"Hayır,
Gelecek günler için
Gökten ayet inmedi bize.
Onu biz, kendimiz
vaadettik kendimize"
N.Hikmet
Ülkemizde, sözcüklerin taşıdığı anlamın bütün
içeriğiyle tam bir çözümle dönemi yaşanmaktadır.
Bu çözülmenin acılarını halklar yaşarken; durumu
yaratan güçler, yani egemenler, kesin ölümden
önce 'ne koparırlarsa kardır' yaklaşımıyla hareket
etmektedirler.
Ölüm, bir anlık bir değişim değildir. Ölüm bir
süreçtir. Duruma göre bu süreç, oldukça uzun da
sürebilir, benzerlerine oranla görece daha kısa
da yaşanabilir. Ama ne olursa olsun, hiçbir şey
bir anda olmaz. Ülkemizde beyin ölümü gerçekleşmiştir.
Gövdenin direnen, tıbben yaşamayan ama henüz tam
olarak "öldü" tanımı da konmayan organlarının
can çekişmesi nedeniyle; T.C. şimdilik "yaşamaya"
devam ediyor.
Bu ülkede ekonomi bitmiştir ve onu kurtarmaya
artık ne cuntaların ne de emperyalizmin acı reçetelerinin
gücü yetebilecektir. Devlet siyaseti tam anlamıyla
iflas etmiştir. Devletin ordu dışındaki hiçbir
kurumu iş'ini yapmamakta, yapamamaktadır. Bundan
dolayı da durumu doğru tespit eden Ordu, Kemalizm'in
yaşatılması için neredeyse bütün iş'leri yapmaya
çalışmaktadır.
Fakat emperyalizmin Üçünçü Bunalım Dönemi'nde
gizli işgal altındaki bütün geri bıraktırılmış
ülkelerin "kaderi" olan bu uzun süreli
can çekişme durumu, (objektif devrim durumu) çeşitli
nedenlerle sanılandan çok daha uzun dönemlere
yayılabilmektedir. Deyim yerindeyse; aslında,
emperyalizmin bizim gibi ülkeler için öngürdüğü
ve uyguladığı yaşam biçimi budur: Yarı ölüm hali.
Ya da can çekişme yaşamı, bitkisel yaşam...
Emperyalizmin Üçüncü Bunalım Dönemi özelliklerine
işikin saptamalarımızın, (özellikle SSCB ve sosyalist
sistem kabusları ortadan kalktıktan sonra) dünyadaki
değişik görüş ve eğilimlere sahip ekonomi ve siyaset
çevreleri tarafından farklı versiyonlarla da olsa
savunulduğu görülmektedir. Örneğin, küreselleşme
tanımının içeriği doldurulmaya çalışılırken, emperyalizmin
ulusal ekonomileri tükettiği, ulusal ekonomilerin
her türlü yolunun ve yönteminin tıkandığı savunulmaktadır.
Bu doğrudur. Fakat yeni bir durum değildir. Bu
bağlamda yeni olan tek şey, emperyalizmin bu dönemde
bunu büyük bir özgürlük ve ciddi bir karşı çıkış,
sözü edilebilir karşıt bir güç olmaksızın yapmakta
oluşudur.
Emperyalizm, bir yandan ulusal ekonomilerin bütün
damarlarını kuruturken, bir yandan da milliyetçiliği
körüklemektedir. Birbirine ilk bakışta zıt gibi
görünen bu iki yöntem, milliyetçiliğin ele alınış
ve uygulanış tarzı nedeniyle tam bir uyum içinde,
emperyalizme ve onun yerli işbirlikçilerine hizmet
veren programların ana öğeleri olmaktadır. Dönemin
bu vektörlerine, radikal dinci eğilimlerin geliştirilmesi
ve güçlendirilmesi de eklenince, ülkelerin ve
emeğin bütün değerlerinin hapsedilmesi için gereken
sosyolojik ve psikolojik faktörler yaratılmış
olmaktadır.
Ülkemizin ekonomisi bu sistem içinde tamir dahi
tutmaz biçimde çökmüştür. Türkiye, 2001 yılında
11,5 katrilyon borç ödemek zorundadır. Özellikle
1980 yılından bu yana iç borçlanma, daha önceki
dönemlere nazaran çok daha yüksek oranlarda seyretmektedir.
Devlet, geri ödemeler için kaynak yaratamadığı
için, yeniden borçlanarak borç faizi ödemekte
ve böylece katlanarak büyüyen borçlanmalar sorunu,
iyice içinden çıkılmaz hale getirilmekte, ülke
hergün biraz daha fazla batağa sürüklenmektedir.
