitalizmin alternatifi vardır. Bu alternatif, sosyalizmdir. Ancak gelişmenin çok seçenekliliği de ortadan kalkmış değildir. Eski dünyanın güçleri, tarihsel spiralin her boğumunda, o andaki tehlikeli ilişkiyi ortadan kaldırma ve egemenliklerini sürdürme olanağına sahiptirler. (...) Kuşkusuz kapitalist düzenin olanakları, her aşamada yeniden üretiliyor, ancak bu üretim yeni bir biçimde, başka türlü oluyor."
Buradan hareketle, kapitalizmin günümüzde kazandığı bu 'başka türlü biçimlerinin', artık sağlam bir barışın kurulmasına engel olmadığı sonucuna ulaşılmaktadır. "Sağlam bir barışın kurulmasını, sosyalizmin kurulmasına bağımlı kılmak" düşünülmemektedir.
Bu yaklaşım, açık biçimde geçmişte izlenen politikaların olumsuzlanmasıdır. Dolayısıyla geçmişteki politikalar dogmatik olarak nitelenmektedir. "Sosyalizm, toplumsal bir düzen olarak varlığını sürdürebilmek mücadelesi dolayısıyla silahlanma yarışına kapılmış, etkili ve rekabete yetenekli bir üretim mücadelesi içinde çevre korunmasına yeterli ilgi gösterememiş ve sosyalizmin gelişimi kendi sorunlarını ve çelişkilerini doğurmuştur." denilmekteydi.
"Barışın önündeki engelleri aşabilmeyi", aynı zamanda "geçmişin bu hatalarının aşılmasına" bağladılar. Bunlar, toplumsal ilerlemenin biçim ve yolları üzerine Lenin'in ölümünden sonra Komintern'de ağırlık kazanan anlayışların, toplumsal ilerlemenin, diyalektik bakımdan gelişen çok yönlü konseptinin şemalaştırılmış bir basite indirgenmesidir. Öte yandan, nükleer öncesi, 'kriz öncesi' çağ koşullarında, belli ölçülerde haklı olan yargıların kutsallaştırılmasının da onların yeni ölçülerine göre "aşılması" anlamına gelmektedir.
SBKP'nin bu "yeni düşünme biçimi, silahsızlanma çerçevesinde, kapsamlı bir uluslararası güvenlik sistemine ihtiyaç olduğunu ve bunun mümkün olduğunu genel olarak kanıtlama" (Gorbaçov, Ekim Devrimi ve Perestroika) amacına yöneliktir. Oysa bir kez barış sorunu "stratejik amaç ve yönelim" çerçevesinde ele alınınca ve kapitalizmin sağlam bir barışın önünde engel olmadığı sonucuna ulaşılınca, diğer çeşitli sorunlara yaklaşım da, uzlaşma esasına dayanmaktadır. Bu noktada sınıflar savaşının yadsınması, uygarlık krizi ve "yeni düşünme sistemi"nin doğal bir sonucu olmaktadır.
"Toplumsal sistemler olarak sosyalizm ve kapitalizm, uzun süre başlıca antagonist gelişme mekanizması diye adlandırılabilecek bir şeyle birbirlerine bağlıydılar. Kuşkusuz bu durum, ticari, kültürel, politik ve diğer ilişkileri ve değiş tokuşları dışlamadı. Ancak, sosyalizm ve kapitalizm açısından harekete geçirici dış etki, sözü edilen bu ilişkiler ve değiş tokuşlar değil, karşıt sistemlerin birbirlerinin varlıklarına meydan okumalarıydı. Karşılıklı mücadelenin bu etki ile bağlı biçimleri, sistemlerin iç gelişmeleri açısından ne tür olumsuz sonuçlara yol açmış olursa olsun, bu etkiyi önemsememek olmaz.
Ama bu antagonist mekanizma, nükleer çağ öncesinde oluşmuş ve etkide bulunmuştur. Şiddetten arınmış bir dünyaya yönelmenin devrimci anlamı, insanlığın varlığını tehdit eden ve ilerlemeyi engelleyen bu mekanizmanın parçalanmasını zorunlu kılmasındadır. Karşılıklı bağımlı, bütünsel ve patlamaya hazır bir dünyada, "sizin için ne kadar kötüyse, bizim için o kadar iyidir" ilkesi artık geçerli değildir. Dünyanın ilerlemesinin yeni formülünün en önemli özelliklerinden biri, taraflardan birisinin ilerlemesi onun karşıtının yıkımını getirmemelidir, bu karşıtın tarihsel yokoluşa sürüklenmesini gerektmemelidir, kendi ideolojik ve sosyal anlayışlarını uluslararası ilişkiler alanına taşımayarak, barış içinde birarada yaşama becerisini gerektirmelidir."(Tezler, Y. Açılım)
Görüldüğü üzere, kapitalizm artık kendisini üreten, geliştiren bir sistem olarak kabul edilmekte ve kapitalizm ile sosyalizmin rekabet ve işbirliği içinde uzun bir dönem yanyana yaşamak zorunda olduğuna inanılmaktadır. Çağdaş dünyanın sorunlarını biraz olsun yakından izleyen bir insan için, bu öyle yeni bir çıkarım ya da yeni bir düşünme biçimi değildir. Tersine, emperyalizm sürecinin çözümlenmesinden, tek ülkede sosyalizm anlayışının oluşturulmasından bu yana, bu olasılık her zaman ve kendisine marksist diyen herkes tarafından kabul görmüştür. Lenin bunun canlı örneğidir.
