Sorunların ele alınışı, amaçları ve yöntemleri,
ait olunan sınıflara, toplumsal katmanların çıkarlarına
göre değişiklikler göstermektedir.
Günümüzde, ülkemiz açısından tarihsel sürece, milliyetçiliğin
versiyonlarından -Kemalistler, Aydınlıkçılar, MHP'liler-
bakanlar var, "sivil toplum" açısından
bakanlar var. Marksistler açısından ise sorun, bunca
yıllık ideolojik bombardıman altında emekçi yığınların
bilincinde yer eden/edindirilen milliyetçi ve ırkçı
önyargılarla mücadele etmektir. Faşist düşüncenin
ve hareketin çok işlediği kavramları ortaya koyarak,
dönem dönem konjonktüre bağlı biçimlerde vurgu yapılan
"Moskof. Kalleş Ermeni, Kahpe Yunan, Kalleş
Arap" ideolojik kodlarının arka planını ortaya
koymaktır
Bugün sosyalist mücadelenin, salt var olan ve benimsetilmeye
çalışılan kimliklerin tanınmasıyla ve onlardan köklü
bir kopuşun sağlanamadığı koşullarda yürütülemeyeceği
açıktır. Emek ekseninde uluslar ve dinler üstü bir
toplumsal kimlik/toplumsal ilişkiler oluşturma mücadelesi
yürüterek, egemen ulus kültürü olan Sünni Türk Milliyetçiliği
ile kapsamlı bir mücadelenin önünü açmak zorundayız.
Tarih ve Ayaklanmalar
Şeyh Bedrettin'den Celali İsyanları'na uzanan Tarih
Bilincini, oralardan dönemimize uzanan Onbeş-Onaltı
Haziranları, onbinlerce kişilik l Mayısları ve Politikleşmiş
Askeri Savaş Stratejisinin belirlediği sınıf mücadelesi
ile yığınların gündelik yaşamlarını etkileyen toplumsal
dalgalanmaları iyi anlamak zorundayız.
Anadolu'ya göç dalgaları halinde giriş yapan Türkmen
kabilelerinin, yerleşik uygarlıklarla girdikleri
ilişkiler sonucu sınıfsal ayrımlar derinleşmiş ve
Bizans etkisindeki ilk Türk devlet geleneğini de
oluşturarak kurulmuş olan Anadolu Selçuklu Devleti'ne
karşı ilk büyük başkaldırı, Babailer Ayaklanması
ile gerçekleşmiştir. Anadolu Selçuklu Devleti'nin
külleri üzerinde devletleşen Osmanlılar ise, devletin
kurumlaşmasını ancak "Fatih Kanunnameleri"
ile gerçekleştirmişlerdir. "Fatih Kanunnameleri"nin,
Şeyh Bedrettin İsyanı'ndan sonra gündeme geldiğini
kesinlikle unutmamak ve bu durumun tarihsel analizini
doğru yapmak gerekir.
Resmi kaynaklarda "Fetret Devri" olarak
geçen dönemde gerçekleşen Şeyh Bedrettin Hareketi'ni
izleyen ve "Büyük Kaçgun", "Kırım
Dengesi" olarak adlandırılan Celali İsyanları
dönemi, isyanların bir sürece yayılması ve bastırılabilmesindeki
büyük vahşet ile karakterize olmuş, "Mecburi
İskan'a" tabi tutulan Türkmenlerin, isyanının
bastırılmasında izlenen diri diri kuyulara gömme
yönteminden dolayı bir Osmanlı Paşası, "kuyucu"
sıfatını almıştır. Bu isyanların çoğuna yoksul hristiyan
ve yahudiler de katılmıştır. Türkmen köylülerinin
her ayağa kalkışlarında vahşice kıyımdan geçirilmeleri,
genel bir hareketsizlik ve siyasi kayıtsızlık dönemi
başlatmıştır.
1800'ler sonrası dönem, kırsal kesimde daha çok
eşkiyalar ve efelerle, kentlerde ise birkaç toplu
isyan girişimi ile karakterize olmuştur. Yoksul
türk köylüsü, Osmanlılar "milletlerine"
askerlik yaptırmadığından, Kırım'ın. Plevne'nin,
Kafkasya'nın, Yemen'in ölüm yükünü kendi başına
üstlenmiş ve tam bir kırımdan geçirilmiştir.
Birinci Paylaşım Savaşı'nda üniforma giydirilerek
katledilen, 466.769'u salgın hastalıklardan olmak
üzere 804.000 Türk köylüsünü de, (Milyona yakın
Ermeni'yi de "Tehcir" adı altında) katledenler,
ittihatçılardır. Osmanlı egemen sınıfları, türk
köylüsünü siyasi olarak pasifleştirdikten sona diğer
politikalarını, özellikle Balkanlar'dan gelen göçmenlerin
örgütlenmesi ile çok rahat biçimde uygulamıştır.
Burjuvazinin Yükselişi ve Milliyetçilik
Pazar ilişkilerinin geliştirdiği burjuvazi, pazarda
milliyetçiliği iyice öğrenmesi sonucu; Fransa'da
devrim ile eski köhnemiş bütün ilişkileri sökerek
bayrağına insanların binlerce yıllık özlemleri olan
eşitlik, özgürlük ve kardeşlik yazarak, egemen sınıf
konumuna yükseldi. Bunu izleyen yıllarda kapitalist
sömürgecilikten dünyadaki bütün halklar paylarına
düşeni almışlardır. Osmanlı'nın Islahat Fermanı
ve Tanzimat Fermanı bu sürece ayak uydurma çabaları
olarak güdük kalmış, Askeri-Merkezi Feodal İmparatorluk,
komprador bir niteliğe dönüşmüştür; saray kompradorlaşmıştır.
Avrupa sermayesi ile ilişkilerinden dolayı hristiyan
toplulukların burjuvazileri çok daha hızlı bilinç
edinme şansına sahip olmuşlardır.
Pazara giren burjuvazinin ulusu keşfetmemesi olanaksızdı.