Bu durumdan karlı çıkan kurumlar ise, sadece bankalar,
yani finans sermayesi olmaktadır. Ve kuşkusuz
o bankalarla işbirliği yaparak aracılık payını
alan devlet yöneticileri....
Ülkenin ve halkın geleceğini değil, kendisinin
ve işbirlikçilerinin geleceğini düşünen yöneticiler
için başka türlü bir seçim yapmanın olasılığından
söz edilebilir mi? Bir kez daha iktidar, biraz
daha iktidar olmak için geleceği yatırım yapmak
doğru değildir, bugünü cilalamak, bugünü kurtarmak
gerekir. Onlar da aynen böyle yapmaktadırlar.
Hiçbirinin bir diğerinden en küçük farklılığı
olmaksızın. Gün, bir leşi parçalayan akbabaların
günüdür. Yarının şahinlerin günü olması için de
henüz şahinler yumurta kabuklarını kırarak dışarıya
çıkabilmiş değillerdir.
1997 yılında iç borç faizinin ulusal gelire oranı
% 11'lere varmıştı. Bu konuda kabu edilebilir
uluslararası oran % 0,5-1'dir. Aradaki büyük farkın
tanımladığı gerçek, ekonomik bir gerçek değildir.
Düpedüz ve çok çarpıcı bir biçimde siyasal bir
gerçektir. Ülkemizin çürüme ve beyin ölümü gerçeğidir.
Çocuklarımızın bizden daha fazla yoksul ve zor
yaşayacağı, torunlarımızın ise onların sefaletini
bile arayacağı gerçeğidir.
Eğer, "GAYRİ YETER" demezler ise!
Eğer, "gayri yeter" demenin yolunu yordamını
öğrenmezler ise!
"Anamız, bacımız" Çiller'in Hükümeti'nin
işbaşında olduğu dönemde "icraatlarına"
ilişkin günaşırı tekrarladığı pembe tablonun simsiyah
gerçekleri, halefi Yılmaz Hükümeti tarafından
da deşifre edildi, Ordu tarafından da... Hükümetlerin
bir seçim dönemi için dahi devamlılıklarını sağlayamamaları
nedeniyle, bu ülkenin acı ekonomik siyasal, sosyal
gerçeklerini artık sadece "kökü dışarda,
iftiracı ve münferit" biz solcular açıklamıyoruz.
Kendileriyle birlikte onları koruyan ve kollayan
kalkanlarının ve zırhlarının da, "devlet
sırrı" anlayışlarının da çürümesi nedeniyle,
üç günlük iktidar için (yeni hırsızlık olanaklarına
tepeden sahip olmak için) birbirlerinin kirli
çamaşırlarını ortaya dökmeye başladılar. Egemen
kesimlerin sözcüleri arasında tehdit, koz, şantaj,
önemli ve sık kullanılan yöntemler arasına girdi.
Fakat ne yazık ki, karşı devrimin bütün iç sorunları
ve çelişkileri bizler için bir avantaj haline
gelemiyor. Çünkü halklarımız, bu konuda da tıpkı
hafıza zayıflığı gibi kötü bir özelliğe sahip:
Büyük bir hızla kanıksama... Bunun yanısıra, ideolojik
ve politik olarak sağlam ve güçlü; geçmişi ile,
geleceği ile her türlü şaibeden uzak olarak devrimci
sosyalizmi nesnelleştirecek gücün böyle bir dönemde
atılım yapamaması, diğer halk güçlerinin ise,
çeşitli nedenlerle öncülük görevlerini yapabilecek
özelliklerden yoksun olması, döneme devrimci irade
konulabilmesini engelliyor. Halkın olumsuz duruşuyla,
olanaksızlıkları, dünyadaki durumun elverişsizliği
ve ülkemizdeki birçok devrimci yapılanmanın çok
ciddi yanlışlıkları, çeşitli açılardan objektif
koşulların uygun olduğu bir sürecin daha kaybedilmesini
doğuruyor.
Yılmaz-Ecevit Hükümeti, yukarıda verdiğimiz borçlanma
gerçeklerine rağmen "ekonomide büyüme"den
söz ediyor. Verdikleri rakamlara göre; geçen yıl
5,6'ya düşen büyüme hızı, bu yıl %8'e ulaşmış.
Enflasyonun (bilinmeyen) üç haneli rakamlardın
(bilinmeyen) iki haneli rakamlara düştüğünü söylüyorlar.
Bütün bunlarda, rakamlar düzeyinde bir gerçeklik
payı olabilir. Ama esas olan sonuçlar değil, bunların
nasıl gerçekleştirildiğidir. Sözgelimi; eğer ekonomide
büyüme varsa, yarıtımların da aynı oranda gerçekleşmiş
olması gerekir. Yani büyüme hızı, çarpık gelişmeyen
bir ekonomide yatırımlara yansır. Aynı zamanda
yatırımların gerçekten ekonomiyi besleyici, iyi
seçilmiş ve iyi dağıtılmış olması gerekir.
