Tarihsel gelişmenin, sosyalizmi,
üretci güçleri görece geri ülkelerin gündemine
getirmesi, soruna daha karmaşık bir karakter kazandırdı.
Sosyalist Ekonomik İşleyiş
Tek ülkede sosyalizm süreci, aynı zamanda, sosyalist
ekonominin anlamı sorusunun karşılığını da en
temeide vermiştir. SSCB'de 1930'lu yıllar boyunca
oluşturulan ekonomik yapı, uzun süre sosyalist
ekonominin prototipi olarak kabul edilmiştir.
Daha sonraları sözkonusu model, "Stalinizm"
olarak adlandırılmaya başlandı ve bunun sosyalist
ekonomik işleyişin tek anlamı olamayacağı, giderek
ağırlık kazanan bir görüş oldu.
Sosyalist ekonomiye yüklenen yeni anlamlarla birlikte.
geçmişte sosyalist ülkelerin tamamında çeşitli
modellere dayanan farklılıklar olmasına rağmen,
hepsinin temelde doğru kabul ettiği ve oluşturmaya:
bu alt yapı modeli, daha sonra birçok ülkede yadsınmaya
başlanmış, bu durum reel sosyalist ülkelerin son
süreçlerinin önde gelen özelliği olmuştur Yugoslavya'da
başlayan bu süreç, giderek diğer ülkelere, Macaristan'a,
Polonya'ya, Çin'e ve nihayet geriye dönerek SSCB'ye
uzanmıştır.
Sözkonusu dönüşümü genel çizgileri ile değerlendirmeden
önce, sosyalist ekonominin bugüne kadar taşıdığı
anlamı çözümlemek gerekiyor.
Toplumsal Mülkiyet
Sosyalizm kavramının en önemli özelliklerinin
başında, üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti
gelmektedir. Bu durum, sınıflar arası ayrımın
ortadan kalkmasının bir ön koşulu olarak kabul
edilmiştir.
Özel mülkiyeti, eşitsizliğin kaynağı olarak görmek,
çok eskilere; Platonlara, Diodoruslara kadar dayanır.
Ütopik sosyalist edebiyatın başlıca özelliği,
çizilen toplum modellerinde özel mülkiyetin ortadan
kaldırılmış olmasıdır. Binlerce yıl boyunca, ezilenlerin
isyanlarında göze çarpan ilk özellik, mülk kavramına
karşı nitelikleridir. Bilimsel sosyalizm de bu
gerçeği kabul ederek, üretim araçlarının toplumsal
mülkiyetini, komünist toplumun özelliklerinden
biri ve birincisi olarak koymuştur. Marks, Engels,
Lenin ve uygulayıcı olarak Stalin'in sosyalizm
anlayışlarının en temelinde yer alan olgulardan
biri de, budur.
Ne var ki, toplumsal pratik içinde, komünizme
geçiş süreci boyunca, yekpare bir toplumsal mülkiyetin
söz konusu olmayacağı da genelde kabul görmüştür.
Bunun ilk örneği olarak Engels, sınıfsız topluma
geçiş sürecinde köylülüğün heterojen ve tutucu
karakterinin bir sonucu olarak, bir anda ücretli
işçi durumuna getirilmelerinin sakıncalarından
söz etmişti.
Engels'e göre; tarımda küçük mülkiyet, toplumsallaşmış
ekonomi için önemli bir sorun sayılmazdı. Çünkü
onun için sosyalizm, üretici güçlerin en çok geliştiği,
üretimin en çok toplumsallaştığı ülkelere özgü
bir modeldi. Bu tip ülkelerde sanayi sektörü ile
kırlar arasında, emek üretkenliği ve meta arzı
bağlamında, her zaman büyük bir fark olacaktı.
Dolayısıyla, kır ile kent arasındaki mücadelenin,
ilkel bir özel sermaye birikimine dönüşme olasılığı
yoktu.
Ancak tarihsel gelişmenin, sosyalizmi, üretici
güçleri görece geri ülkelerin gündemine getirmesi,
soruna daha karmaşık bir karakter kazandırdı.
Küçük mülkiyet, bu ülkelerde sosyalizmin sağlıklı
bir temelde inşa edilmesinin önünde ciddi bir
engel durumundaydı. Hem çok yaygındı ve hem de
sanayi sektörü, üretkenlik, üretim hacmi bağlamında,
Engels'in düşündüğü şekilde, küçük üretimi etkisiz
kılacak bir durumda değildi. Dolayısıyla tasfiye
edilmesi, sahip olduğu ekonomik potansiyelin,
sosyalist sanayileşme yolunda kullanılması gerekiyordu
ve bunun sağlanması zorlu bir süreci içerdi. Bir
kısım ülkede ise, ya tasfiye edilemedi, ya da
tarımda verimliliği sağlamanın başlıca yolu olarak
seçildi ve özendirildi.
SSCB'de kırlarda özel mülkiyetin tasfiyesi süreci,
kolhoz tipi kooperatifleri yaygınlaştırmıştı.