Temel sorun, güvence altında bir pazardır. Dolayısıyla,
ister bu ilişkilerin tarihsel olarak ortaya çıktığı
İngiltere ve Fransa'da olsun, isterse onu izleyen
yıllarda gelişen hareketlerin üzerinde yükseldiği
topraklarda olsun, mutlaka değişik ulusal motivasyonlar
gündeme getirilmiştir. "Uluslaşma" süreçlerinde
Türkler'de İslamiyet'in, Yunanlılar'da Ortadoksluğun,
Sırpça konuşan toplumlardan Hırvatlar'da Katolikliğin,
Sırplar'da Ortadoksluğun, Boşnaklar'da Müslümanlığın
önemli olması dikkate değerdir.
1800'lerde Osınanlılar'da Merkezi Feodalite, yerel
feodaller, eşraf ve ayanlarla geniş köylülük arasındaki
çelişkiler derinleşmiş, dışavurmaya başlamıştı.
Sorun asıl olarak Balkanlar üzerinden geliyordu.
Kapitalist ilişkilerin Avrupa'nın güneyine doğru
yayılması, Osmanlı egemenliği altındaki halklarda
bağımsızlık ve özgürlük duygularını güçlendirmiş
ve hareketlilik artmaya başlamıştı. Zalimlere ve
Tiranlara olan öfke çığ gibi büyüyordu. Balkanlarda
bu dönemdeki isyanlarda çok etkili bir ortak bileşen
görülüyordu.
Fakat belirleyici etken olarak, 1804 Sırp İsyanı
ve onu izleyen 1821 Yunan Bağımsızlık Savaşı, önde
gelen dönemde yaşanacakların ilk kıvılcımları oldular.
3 Mart 1878'de imzalanan Ayastefanos (Yeşilköy)
anlaşması ile Balkanlardaki bağımsız devlet statüsüne
Karabağ, Sırbistan ve Romanya da ekleniyordu. Ayrıca
1877 Osmanlı-Rus Savaşı ile bağımsızlığını kazanan
Bulgaristan ise, bu savaştan topraklarını genişleterek
çıkıyordu.
Osmanlı Bürokrasisi, kendini modernize etmezse,
devlet bekasının tehlikede olduğunu görmüştü ve
devletin temel direği olan askeri örgütlenmeden
dolayı bu alanda Batı'nın yeniliklerini bünyeye
taşıma çabaları başlamıştı. İlk önce Osmanlı padişahlarından
2. Mahmut tarafından Nizam-ı Cedit'le başlayan bu
yenilenme hareketi, 1848'lerde Prusya'lı general
Moltke ve ardından 1883'te gelip 1895'e kadar Osmanlı'da
kalan, Genelkurmay İkinci Başkanlığı yapan General
Goltz sayesinde Alman silah sanayii kendisini Osmanlı'da
tekel ' durumuna getiren bir dizi anlaşmayı imzalamayı
başardı. Alınanların askeri alandaki ve demiryolu
projelerindeki başarıları, ileriye dönük olarak
Ortadoğu petrollerine giden yolu açıyordu.
"Askeri-Sivil-Aydın Zümre", yani bürokrasinin
alt kesimi ve Osmanlı'nın "Miletleri"
örgütleniyor:
Osmanlı Devleti için İngiltere, Fransa, Almanya
ve Rusya'nın hegemonya mücadeleleri, Osmanlı Bürokrasisinin
devleti "kurtarma" yönlü girişimleri ve
örgütlemesi, İttihat ve Terakki ile başlıyor, keza
aynı tarihlerde Ermeni devrimci örgütleri de kuruluyordu.
Belirli gelişme dinamikleri taşıyan Osmanlı Manifaktür
üretiminin kapitülasyonlar vasıtasıyla çökmesi üzerine,
cılız olan işçi hareketinden dolayı çeşitli etnik
temele sahip olan köylülüğün talepleri dışavurmaya
başlamıştır.
Abdülhamit döneminde hazırlanan Kanun-i Esasi'de
Türkçe'nin resmi dil olması, boyunduruk altındaki
halkları asimilasyon tehdidi ile başbaşa bırakıyordu.
Ulusal talepler ve asimilasyon politikaları, çelişkilerin
giderek derinleşmesini sağladı. Balkanlarda elden
çıkan topraklardan gelenlerin Anadolu'da yerleştirildikleri
yerlerde, yeni gelenlerle yerleşik olanların tavırları
arasındaki sorunlar, giderek büyüyordu.
1900'lerin başlarında doğuyu saran devrimci dalga,
Osmanlı'da 1908 Hareketi'ni doğurdu. Abdülhamit'e
muhalif olan herkesi kapsayan hareket, demokratik
bir ortamın oluşmasını sağlamış, yerden biter gibi,
işçi, kadın, etnik örgütler fışkırmıştı.
Jön Türkler içinde İttihatçılar, 1913'te askeri
darbe ile ipleri ellerine alınca, Balkan ve Trablus
Savaşları sonucunda iyice netleştikleri homojen
Türk eksenli bir devlet oluşturma girişimlerine
hız verdiler. Öncelikle içerideki tüm muhalefeti
ezdiler. Sosyalist etkinlikler yasaklandı, önemli
sosyalist isimler gıyaplarında idama mahkum edildiler.
200'e yakın muhalif sürgüne gönderildi.
Dünyadaki gelişmeleri izleyerek hıristiyan topluluklar
için yürürlüğe koymayı taahhüt ettikleri reformları
yürürlüğe koymadan kısa bir zaman dilimi önce, Almanlarla
birlikte savaşa girdiler.
Birinci Paylaşım Savaşı, Etnik "Temizlik"
ve TC'nin Kuruluşu
İşte böyle bir tarihsel arka planda girilen savaş
ve yoksul Türk Köylüsünün içinde bulunduğu siyasi
kayıtsızlık ortamında İttihat ve Terakki, bütün
planlarını, örgütlediği Teşkilat-ı Mahsusa ile yaşama
geçirmeye başlıyor, giderek toprak kaybından kaynaklanan
daralmanın getirdiği psikolojik gerilim altında;
"vatan", "anavatan" sorunu bir
daha tartışılmamak üzere belleklere kazınıyordu.
1800'lerde Alman Emperyalizminin sözcülerinden Rohrbahc'ın
ifade ettiği Ermenilerin Mezapotamya'ya sürülmeleri
ve yerlerine Türk göçmenlerin yerleştirilmeleri
görüşüne istinaden, ilk önce 1800'lerde Kafkasya'da
başlayan sürgün ile gelen Kafkas halkları, Ermeni
reayanın yaşadığı topraklara yerleştirilmiştir.