Oysa, bunların gelişme sağladıklarını söyledikleri
durumlarda bile, çarpık ekonomimiz içinde bu temel
gerekliliklerin aksini görüyoruz. Örneğn ithalattaki
artışın ara malları ve tüketim mallarında yoğunlaşması,
ülkemizin zayıf ve yoksullaştırılmış kaynaklarının
bir kez daha, bir kez daha emperyalizmin hizmetine
sunulması anlamını taşır. Bunların "ekonomik
büyüme hızı" diye lanse ettikleri, budur....
Bu arada belirtmek gerekir ki; ülkemiz yeni sömürgeler
içinde bütün tipiklikleri taşıyan bir ülke değildir.
Tarihsel, coğrafi, ekonomik, etnik, sosyal vd.
farklılıklar, temel ve bağlaşık özelliklerin üzerindeki
farklılıkları tanımlamamızı zorunlu kılmaktadır.
Aksi takdirde, 80 öncesi "Sovyet Tipi Ayaklanmacı",
"Çin Tipi Halk Savaşçısı" gibi yeni
tipolojiler içinde hapsolmaktan kendimizi kurtaramayız.
Ülkelerin durumuna ilişkin saptamalar, geleceğe
ilişkin çözümlerin, strateji ve taktiklerin zemini
olduğu için son derece önemlidir.
Dolayısıyla, devrimci Markisit-Leninistler, değil
dönem çözümlemelerinde, güncel analiz ve sentezlerinde
dahi büyük bir titizlikle yere sağlam basmaya
özen göstermelidirler. Günü kurtarmaya çalışan,
kısa vadeli, pragmatik, yapay taktikler, tıpkı
geri bıraktırılmış ülkelerin oligarşileri gibi
böyle yöntemlere rağbet eden devrimcilere de kısa
vadede "birşeyler" sağlar ama halkın
geleceğinin yaratılmasında bunların yeri yoktur.
Bunların halkın mücadele sürecine sadece zararı
dokunur ve gerçek temsilcilerin zorlu yollarının
biraz daha zorlaştırılmasından başka bir işlev
taşımaz.
Ülkemizin tipik bir yeni sömürge olmaması nedeniyle,
soyut ve klasik bir biçimde halkın topyekün yoksulluğundan,
sefaletinden sözetmek, ülkemiz sınıflar ilişki
ve çelişkilerini açıklamaya da yetmemektedir.
Ülkemizde özellikle kayıt dışı ekonominin, kara
paranın, kaçakçılığın, vurgunculuğun, rüşvetin
ve resmi devlet literatürüne giren "işini
bilirliğin" çok büyük bir ekonomik (sosyal,
kültürel) alan olması, egemen kesimler dışında
da zenginlik halkasının varlığını beraberinde
getirmektedir.
Osmanlı'dan beri varlığını koruyan ve kendisini
geliştiren bu halk, 1980'lerden sonra derinliğine
ve genişliğine çok daha fazla büyümüştür. Bugün
dünya fuarlarının en lüks ve en pahalı tüketim
malları Türkiye'den alıcı bulmaktadır. Bugün dünya
elmas tüketiminde Türkiye, Fransa'dan önce ve
Kanada'dan sonra dünya altıncısı olarak yerini
almaktadır.
Bunların yanısıra, ülkemizin ekonomik göstergeleri,
halka, gerçekten emeğini satarak ya da satamayarak
yaşamaya çalışan kesimlere hiçbir bizimde yansımamaktadır.
Yani gelir dağılımındaki eşitsizliğin büyüklügü
ve her geçen gün daha da derinleşmesi nedeniyle,
kara ya da "ak" (ve asılnda bu ülkede
kara paradan daha kirli) paranın gücüne ve bunlara
dayanarak açıklamalar yapan burjuva ekonomistlerin
rakamları ile halkın yaşamı arasında bir bağ,
bir alış veriş yoktur. Yanlış oldu; alış vardır
da, veriş yoktur!...
Devletin yatırım diye ortaya koyduğu rakamların
en büyüğü, inşaat sektörüne ilişkindir. Evet,
inşaat sektörünün genişlediği ve güçlendiği doğrudur.
