Emperyalizmin gündemini daha fazla
kar, ve savaş belirliyor.
Halkların gündemini ise; barış ve ekmek...
Emperyalizm varlığını sürdürdüğü müddetçe, savaşlar
devam edecektir.
Emperyalizm varlığını sürdürdüğü müddetçe, bize-halklara
barış yok...
Ortadoğu, Ateşten İndirilmeyecek
Siyasal güç, petrol, dolar, silah ve kan...
Ortadoğu'daki temel motifler bunlar.
Fakat bu motifleri tanımlarken, kuşkusuz Ortadoğu'yu
kendi başına değil, 'Dünyanın Ortadoğusu' olarak
değerlendirmek gerekiyor. Son Körfez Krizi'yle bir
kez daha dünya gündeminin ilk sırasına fırlayan
(ve ilk sıralardan hiç düşmeyen) Ortadoğu'da, bu
motiflerin paylaşımında da değişen bir şey yok...
Siyasal güç: Amerika için.
Petrol : Batı için.
Petrol karşılığında Ortadoğu'ya dönen dolarlar:
Ortadoğu'nun iktidar sahipleri için.
Bu dolarların silaha çevrilmesi: Sözkonusu tekeller,
yani yeniden emperyalizm için.
Ve kan: Halk İçin...
Ortadoğu'da petrol dolara, dolar silaha, silah kana
dönüştürülüyor ve bu dönüşüm çemberinden sadece
emperyalizm kazanıyor, sadece halklar kaybediyor.
Halkların payına sadece kan ve büyüyen yoksulluk
düşüyor. Sadece kan, sadece acı...
1998'in Şubat ayı, Emperyalizmin Ortadoğu'daki sönmeyen
ateşi bir kez daha harladığı, en yeni silahlarını
ve teknolojisini dünya medyasında sergileyerek;
"geleceğim, vuracağım, yakacağım, indireceğim"
sözleriyle 2. Körfez Krizi gündemini açtığı; değiştirmek
kararlılığında olduğu Ortadoğu çehresi için kollarını
yeniden sıvadığı, Ortadoğu stratejisine bağlı dönem
taktiklerini canlandırdığı bir ay oldu.
Ortadoğu, siyasal, coğrafi, etnik açıdan yeniden
paylaşılması düşünülen ve bütün bu yönleriyle belirsizlikler,
dengesizlikler içinde olması bakımından da böyle
bir yeniden paylaşım arzusuna açık sahne olan bir
alandır. Sıkça dile getirildiği gibi, petrol işin
önemli bir boyutudur ama Ortadoğu'nun sorunlarına
ve emperyalizmin Ortadoğu'ya ilişkin stratejilerinin
belirlenmesine neden olan tek boyut değildir.
Burada; Arap, Kürt, Türkmen, Yahudi, halkların yerleşim
ve toprak problemleri, emperyalizmin daha önceki
dönemlerinin ihtiyaçlarına parelel olarak geçici
bir tarzda 'çözümlenmiş', bu halklar sözkonusu topraklarda
sürekli bir göç hareketi içinde yaşatılmıştır. Dolayısıyla
Ortadoğu halklarının, tarihin askısından hiç indirilmeyen
bir "ülke, toprak" problemleri olmuştur.
Bunun yanısıra emperyalistlerin bu bölgedeki güç
ve insiyatif alanı kavgası, gerçekte bütün problemlerin
zemini olarak varlığını korumaktadır. İsrail'in
özel durumu, sorunların çok daha ağır ve karmaşık
hale gelmesininin önemli nedenlerinden biri olmuştur.
İsrail'in Ortadoğu'daki rolü ve durumu üzerinde
detaylı durmak ve bu ülkenin tarihsel kökenlerini,
emperyalistlerle İsrail ilişkilerinin derinliğini,
uzunca değerlendirmek gerekiyor. Bu arada son süreçte
geliştirilen ve güçlendirilen Türkiye-İsrail ilişkileri,
birbiri ardı sıra yapılan ikili anlaşmalar, emperyalizmin
Ortadoğu'ya vermek istediği yeni çehrenin en önemli
ürünleri ve taktikleri arasında yer almaktadır.