Arkasından Balkanlarda alınan her yenilgiden sonra,
"Akıncı Fetihçilerin" göç olarak tersine
bir nüfus hareketi yaratması üzerine, Anadolu'ya
gelen göçmenler de aynı topraklara yerleştiriliyor.
1915 Tehcir'i sırasında Teşkilat-ı Mahsusa'nın göçmenlerden
örgütlediği çeteler ile, saldırılar tam bir katliama
dönüştürülüyordu. Batı Anadolu Rumlan ise bu kırımın
yarattığı uluslararası etki sonucu Ermeniler kadar
kırıma uğramasalar da kitlesel bir göçle karşı karşıya
kalmışlardır. Celal Bayar'ın anılarına göre 130
bin, Meclis-i Mebusan tartışmalarına göre 300-500
bin. Bu durumu "Anadolunun yeniden fethi"
olarak tanımlayan Kuşçubaşı'na göre ise 1,5 milyon
Rum Anadolu topraklarından sürülmüş ve bunların
yarısı yollarda ölmüştür.
Araplar ise, bu süreçte Yemen cephesindeki savaşın
yarattığı olumlu koşullardan yararlanarak, bağımsızlık
istemlerini dile getiren çabalar içine giriyorlar.
Birinci Paylaşım Savaşı süresince gelişen olaylar,
Türk milliyetçiliğinin köşe taşlarını koymaya başlıyordu.
Savaş sonrasında yapılan ateşkes ve barış anlaşmaları,
savaş suçlularının yargılanmasını içerdiği için
büyük bir bölümü tehcir işlerine karışmış olan İttihatçılar,
kimliklerini gizleyerek Anadolu'ya geçiyorlardı.
Batı Anadolu'da ilk direnişleri başlatanlar, Tehcir
suçlusu olarak aranan bu subaylardır.
(Yaşanılan süreci ve tarihsel olguların bir sonraki
döneme devrettiklerini iyi kavrayabilmek için, ülke
tarihlerinin karşılaştırmalı olarak da incelenmesi
gerekiyor. Böylelikle dönemin bağlantıları çok daha
iyi anlaşılabiliyor. Savaştan yenilgi ile çıkan
İtalya, Almanya ve Osmanlı'nın yıkıntıları üzerinde;
İtalyan Faşizmi, Alman 'Nasyonal Sosyalizmi ve TC
yükselmiştir. Bu üç ayrı devlet sürecinin, dönem
ve tarih bağlantıları üzerinde ayrıca önemle durmak
gerekmektedir.)
Tehcir suçlusu olarak aranan İttihatçı kadro, daha
sonra Anadolu'da yeşermekte olan emek hareketlerini
ezerek -Çerkez Ethem'in liderliğini yaptığı Batı
Anadolu köylüsünün Yunan İşgal Ordusu'na ve yerel
egemenlere karşı silahlanması, TKP Önderlerinin
Karadeniz'de katledilmesi vb. -direniş hareketinin
önderliğini ele geçiriyordu.
Bu iç sınıf mücadelesi ve işgale karşı direniş iç
içe geçince, Doğu'da Taşnak Ermenistanı'na karşı
kazanılan askeri zafer ve Sovyet Ermenistan'ı ile
yapılan anlaşma sonucu, doğu sınırı belirleniyordu.
Öte yandan da Batı Cephesi'nde Yunan Ordusu'na karşı
kazanılan zaferle birlikte, TC'nin kuruluşuna doğru
gidiliyordu.
Kuruluşla birlikte yeniden devletleşme, ardından
ideolojik manipülasyonlar gündeme getirildi. "Ulusal
kahramanlık", "ulusal zaferler"e
olan ihtiyaç, topluluğu ulusal tarihinin "görkemli"
geçmişini bulma yöneltti. Tarihi ulusallıkla yeniden
kurgulayarak, "Türk Tarih Tezi" ve "Güneş
Dil Teorisi"ni ortaya attılar.
Osmanlı'dan T.C'ye akıp gelen devlet geleneği, beraberinde
Ermeniler'e, Yunanlalar'a karşı milliyetçi ön yargılararı
da besleyen bir süreç üretti. Keza Araplar da bu
durumdan kendilerine düşen payı aldılar. Osmanlı'ya
karşı Sadık-ı Millet'ten feragat ederek mücadele
yolunu seçen Ermeni reayasının dışında bir kısım
Ermeni, yani Ermeni burjuvazisi geleneksel ilişiyi
sürdürdü. Fakat bütünlüklü olarak Ermeniler, "kalleş"
sıfatı ile anılmaya başlandı.
1919'da Anadolu'yu işgal eden Yunan Ordusu'na istinaden
Yunanlılar resmi tarihe "Kahpe" sıfatı
ile dahil edildiler. Araplar ise, Birinci Paylaşım
Savaşı'nda İngilizlerle işbirliği yaptıkları için
"hain" sıfatı ile anılmaya başlandılar.
İlhan Arsel, "Arap Milliyetçiliği ve Türkler"
adlı kitabında şunları söylemektedir: "Osmanlı
İmparatorluğu'nun iç birliğine içten gelme ilk darbeyi
arap hazırlamıştır." (s.239) "Kısaca belirtmekte
yarar vardır ki, 1913 ile 1919 yılları arasında
Türk'ün en büyük düşmanları Loyd Georgoslar (ingiliz),
ya da Wilsonlar (Amerikalı) ve Clemenceau'lar (Fransızlar)
değil, Araplardı. İbn Su'udlar, Mekke Şerifi Hüseyin
ve Emir Faysal'lar" (s.241) "19. yy sonları
ile 20. yy başlarında Osmanlı Devleti'nin bütünlüğüne
karşıt olan davranışlar içerisinde hiç birisi Araplardan
gelen kadar sinsi, hain ve arkadan vurucu olmamıştır."
Ulusal tarih illizyonlarla süslenmiş, gerçekte hiç
yaşanmamış olayların yaşanmış gösterilerek kronolojik
bir sıra içinde birbirini tamamlayan öğelere dönüştürülmüştür.
Ulus ekseninde yalıtma ve dış düşman yaratarak varlğını
sürdürme çabası hakim olmuştur.
Bütün bunlar, gerçekte egemen topluluğun bir tek
pazar içinde diğer ulusal toplulukları eritme projesidir.