Emperyalizmin, asalak, can çekişen ve çürüyen kapitalizm olarak nitelenmesine rağmen, kapitalizm yok olmamıştır ve görünen o ki daha uzun bir süre yaşayacaktır. Bu arada dünya bilimsel ve teknolojik bir devrime sahne olmuş, termo nükleer silahlanma, kapitalizmin emniyet sibobuna dönüşmüştür. Bilimsel teknolojik devrimin dönüştürücü etkileri, kapitalizmin yaşama olanaklarını genişletmiş, üretim süreci üzerindeki etkileriyle, endüstrileşmenin anlamını farklılaştırmıştır.
Ancak bütün bunlar ne kapitalizmin farklılaşması anlamına gelir ve ne de buradan hareketle sınıflar savaşını, insanlığın ilerletici dinamiği olmaktan çıkarır. Dahası, Lenin'in emperyalizm anlayışı, böyle bir teorik çerçeveyi zaten içermemektedir.
"Çürüme eğiliminin kapitalizmin hızlı gelişimini önleyeceğini sanmak yanlış olur. Önlemez. Bütünüyle kapitalizm, eskiye oranla çok daha büyük bir hızla gelişmektedir."(Lenin, Emperyalizm)
Kapitalizm, bir sistem olarak, genişletilmiş yeniden üretime dayanan, artı değer sömürüsü üzerinde yükselen ve bağımsız üretim birimlerinin anarşik rekabeti aracılığıyla piyasada gerçekleşen bir üretim biçimidir.
Bu özellikler, Marx'tan bu yana temelde değişmemiştir. Emperyalizmi can çekişen kapitalizm yapan neden de, onun gelişmesinin aldığı son biçim olmasından kaynaklanmaktadır. Çünkü tekelleşme ile birlikte, kapitalizmin gelişmesinin kaynağı olan yeni pazarlar olanağı ortadan kalkmıştır. Rekabet daha derin biçimde ve daha az sermaye grubu arasında, paylaşılması tamamlanmış pazarlara yönelik olarak sürmek gibi bir zorunluluğun üzerinde yükselmiştir. Dolayısıyla, gelişmesi de teorik olarak tamamlanmıştır.
Öyleyse durumu nasıl açıklayacağız? Can çekişen kapitalizmin hala yaşamasının sırrı nedir? Bunun cevabı kapitalizmin farklılaşması olamaz. Tek bir karşılığı vardır; üretimin yaygınlaşması ve bunun sonucu olarak, emperyalizmin dünya halkları üzerindeki sömürüsünün başlıca biçimi haline gelen yeni sömürgecilik...
SBKP, bu olgunun öneminden ve emperyalizme kazandırdığı olanakların sınıflar kavgasının yönelimi üzerindeki etkilerini ölçmekten her zaman uzak durmuş, yeni sömürgelere ve ulusal kurtuluş hareketlerine yaklaşımında hep mesafeli olmuştur. Bu durum, sorunun boyutlarını kavrayamamaktan çok, partiye hakim olan ekonomik indirgemeciliğin ve statükoculuğun bir sonucudur.
Bir kez daha tekrarlayalım; emperyalizm, 2. Dünya Savaşı'ndan büyük kayıplarla çıkmış, ve bu süreçte de dünya topraklarının üçte biri, emperyalizmin denetiminden çıkmıştı. Karşısında güçlü ve gelişen bir sosyalist blok ile ulusal kurtuluş hareketleri dalgası vardı. SBKP, bu sürecin yeni bir paylaşım savaşıyla sonuçlanacağına inanıyordu. Tarihsel kaçınılmazlığın bu kaba yorumu, sürecin içerdiği çelişki ve ilişkilerin kavranamamasının açık bir örneğiydi.
Emperyalist-kapitalist sistem, savaştan ekonomisini büyük oranda askerileştirerek ve ABD'nin yüklendiği hegomonyacı rol ile çıkmıştı. Bir savaşın sistemi ve hatta bütün bir insanlığı yok edebileceği olasılığı, sistem ülkelerini entegrasyona zorlamış, emperyalistler arası çelişkinin derinleşmesi, emperyalizmle sosyalizm arasındaki çelişki, ve bunlara eklenen termo-nükleer silahlanma olgusu, yeni bir paylaşım savaşı sonucunu doğurmamıştı. Tersine, bütün bunlardan rekabet ve çatışmanın son bulması anlamına gelmeyen bir entegrasyon doğmuştu.
Emperyalist kapitalist sistem açısından bu dönemde, iki önemli olgu yaşamanın ve gelişmenin öne çıkan yolları oluyordu. Bilimsel teknolojik devrim ve yeni sömürgecilik... Her ikisi de emperyalist sömürü ilişkilerini temelde farklılaştırmıyor, artı değer olgusunu ortadan kaldırmıyor, ama ona büyük oranlara yükselen bir üretkenlik kazandırıyordu.