Bunun sonucu olarak, SSCB'nde sosyalist mülkiyetin
iki biçiminin ortaya çıktığı düşünüldü; devlet
mülkiyeti ve kooperatif mülkiyet. Ama her iki
mülkiyet biçimi de, bir meta piyasasının değil,
planlı ekonominin unsurları olduklarından, söz
konusu farklılık, sosyalizmin üretim araçlarının
toplumsal mülkiyetine dayanması ilkesinin zedelendiği
anlamına gelmiyordu.
Gerçekte kolhozlar, devletten bağımsız, devletle
bu temelde ticari ilişkiler içinde olan kurumlar
olmadıklarından, planlı ekonomik işleyişi aksatmak
gibi, örneğin, bir meta piyasasının oluşmasına
neden olmak gibi bir özellikleri yoktu. Dolayısıyla
kolhoz mülkiyeti ile devlet mülkiyeti arasındaki
fark da, yapay olmaktaydı.
Toplumsal Planlama
Sosyalist bir alt yapının temel özelliklerinden
birisi de, toplumsal planlamaya dayanmasıdır.
Marks, Engels ve Lenin'in de ifade ettikleri bir
gerçek olarak, planı zorunlu kılan neden, üretimin
toplumsallaşması ve genişlemesidir. Bu nitelik,
özel mülkiyetle ve artı-değer yasasıyla çelişir.
Kapitalizmi tarihsel açıdan geri yapan neden,
en temelde budur.
Üretimin toplumsallaşması ve büyümesi, üretici
güçlerin büyük ölçekli gelişmesi anlamına gelir.
Gelişen güçler, özel mülkiyet ve artı değer sömürüsü
ve sermayenin yeniden üretimine dayanan ilişkilerle
zaptedilemez bir noktaya gelmiş ve sosyalizm bu
çatışmanın sonucu olarak doğmuştur. Üretici güçlerin
gelişmesine uygun düşen olgu ise, plandır. Ancak
bu niteliğe uygun bir ekonomi, gelişmeyi sürdürebilecek
ve toplumsal ilerlemeye yön verecektir.
Planın gerekliliği kabul edilmekle birlikte, uygulanış
biçimi çeşitli tartışmaların konusunu oluşturur.
Bu tartışmalara yaklaşım, aynı zamanda sosyalizm
anlayışını da en temelde belirleyici bir öneme
sahiptir.
SSCB'de sosyalizmin inşası sürecinde gündeme getirilen
planlı ekonominin ana özelliği; sıkı (bazılarına
göre aşırı) merkezi yapısıdır. 5 Yıllık süreleri
kapsayan plan, yalnızca ekonomik gelişmenin genel
çizgilerinin belirlenmesi değil, aynı zamanda
üretim süreci içinde çeşitli sektörlerin ve birimlerin
sıkı bir denetimi anlamına gelmektedir. Bu sıkı
denetimi, sadece üretim araçlarının üretimi değil,
tüketim maddelerinin üretimi sürecinin ve bölüşüm
ilişkilerinin de sıkı bir denetimi olarak kavramak
gerekir.
Böylelikle plan, ekonomik bir kategori olmaktan
çıkarak, siyasal ve toplumsal süreçleri 'de birinci
dereceden etkileyen bir nitelik kazanır. Tüketici
eğilimleri plan ölçüsünde saptanmakta, üretim
araçları üretiminin gelişmesini yavaşlatıcı taleplerin
oluşma-,sını engellemek mümkün olmaktadır.
Sosyalist ülkelerin, özellikle sosyalist inşa
sürecinin ilk Dönemlerindeki gelişme hızlarını
yitirmelerinin genellikle doğrudan va da dolaylı
olarak planlamanın "aşırı" olarak tanımlanan
merkeziyetçiliğine bağlanması, yaygın bir eleştiri
biçimidir. Buradan ha reketle, tartışma ve uygula
maların ortaya koyduğu bir gerçek olarak, ademi
mer keziyetçilik esasına dayalı planlamanın da
sosyalist ilişkilere ters düşmeyeceği sonucuna
varılmaktadır.
Burada kastedilen merkeziyetçiliğin ne anlama
geldiğini de kısaca özetleyelim: Karar almanın
merkezileşmesi; iktisadi ilişkilerin hiyerarşik
olması, işletmelerin işleyişiyle ilgili kararların
merkezi olarak verilmesi, bütün üretim ve dağıtım
sisteminin yukardan verilen emirlerle işletilmesi,
kararların, ürünlerin üretilmesi ve kullanılmasında
fiziksel denge (maddi bilançolar sağlamak üzere
alınması) ve iktisadi hesaplamanın fiziksel birimler
temel alınarak yapılması.
Öte yandan üretim hedeflerinin fiziksel büyüklükler
olarak saptanması, bu hedeflere ulaşmak için kullanılacak
girdilerin üretimin teknik kat sayısına, yani
kullanılması kararlaştırılmış üretim tekniklerinin
gerektirdiği kat sayılara göre fiziksel büyüklükler
olarak planlanması, fiyatların maliyetlere yansıtma
amacını değil, hesaplama birimi olmak özelliğini
taşıması ve idari olarak saptanması, bu nedenle
de fiyatların ve maliyetlerin kav nakları ve gelirleri
dağıtmak üzere rehber olmak işlevi taşımaması,
kaynak dağılımının merkezi kararlar tarafından
belirlenmesi... (T. Arın, Perestroika)
SSCB'de toplumsal planlama hiyerarşisi, başlıca
üç bölümden oluşur. Bunlardan Gosplan (planlama
örgütü) 5 yıllık planların hazırlanmasıyla sorumludur.