İşte bu gerçeğin etrafında materyalist bir tarih
anlayışı ile süreci derinliğine yakalamak, o tarihsel
süreçte neler yaşandığını bilince çıkarmak, bugün
gündelik yaşamda kullanılan aşağılayıcı ulusal/dinsel
motiflerle mücadele etmemizi kolaylaştıracaktır.
Bugün, edebiyatında bile Müslüman-Türk kimliğini;
"Dualarımız karşısında ne top dayanır ne tüfek.
Biz Müslümanız, Alaman bize hiç bir şey yapamaz.
Kurtuluş Savaşı'nda Yunan'a ne oldu? Kaçacak delik
bulamadılar" (Faik Baysal, Rezil Dünya, S.
124) şeklinde oluşturan bir halkın, bütün bu çarpık
duyguları ile de mücadele etmek zorunluluğu ile
karşı karşıyayız.
Türk Ulusal Kimliği ve Ermeniler
"Kalleş Ermeni" kurgusunun altında yatan
sis perdesini aralamak gerekiyor. "Her zaman
borca batmış ve keyfiliğe maruz bırakılmış olan
Ermeni köylüleri, harmanlarının ve topraklarının,
mültezimler ve çoğu Ermeni toprak ağası olan murabahacılardan
(Murabahacı=Bir malı çok fazla karla satan ya
da aşırı faizle ödünç para veren kimse) ve büyük
müslüman toprak sahipleri tarafından ellerinden
alındığını gördüler."
Egemenlerle köylüler arasındaki çelişkilerin derinleşmesinde,
ayrıca 1870 isyanından sonra sürgün gelen Kafkas
Halklarının, Ermeni reayanın yoğun olduğu topraklara
yerleştirilmeleri de önemli rol oynamıştı. Bu
durum, sözkonusu bölgeleri adeta bir barut fıçısına
çevirmişti.
İşte bu koşullarda ortaya çıkan Ermeni Fedai Hareketi'nin
temel yönelimi, "köylünün kendisini Türk'e,
Kürt'e ve Ermeni murabahacıya karşı korumasını
ve direnmeye cesaret etmesini öğretmek gerekiyor.
Ona bu cesareti kazandırmak için de, silah vermek
gerekiyor" şeklinde idi. Bu görüşlerini açık
ve net biçimde dile getirmişlerdir.
Resmi Türk Tarih Tezi'ni savunan Süleyman Koçhaş,
Ermeni Hareketi'nde ortaya çıkan bu durumu, yani
kalkışmanın köylü hareketi olmasını ve yöneldiği
hedefleri oldukça net ortaya koyuyor, "...birçok
Osmanlı Ermenisi bu kışkırtmaları hoş karşılamadı.
Bunun üzerine kurulan çeteler, önce bu namuslu
Ermeni vatandaşlarımıza yöneldiler. Yola(!) getirmek
için bunları kesip öldürmeye başladılar. Bu namuslu
Ermeniler bir taraftan devletten, bir taraftan
çetelerden çekiniyorlardı. Sonra bunlar çeteleri
desteklemeye, beslemeye, saklamaya başladılar."
Fakat yazar bu gerçeği teslim ederken aynı kitabın
29. sayfasında bir bütün olarak Ermeniler'in refah
içinde yaşadıklarını, esnaflık yaptıklarını ve
sanatkarlıkla uğraştıklarını, Yemen belasında
ve ikide bir çıkan isyanlarda Türkler gibi ezilmediklerini,
Islahat Fermanı ve Kanun-i Esasi ile eşit medeni
haklara kavuştuklarını söylüyor.
Açıklamakta zorlandığı , "namuslu ve devlete
bağımlı" olarak gördüğü kesimin Ermeni burjuvazisi
olduğudur. Çünkü hareketin asıl olarak daha alt
sınıf ve tabakaların istemlerini yerine getirmek
için ortaya çıktığını gizlemiyor. Osmanlı'da Ermeniler'in
toplumsal durumlarını ortaya koyan değerlendirmeler
ile mücadelenin omuzlanması arasında bir ilişki
olduğu açıktır.
Ermeni hareketinin diğer ayağı Rusya'da ise, gelişen
devrimci hareket bütün boyunduruk altındaki ulusları
etkiliyordu. Özellikle üniversitelerdeki devrimci
gelişim, herkesi etkelediği gibi Ermeni öğrencileri
de büyük ölçüde sarmıştı. Kafkasya halkları içinde
% 21 ile en yüksek şehirleşme oranına sahip olan
Ermeni halkı, bu gelişmelerden etkilenerek, geniş
bir çekim merkezi oluşturan komünist hareketin
yörüngesine girmeye başlıyordu. Buradan beslenen
Ermeni hareketi, emek eksenli bir tavır olma özelliğini
taşıyordu.
1902'de Marksist Ermeni İşçiler Birliği kurularak,
Ermeni proletaryasının geleceğini Rusya ve Transkafkasya
proletaryasının geleceğine bağladı. Tiflis ağırlıklı
Ermeniler arasında sınıf mücadelesinin süreklilik
arzetmesi, Osmanlı'daki Ermeni Hareketi'nin zulüm
karşıtı olması, Osmanlı kompradorlarının geniş
köylü yığınlarını ağır vergi yükü altında ezmeleri,
ulusal eksenli bir dışa vurumu doğurmuştur ve
Ermeni Hareketi'nin altındaki gerçek nedenlerdir.
Emperyalistler ise bu zemin üzerinden egemenliklerini
arttırmak için, Ermeni burjuvazisini kullanmışlardır.
Hareket, İttihatçılar'ın Tehcir'inden sonra Tiflis'e
kaydı. Bolşevik devrimi gerçekleştiğinde Kafkasya'da
Gürcülerde ulusal ağırlıklı Menşevizm, Ermeniler'de
Taşnak, Azerilerde Müslüman Masavvat, egemen parti
konumuna gelmişlerdi. Bolşevik saflara en yoğun
katılım, Ermenilerde idi.
Ermeni köylüleri ve Bolşevik Ermeni işçileri,
Şubat'ta TBMM ile anlaşma yapan Taşnak Hükümeti'ne
karşı ayaklandılar. İktidarı alır almaz TBMM Hükümeti'ne
karşı barış çağrısı yapan yeni hükümet, Taşnaklar'ın
Ermeni halkına büyük zarar verdiğini açıklamasına
rağmen; isyanın Türk Hükümeti'nin yardımı ile
bastırıldığını, Çiçerin'in Türk Hükümeti'ni suçladığını,
E. Carr yazmaktadır.
Ermeni işçileri ve köylülerinin sürekli mücadelesi,
Ermeni Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nin kurulması
ile sonuçlandı. Emperyalist müdahalelerle sürüp
giden çatışmalar, bütün bölge nezdinde devrimin
egemenliği ile sonuçlandı ve sınırlar çizildi.