Üstelik bu, durağan bir süreç değildi, sabitleşmiş yöntemlerin üzerinde yükselmiyordu. Tersine, kendini yeni tekniklerle sürekli yenileyen yoğun bir süreçti. Örneğin, yeni sömürgecilik, başlangıçta ithal ya da ihraç ikameciliğine dayanırken, üretim araçlarının evriminin sağladığı olanaklarla, bu sömürü tekniklerini yoğunlaştıran, birikim olanaklarını arttıran fason sanayicilik ya da "yeni" ikamecilik türünden gelişmelerle sürüyordu.
Değişmeyen, emperyalizmi bağımlı ülkeler için ekonomik-siyasal-toplumsal düzeylerde, içsel bir olgu durumuna getiren, ülke iç pazarının yeni olanaklar ve tekniklerle genişletilmesine dayanan, temel nitelikti. Pazarlar gerçekte değişmiyor ya da büyümüyor, ama üretim araçlarının evrimine bağlı olarak, yeni birikim olanakları sağlayacak şekilde değerlendiriliyordu.
Kısacası yeni sömürgecilik, emperyalizmin can damarıydı. Dolayısıyla, bu can damarının kopartılmasına karşı tepkisi, her zaman çok yüksek oldu. 2. Dünya Savaşı'ndan bu yana geçen zaman, emperyalizmin sayısız katliamları ve kırımlarıyla doludur. Yakın zamanın çıplak gerçeklerine rağmen, barış sorununun sağlıklı bir çözümünün, kapitalizmin varlığı nedeniyle mümkün olmadığını görememek, ancak SSCB'deki statükocuların ve uzlaşma politikalarının bilinçli bir teorileşmesiyle açıklanabilir.
Dolayısıyla, 'uygarlık krizi' kavramı, tanımlanması ve içeriği anlamında son derece yanlış bir kavramdır. "Bu yaklaşım, çağdaş krizin köklerinin kapitalizmin krizi açısından karakteristik olan toplumsal, sınıfsal anlaşmazlıkta aranmasına yönelmemektedir. Bu kökleri, çağdaş insanlık ile doğa arasındaki, tekniğin gelişmesi sonucu ortaya çıkan sorunların arasındaki çelişkide aramaktadır." (G. Vodolozov,Y.Açılım)
Bilimsel ve teknolojik devrimin, günümüz açısından taşıdığı önem ve üretim sürecindeki etkileri tartışma götürmez. Emperyalizm, çok uzun yıllardır, bilimsel çalışmaları, üretim sürecinin bir parçasına dönüştürmüştür. Bilimsel teknolojik devrimin canlı emeğin önemini arttırdığı açıktır. Çünkü, canlı emek, maddi hareket etkenlerinin artan bir bölümünü harekete geçiriyor, kendi çevresinde döndürüyor. Gerçekte el emeği az kalifiye olan emek üretiminden uzaklaşıyor. Giderek daha çok zihinsel bir karakter kazanan emeğin, bilimsel teknik emeğin, yaratıcı, doğa ve üretim süreçlerini dönüştürücü, zorunlu toplumsal değerleri yaratan emeğin rolü artıyor. Mühendis ve teknikerlerin değil, aynı zamanda bilim adamlarının, çok çeşitli faaliyet alanları temsilcilerinin ve bu arada 'üretici olmayan alana' geleneksel olarak dahil kişilerin, giderek artan biçimde üreticiler kategorisine girdikleri görülmektedir.
Bunlar genelde doğrudur, ama işçi sınıfı kavramının farklılaşması gibi bir anlam taşımaz. Bir kez, bu süreç, daha çok metropoller düzeyinde kalmıştır ve üstelik belli stratejik sektörlerde geçerlidir. Ekstantif karakterli sektörler ve bütün olarak dünyanın güneyine henüz yabancı gelişmeler durumundadır. İkincisi bu gelişmeler, artı değer ve ona tabi kategorileri ortadan kaldırmamakta, tersine yoğunlaştırmaktadır. Proletarya üzerindeki sömürünün nicelik anlamıyla farklılaşması başka şeydir, nitelik değiştirmesi çok daha başkadır. Ama bu önemli olgunun üstü örtülerek, ciddi bir teze ulaşılmaktadır:
"Eğer soruna insanlığın temel kaygısı olan soyunu devam ettirme açısından bakarsak; o zaman görüyoruz ki, 'bilimsel teknik devrim öncesi' döneme ait işçi sınıfı, en azından kapitalist olmayan dünya ülkelerinde, bu acil toplumsal amacın gerçekleştirilmesi mücadelesinde öncü olamamıştır. Tek bir sınıfın (bu en ileri sınıf bile olsa) insan uygarlığının korunması ve yeniden yapılandırılması gibi muazzam ve kapsamlı bir görevin üstesinden gelebilmesi hemen hemen olanaksızdır. Bu durum gözönüne alındığında, toplumsal ilerlemenin öznesinin basit biçimde değiştirilmesi değil, onun daha geniş bir temelde oluşturulması zorunluluğu açık biçimde ortaya çıkmıyor mu?" (Tezler)
Burada da Marksizm'in temel anlayışlarından birinin çarpıtılması ile karşı karşıyayız. Marksizmin hiç bir ustası, ya da hiç bir önemli teorisyeni, işçi sınıfının insan uygarlığının korunması ve yeniden yapılandırılması görevinin üstesinden tek başına gelebileceğini iddia etmemiştir, etmez. Söylenen şey, çok daha başkadır.