Ekonominin yönelimini, hedef ve amaçlarını; Gosplan
belirler. Bu planların kapsamlı niteliği, Gosplan'ı
da genişletmekte, büyük bir örgüte dönüştürmektedir.
Gosplan'ı bakanlıklar izler Bakanlıklar sa vıca
ve işlev olarak, kapitalist ülkelerden fark lıdır.
Bakanlar Kurulu'nun görevi, en temelde Gosplan'ın
öngördüklerini hayata geçirmek olmaktadır. Çok
sayıda bakanlık ve onlara hayli koca bir bürokrasi
ağı. planı tek tek sektörlere ve giderek işletmelere
indirgemek ve bu süreci denetlemekle sorumludur.
Hiyerarşinin en alt basamağında ise işletme yöneticileri
ver alır. Bütün pla
nın kaderi işletmelerin başarısıyla, uyumlu faaliyetiy
le bağlantılıdır. dolayısıyla işletme yöneticiliği
de çoğu kez geniş bir kategoriye dö-nüşmekte.
plan ile onu bayata geçiren üretici arasın daki
halkalar giderek genişlemektedir
Bürokrasinin bu düzey de genişlediği koşullarda
da, bir hantallığın etkinlik kurması için gerekli
koşullar var demektir Çünkü söz konusu olan, yalnızca
bürokratik işleyişin üretim sürecini yavaşlatması
değil, asıl olarak bürokrasinin zamanla kendisi
için eği limler kazanması ve üretim sureci içindeki
yerini konuna çabasıdır, sorun da buradan kay
naklanır, bir ihtiyaç olarak doğan bürokrasi,
üretici güçlerin evrildiği oranda ihtiyaç olmak
tan çıkacak, kapsamı ve etki alanı daralacaktır
Doğru ve- doğal olan budur.
Ama bürokrasinin süreç içinde üretim süre cini
doğnıdan denetlemek gibi bir etkinliğe sahip olması,
yerini sağlamlaştırmasına neden olur. Bu noktada
bürokrasinin tutuculaşması ve giderek üretici
güçlerin gelişmesinin bir engeli haline dönüşmesi
kaçınılmazlaşır.
Sorunun tek çözümü, bürokrasinin sıkı bir denetimidir.
Bu da ancak proletarya demokrasisinin sağlıklı
işleyişiyle bağlantılıdır. Bu sağlıklılık sözkonusu
olmadığından, üretim sürecinin ihtiyaç duyduğu
bir olgu olarak uzmanlardan oluşan üretim hiyerarşisinin,
genişleyerek bürokrasiye dönüşmesi, bu bürokrasinin
de zamanla ihtiyaç olmaktan çıkmasına rağmen daralmak
ve etki alanını sınırlamak yerine; genişleme eğilimine
sahip olması, böylelikle üretici güçlerin gelişmesinin
yavaşlaması ve giderek düşme noktasına gelmesi,
çağdaş sosyalist pratiğin ortak bir özelliğidir
ve sistem içi eleştirilerin çıkış noktası, her
zaman bürokrasinin bu niteliği olmaktadır.
Piyasa, Meta ve
Para İlişkileri
ve Değer Yasası
Kapitalizmin belirleyici nitelikleri,
artı-değer, meta ve piyasadır. Artı-değere "mutlak"
biçimiyle kapitalizmden önce de rastlanmaktaydı.
Ancak mutlak ve nisbi biçimleriyle hakim bir kategoriye
dönüşmesi, kapitalizm süresine denk düşer.
Artı-değer, elden çıkarılan sermayeye oranla,
metalardaki artışın özel biçimi olarak çıkar.
Bunun sonucu olarak artı- değer, piyasayla en
sıkı bağı olan kategori olmuştur.
Marks'ın saptadığı gibi, kapitalist üretim sürecinin
sonucu, ne yalnızca üründür (kullanım değeri)
ne de yalnızca meta; onun kendisine özgü ürünü
olan artı-değerdir. Onun sonuçları da, üretimi
için para ya da meta biçiminde elden çıkarılandan
daha çok değişim değeri taşıyan, yani daha çok
emeği temsil eden metalardır. Kapitalist üretim
sürecinde, iş süreci yalnız araç olarak, değer
katma süreci ya da artı-değerin üretimi ise. amaç
olarak görünür. Ekonomi bu anlamı kazanınca, sermaye,
kâr amacıyla üretimde kullanılan zenginlik olmaktadır.
Sosyalist ilişkiler açısından ise, durum çok farklıdır.
Sosyalist üretim, planın öngördüğü süre içinde,
toplumsal ihtiyaçları, koşulların elverdiği en
yüksek düzeyde gidermeyi amaçlar. Bu, sosyalist
üretimin toplumsal amacı, sosyalizmin temel ekonomik
yasasıdır.