Türk Ulusal Kimliği ve Yunanlılar
İzmir'de kıyıya yığılan Rumlar için Türk milliyetçiliğinin
refleks kodlarından birini, hiç tereddütsüz ve
yalan kullanan "Resmi Tarihçi", yapılanları
mazur göstermek için varlık-yokluk sorunsalına
bağlayarak, Rum olgusunu milliyetçi ve dışlayıcı
bir derinlikle kodluyor.
Ve devam ediyor, kıyıya yığılan "bu yarım
milyonluk sayıda biraz abartma vardı ama şurası
belliydi ki. Anadolu'daki Rumlar kıyıya dökülmüşlerdi,
Anadolu Rumlardan ebediyyen temizleniyordu"
(Bilal Şimşir, İngiliz Belgeleriyle Sakarya'dan
İzmir'e) diyerek, "temizlik operasyonunu"
çok rahat telaffuz edebiliyordu. Kendisi "gerçek"
rakamları vererek; "150 bini Anadolu'nun
yerlisi değildi, 35 bini Osmanlı yurttaşı olduğunu
unutmuş ve işgal ordularının yanında savaşmıştır,
geriye kalanların büyük bir kısmı bir kaç ay önce
100 bin kişilik Mikoasya Rumları ordusu kurmaya
çalışıyordu" şeklinde ifadelerle, bu insanların
nasıl "suçlu" olduklarını, sayıların
mekanik ve donuk yüzüne saklanarak sıralıyordu.
"Bu kitleler içinde masum olanlar hiç mi
yoktu? Elbette vardı. Vardı ama bu bir savaştı
ve yüz yıldır süregelen bir savaştı. Şimdiye kadar
yanlız Türk'ün aleyhine işlemişti. Ta 1820'lerde
Mora Yarımadası'nda isyan bayrağını açan Rumlar,
oralarda tek bir Türk, tek bir Kürt eseri bırakmamışlardı.
Mora Yarımadası'nda bir zamanlar Türkmenlerin
yaşadığını kanıtlamak için şimdi bir tanık gerekir.
Ama uluslar savaşı Mora'da bitmemişti. Arkasından
Teselya, Epir Türkleri de aynı kadere uğramışlardı.
Buralarda Yunan idaresi gelip yerleşince, yerli
Türkler göçmekle ölmek şıklarından birini seçmek
zorunda kalmışlardı. Oralarda Türk izi silinmişti.
Teselya Yenişehri'nde, Yanya'da kaç Türk kalmış,
kaç Türk eseri ayakta bırakılmıştı.
Her Elen yayılması, oralarda Türk izinin silinmesi
demek olmuştu. Mora'dan, Epir'den, Teselya'dan
kaçan Türklerin hesabı kitabı bile tutulmamıştı.
Kaçmayıp can verenlerin sayısını ancak tanrı biliyordu.
Ama Yunan yayılması ve Türk'ün silinmesi hareketi
durmuyordu. Makedonya'ya Adalar'a kadar yayılma
sürüp gitmiş ve oralarda da yüzbinlerce Türk kitleleri
kaçıp göçmüştü. Nihayet yüz yıl sonra Yunan yayılması
Anadolu'ya sıçramıştı. Anadolu yüz yıldır Balkan
Yarımadası'ndan sürülüp kovulan Türklerin son
sığınağı idi, Türkler için Anadolu'yu savunmak,
ölmek-kalmak anlamı taşıyordu.
Yüzyıldır süren savaşın, bu savaşın kuralı buydu.
Yitiren kökten gidiyordu. Bu kuralı koyan Türkler
değildi. Türkler yüz yıldır bu kurala katlanandı.
Şimdi "katlanma sırası", Ermeniler'e
gelmişti. Elenler kökten gideceklerdi. Balkanlar
çok uluslu temelden tek uluslu temele oturtulmuştu.
Türkiye Türklerin olacaktı, tıpkı Helas Elenlerindir,
şiarında olduğu gibi" (agy)
"Türk fetih peşinde değildi ama son yurt
parçasını da feda etmemeye yeminliydi. Gidenle
gidilmez, ölenle ölünmezdi" Meşru müdafaa
yapıldığını ve her şeyin unutulması gerektiğini
söylerken bu hareketin önemli simalarından Kuşçubaşı,
yaşanan "it dalaşı"nın Anadolu'nun yeniden
fethi hareketi olduğunu, oldukça rahat ifade etmektedir.
Alman General Liman Von Sanders'in organize ettiği
1916 sürgünü ve ardından 16 Mart 1921 Antlaşması
ile doğu sınırları çizilirken, 1919'da İzmir'e
çıkmış olan Yunan Ordusu'nun Karadeniz'e çıkarma
yapacağı söylentisi yayılması üzerine, İttihat
ve Terakki'den gelen kadrolar, Ermeni Tehciri'nden
bildikleri ve sonuçlarından emin" oldukları
yöntemlerle, "güvenlik amacı" ile Karadeniz
Rumlarını (Pontusları) iç bölgelere “taşıma"
kararı aldılar.
"Malum" mevsim, "malum" yöntemler,
yine yolda saldıran çeteler, hastalıklar, açlık
ve soğuk...
Doğu sınırı, asıl olarak sosyalist hareketin etkisi
altında belirlenmişti. İç mücadelelerin bastırılmasından
ve doğu sınırının çizilmesinden sonra Batı'ya
dönen TBMM, Yunan Ordusu ile çarpışmalara yönelmişti.
Bu cephede savaşı TBMM'nin kazanmasında, sosyalistlerin
çok büyük rolü vardır.
16 Ocak 1920'de Paris'te emperyalist devletlerin
bakanlıklar arası toplantısında Kafkasya ve Bolşeviklere
karşı saldırıların biçimleri tartışılırken, İngiltere
Çalışma Bakanı Sir Robert Horne, çektiği bir telgrafla
bu tartışmaları İngilizler açısından noktaladı.