Ama bu sektör, halkın yaşam seviyesinin iyileşmesine
hizmet eden bir sektör değildir. Tam tersine,
ülkemizin çarpıklıklarının ve gelir dağılımı eşitsizliğinin
en önemli göstergelerinden biridir. Bugün dünya
emperyalizminin burjuvalarıyla Arap Şeyhlerinin
gösteriş zenginliğini "sentezleyen"
arabesk Türk zenginliği, 3-5-15 villa, yat, elmas,
Paris'te yılbaşı (1998 yılbaşında Türk turistler
Paris'te başı çekmiştir) çılgınlığı içinde sadece
tüketmekte, tüketmektedir. Dünya müzayedelerinin
iyi müşterileri, Türklerdir. Yatırımın olmadığı
bir ülkenin "allah tarafından zengin olmuş
bu garip ve arabesk zenginleri, dünya zenginliklerinin
iyi tüketicileri arasına girmişlerdir. Bodrum'da,
yılda en fazla yirmi gün kullanılan ya da hiç
kullanılmayan yirmi bir konut vardır. Ama zenginliğin
bir simgesi olarak Bodrum'da mutlaka bir konut
sahibi olmak zorundadırlar. İstanbul'da 1 milyon
aile ikinci arabaya sahiptir.
Öte yandan büyüyen enflasyona yenik düşen ve yoksulluğu
sefalet sınırına varan çoğunluk, parlamentodan
ve 20 yıl önce umudunu verdiği devrimcilerden
kendini soyutlayarak yüzünü göğe çevirmiştir.
Bu enlem ve boylamda artık onu hangi tarikat yakaladı
idiyse, o şirketin mümini olarak çaresizliğini
öbür dünyanın belkileriyle bastırmaya çalışmaktadır.
Yeni sömürge ekonomileri, kısır döngü ekonomileridir.
Yeni sömürge kültürleri, yapay, güdümlü, eklektik
kültürlerdir. Yeni sömürgelerin ufku yoktur. Emperyalizme
hizmet eden ve ettikçe biraz daha fazla batağa
saplanan bugünü vardır, yarını yoktur. Bu ülkelerin
ufkunu ve geleceğini, ancak "gayrı yeter"
diyebilen halklar yaratır.
Öte yandan, bugün dünyada yeni sömürgeler dışında
da ilginç bir biçimde Marksizme ihtayaç duyanlar
var... Globalleşme denilen emperyalizmin ulaştığı
yeni düzeyin sahipleri ya da belirleyicileri,
bile, bugün içinde bulundukları açmazları çözümleyebilmek
için, aynı zamanda en büyük düşmanları olan son
iki yüzyılın en büyük ekonomisti Marks'a başvurmak
zorunda kalıyorlar. Süngüsü düşmüş, dönek, eskimiş
Marksistler hiçbir şeyden değilse bile bu durumdan
almaları gereken önemli dersler vardır.
Bugün bütün rakipsizliğine ve özgürlüğüne rağmen
emperyalizm öyle büyük bir açmaz içindedir ve
"kağıttan kaplan" olma özelliğini, öylesine
acı yaşamıştır ki; tek tarihsel rakibinin çözümlemelerinden
bir çıkar yol, bir umut aramaktadır.
Emperyalizmin en önemli özelliği ve onu en fazla
besleyen kaynağı, sermayenin uluslararasılaşması
idi. İçinde bulunduğumuz dönemde dörtnala seyreden
bu temel özelliği, aynı zamanda onun yaşamını
tehdit eden en önemli ögelerinden biridir. Onu
besleyen, onu geliştiren özelliklerinin aynı zamanda
onu yok edecek özellikleri olduğunu saptayan Lenin'in
öngörüleri, günümüzde bütün çıplaklığıyla yaşanmaktadır.
Bu momentin halkların güçlü önderliklerinden yoksunluğu
ile çakışması, kuşkusuz tarihsel talihsizliklerle
açıklanamaz. Bu durumun da daha önceki çözümlemelerimizde
değindiğimiz çeşitli nedenleri vardır. Ama sonuç
olarak; sadece bizim ülkemizde değil, dünyada
genel olarak çürümüş ve ölüm kokusu burunları
düşürmüş bir sistemin cenazesini kısa vadede kaldıracak
güç yoktur ve cenaze musalla taşında beklemeyi
sürdürmektedir.
Sosyalizmin prestijinin yeniden yükseleceği önümüzdeki
süreçlerde, yeni sömürge halkları ile birlikte
eski reel sosyalist ülke halkları da bir kez devrimlerin
barikatlarını örmeye başlayacaklardır. Gelişmeler
bunun bütün ipuçlarını veriyor. Yanlız, yeniden
yükselecek dalganın kırılmaması için büyük bir
özen ve nitelik, olmazsa olmaz koşuludur. Henüz
gerektiği gibi örgütlenememiş, güçlenememiş halklar
bu kokusu artış tutan ölüyle yaşamayı sürdürmek
zorunluluğu içindedir. Bir süre daha...