Bununla birlikte meta üretimi ve ona bağlı kategoriler
olarak piyasa, para ve değer, sürekli tartışmalara
konu olmuştur. Reel sosyalist ülkelerin bir çoğunun
yöneldikleri "yeniden yapılanma" da,
bilindiği gibi, sosyalist piyasa ekonomisi kavramının
üzerinde yükselmiştir. Sorunun kavranışı açısından,
bu ülkelerde sözkonusu revizyonlara gidilmeden
önce; piyasa, meta ve değer kategorilerinin içerdiği
anlamı kısaca özetlemek gerekir.
Sosyalizmde artı-değer sömürüsü yoktur. Bununla
birlikte, üreticinin emek miktarının tam karşılığını
aldığı da söylenemez. Emeğin özgürlüğü, üretim
araçlarının toplumun ortak mülkü haline getirilmesini
ve toplam emeğin, emek gelirlerini adil olarak
dağıtılacak biçimde örgütlenmesini amaçlar.
Ancak, söz konusu dağıtım, idealize edilmiş bir
norm olarak ele alınmamalıdır. Her toplum karmaşık
bir organizma olması nedeniyle, gerekli fonksiyonların
gerçekleştirilmesi amacıyla, harcama yapılmasını
gerektirir. Yalnızca burjuva toplumunda değil,
sosyalist toplumda da gerekli olan bu harcamalar,
ancak toplumsal üründen karşılanabilir. Dolayısıyla
her toplumsal sistemde, bir işçinin geliri daima
eksiltilmek durumundadır. Birey olarak üretici,
toplumsal harcamalar için gerekli indirimler yapıldıktan
sonra, topluma vermiş olduğunun tam karşılığını
alabilir. Onun topluma verdiği şey, kendi emek
miktarıdır.
Burada uygulanan ilkeyi Marks, meta değişimini
düzenleyen ilkeye benzetmişti. Sosyalist toplumda
kimse emeğinden başka bir şey veremez ve tüketim
araçları dışında bir mülk edinme durumu da söz
konusu olamaz. Dolayısıyla, eşdeğer metaların
ilişkisine benzetilebilecek bir ilişki söz konusu
olur ve bir biçimdeki belli bir miktar emek, başka
bir biçimdeki eşit miktarda emekle değiştirilir.
Sosyalist üretim ilişkileri içinde, meta kategorisinin
yeri ise, genellikle tartışmalara neden olmuştur.
Stalin'den başlayarak sosyalizmde niteliğinin
tepeden tırnağa değiştiği vurgulansa da, meta
üretiminin ve ona bağlı kategoriler olarak piyasa
ve değer yasasının varlığı kabul edilmiştir
Buna göre sosyalist toplumda, meta değişimi kendisini;
birincisi, devlet sanayii ile tarımsal kooperatifler
arasında gerekli ekonomik ilişki biçimi olarak;
ikincisi, kolhozların "yardımcı" kişisel
işletmelerinde; üçüncüsü, devlet işletmeleri tarafından
üretilen üretim araçlarının dolaşımında, işletmeler
arasında alış veriş yoluyla; dördüncüsü, sosyalist
ülkelerle diğer ülkeler arasındaki ticarette gösterir.
Burada, kategorik olarak metanın kapsamını zorlayan
bir açıklama biçimiyle karşı karşıyayız. Çünkü,
meta her şeyden önce piyasada değişim için üretilen
emek ürünüdür. Metaların birbirleriyle değiştirilebildiği
oranlar, son çözümlemede, üretimciler için gerekli
olan soyut emekle belirlenir. Çeşitli dallara
dağılımını kendiliğinden belirler ve emek ürünlerinin
meta biçiminde ortaya çıktığı her yerde etkilidir.
Sosyalist ilişkiler ise, varlıklarıyla bu niteliğe
sahip bir meta dolaşımının hakimiyet kurmasına
engeldir. Bronislav Minch'in anlatımıyla, sosyalist
ürünün ikili bir karakteri olduğu saptanmaktadır:
"Birincisi, sosyalist üretim, planlanan biçimde
gerçekleştirme amacıyla bağlantılı, doğrudan kendine
özgü nitelikleri içerir. İkincisi, meta özelliğini
içerir. Modern sosyalist ekonominin ürünü, artık
basit meta üretiminin ya da kapitalist üretim
sürecinin ürünü gibi, yalnızca meta değildir.
Saf metanın yapımcısı, yatay piyasada bir alıcı
bulmaya ve mümkün olan en yüksek kazanca (basit
meta üretiminde) veya kâra (kapitalizmde) yönelmeye
dikkat etmek zorundadır. Buna karşılık sosyalist
üretim, seçilmiş bir dönem içinde, toplumsal ihtiyaçların
mümkün olan en yüksek düzeyde giderilmesini, gerçekleştirilmesi
gereken bir devlet planı temelinde görür."(B,
Minch, Bovyetler Birliği'nin Sosyo Ekonomik Karekteri,
A. Karlo)
Bu ifadeden de anlaşılacağı üzere, sosyalist toplumda
üretim bir plan çerçevesinde, toplumsal ihtiyaç
esas alınarak gerçekleştirilir ve satıştan kâr
sağlama amacı değil, kullanım değeri unsuru ağır
basmaktadır. Yani ürünlerin değeri, onları üretmek
için, toplumsal bakımdan gerekli emek zamanıyla
belirlenir.