Ekonomik ve sosyal durumun çok kötü olduğunu,
işçilerin büyük grevlere hazırlandığını, bu koşullarda
deniz aşırı operasyonlara girişmenin mümkün olmadığını
bildirdi. Sonuçta emperyalist devletler için asıl
sorun SSCB olduğu için. Anadolu'ya Yunan kuvvetleri
çıkarılıyordu.
Uluslararası sosyalist harekette ve işçi hareketinde
sonrasında yaşanan gelişmeler, Yunanistan'da küçük
ama mücadeleci bir partinin şekillenmesine yol
açmıştı. Daha sonra Yunanistan Komünist Partisi
adını alacak olan, Yunanistan Sosyalist İşçi Partisi,
savaş karşıtı propaganda ve eylemliliği ile Yunanistan'da
dinamik bir güce dönüşmüştü.
Bizim resmi tarih kitaplarında yazan ve okullarda
öğretilen 30 Ağustos Zafer Bayramı ve ardından
9 Eylül'de İzmir'e ulaşma safsatalarının altında
yatan gerçek nedenleri göstererek, illizyona dayalı
resmi ulusal tarihin çarpıklığını ortaya koymak
gerekliliği vardır.
Yunan Ordusu İzmir'e çıkmadan önce Yunanistan'da
bir parti, "çapına" bakmadan savaş karşıtı
kampanya örgütlemişti. Bu partinin aktif, militan
sokak gösterileri, grevlerle süren kampanyası
boyunca yöneticileri ve militanları tutuklandı.
Cezaevlerinde generaller; tutuklu yöneticilerle,
savaş karşıtı kampanyaya son vermeleri halinde
serbest bırakılacaklarını ve partinin de hükümete
alınacağını söyleyerek pazarlık yapmak istiyorlar.
Sosyalist Parti yöneticileri, tüm bu önerileri
tereddütsüz reddediyorlar. Kampanya ve faaliyet,
cepheyi de kapsayarak genişleyerek sürüyor.
Yunan Ordusu'nun 1920'de ileri harekata başlaması
sonucu Yunanistan'da bütün savaş karşıtı yayınlar
yasaklanıyordu. Sansür başlamıştı. Tüm baskı,
tutuklama, sansüre rağmen YSİP, savaş karşıtı
kampanyayı genişleterek sürdürüyor ve 16.9.1920
tarihli Olağanüstü Kongresi'nde Kasis, 1920 seçimlerine
savaş karşıtı sloganlarla girmeye karar veriyordu.
Seçimlerden önce o zaman nüfusu 200 bin olan Atina'da,
50 bin kişinin katıldığı bir miting düzenleniyordu.
Ne varki bu atmosferde Kralcılar, savaşa son verecekleri
vaatleri ile seçimi kazandılar.
Seçimlerden sonra emperyalistlerin "barış
çağrıları" ve arabuluculuk teklifine Atina'nın
verdiği cevabi notası, yanlızca bir Yunan gazetesi
tarafından yayınlandı.
Sosyalist "Rizospastis" gazetesi, notanın
sanki Venizelos Hükümeti tarafından kaleme alınmış
olduğunu yazdı. Nota'da "Yunan Kraliyet Hükümeti"
deyimi geçmese, notayı şimdiki hükümetin mi yoksa
Venizelos Hükümetinin mi kaleme aldığının kestirilemeyeceğini
söyledi. Devrilen Venizelos Hükümeti ile şimdiki
hükümet arasında "Büyük İstek" bakımından
bir farklılık yoktu.
Savaştan çıkılacağı sözüne rağmen seçim sonrası
Yunanistan'da hükümet ve Venizelos taraftan bütün
gazeteler uzun uzun, geciktirilmiş saldırının
başlaması üzerine heyecanla makaleler yayınlıyorlar
ve kesin zaferden emin olduklarını belirtiyorlardı.
Son hedefin İstanbul olacağını da sözlerine ekliyorlardı.
Yanlız bir Venizeloscu gazete, Mustafa Kemal'in
de çok kuvvetli olduğu uyarısında bulunuyor, ama
bunun Yunan zaferini daha da parlak kılacağını
söylüyordu. Sosyalist organ ise, bütün iyimserliğin
saçma olduğunu ve zaferin yararsız ve kısır olacağını
söylüyordu.
Öte yandan 28-29 Ocak 1921 tarihinde Anadolu'ya
giriş yapan TKP Yöneticileri, Trabzon'da Mustafa
Kemal'in emri ile boğdurulmuştur. Anadolu topraklarındaki
ilk ciddi örgütlenme girişimi, çeşitli komünist
grupların belirli bir program etrafından oluşturduğu
birlik, doğmadan bozulmak istenmiştir.
Yunanistan'da ise tüm burjuva fraksiyonları tek
bir koro halinde ses çıkartırken, sosyalistler
onurlu bir mücadelenin taşıyıcılığını sürdürüyorlardı.
Ardından 28 Mart 1921'de Yunan Ordusu ileri harekata
başladı.
Yunan Ordusu'nun ileri harekat başlattığı 28 Mart
1921 ve ardından harekatı genişlettiği 10 Temmuz
1921'e kadar Yunanistan'da neler oldu? Gerek savaş
yanlısı egemen sınıflar cephesinde, gerekse savaş
karşıtı toprak ve barış talebi ile mücadele eden
emekçilerin cephesinde...
Yunan basını hep bir ağızdan büyük devletlerin
arabuluculuk teklifini tersinden yorumluyor, sert
bir dille yeriyordu. Basının bu ortak tutumuna
yanlızca sosyalist Rizospostis gazetesi katılmamıştı.
Bu gazete, Yunanistan'ın savaşı yitireceğini,
büyük devletlerin Yunanistan'ı bozgundan kurtarmak
istediklerini yazmıştı ama, savaşa prensip olarak
karşı çıkmaktaydı; "Emperyalizmi durdurmak,
savaşa ve seferberliğe son vermek gerektiği"ni
yazmıştı.
Hükümetin ve egemenlerin ortak tavır karşısında
işçi ve köylüler de harekete geçmişti. 1921 başlarında
Bolos'ta patlak veren grevi, hükümet jandarma
gücü ile bastırdı. 1921 yılının l Mayıs'ında Selanik'te
büyük bir işçi yürüyüşü düzenlendi. Küçük Asya'ya
gönderilen bir alay, limanda ayaklandı ve işçilere
katıldı. Askere götürülmek istenilen köylüler,
dağlara "firar" ederek asker kaçaklarının
sayısını 90 bine çıkarıyorlardı. Bu kaçakların
çoğu silahlıydı ve YSİP ile ilişki içindeydiler.