"Küresel Gelişme",
Küresel Çöküşü de İçermektedir
Emperyalizm, Marks ve Engels'i tanımladığı gerçekleri,
Komünist Manifesto'dan 150 yıl sonra acı biçimde
yaşayarak anlamaktadır. O, "Kağıt Kaplan"
espirisini de aynı biçimde ve çok daha acı yaşayarak
anlayacaktır.
Japon ekonomisi, kuşkusuz bizim gibi yeni sömürge
bir ülkenin ekonomisi ile kıyaslanamaz. Dünyanın
önemli zenginlikleri olan ülkelerinden biridir.
Buna rağmen bu ülkenin ekonomisi için "spekülatif
köpük" sönünce (ya da delinince) girilen
resesyondan söz edilmektedir.
Çözülmenin ilk dönemlerinde parsayı toplayan bankacılık
sektörü, şimdi Japonya'da krizden en fazla etkilenen
sektör olma özelliği göstermektedir. Ve krizin
diğer sektörlere yayılması, buradan başlamaktadır.
Komünist Manifesto'nun ekonomi çözümlemeleri tam
da buradan başlamamış mıdır? Kapitalizmin geleceği
için tam da bunlar saptanmamış mıdır?
Japonya'da imalat dışı şirket karları büyük bir
hızla gerilemektedir. Dolayısıyla şirketlerin
borçlanmaları artmaktadır. Borçlanma arttığı için
ekonomik zemin çok daha fazla zayıflamaktadır.
Ekonomik zemin zayıfladığı için borçlanmalar çok
daha fazla artmaktadır. Ve bu kısır döngü sürüp
gitmektedir. Devlet, şirketleri kurtarmak için
onlara sürekli borç vermektedir ve dolayısıyla
sistem bir bütün olarak gerilemektedir.
Gerileme, doğal bir biçimde işsizliği büyütmekte
ve büyüyen işsizlik sistemi bir başka açıdan tehdit
etmektedir. Kapitalizmin Marksistler tarafından
çağ öncesi tesbit edilmiş "arz fazlası"
sorunu, şimdi burjuvazinin ekonomistleri tarafından
ifade edilmektedir. "Japon ekonomisi, kronik
hale gelmiş olan aşırı arz fazlası yüzünden depresyona
girmek üzeredir. Gereksiz fabrikalar, ağzına kadar
dolu ama satış yapamayan dükkanlar, sistemi tehdit
etmektedir."
Çok değil, daha yirmi yıl önce, reel sosyalist
bile olsa kapitalist ekonomi zinciri dışında olan
ülkelerin temel tüketim malları kuyruklarını,
bu ülkeleri yıpratma argümanları olarak kullanan
emperyalizm şimdi açıkça ifade etmektedir ki;
büyük bir tüketim problemi ile karşı karşıyadır.
İnsanlar tüketememektedir ve insanların bu takatsizliği,
kapitalist ekonomiyi de takatsiz bırakmaktadır.
Kapitalizm, tüketim üzerine kurulmuştur. Ama öbür
yandan insanların yoksullaştırılması demek olan
kapitalizm, bu büyük çelişkisini çözümleyebilme
şansına sahip değildir. Bugün onlar, herhangi
bir mal için kuyruğa giren insanları bulsalar,
en büyük reklam araçlarından biri olarak kullanacaklar...
Eski reel sosyalist ülkelerin halkları, (sözkonusu
ülkelere yönelik bütün eleştirilerimize rağmen)
hiç değilse eşit tüketmek üzere temel tüketim
malları için kuyruğa giriyorlardı. Onların uzayan
kuyrukları, insanların o metayı alma ve kullanma
güçlerinin olduğunun bir kanıtı idi. Sözgelimi
bugün ülkemizde kasaplar büyük bir "özgürlük"
içinde, büyük rekabet huzuru içinde reyonlarını
etlerle doldurmaktadırlar. Ama halkın yüzde kaçı,
bir ayın kaç gününde evine et götürebilmektedir.
Götüremediği içinde, kasaplarımızın önünde allaha
şükür eski reel sosyalist ülkelerde olduğu gibi
kuyruklar oluşmamaktadır. Halkın büyük çoğunluğu
kurban bayramından kurban bayramına hayırsever
bir zengin komşusu inayet ederse et yiyebilmekte,
diğer kesim ise zaten allah onlara "yürü
ya kulum" dediği için, eti kasaplardan kilo
ile almamakta, kuzuyu kestirerek derin donduruculara
toptan koymakta ve afiyetle yemektedir.
Bu arada, halkın alım gücünün düşmesinin gerekçesi
olarak devletten ve hükümetlerden soyutlanmış
bir enflasyon canavarından söz edilmekte ve bu
yoksullukların faturası, sözkonusu canavara çıkarılmaktadır.