Proletarya, Marx'ın anlatımıyla, "bütün toplumu kurtarmakla kendisini de kurtaracak olan sınıftır" ve gücü; örgütlenmeye ve disiplinli bir harekete yatkınlığından, kapitalizmin diğer sınıf ve katlarının tersine, üretim araçlarına sahip olamamasından ve kendi emeğinden başka satacak şeyi olmamasına rağmen, üretim sürecinin temel dayanağı olmasından kaynaklanır. Marx proletaryayı şöyle tanımlamıştır:
"Köklü zincirleri olan, sivil toplumun içinde bir sınıf olduğu halde sivil toplumun bir sınıfı olmayan, bütün sınıfların çözülüşünü simgeleyen, acıları evrensel olduğu için, evrensel bir nitelik taşıyan, kendisine yapılan haksızlık özel değil genel bir haksızlık olduğu için, yalnız kendisinin kurtuluşunu değil, bütün toplumun kurtuluşunu amaçlayan bir sınıf. Geleneksel bir statü değil, sadece insanca bir statü isteyen, siyasal düzenin kimi sonuçlarına değil, bütün sonuçlarına karşı olan ve kendisini bu bütün alanlardan kurtarmadıkça kurtulmasına olanak bulunmayan, kısacası insanlığın toptan yitirilmesi demek olan ve ancak insanlığın toptan kurtulması halinde kendisini kurtarabilecek olan bir sınıf... İşte bu sınıf, proletaryadır." (Marx, 1844 Elyazmaları)
Proletarya, bir ülkenin nüfusunun çoğunluğunu oluşturmaz. Ama o ülkenin can damarları, sanayi işletmeleri, limanları, ulaşım, iletişim, enerji sektörleri, yeraltı ve yerüstü kaynaklarını değerlendiren işletmeleri, bu sınıfın üzerinde yükselir ve onun siyasal eylemi, bütün bu faaliyetlerin bir anda felç olmasına, ülkeyi sarsmasına yeterlidir. Lenin'in sözleri, hala geçerliliğini sürdürmektedir.
"Kapitalist bir ülkede proletaryanın gücü, toplam nüfusun içindeki oranına nazaran sınırsız biçimde daha fazladır. Bu, proletaryanın, bütün kapitalist ekonomik sistemin merkezi noktalarının, sinir merkezlerinin altında, ekonomik ve politik bakımdan emekçilerin büyük çoğunluğunun gerçek çıkarlarının temsilcisi olması nedeniyle böyledir."(Lenin, 1919 Yılı)
Ne varki bunlardan; proletaryanın, yalnızca bu gücünün bilincine ulaşarak ve bu bilinçten hareketle siyasal eylemi yoğunlaştırarak, bütün bir insanlığı tek başına ilerleteceği sonucu çıkmaz. Sahip olduğu nitelikler, proletaryayı elbette bu sürecin başlıca unsuru yapar.
Sömürücü sınıf ve katların direncini kırmak, iktidarı korumak, sosyalizmi kurmak ve böylece bizzat halkın mutluluğunu sağlamak, toplumsal ilerlemeyi nesnel bir gerçekliğe dönüştürmek ise, ancak proletaryanın bütün çalışanlarla ve demokratik güçlerle oluşturacağı sağlam ittifaklarla, kısacası geniş halk kitlelerinin ortak hareketliliği ile mümkündür. Yani proletarya tek başına toplumsal ilerlemeye gerçeklik kazandıran güç değil, toplumsal ilerlemenin lokomotifi, devindirici gücüdür.
Proletarya demokrasisi de, ancak kentlerin ve kırların proleter olmayan tabakalarıyla ve herşeyden önce de köylülükle sağlam temellere dayanan bir ittifakla anlam kazanır. Tersi durumda, proletarya demokrasisinin toplumsal pratik içinde aldığı biçim, proletaryayı diğer sınıf ve katlardan yalıtan bir çarpıklığa dönüşür. Diğer toplumsal katların desteği yeterince sağlanamadığı, onlarla sağlam bir ittifaka dayanılamadığı için; proletarya söylemi sadece yeni iktidar sahiplerinin bir kalkanı olarak kalır. Proletarya hakimiyeti ancak kağıt üzerindeki sözlere hapsedilir. Dolayısıyla da, totalitarizme özgü yöntemlerin kullanılmasının meşrulaştığı bir iktidara yol verilmiş olunur, proletarya demokrasisinden uzaklaşılır.
Proletaryanın sınıf olarak sahip olduğu içeriğin abartılması ve bu abartılı ölçülerin sonucunda, onun işlevinin azaldığı düşüncesine ulaşılması, yeni bir olgu değildir. Marks, bu türden sapmalar için şöyle demişti:
"Demokratlar halk kelimesini kutsallaştırmışlardır, siz de proletarya kelimesini kutsallaştırıyorsunuz, tıpkı demokratlar gibi, olayların yerine kelimeleri geçiriyorsunuz. Biz emekçilere diyoruz ki, sadece yaşama koşullarını değil, kendinizi de değiştirmek için mücadele etmeniz gerekiyor." (Franz Mehring, Karl Marks)
SBKP'nin proletaryanın farklılaşması tezinin dayandığı "proletarya" da bu şekilde tasarlanmış bir kavramdır ve bu abartılmış kavramdan yola çıkılarak oluşturulan ölçüler, günümüz dünyasına uymayacağından, rahatlıkla ihtilalci teori budanmakta, statükoculuk yüceltilmektedir. Kuzeyin metropollerindeki işçilerden yola çıkılarak ve dünyanın güneyi bütünüyle atlanarak tez yaratılmaktadır.