Fiyatların bir yıl içinde üç kat artmasına, YSİP'in
yürüttüğü politikalar da eklenince, hükümet oldukça
zorlanmaya başlamıştı. Bu koşullar altında Yunan
Ordusuna moral vermek için hazırlanan Kral, kiliseden
çıkarken, "Konstantinepolis, Konstantinepolise"
naralarıyla alkışlanıp uğurlanmıştı. Alkiş tutanlar
sıradan kimseler değil, törene katılmış yüksek
katın temliscileriydiler. Yunan basını coşup kendinden
geçmişti."
Tutuklanıp tekrar cepheye gönderilen işçi önderleri
ve işçiler, cephede de savaş karşıtı faaliyetlerini
sürdürüyorlardı. İzmir'de savaş karşıtı "Kızıl
Muhafız" isimli Türkçe ve Yunanca gazete
çıkarıyorlardı. Ayrıca Deniz Kuvvetlerindeki YSİP
hücreleri kanalı ile, YSİP yayınları cepheye ulaştırıyordu.
Bu koşullar altında Kral Konstantin'i süpriz bir
tören bekliyordu. Bandırma Askeri Hastanesi'nde
Kral'ı konserve kutusu yağmuruna tutan yaralı
askerler "Hemen geri dönmek isityoruz"
diyerek protesto ediyorlar, ertesi gün gemilere
bindirilerek Atina'ya geri gönderiliyorlardı.
21 Temmiz 1922'de Yunan Ordusu harekete geçti
ve ilerlemeye başladı. 25 Temmuz Kütahya-Eskişehir
Çatışmaları, 5 Temmuz Sakarya Çatışmaları ve Sakarya
hattında karşılıklı olarak bir yıl kadar bekleme
dönemi yaşandı. Bir yıl sonra, 30 Ağustos'ta TBMM
Ordusu karşı saldırı başlattı.
"Büyük Taarruz"dan kısa bir süre önce
15 Ağustos 1921'de Türkiye Halk İştirakiyun Fıkrası'na
kongre yapma izni verilirken, Yunan işgalinin
kırılmasının akabinde, (Eylül, 1922) Fıkra'nın
eylemliliklerinin yasakladığı açıklanır. Bir kaç
ay içinde de Anadolu'da 700 kadar sosyalist ve
sendika yöneticisi tutuklanır.
9 Eylül'de Nurettin Paşa'nın komutasındaki TBMM
Birlikleri, yakılan İzmir'de "Yunanlıları
denize döktü". 22 Eylül'de İzmir'in üzerini
kesif bir duman örtüsü kaplamıştı. Talan, yağma
ve yıkma sonra o zamana kadar adı "Gavur
İzmir" olan şehirde, Rum bırakılmadı.
Tüm bunlar yaşanırken "İngilizler'in konuya
ilgisi ve geçici başarılar ne olursa olsun, ne
kadar sürerse sürsün, sonunda Yunanistan'ın savaşı
yitirmesi artık bir tarihi determinizm gibi görünüyordu
ama o günün coşkulu havası içinde Yunanistan'da
bu gerçeği gören kimse yok gibiydi." görüşü
ile Yunanlıların kaderini tanımlayan yazar, "Yunan
Ordusu içinde siyasi entirikalar vardı" diyerek,
iç çelişkilerin niteliğini belirtiyor.
Yunan Hükümeti tarafından "Askeri malzemeyi
boşaltmak için iki Yunan savaş gemisi ve bir çok
nakliye gemisi İzmer'e yollanmıştı ama sivilleri
boşaltmak için hiçbir tedbir alınmamıştı. Savaşa
sürülen ve "vatanseverlik" duyguları
ile ölüme gönderilenler, bozgun sırasında Yunan
Devleti'nin yaklaşmını görünce gerçekleri anlamaya
başladılar. Bütün bu gelişmelerin üzerine "Yunanistan'da
ihtilal patlak vermiş ve 6 yunan devlet adamı
idam edilmişti."
Türk Ulusal Kimliği ve Kürtler
Anadolu'daki savaş sonrası dönemin çelişkileri
sırasında istem ve taleplerin dile getirlidiği
bir girişim de Koçgiri Ayaklanmasıdır. TC'nın
kuruluşunda, tasfiye ve katliamdan kuşkusuz bütün
tarihleri boyunca bu "kaderi" yaşayan
Kürtler de paylarını almışlardır. Topal Osman
ve Nurettin Paşa birlikteliği, Karadeniz Pontusluları
ve Koçgiri Kürtleri için tam bir kabus olmuştur.
Lozan Antlaşması sürecine giden uzun yolda "gavur"a
karşı birlikte mücadele ve zoralım, Lozan sonrası
içine girilen süreçte karşıtlığa giderek de inkar
ve imhaya dönüşünce "gavura karşı müslüman
birlikteliği" parçalanarak, Türk-Sünni İslam
ağırlıklı kimlik öne çıkarılıyordu. Kendisi inkar
edildiği ve Türk Devletinin kuruluşuna katıldıkları
için özel bir kodlama gereksinimi duymadan şeriata
ve feodalizme karşı mücadele kisvesi altında Kürdistan
bir başından öbür başına kadar asker postalları
altında inletilerek "Betonlaştırılmış"
ve uzun süren mezar sessizliği, mezara çevrilmiş
topraklar üzerinde sağlanmıştır. Hıristiyan halklar
tasfiye edilirken mal varlıklarının talanında
ortaya çıkan ortaklığı, Türk egemenleri vakit
geçirmeksizin bozmakta tereddüt etmemişlerdir.
Müslüman Kürt-Türk ticaret burjuvazisi ve eşrafa
dayanan siyasal kadrolar, % 98'i müslüman olan
bir toplum yaratmışlardı. Yaratılan müslüman yoğunluklu
toplumda ise, Kürt isyanlarının bastırılmasından
sonra dünyanın yeni bir tarihsel sürece girmesi,
Türkiye'nin emperyalist ülkelerle askeri, politik,
ekonomik entegrasyona girmesi, içe kapalı ekonomik
ve toplumsal yapıları çözmüş, kırdan kopan insanlar
kentlere akarak büyük şehirlerin kenar mahallelerine
yığılmaya başlamıştır.