İşte bu coğrafyada yaşanan-yaşatılan 2. Körfez Krizi'ni
ele almadan önce, bu krizin jönü ABD'nin. 1995
yılında yayımladığı "ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi"™
önümüze koymak gerekiyor. Aynı zamanda bir ibret
belgesi olan bu strateji başlıkları, "yeni
dünya düzeni" denilen ve SSCB'nin çökmesinden
sonra emperyalizm tarafından gündeme alınan politikanın
belgesidir. Sadece Ortadoğu'ya ilişkin olarak değil,
bu dönemde yapılacak çeşitli konulara dair çözümlemeler
için, aşağıdaki belgenin sürekli masa üzerinde tutulmasında
yarar değil, zorunluluk vardır:
"1- Dünyanın ABD'nin liderliğine gereksinimi
vardır. ABD, liderlikte rakipsiz kalmıştır, bu nedenle
dünyanın her bölgesine ilgi duymaktadır
2- ABD, milli güvenliğe yönelik tehditlere karşı
çeşitli politikalar üretmektedir. Bu politikalar,
belgeler ve bölgeler içindeki ülke sayısı kadar
değişiktir.
3- ABD, geçen yarı yüzyılda komünizmi enbüyük tehdit
kabul ederek bununla mücadele etmiştir. Komünizm
ortadan kalkınca bugün yeni tip tehditlere karşı
savaşım vermek zorundadır. Bu tehditler: siyasal,
ideolojik, ekonomik, etnik, sosyal ve çevresel tehditlerdir.
4- ABD'ye savaş ilan edebilecek ülke yoktur. Ancak
ekonomik rakipler vardır. Küresel ekonomi uygulaması
ile, ABD bunu lehine çevirecektir.
5- Komünizmle mücadele, Rusya'ya ekonomik yardım
yapmaktan daha pahalıdır. Bu nedenle G-7 ile birlikte,
Rusya Federasyonu'na yardım yapılmalıdır.
6- Küresel olaylarda etkin olmak gerekir. Etkin
kalındığı sürece tehdit ve tehlikeler daha iyi değerlendirilebilir.
Bölgeler ve ülkeler bu amaçla izlenmelidir.
7- Milli güvenlik çıkarları tehdit edildiğinde,
önce diplomasi kullanılır. ABD, müdahalenin zorunlu
olduğu durumlarda, yapılabildiği takdirde başka
ülkelerle, mümkün değilse tek başına askeri kuvvet
kullanmayı esas almıştır.
8- ABD, dünyadaki toplu imha silahlarının dağılımını,
etnik ve dini anlaşmazlıkları, aşırı ve saldırgan
milliyetçiliği ve çevresel sorunları, doğal kaynakların
tükenmesini, hızlı nüfus hareketlerini; hem küresel
hem de ABD için milli tehdit olarak görmektedir.
Bili Clinton, 1995"
Bu belge gerektiği gibi irdelendiğinde, emperyalizmin
yeni dönem politikalarının yanısıra ve bunların
içeriğinde (şimdilik) "son" Körfez-lrak"
krizinin ana hatlarını, çarpıcı biçimde görmek mümkündür.
Bu belge, "yeni dünya düzeni", "emperyalizm",
"süper güç", vb tanımlamalarla SSCB sonrası
dünya çözümlemesi yapmakta zorlanan ve durumu ilginç
biçimde karmaşıklaştırmak hoşlanan kesimler için
de bir uyarıdır. ABD, dünya jandarması tartışılmazlığını,
yeni sömürgeciliğin sosyalist sistemin dağılmasından
sonraki taktikleriyle canlı tutmak isteği ve gereksinimi
içindedir.
Bunun için de, dünyadaki her türlü gelişme bir gerekçe
olabilir. Saddam'ın evininin yatak odasını ABD'li
bir çavuşun arzu ettiği zaman "denetleyememesi"
bile, anında bir savaş nedeni yapılabilir. Aslında
bir ABD -Irak "savaşından" söz etmek,
objektif değildir. Durumu, "ABD'nin Irak'ı
vurması" şeklinde tanımlamak gerekir.