Oysa gelişmiş ülkelerde bile esktantif sanayileşme aşılmış değildir. Kaldı ki bu da yeterli bir ölçü olamaz, çünkü artı değer kategorisi, kapitalist sistemin temelinde yer almayı sürdürmektedir. Emperyalizmin dayanağı olan yeni sömürgelerde ise, kaba ve fahiş bir sömürü yine vardır. Bu konuda burjuva ideolog Samuelson'un sözleri, SBKP'nin yaklaşımından daha gerçekçi olmayı sürdürüyor:
"Gelişmiş ve az gelişmiş ülkeler arasındaki karşıtlığı anlayabilmek için; az gelişmiş bir ülkede, örneğin El Salvador'da, Hindistan'da veya Nijerya'da yaşayan yirmi bir yaşında tipik bir vatandaş olduğunuzu varsayın. Yoksulsunuz, üretip piyasaya sürmeden tükettiğiniz malları da hesaba katsanız bile yıllık geliriniz yüz dolardan düşüktür. (...) Ömrünüzün uzunluğu hakkındaki olasılıklar, ileri ülkelerdeki ortalama vatandaşınkinin yarısı kadardır. Zaten kardeşlerinizin ikisi ya da üçü rüştüne varmadan ölmüştür. (...) Asya, Afrika ve Latin Amerika vatandaşı olarak, dünya nüfusunun %70'ini oluşturuyorsunuz, buna karşılık dünya gelirinin ancak %20'sini aranızda paylaşmak zorundasınız. (Bugün Asya, Afrika ve Latin Amerika nüfusunun dünya nüfusu içindeki payı %70'in üzerine çıkmış, geliri ise, %20'nin altına inmiştir ve bu oransızlık giderek derinleşmektedir.) (...) Yoksullar ve zenginler arasında daima farklar olmuştur.
Neden az gelişmiş ülkeler sorunuyla bu kadar ilgileniyoruz? Bu ilgimizin nedenlerini sıralarsak durumu daha iyi anlarız: İleri ülkelerde gelir farkları küçülürken, ileri ülkelerle az gelişmiş ülkeler arısndaki gelir farkları, tam tersine büyümektedir. (...) Endonezya, Hindistan ve diğer az gelişmiş ülkelerde hayat standartları çok az düzelmiş ve hatta bazı bölgelerde bozulmuş bulunmaktadır. (...) İnsanların midelerini doyurun, böylece komünist olmalarına engel olursunuz derler. Bu iddia doğru değildir. Sefalet içindeki insanlar isyan edemezler, geçmişin büyük ihtilalleri (örneğin Fransız ve Rus ihtilalleri) belli bir iktisadi gelişme başarıldıktan sonra olmuştur. Buna rağmen, gelişme sorununa sırtımızı çevirmemiz, bizim için felaket olabilir. (...) Sefiller başkaldıramazlar, şimdilik korkmayın. Ama bir gün akılları başlarına gelirse, biz para babalarının çanlarına ot tıkayabilirler. Bu yüzden gene de dikkatli olalım. (...) Dünya nüfusunun altıda birinden az kısmı gelişmiş ülkeler grubunda yaşamaktadır." (B. A. Samuelson, İktisat)
Proletaryanın farklılaştığı yönündeki görüşler, aynı zamanda burjuvazinin de farklılaştığı görüşünü içerir. Bu iki sınıf aynı bütünün kutuplarıdır ve birinin dönüşümü ya da evrimi, ötekinin de evrimiyle mümkündür. SBKP revizyonizmi, proletarya kavramının farklılaşması, genişlemesi ve artı değer kategorisinin ortadan kalkmasıyla birlikte; büyük sermayenin de, gerek kendisini yeniden üretme ve gerekse de üreticilerle ilişkiler bağlamında farklılaştığını açıkça söylemektedir:
"Büyük sermaye, bazen kendi ayrıcalıklarının bir kısmından bile vazgeçerek, üretimin yönetimine ve kâra katılımı öngören çeşitli sistemler yardımıyla, ücretli emeğe özgü olan yabancılaşma olgusunun üstesinden gelmeye yöneliyor."