Enflasyon bin canavar, düzenden ve onun maşaları
olan hükümetlerden soyut bir olgu değildir. Canavar
olan, düzenin kendisidir. Halkı soyan, halkı alamaz,
yiyemez, içemez, giyemez hale getiren, enflasyon,
ya da soyut bir canavar değil, düzenin kendisidir.
Enflasyonun nedenleri; sınıfsal dengesizliklerdir.
Gelir dağılımı bozukluğudur. Bugün ülkemizde,
dünyanın diğer yeni sömürgelerinde bile bu boyutlarda
olmayan bir kamu israfı sözkonusudur. Dünyanın
hiçbir yerinde bu denli fazla makam arabası, koruma,
lojman, devlet görevlilerine tahsis edilen lüks
yoktur. Dünyanın hiçbir ülkesinde bu denli fazla
sayıda kamu çalışanı da yoktur.
Enflasyonun önlenmesi için çok basit ve genel
bir formül vardır: Fiyatlar, faizler, ücretler
dondurulur.
Fakat bunun için; bir seçim hükümeti ya da dostlar
alışverişte görsün hükümeti değil, yurtsever bir
hükümet gerekir. Dolayısıyla bizim ülkemizde enflasyonun
düşürülmesinin koşulları yoktur! Kısa vadede,
yani seçime kadar seçmene şirin gözüküp bir kez
daha o koltuğa oturarak biraz daha parsayı götürmenin
dışında da birşeyler yapmayı hedefleyen bir hükümetin
göreve gelmesi olası değildir. Çünkü bizim seçim
sistemimizden parlemento koltuklarımıza kadar
herşey çarpıktır ve herşey emperyalizmle işbirliği
içindeki bir küçük azınlığın çıkarlarına uygun
olarak düzenlenmiştir. Faşizmin sürekliliği, halkın
temsilini olanaksız kılmaktadır. Arasıra Meclis'e
"yanlış birileri" girmeyi başarırsa,
yaka paça tutuklanıp hapse atılarak, devletin
ve milletin bekası sağlanmaktadır.
Enflasyon, bir ilüzyon, bir hayal dünyası yaratıyor
ve bu düzenin enflasyonsuz var olması mümkün değildir.
Çünkü bütün imajinasyonları bir anda çöker. Eğer
ola ki enflasyon önlenirse, emekçi Topkapı'da
satılan ayakkabıyı, ceketi dahi alamaz hale gelir.
Halkın büyük çoğunluğu, gerçekte bugünkü gelir
düzeyiyle bir ayakkabı, bir ceket alamaz haldedir.
Fakat onu genelde kemiren, tüketen enflasyon sayesinde,
şimdilik bir çarık, bir beşinci kalite ceket alabilmeyi
hayal edebilmekte ve "denk düşürürse"
bunları gıdasından kesmek pahasına alabilmektedir.
Enflasyonun bir diğer tanımı; tüketim beklentisidir.
Hangi sınıftan olursa olsun ve gerçekte yoksulluk
düzeyi ne olursa olsun; enflasyonist bir düzende
herkes bir şeyler alma-alabilme umut ve amacı
içindedir. Bunun için çalışır, bunun için yaşar.
Sözkonusu durum, satıcılar için, mutlaka pazar,
derinleşen yoksulluğun boyutları ne olursa olsun
"satış" anlamına gelir ve yanıltıcı
bir biçimde piyasa varlığını sürdürür...
Öte yandan ülkemizde kırdan kente göç olgusu yeni
çok yanıltıcı bir biçimde işlenmektedir. Sanki
kentlerin zenginliğine ve olanaklarına koşan bir
kır nüfusu vardır ve bu nüfus kentlere, özellikle
de büyük kentlere göçerek "kurtulmaktadır".
Oysa gerçekler, kentlerin büyük yoksulluğuna rağmen
kırların çaresizliğinin bu insanları kusmasında
yatmaktadır. Kır, toprak ve hayvan demektir ve
kırdaki insanın bir ikinci seçeneği yoktur. Toprakların
giderek parçalanma ve diğer nedenlerle daralması,
insanları yeni bir bilinmeze doğru sürüklemektedir.
Kır insanı için, "İstanbul'un taşı toprağı
altın" değildir. O, bunun birlincinde olduğu
halde köyün seçeneksizliği karşısında "belkilerle"
kentlere taşınmaya devam etmektedir. Bu arada,
Kürdistan'da sürmekte olan savaşın sonuçlarından
biri olarak, Kürt nüfus, zorunlu olarak genellikle
en yakın kentlere göçetmekte veya göçettirilmektedir.
Son onbeş yılın en büyük göç nedeni kuşkusuz bu
özel durumdur.