Öte yandan sosyalist ilişkiler, bireysel emeğin,
doğrudan doğruya toplumsal bir emek olarak üretim
surecine sokulmasını öngörür. Ücretli emek sisteminin
tasfiye edilmesi, bireysel emek ile toplumsal
emek arasındaki çelişkiyi ortadan kaldırmıştır;
bir işgücü piyasası yoktur. Diğer bir deyişle,
bu üretimin çelişkisi olan kullanım değeri ile
değişim değeri arasındaki çelişki ortadan kalkmıştır.
Kapitalizmde, toplumsal bakımdan gerekli zaman,
piyasada anarşik biçimde saptanır, ve kapitalist
artı-değeri ve toplam ürünün sabit sermayedeki
sürekli aşınmayı karşılayan bölümünü, piyasada
gerçekleştirmek zorundadır. Sosyalizmde ise, bütün
girişimler ve üretim, toplumsal mülkiyet üzerinde
yükselir, fiyatlar plana bağlı olarak oluşur ve
ölçü, gerekli emek zamanı olmaktadır.
Bu durumda, bir toplumsal plan çerçevesinde, toplumsallaşmış
emek tarafından üretilen ürünlerin, meta niteliğini
taşıdıklarından söz edemeyiz. Örneğin meta dolaşımının
başka biçimlerinden birisi olarak gösterilen,
devlet işletmelerinin arasındaki ürün alışverişini
ele alalım. Burada devlet, hem alıcı ve hem de
satıcı durumundadır. Gerek üretim ve gerekse de
alışveriş, plan doğrultusunda olmakta, fiyatlar
ve ücretler, yine bu plan doğrultusunda saptanmaktadır.
Piyasa ve değişim değerinin bu süreç içinde bir
rolü yoktur. Kuron ve Modzelewski'nin örneğini
tekrarlayacak olursak: "çelik fabrikasının
çeliği, metal işleyen fabrikaya ya da madendeki
kömür çelik fabrikasına gittiği zaman bu, defterlere
üretim araçlarının satışı olarak geçer. Gerçekte
ise söz konusu olan, aynı sahiplik ilişkileri
çerçevesi içinde, basit biçimde transferdir, yoksa
gerçek bir alışveriş işlemi değil."(Kuron,
Modzelewski; Tekelci Bürokratik Sosyalizm)
Meta dolaşımının bir değer biçimi olarak gösterilen
dış ticari ilişkiler acısından da durum değişimez
Devlet, plan doğrultusunda, toplumsal ihtiyaçların
belirlediği ölçülerde ti cari ilişkiler içine
girmektedir. Piyasa ve kar. belirleyici bir olgu
değildir. Dolayısıyla ithal edilen bir tüketim
maddesi, ülke içinde meta olmaktan çıkmakta, toplumsal
ihtiyaç ölçüsün de bu ürüne dönüşmektedir.
Meta dolaşımının üçüncü biçimi olarak gösterilen
devlet sanayii ile kolhozlar arasındaki alışveriş
sürecinde ortaya çıkan ilişki de, yine büyük ölçüde
abartmaya dayanmaktadır. Çünkü kooperatif çiftliklerini;
devletten bağımsız, devletle piyasa kurallarına
uygun ticari ilişkiler yürüten, dolayısıyla bir
meta piyasasının oluşmasına neden olan işletmeler
olarak görmek yanlıştır.
Devlet ve kooperatifler arasındaki alışveriş sürecinde,
fiyatların ayırt edici özellikleri, nominal olmalarıdır.
Yani ekonominin hakim unsuru olarak, bir piyasanın
olmadığı koşullarda; devletin, planın öngördüğü
çerçevede belirlediği fiyatlar üzerinden bir alışveriş
sözkonusudur. Buna ticaret denilemez. "Devlet
tarafından yapılan" 'ödeme', ancak kolhozun
gerekli stokunun tamamlanmasını mümkün kılmaya
yarar. Aksi halde kolhoz, çalışmasını durdurmak
zorundadır (A. Karlo, Sovyetler Birli-ği'nin Sosyo
Ekonomik Karakteri)
Ekonomik anlamda da yekpare bir bütün olarak ifade
edilen süreç, eskinin çeşitli düzey lerde etkileri
ce dönüştürücü, yıpratıcı faaliyet-leriyle karşı
karşıyadır. Buna gayri meşru piyasa demek yanlış
olmaz. Çünkü, kural dışı eğilim ve uygulamaları
içermekte ve kapitalist ilişkilerin uzantısı olarak
sürmektedir. Bu piyasayı iki biçimde
özetleyebiliriz:
Birincisi, küçük üreticiliğin bir sonucu olarak
görülür Eski reel sosyalist ülkelerin tamamına
yakınında, özellikle tarım alanlarında küçük üreticilik
yaygındır. Kooperatif çiftliklerde bile, kooperatif
üyelerinin kağıt üzerinde, kendi bireysel ihtiyaçlarını
karşıladıkları, küçük çaplı bahçeler bulunur.
Bu küçük mülkiyetin, ülkedeki ekilebilir tarımsal
alanlar içindeki payı çok azdır. Ne var ki. üretkenlik
bağlamında kooperatif çiftliklerden çok ilerde,
onu bir kaç kez katlayacak düzeydedir. Böylelikle,
özellikle tüketim maddelerini içeren ve örgütlü
olmayan, 'perakende' diyebileceğimiz bir meta
piyasası oluşur ve bunun tüketim maddeleri içinde
hatırı sayılır bir yeri vardır.