Dolayısıyla, bir bütün olarak üretim sürecinin de farklılaştığı, kapitalizm ve sosyalizmin uzlaşmasına uygun bir çerçeveye yönelindiği ileri sürülmektedir:
"Endüstriyel ekonominin mantığı, çok çeşitliliğin ortadan kalkmasına, toplumun tek türdenleşmesine, toplumun tüm alan ve sektörlerinde tek bir endüstri örgütlenmesine yol açıyor. Her özel faaliyet türüne; tek, ortak bir ölçüt ile değil, ona özgü bir ölçüt ile yaklaşılmasına neden oluyor. Bu yaklaşım, faaliyet türü için en uygun olan örgütlenme biçimlerini sağlıyor. Endüstriyel ekonomi için, olgunluğa giden yol, çok çeşitlilikten tek çeşitliliğe doğru bir hareket anlamı taşırken, bilimsel teknik ekonomi için, bu yol tersi bir doğrultuyu öngörüyor. Bu ise, yalnızca evrensel, girişken insanın oluşumunun çok çeşitliliğini değil, aynı zamanda onun kendisini geliştirmesinin pratik biçimlerinin de çeşitliliğini sağlıyor." (Tezler)
Bu yaklaşım birçok belirlemenin de alt üst olmasını ve "eski"nin yerine "yeni" saptamaları, buradan da yeni programları kaçınılmaz kılar. Örneğin, dünyaya yön veren çelişki ve ilişkilerin yeniden belirlenmesi ister istemez gündeme gelecektir. Çünkü, "şiddetten arınmış bir dünyanın kurulması yolundaki stratejik amacın bu yönleri, kendi içinde anti-kapitalist bir potansiyel barındırıyor ve kapitalizmi kimi temel özelliklerinin kendi karşıtlarına dönüşümünün yeni bir aşamasına götürüyor." (agy) Artık yön verici olan eski çelişkiler değil, uygarlık krizidir, deniyor ve bu krizin aşılması da, eski antagonist çelişki saptamalarının tam olarak terkedilmesiyle mümkündür. Gorbaçov'un şu sözleri, bu perspektifi yeterince verecek kadar açıktır:
"Uygarlık, sistemleri ve ideolojileri ayıran çizgiden daha çok, sağduyu ve insan soyunun korunma duygusu ile sorumsuzluğu, ulusal egoizmi, önyargıları, kısacası, eski düşünceyi ayıran bir çizgiye ulaşmış bulunuyor." (agy)
Bu durumda, emek ile sermaye arasındaki farklılaşma nasıl bir biçim alacaktır? Üretim sürecinin temelden değiştiği varsayıldığına, hem proletaryanın ve hem de burjuvazinin farklılaştığına inanıldığına göre, dünya nasıl bir biçim alacaktır? Kapitalizm ve sosyalizm, yani bugüne kadar çatışan iki sistem, bilimsel teknolojik devrimin açtığı yeni ufuklarla; toplumsallaşma ve desantralizasyon, insan soyunun yok olmasına karşı tavır gibi paydalarda buluştuğuna göre, burjuvazi ile proletarya arasındaki tarihsel çelişkide farklılaşmakta, sorunun ancak bir biçimi, çelişkinin özel bir biçimi olmaktadır.
"Toplumsal ilerlemenin bütün öznesi, şimdi ortak karşıtına karşı koyma temelinden çok, insanlığın varlığını sürdürmesi ile bağlı olan olumlu amaçların ortaklığı temelinde, uygarlık krizinden çıkılması ve şiddetten arınmış bir dünyaya doğru ilerlenmesi adına oluşmaktadır. Kuşkusuz karşıt yok olmuyor, daha özgün bir biçimde, örneğin genel olarak tekelci burjuvazi biçiminde değil, onun militarist askersel-endüstriyel fraksiyonu olarak beliriyor. Toplumsal ilerlemenin yeni bütünsel öznesi, olumlu amaçların gerçekleştirilmesi olarak, belirli bir karşıta 'karşı birlik' biçiminde anlaşılan daha önceki devrimci sürecin akımları karşısına konulamaz. Ama ağırlık merkezinin olumsuzlama görevlerinden kurucu görevlere doğru yer değiştirmekte olduğunu söylemek mümkündür. İşte bu nedenle, gerçekçi bir eylem programı böylesi bir önem kazanmıştır." (agy)
Çelişkilerin bu düzeye indirgenmesi ve her şeyin uygarlık krizini aşmaya bağlanması, varlığı kapitalizmle özdeşleştirilmekten önemle kaçınılan olumsuzlukların aşılması yolunda mücadeleye de reformist bir içerik kazandırmaktadır.
"İlerlemenin çeşitli güçleri arasında önceki ayırdedici birçok çizgi, yeni görevler karşısında anlamını yitiriyor. Tüm tarafların 'çok bilmişlik kibirinden' vazgeçmesi, gerçeğin birlikte aranması ve diyaloga hazır olunması, her koşul ve durumda lider olma iddiasından uzaklaşılması, daha esnek ve demokratik örgütsel yapıların yaratılması; işte tüm bunlar, ilerici güçler ile onların 'kriz karşıtı güçlerin birliği' çerçevesinde yeni işbirliği biçimleri arasındaki mevcut ya da olası yapay engellerin aşılmasına götürüyor." (agy)
SBKP'nin sahip olduğu mücadele perspektifi en temelde budur ve Gorbaçov'un "yeni düşünme biçimi" dediği şey de, görüldüğü gibi uzlaşmacılığın yeni bir biçiminden başka şey değildir.
Böylece, uygarlığın bir kriz içinde, bir yok olma tehlikesi içinde bulunduğu ve kapitalizmin, geçmişte yapılan belirlemelerin tersine çürüyen değil, kendisini üreten bir sistem olduğu belirlemesine varılmaktadır. Buradan hareketle, bilimsel teknolojik devrimin açtığı olanaklarda bu iki sistemin buluştuğu sonucuna ulaşılmaktadır. Gerçi, bunun ogünden sağlandığı söylenmiyor, ama kanallar bu yola açılıyor ve böyle bir uzlaşmanın mümkün olduğu söylenerek, bu uzlaşma devrimciliğin yeni biçimi olarak tanımlanıyor.