Şehirlere akın eden Kürt insanlan, anadilleri
olmayan Türkçe'yi iyi konuşamamalarından dolayı
"kıro" olarak anılmaya başlanmış ve
bir aşağılama kültürü olarak kullanılan bir kavram
haline dönüştürülmüştür. Yoksulluğu, cahilliği
ve Türk gibi "medeni" olamayışı, bu
kodun üretilmesini ve siyasal-toplumsal sistemden
dışlanmalarını beraberinde getirmiştir. Ancak
"Resmi Sünni Türk" gibi olanlar, toplumsal
ilişkilerde itibar görme şansını yakalabilmiştir.
Ulusalcılığın Ötesi ve Milliyetçiliğe Direnişin
Emek Karakteri Üzerine
Türk ulusal kimliğinde temel bir yer tutan "Kahpe
Yunan", "Kalleş Ermeni, Hain Arap"
ve şimdi de "Bölücü Kürt" bütünlüklü
kodlar; Türk milliyetçileri tarafından kurgulanan
ve "ulusal varoluş" açısından sürekli
ve ebedi düşman yaratma düşüncesinden başka bir
şey değlidir.
Tehcir suçluluğundan "ulusal kahramanlığa"
giden yol ancak böyle açılabiliyor. Çok sonraları
Hitler, "korkmamıza gerek yok, bugün Türklerin
Ermenilere yaptığını kim hatırlıyor?" sorusunu
çok rahat bir biçimde sorarak, Yahudi soykırımının
önünü açıyordu.
Egemen sınıflar, birbirlerinin pratiklerinden
ortak yanlar bularak, savunmaları ve uygulamaları
açısından amaç ve yöntemlerini birbirlerini diline
çok rahat tercüme edebilmektedirler. Süreç unutuluyor,
ulusal homojenleştirme planlarını, karşılıklı
nüfus mübadeleleri tamamlıyor, Yaşanan her şey
sessizliğe ve unutkanlığa terk edilerek emekçi
halkların hafızaları iğdiş ediliyor, ama gerektiğinde
kullanmak üzere iki tarafta da nüfus mübadelesi
sırasında 100'er bin insan rehin olarak bırakılıyor.
Türkiye emekçileri SSCB ve Ermeni devrimcilere
karşı Milliyetçi Taşnak Hükümeti'ni destekleyen
TBMM'sinin uygulamalarını da bilmeli, Taşnaklara
karşı ayaklanan Ermeni devrimcilerini de bilmelidir.
Keza yürüttüğü savaş karşıtı kampanya ile Yunan
Ordusu'nu Anadolu'da rahat hareket edemez hale
getiren Yunan emekçilerini ve Yunanistan Sosyalist
İşçi Partisi'ni iyi öğrenmelidir.
Tüm bunlarla birlikte Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler
Birliği olgusu, kendi başına dar ulusçuluğun aşılması
perspektifinde atılan adımların ilki olması açısından
bile, tarihsel bir öneme sahiptir. 100 küsur sayıda
halkın yaşadığı topraklarda gelişen "Sovyet
Yurttaşlığı" kavramı, başlı başına tarihsel
bir olgudur.
Sosyalistlerin Bugünü İçin
Ya bütün bu dalaşmalardan en fazla etkilenen insanlar,
yani yine sürülen katledilen, cepheye gönderilen
emekçi kesimlerin durumu.... Tamama'nın öyküsü
sözgelimi, ya da Güney'de bir köyde ölürken, "Yapma
Yorgo, ben değil, Osmanlı yaptı" diyerek
son nefesini verenler...
Yerinden yurdundan, toprağından edilen, kıyımdan
geçirilen emekçi halklar... Sosyalist hareketin
kendini yeniden organize ettiği ve örgütlediği
günümüzde, tarih bilincinin geliştirilmesi, proletarya
enternasyonalizmi ve halkların Dostluğu şiarının
yaşama geçirilmesi, olmazsa olmaz koşullarından
biridir. Yoksa Kıbrıs'ta ve İmia/Kardak'ta olduğu
gibi iki tarafın faşistlerinin sahneye koyduğu
oyunları sadece izlemek zorunda kalırız, sadece
izlemeyi sürdürürüz.
Sosyalist Cumhuriyetler Federasyonu için, sosyalist
bilincin geliştirilip yaygınlaştırılması için,
tarihte yaşanmış deneyler bugün hem Ege ve Akdeniz
krizinde hem de Kürdistan'da süren savaş açısından,
sosyalistlerin önüne görevler koyuyor.
Çok uluslu topraklarda eşitlik gerçekten olmazsa
olmaz bir koşul olarak, ulusal doygunluğun yaşanması,
vazgeçilmez bir olgudur. Sosyalist hareket hiçbir
zaman sorunlar karşısında çaresiz kalmamıştır.
Toplumsal pratik, çelişkilerin yoğunluğuna bağlı
olarak ayrı ulusal devletten, bir okulda okuyan
bir tek farklı etnik kökenli öğrenciye kadar bir
uygulama zenginliğini içerir.
Halklar hapisanesinden kurtuluşun programı denilen
şey de, öz itibarıyla bu perspektifin yaşam bulması
ve bu perspektif üzerinde uygulama kararlılığı
göstermesidir.
YARARLANILAN KAYNAKLAR:
Şafak Yargılanamaz, Hasan Şensoy, Barikat Yayınları
-İngiliz Belgeleri ve Sakarya'dan İzmir'e Bilgi
Yayınları
-Ermeni Dosyası, Kazım Karabekir, Emre Yayınları.
-Ermeni meselesi nedir, ne değildir? S. Koçbaş,
Vatan Yayınları
-Ermeni Devrimci Hareketi, İletişim Yayınları
-Rezil Dünya, Faik Baysal, Can Yayınları
-Arap milliyetçiliği ve Türkler, İlhan Arsel
-Alman Emperyalizminin Türkiye'ye girişi
-Yunan Ordusunun Ulusal Doğuşu, Herkül Milas,
İletişim Yayınları
-Türkiye'de Sol Akımlar, Mete Tuncay
-Milli Kurtuluş Tarihi, Cilt 3, Doğan Avcıoğlu
|