Ancak sosyalist ilişkileri geriye çekme ve bu
ilişkilerin genel özelliklerinin çarpıtılması
bağlamında niteliksel bir rol oynadıkları söylenemez.
Böyle bir olasılık, ancak sanayileşememiş, ekonomisi
büyük ölçüde tarıma bağlı ülkeler için söz konusu
olabilir. Örneğin, SSCB'de başlangıçtaki durum
buydu ve Lenin, bunu büyük bir sakınca olarak
kabul etmekteydi.
Gelişmiş bir sanayi toplumu açısından da kırlarda
küçük üreticilik elbette
tercih edilmez ama artık küçük üretim sistemin
varlığını ya da niteliğini, sağlıklılığını birinci
dereceden etkileyen bir etken olmaktan çıkar.
Çünkü sanayiye, toplumsal planlama ve toplumsal
mülkiyet üzerinde yükselen oranlı bir gelişme
damgasını vurmaktadır. Dolayısıyla, sanayiye mutlak
biçimde bağımlı bir sektör olarak tarımcılığın,
üstelik hakim 'olmayan bir biçimi olarak küçük
üretimin etki alanı sınırlı ve ancak uzun vadeli
olmaktadır.
İkincisi, karaborsa ticareti ve stokçuluğu içerir.
Bunun da, reel sosyalist ülkelerin bir çoğunun
ortak özelliği olduğu bir gerçektir ve ülkeden
ülkeye değişen bir etki alanı vardır. Planın bilinçli
düzenlenmesinden koparak gayri resmi biçimde meta
ilişkilerine tabi olan bu faaliyetlere, gölge
ekonomisi adı da verilmektedir.
Gölge ekonomisi, devlet tarafından tahsis edilmiş
malların bir bedel karşılığında özel kişiler arasında
devri (örneğin ev, daire kiralama) özel ders ve
muayene, ev ve otomobil tamirinin özel kişilere
yaptırılması gibi "masum" biçimlerden
(gri borsa), resmi fiyat üzerinden talebi arzı
aşan malların (moda giysiler, mobilya, otomobil,
inşaat malzemesi, vb.) özel kanallardan daha yüksek
fiyata satılmasına (kahverengi borsa), nihayet
ithal ve yasadışı malların (fabrikalardan çalıntı,
döviz, altın, esrar, fahişelik hizmetleri, vb)
satışına (kara borsa) kadar geniş bir meta ilişkileri
ağını kapsar.
Bu ekonominin boyutlarını kavrayabilmek için bir
tek sayı yeterli olmalı: E. Mandel'in Sovyet kaynaklarına
dayalı hesaplamalarına göre; 17 ila 20 milyon
arası Sovyet vatandaşı, iş dışı saatlerinde hizmetler
kesiminde çalışmıştır. (Katsegenelinber-gen ve
Mandel'den aktaran, S. Savran, 11.Tez)
İlk bakışta bu gölge ekonominin sosyalist ilişkileri
dönüştürücü etkilerinin sınırlı olduğu düşünülebilir.
Ama özellikle yozlaştırıcı ve sistemi yıpratıcı
etkileri küçümsenemez. Bu ilişkiler, herşeyden
önce etkili bir yabancılaşmanın göstergesi olmaktadır.
Ve bu yabancılaştırmayı yaygınlaştırma anlamında,
büyük etkileri vardır. Öte yandan başlangıçta
sınırlı gibi görünen bu faaliyetlerin, büyüme
ve sistemi etkileme özellikleri de küçümsenmemelidir.
Reel sosyalist ülkelerde görülen ve piyasaya özgü
olguları çağrıştıran basit bir örnek olarak, satılamayan
ürünler vardır. Plan dahilinde üretilen bir ürün,
eğer tüketici tarafından benimsenmemişse, elde
kalabilir ve stok büyüyünce de, o ürünün fiyatı
düşer. Yani satış sürecindeki tüketici eğilimi,
o ürünün fiyatını belirleyebilmektedir. Ancak
bu da tek tek ürünler bazında olmakta ve ürünlerin
fiyatlarını belirleyen genel bir özellik durumuna
gelmemektedir.
İncelediğimiz bu özelliklerin bir sonucu olarak,
paranın sosyalist ilişkiler içinde yüklendiği
rol, en azından teorik düzeyde kapitalist ilişkilerden
oldukça farklı olmaktadır. Sosyalizm için para,
sosyalist ürünlerin fiyatlarının, bir piyasanın
kurallarına bağlı olmadan saptanması için, genel
bir eş değer olarak kullanılır. Gerçekte. Marks'ın
da çerçevesini çizdiği gibi, sosyalist bir düzende
hesaplamanın ve değer ölçüsünün aracı para değil,
e-mek zaman birimine dayanan bir hesaplama olmalıydı.
Bu, başlangıçta pratik zorluklar nedeniyle olanaksız
göründü. Sonrasında ise, bölüşümün sosyalist olmayan
niteliğini gizleyen bir araca dönüştüğünden kurumlaştı
ve sistemin kabullendiği bir uygulama haline geldi.