Eski reel sosyalizm revizyonizmine göre, toplumsal mülkiyet olarak o güne kadar, hep devlet mülkiyeti ifade edildi ve bu sahipsiz bir mülkiyet anlayışıydı. Öte yandan, toplumsallaşma ve desantralizasyon bir arada düşünüldüğünde, daha çok da ekonomik bir kategori olarak alındığında, kapitalizm ile sosyalizm arasındaki farklar asgariye indirgenmektedir. Sosyalizmin kapitalizme alternatif olduğu sözü, bu durumda giderek anlamsızlaşır. Çünkü aradaki çelişkiye antagonist olmaktan çıkmış gözüyle bakmak ve iki sistemi, ortak amaç ve özelliklerde buluşturmak, devrim olgusunun ve sistemler arası farklılıkların açıkça yadsınmasından başka bir anlam taşımaz.
Gorbaçov'a göre, bu yeni düşünme biçimi, kalıcı barışı ilerletmenin imkanlarının teorik yöntemlerini incelemektedir. Bu amaca ulaşmak hem zorunludur, hem de uygulanabilir. Güçler arasındaki karşılıklı ilişkileri yöneten yasalar belirlenmelidir ki rekabetin, çelişkilerin ve çelişen çıkarların içinden, istenen sonuçlar elde edilebilsin. Bu bağlamda, bazı zorlu sorular ortaya atılmalı ve karşılıkları aranmalıdır. Bu soruları şöyle çıkarmış Gorbaçov: "Birinci soru, emperyalizmin niteliği ile ilgilidir (...) şimdiki aşamada dünyanın gelişmişliği ve onun karşılıklı bağımlılık ve bütünlüğünün yeni düzeyi veri alındığında, o bünyeyi etkilemek ve onun, daha tehlikeli göstergelerini bloke etmek mümkün mü?" (Gorbaçov, agy)
Böyle bir sorunun ifade edilmesi bile, kapitalist sistem üzerine değerlendirmelerdeki köklü değişimi anlamaya yetmektedir. Militarizasyonun kapitalizmin doğasından kaynaklanmadığına inanılmaktadır. SSCB'de çeşitli çevreler bu soruya olumlu karşılık veriyorlardı. Örneğin, Bilimler Akademisi şöyle diyordu:
"Bu mücadelenin mantığı (şiddetten arınmış bir dünya mücadelesi) sosyalist olmayan dünyada, toplumsal ilerleme güçleri bloğunun oluşmasını getirecektir. Bu blok, bir görevden başka bir göreve geçerek ve bu arada kendisi de gerekli değişimlere uğrayarak, derin toplumsal dönüşümlerin bir öznesi olarak ortaya çıkabilir."
Gorbaçov'un çizdiği çerçeve de bu görüşe uygundur: "Sadece geçen savaşın dersleri değil; fakat aynı zamanda, şimdi bir dünya sistemi olan sosyalizm karşısında, kendi enerjisini tüketmek korkusu, kapitalizmin içsel çelişkilerinin uç noktalara kadar götürülmesine izin verilmesini engellemiştir. Kapitalist ekonomilerde, teknolojik ve örgütsel alt yapı alanında meydana gelen değişiklikler de çelişkilerin yatıştırılmasına ve değişik çıkarların dengelenmesine yardımcı oldu.(...) Geçmişte, faşizm tehditi yükseldiğinde, bir sosyalist ülke ile kapitalist devletler arasında ittifakın mümkün olduğu kanıtlandığına göre, bu şimdi için bir derse işaret etmiyor mu? Bugünün dünyası, nükleer felaket tehlikesiyle, güvenli nükleer enerji ihtiyacı ile çevre tehlikesinin önlenmesi ile karşı karşıya bulunuyor. Bütün bunlar gerçek ve acil sorunlar. Onları kavramak yeterli değil: Pratik çözümler de bulunmalı." (Gorbaçov, agy)
Gorbaçov'un ikinci sorusu, bu ilk soruyla bağlantılı:
"Kapitalizm, militarizmden kurtulabilir mi? Ve iktisadi alanda, onsuz işleyişini sürdürüp geliştirebilir mi?"