Türkiye Tam Bir Batağın İçindedir
Bugün artık Türkiye'nin tam bir batağın içinde
olduğunu söyleyen kesimlerden biri de; bizzat
sermayenin sahipleridir. Türkiye Genç İşadamları
Derneği, son dönemlerde oldukça ilginç raporlar
yayınlamaya başladı. Bu raporlardan birinde; "Önemli
bir sistem değişikliğinin zorunlu hale geldiği"
söyleniyor. Ülkemiz öyle bir noktaya getirilmiştir
ki; musalla taşındakinin bir ölü olduğunu herkes
ifade etmeye başlamıştır. Çünkü ölü kokmaktadır.
Bir anlamda, ölünün katilleri itirafçılığa başlamışlardır.
Yine TÜGİD raporlarından birinde deniyor ki; "Avrupa
Birliği 65 milyonluk, perişan bir ekonomisi olan
Türkiye'yi ne yapacak? Türkiye'de reformlar hep
askeri iteklemelerle, darbe veya uyarılarla yapılıyor.
Belki de hep böyle olacak.. Sağ partiler sol partilerin
söylemlerini kullanmaktadırlar", öte yandan
İTO diyor ki; "Ülkede tam bir belirsizlik
egemen. İki ay sonra ne olacağını bilemiyoruz.
Üretimi beceremiyoruz. Eşitsizlikler içinde kaos
yaşayan bir ülkeyiz."
Ve herhalde bütün bunların sorumlusu bizleriz!
Çünkü bu ülkenin yöneticileri, muhalefet ya da
iktidar partileri, başbakanları ve işadamları;
herkes şikayetçi... Adamcağızlar ve kadıncağızlar
şikayet etmeyip de ne yapsınlar? Bu ülkeyi emperyalizme
biz peşkeş çektik. Değil yarını, bügünü dahi biz
düşünmedik. Çok küçük bir azınlığın çıkarları
için 50-60 milyonluk nüfusu biz feda ettik. Biz,
öyle bir hırsla ülkeyi soyduk ki, bizden sonra
gelecek yeni soygunculara dahi soyacak birşey
bırkamadık da, o garibanlar artık torunlarımız
üzerinden borçlanarak zenginliklerini arttırma
yolunu tuttular. Bütün bu yakınmaları, yeni soyguncu
yakınmalarıdır. Ülkenin satılacak bir şeyinin
bırakılmamış olması, onların şikayetlerinin sebebidir.
Özelleştirme politikalarıyla, emperyalizmin herşeyin
uluslararasılaşması ve merkezileşmesi amacına
büyük bir sadakatle sarılan hükümetlerimiz, son
"malları" da pazara çıkardılar. Satılan
(özelleştirilen) her kamu kuruluşunun emperyalizme
hizmet açısından özel bir öyküsü, emperyalizmin
ihtiyaç programlarında özel bir yeri vardır. Bir
tarım ülkesi olan (aslında onu da olamayan ama
nüfüsunun yüzde 40'ının kırsalda yaşaması ve sanayının
geriliği dolayısıyla bir tarım ülkesi olarak tanımlanan)
Türkiye'de hayvancılık da bitirilmiştir. Et Balık
Kurumu, Süt Endüstirisi Kurumu ve Yem Sanayii'nin
satılması, yoksul halkın önemli bir kesiminin
tek gelir kaynağı olan hayvancılığın ölümü demektir.
Ve artık eti Avrupa'dan almak zorunda kalacağız.
Avrupa, et fazlasını tüketmek için bu pazara ihtiyaç
duymaktadır. Ortak Pazar'ın ortağı değil, pazarı
olmayı sürdüreceğiz. Sanayi devleri tarım ve hayvancılık
ülkesine et pazarlayacak ve daha çok, daha çok
kazanacak, TEKEL'in özelleştirilmesi sayesinde
ise, ABD tütün tekelleri, zaten içinde oldukları
pazarımızı tümüyle ele geçirmiş olacak.
Öte yandan kamu kuruluşlarının "sudan ucuz"
eşe dosta satılması, sorunun bir diğer boyutu.
Sözgelimi Petrol Ofisi A.Ş'ye 142 trilyon değer
biçilidi. Oysa bu kuruluşun sadece gayrimenkullerinin
değeri 525 trilyon lira. Devletin son malları,
Çarşamba Pazarı'nda akşama doğru tezgahta kalan
çürük dometesleri bir an önce bedava fiyatına
satıp evine gitmek isteyen pazarcının tavrı içinde
satılıyor. "Akşam olunca" da paralar
çuvallara doldurulup Amerika'ya yani "eve"
götürülüyor. Halka ise, paraların valizle mi,
yoksa çuvalla mı götürülmüş olduğu tartıştırılıyor.