Üretici Güçlerin Sürekli
Geliştirilmesi Zorunluluğu
Çağdaş sosyalist pratiğin en önemli sonuçlarından
birisi de üretici güçlerin sürekli geliştirilmesi
sorunudur.
Çağdaş sosyalist teori, ekonomik büyüme ve üretici
güçlerin gelişmesini sürekli kılmanın yollarını,
öncelikli bir sorun olarak ele almıştır. Sosyalizmin
günümüzde yaşadığı sorunların kökeninde de, üretici
güçlerin gelişmesi sorununa mutlak bir çözüm bulamamak
ve bu doğrultuda bir gelişme temposunun yeterince
örgütlenememesi yatmaktadır. Bu bağlamda, sorun
yalnızca ekonomik bir kategori olarak alınmamalıdır.
Toplumsal hayatın diğer süreçleriyle derin bir
bağlantı sözkonusudur; bu sorunun çözümlenememesi,
diğer süreçleri de etkiler ve onlardan etkilenerek
büyür.
Üretici güçlerden; toplum tarafından yaratılmış
olan üretim araçları, herşeyden önce de iş aletlerinin
ve maddi malların üreticisi olarak insan anlaşılır.
Üretim süreci içinde, insanlar arasında meydana
gelen maddi malların değişim ve bölüşüm ilişkilerine
ise üretim ilişkisi denir. Üretici güçlerin belirli
bir gelişme düzeyine erişmeleri, bu gelişmeye
uygun düşecek ilişkileri gerektirir.
Tersi durumda, üretim ilişkilerinin, üretici güçlerin
gelişmesine uygun bir nitelik kazanmaları zorunlu
hale gelir.
Gelinen noktada açık olan gerçek, sosyalist ülkelerde
üretici güçlerin gelişme özelliklerinin, sistemin
ihtiyaçlarına karşılık veremediğidir. Bu ihtiyaçlar
nelerdir? Kısaca, komünizmin üst ve yetkin aşamasına
geçebilmenin koşullarının yaratılması, diyebiliriz.
Bu da, SBKP'nin programlarında soruna yer vermek
ve 1980'li yıllarda komünizme ulaşılacağını iddia
etmek türünden fantastik saptamalar oluşturmakla
sağlanamaz. En azından böyle olamayacağını tarih
kanıtlamıştır. 1980'lerde komünizme varmayı öngören
SBKP, bugün tarihe gömülmüştür. Çünkü, üretici
güçlerin gelişme temposu, amaca ulaşabilmenin,
bu yolda mutlak bir gereklilik olarak emperyalist
kapitalist sistemi bütün alanlarda geride bırakabilecek
düzeyin gerisinde kalmıştır.
Sosyalizm bunu başaramadığı gibi, şu ya da bu
şekilde yaşayabilecek bir düzeyi ancak tutturabilmiş
ve sorun nihayet bir arayış sürecinin hakimiyetine
dönüşmüştür. Bu arayış süreci; tarihin en büyük
yıkımlarından biri ile noktalanmıştır ve insanlık
bunun acılarını, emperyalistler arası dünya savaşlarından
arta kalan acılardan çok daha fazla ve derin bir
biçimde çekmektedir.
Buradan bir sonuç çıkarmak gerekirse, reel sosyalist
ülkelerdeki üretim ilişkilerinin aldığı biçimin,
üretici güçleri geliştirmeye yetmediğini, ya da
bu gelişmeyi engellediğini söyleyebiliriz. "Perestro-ika"
işte bu temelin üzerinde yükselebilmiştir. Sosyalist
inşa sürecinde ortaya çıkan ilişkiler, çok hızlı
bir kalkınmayı, rekor bir gelişme temposunu mümkün
kılmış, fakat sosyalist inşanın en temelde başa-rılmasının
ardından, komünizmin üst aşamasına geçişin koşullarını
yaratabilmekte yetersiz kalınmıştır.
SSCB ve diğer reel sosyalist sistem ülkelerinde
göze çarpan genel bir olgu var. Bu, sanayi sektörleri
arasındaki gelişme farklılığıdır. Bir ekonominin
üretken kesimleri, sanayi ve tarımdır. Sanayi
sektörünü ise, kendi içinde üç dala ayırabiliriz:
Yapım (imalat) sanayi, Madencilik (istihraç) sanayi
ve Enerji sanayi... Ancak' sanayi' tanımlaması,
genellikle imalat sanayi ile özdeş bir nitelik
kazanmıştır. İmalat sanayii de yine üç sektörden
oluşur: Tüketim malları imalatı, ara malları imalatı
ve üretim mallan imalatı.
Ağır sanayileşme, ancak üretim araçları imalatı
ile anlam kazanır. Üretim araçları imalatının
olmadığı bir ülkede sanayileşmekten söz edilemez.
Örneğin Türkiye açısından durum budur. Reel sosyalist
ülkelerde ise, tersi bir durum söz konusudur.
Hemen hemen sosyalist ülkelerin tamamında, sanayi
yatırımlarının büyük bölümü üretim araçları imalatına
ayrılmış, tarım ve hizmetler sektörleri ile tüketim
ve ara mallan sanayileri, asıl olarak üretim araçları
sanayiine tabi kılınmıştır.