Sovyet toplumbilimci Primakov şöyle cevap verdi bu soruya:
"Günümüzde kapitalist sistemin karakteristiği için ilkesel önemdeki soru, onun gelişmesine eşlik eden militarizasyondur. Bu kapitalizmin doğasından mı kaynaklanıyor sorusuna verilecek cevap; görülüyor ki, ikilidir. Hiç kuşkusuz militarizmin yaratılışı, kapitalist toplumun gelişme süreciyle bağlantılıdır. Bununla birlikte bu sonuç, günümüz koşullarında kapitalizmin militarizm olmadan varolma anlayışıyla aynı anlama gelmiyor. Bilindiği gibi, sermaye dünyasında çeşitli ülkelerin ekonomik ve politik yaşamının militarizasyon düzeyinin eşit olmaktan uzak olduğu gözleniyor. Bir dizi Batı Avrupa devleti, geniş ölçekli bir militarizasyona sahip değiller. Savaş sonrası Japonya'sı (...) kapitalizmde militarizmin üretici güçlerin büyümesine zorunlu biçimde eşlik etmediğini kanıtlamıştır. Tüm bunlar bize göre, ekonominin militarizasyonunun ciddi biçimde gelişmiş olduğu kapitalist ülkelerde bile bu sürecin tersine çevrilebileceği konusunu gündeme getirmeyi olanaklı kılıyor." (Primakov, Yeni Açılım)
Gorbaçov ise, yine kesin belirlemelere girmeden, çerçeveyi çizmekle yetiniyor:
"Savaştan beri, ABD ekonomisi askerileştirilmeye doğru yönlendirildi ve buna bağımlıydı ki; bu ilk bakışta ekonomiyi canlandırıyor gibi görünüyordu. Fakat sonra kaynakların anlamsız ve toplumsal açıdan yararsız biçimde boş yere harcanması, astronomik ulusal borca, diğer sorunlara ve hastalıklara yol açtı. En son tahlilde, aşırı askerileştirmenin, iç durumu giderek kötüleştirdiği, diğer ülkelerin ekonomilerini bozduğu ortaya çıktı."
Gorbaçov'un üçüncü sorusu ise şöyle idi: "Kapitalist sistem, halen bekası için gerekli öğelerden biri olan, yeni sömürgecilik olmadan yapabilir mi?"
Ve cevabı: "Üçüncü sorumuza cevap ararken de; durum, çözüme karşı koyar gibi gözükmüyor. Bu alanda da değiştirilebilirlik sözkonusudur. Fakat bu gerçeği anlamayı ve yeni düşüncenin ruhuna uygun olarak pratik eylemlerin ayrıntılı biçimde planlanmasını gerektiriyor."
Aynı günlerde SBKP'nin Türkiye'deki müminleri ise şöyle diyordu:
"Fidel Kastro, 'Eğer durum böyle devam ederse, inanıyorum ki, patlamaya hazır bir ortam yaratabilir' diyor. Bu gerçeğin farkına varan kapitalist ülkeler, kendiliklerinden zaman zaman bazı önlemler almaya yönelmektedir (...) belirli koşullarda yeni krediler açmayı ve faiz indirimlerine gitmeyi planlıyorlar. Bu uygulamalar, daha köklü çözümleri tartışma gündemine getiriyor. Kapitalizm koşullarında yeni sömürgeciliği geriletmek ve ortadan kaldırmak olanaklıdır." (M. Taş, Yeni Açılım)
Toparlayarak, perestroikanın üzerinde yükseldiği ve yeni düşünce biçimi olarak tanımlanan ideolojik çerçeveyi temel çizgileriyle özetleyelim:
+ İnsanlık büyük bir dönüşüm halindedir, ve uygarlık, ekonomik, askeri, ekolojik vb. nitelikteki bir krize tutulmuştur. Bu kriz, genel olarak insanlığın faaliyetleriyle doğanın gelişme yasaları arasındaki çatışma anlamına gelir.
+ Günümüzde devrimci görev bu krize karşı mücadeledir, ve bu kapitalizme karşı mücadele ile özdeşleştirilemez. Çünkü kapitalizmin gelişme olanaklarının yitirilmesinin bir sonucu değildir.
+ Bu yolda ilk elde yapılması gereken termo-nükleer bir savaş olasılığını ortadan kaldırma yolunda çabaları yoğunlaştırmaktır ve dünya kamuoyunun yaptırım gücü, olumlu sonuca ulaşmanın koşullarını olgunlaştırmaktadır. Barış sorununun tam bir çözümünün kriteri, kapitalizmin yok olması değildir.
+ Öte yandan, artık bilimsel teknolojik devrimin açtığı ufuklar, üretim sürecini farklılaştırmış, burjuvazi ve proletaryayı yok etmese de klasik anlamlarının dışında nitelikler yüklemiştir.
+ Geçmiş burjuvazinin yerini artık menajerler almaktadır ve büyük sermaye kendi zararına sonuçlardan hareketle, yabancılaşmayı aşmaya çalışmaktadır. Büyük sermaye kendi varlığının üreticilerin zenginleşmesine bağlı olduğunu anlamıştır.
+ Bu nedenle, çağımızda toplumsallaşma ve desantralizasyon, bir çelişki olmaktan çıkmıştır ve yan yana yaşayabilmektedirler.
+ Bu durumda kapitalist sistem içinde, sistemi olumsuzlarından arındıracak devrimci bir blok oluşturulabilir. Dolayısıyla da militarizasyon ve yeni sömürgecilik, kapitalizm yok olmadan da aşılabilir.
+ İki sosyo-ekonomik sistemden sosyalizm, kapitalizmin alternatifi ve ileri olanıdır. Ama anlaşılan o ki, bu ikisi uzun süre bir arada yaşayacaklar ve bu süreç, kapitalist toplumun ekonomik, siyasal, entellektüel bütün yanlarına dokunarak onun varlık ve evrim koşullarının biçimini belirgin olarak değiştirmektedir.
+ Bunların sonucu olarak, kapitalizme ilişkin eski tanımlamalar ve mücadele perspektifi, artık geçerliliğini yitirmiştir. Militarizasyonun ortadan kalkmasının olanaklılığı, kapitalizmin reformlar yoluyla düzelmesini de olanaklı kılmaktadır.

 
 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92