Ona bunu tartışmaktan başka hiç bir şey bırakılmıyor...
Sadece satışlarla da kalmıyorlar. Sıcak parayı
da su gibi akıtarak zenginliği besliyorlar. Hükümetin
bir ay içinde verdiği "tevşik" miktarı,
350 trilyon liradır. Yine bu arada, ülkemizdeki
en tehlikeli ve "usta" tarikatçılardan
biri olan Fethullah Gülen'e de koca bir orman
arazisi armağan edildi. Değeri 5 trilyon lira
olan Ankara yakınlarındaki bu arazi, "Hoca
Efendi"ye yarı fiyatına verildi. Neo faşistlikle
yetinmeyip şimdi de neo tarikatçılığa soyunan
Ecevit'in gözdesi Fethullah Gülen, Türkiye'deki
etkin ve yaygın örgütlenmesi, uzun vadele çalışmalarının
yanısıra, CIA, Vatikan'da dahil olmak üzere özel
ve ilginç ululararıs ilişkileri de olan bir şahıstır
ve İslamiyet'i "kullanmayı" en iyi bilen
tarikatçılardandır. Sözün kısası, her anlamda
özelleşiliyor, her anlamda globalleşiliyor...
Sınırlar, Yoksul Halk İçindir
Globalleşme diye ifade edilen emperyalizmin merkezileşme
politikası, doğal olarak karın da merkezileşmesini
getirir. Emperyalizm, zenginliğin yeniden paylaşılması
ve iyi kontrol edilmesi, gücün dağılımının engellenmesi
için bu dömede yeniden paylaşım savaşlarını değil,
globalleşme politikasını tercih etmiştir. Fakat
bu durum, çok büyük felakete gebedir. Sözkonusu
felaket, sadece halklar için değil, kapitalist
sistemin bizzat kendisi için de kapıyı çalacaktır.
Bugün artık dünyada sınır yoktur. Ülkelerin sınırları
harita çizgilerinden öte bir anlam taşımamaktadır.
Bu durum, önümüzdeki on yıl içinde iyice belirginleşecektir.
Sermayenin dili, dini, ırkı, milliyeti yoktur.
Bizlerin kaldırmak, yok etmek istediğimiz sınırları
emperyalizm kendi açısından kaldırmış, yok etmiştir.
Şimdi sınırlar sadece yoksul halklar içindir.
Sınırların mevcut durumu, bütün yakarışlarına
rağmen Türkiye'nin AB'ye alınmaması örneğinde
olduğu gibi yoksul halkları kontrol altında tutmakla
sınırlıdır. Ayrıca emperyalizmin çeşitli nedenlerle
dönem dönem ihtiyaç duyduğu bölgesel savaşlar
için, yoksul ülkelerin sınırları varmış gibi yapılmalı
ve oralarda milliyetçilik sürekli körüklenmeli,
istendiğinde provakee edilmek üzere örgütlenmelidir.
Avrupa'da sınıra ihtiyaç duyulmamaktadır ama Ortadoğu'nun
kardeş halkları, bir karış toprak için birbirini
boğazlamayı sürdürmektedir.
Bir yandan dünyada böyle "ayrıntılar"
yaşanırken, sürece damgasını sermayenin dünya
çapında merkezileşmesi vurmaktadır. Ve bu merkezileşme
süreci devam edecektir. Bugün dünyada 20 civarından
banka, mali piyasanın %80'ine sahiptir. Bugün
dünyanın 10 büyük fonunun yönetimindeki para miktarı,
bizim gibi ülkelerin bütçesinin 70-80 bin katına
ulaşmıştır. Bu oranlar daha da büyüyecek ve dünyayı
denetleyen banka ve fonların sayısı azalmaya devam
edecektir.
Uluslararası sermaye merkezileşmeyi sürdürüyor.
Bizimkiler satışları sürdürüyor. Halkımızın en
yoksul kesimleri dincilerin, tarikatların, hacıların
peşinden gitmeyi sürdürüyor. Devrimcilerimizin
büyük çoğunluğu yanılgılarını sürdürüyor.
Ve öğrencilerimiz ve memurlarımız coplanmayı sürdürüyor.
Onlara deniyor ki: "Susun, suskunluğunuzu
sürdürün. Gürültü yapmayın. Burada ciddi işler
yapıyoruz. Koca bir ülkeyi soymak kolay mı? Dikkatimizi
dağıtmayın."
Onlara gökten ayet indi. Allah, "yürü ya
kulum" dedi. Ve onlar koca bir çağı kararttı.
Bize gökten ayet inmedi.
Yarını ışıtmıyı, "biz kendimiz vadettik",
çocuklarımıza...
|