Bu durumun nedeninin, sosyalist sistem ülkelerinin
çoğunda, başlan gıçta üretici güçlerin gelişme
düzeylerinin geri olmasından kaynaklandığı açıktır.
Emperyalizmden bağımsızlaşmak, onunla rekabet
ve çatışma koşullarında gelişmek ve ayakta kalmak,
büyük oranda ekonomik bağımsızlaşma ve gelişmeyle
mümkün olduğundan, devrim sonrası çabalar, en
temelde bu amaca yöneltilmiş, bunun sonucu olarak
da, sanayileşme çabası öne çıkmıştır. Üretici
güçlerin yeterince gelişmediği bir ülkede, emperyalizme
rağmen sanayileşmenin bir tek yolu vardır; diğer
sektörleri, üretim araçları sanayiine tabi kılmak
ve kendine yeterli olmanın ötesinde, çağdaş gelişmişliğin
başlıca ölçüsü olarak ağır sanayileşme sorununu
bu şekilde en temelde çözmek.
Ancak bu çözümün de aksayan çeşitli yanları, süreç
içinde baş gösteren çeşitli sakıncaları vardır.
Sağlıklı bir ekonomi herşeyden önce, çeşitli unsurlar
arasında, birbirine koşut bir gelişme ve uyumu
gerektirir. Sanayinin yalnızca bir sektörüne dayanan
bir gelişme, salt ekonomik düzeyde değil, diğer
düzeylerde de çeşitli sorunlar doğurur.
Üretim ve tüketim, bir bütünün iki kutbunu oluştururlar,
ve birinin ötekine sürekli baskın olması, başlangıç
için yüksek bir tempo oluştursa da; sorun, belli
bir aşamada sanayileşme sorununun çözümüne dayanır.
Yani üretim araçları sanayini hakim unsur yapan
nedenin asıl olarak ortadan kalkmasından sonra,
gelişme temposu düşer; giderek de, sosyalist gelişmenin
ihtiyaç duyduğu düzeyin gerisinde kalınmasına
neden olur.
Reel sosyalist ülkeler, gelişme ağır sanayileşmeyi
gerektirdiğinden; bütün olanaklarını üretim araçları
sanayiine seferber ettiler. Bu,üretici ve tüketici
sektörler arasında mutlak bir eşitsizliği getirdi.
Gelişmiş kapitalist ülkelerde, birbirine atbaşı
giden bu sektörler, sosyalist ülkelerde, üçe bir,
dörde bir gibi oranları bulan farklılıklar gösterdi.
Yani arada, bir uçurum vardı ve bu uçurum yalnızca
bir sistem olarak kapitalizm ve sosyalizm arasındaki
farklılıklarda** değil, üretici güçlerin gelişme
düzeyleri arasındaki farklılıktan kaynaklanıyordu.
Lenin'in başlangıç için "acıklı" olarak
nitelediği bu durum ülkenin ekonomik potansiyelinin
üretim araçları sanayine tabi tutulmasını zorunlu
kılmaktay-
dı. Ve sonuç bu yolla sosyalist ülkelerin sanayileşme
sorunlarını en temelde çözümlemeleri oldu. Çağımızda,
üretici güçleri geri iken sanayileşmeyi başaranbaşka
ülkeler ve başka bir gelişme modeli yoktur. Ne
var ki bu sürecin beraberinde getirdiği başka
sorunlar da vardı ve giderek büyüyen ve önem kazanan
sorunların kökeninde yatan başlıca nedenler de
aslında bunlardı. Çünkü, aradaki eşitsizlik gelişmeyi
büyük ölçüde tek boyutlu kıldı, özellikle emperyalizmle
çatışmanın somutlaştığı sektörleri yüksek bir
teknolojik düzeye sahip kılarken, diğer sektörlerde
(özellikle de tüketim ve ara malları sektörlerinde)
görece geri niteliğin sürmesi gibi bir sonuç doğurdu.
Bu durumun, toplumsal düzeyde neden olduğu sancılar
nelerdir? Bu soruya en temelde, halkın günlük
ekonomik sorunlarına ilişkin taleplerinin karşılanamaması,
beklentilerinin giderilememesi biçiminde karşılık
vermek yanlış olmaz. Bu, ilk bakışta önemli görülmeyen
ancak, onlarca yılı içeren bir sürecin sonucu
olarak, temel nitelikte bir olguya dönüşen önemli
bir konudur. Bu önem, bölüşüm ilişkilerindeki
sağlıksızlıklardan ve proletarya demokrasisinin
ayaklarının havada kalmasından kaynaklanmaktadır.
Bir ülkede halkın, iktidarın sahibi olduğundan
yana kuşkuları varsa, yönetici bürokrasi giderek
genişlemekteyse, ayrıcalıklar giderek büyüyorsa,
o zaman günlük ekonomik sorunlar kaçınılmaz biçimde
önem kazanır; daha iyi yaşama özlemi giderek artar,
sistemin öngördüğü kural ve ilkelerin dışında
yolların yaygınlaşması, önde gelen özelliklerden
biri haline gelir. Bu noktada yabancılaşma artık
o toplumda etkili olmaya başlamıştır.
Ve yabancılaşma, sosyalist bir toplum için en
tehlikeli olgulardan biridir.
|