Nasılsa böyle bir durumda "dünyanın korunması
gereken doğal kaynaklarına" yani petrole zarar
gelmez... Tam tersine, ABD petrol tekelleri, böyle
bir saldırıdan kazançlı çıkar. Öylesi bir durumda
zarar görecek olanlar, sadece Irak'taki ve bütün
Ortadoğu'daki halklardır ki, bunun emperyalizm açısından
hiç bir sakıncası yoktur. ABD'nin="dünyanın
selameti” karşısında Arap ve Kürt halklarının lafı
olmaz...
Krizin ilk günlerinde hafif medyanın, hafifliğini
en hafif biçimde sergileyerek, Başkan Clinton'un
seks skandallarını unutturmak için gündeme aldığını
iddia ettiği gelişmeler, emperyalizmin Ortadoğu'daki
mevcut durumu değiştirme projesinin adımlarından
birisidir.
İran'daki rejimin, Saddam Yönetimi'nin ve Suriye'nin
rahatsız edici yönleri, Kürdistan çıbanı ve Ortadoğu'lu
ülkelerin neredeyse yarısını birinci dereceden ilgilendiren
yükselmiş bir Kürt Ulusal İsyanı, Türkmenlerin durumu,
dini ve etnik çelişkiler, Filistin Sorunu; siyasal
unsurlar olarak Ortadoğu'nun yeniden biçimlendirilmek
istenmesinin gerekçeleri arasındadır. Bölgedeki
dengelerin ya da dengesizliklerin bu haliyle sürmesi
istenmemektedir. Bunların değiştirilmesi, emperyalizmin
gereksinimidir,
ABD, konuyu sadece Ortadoğu çapında da ele almamaktadır,
Kafkasya'daki gelişmeler ve sorunlar, etkinlik alanı
açısından Ortadoğu ile birlikte değerlendirilmekte
ve bu iki bölge bir bütün olarak masaya yatırılmaktadır.
Ayrıca bu iki bölge arasındaki enerji bağlantıları
ve kaynakları, emperyalizm için büyük önem taşımaktadır.
Petrol, Ortadoğu'nun stratejik önemi, Rusya'nın
yavaş yavaş kişilik kazanmaya çalışan dış politikası,
Kafkaslardaki "yeni" ülkelerin henüz denge
kazanmamış durumlarına müdahale ortamı yaratılmasında,
Ortadoğu'nun oynaması gereken rollere göre biçimlendirilme
ihtiyacı, Birinci Körfez Krizi'nde beklentilerin
elde edilememesi ve deyim yerindeyse ilk krizin
yarım kalması gibi bir çok, konu; emperyalizmin
dünya bölgeleriyle ilgili programlarında Ortadoğu'nun
ilk sıralarda yer almasını getirmektedir. Dolayısıyla,
"Ortadoğu'ya yeniden çeki düzen verilenceye
kadar", Ortadoğu krizi sürecektir.
Emperyalizmin gereksinimleri ve istekleri doğrultusunda
Ortadoğu'yu yeniden biçimlendirebilme başarısı ya
da başarısızlığı, başta Ortadoğu halkları olmak
üzere tüm dünya halklarının emperyalizme, özellikle
de ABD'ye direnebilme başarı ya da başarısızlığına
bağlıdır.
İlk Körfez Krizi'nde dünya ülkelerinin neredeyse
tümünü arkasına almayı başaran, en kötü durumda
sessiz kalmalarını başaran ABD, bu kez bu düzeyde
farklı bir durumla karşılaşmıştır. Başta Güvenlik
Konseyi üyelerinden Rusya, Fransa ve Çin olmak üzere,
bir çok ülke Irak'ın yeniden vurulmasına karşı çıkmıştır.
Rusya'daki gelişmelerin, sadece dünya genelindeki
problemlere yönelik aldığı tavırlarla değil, daha
özelde dikkate alınması gerekmektedir. Dünya tarihi,
Rusya'yı, en hızlı ve değişken ülke olarak yazacaktır.
Ve bugün orada yine niteliksel değişimler cereyan
etmektedir. Parlementoda ciddi bir anti emperyalist
grup oluşmuştur ve hem nicelikleri (240 kişi) hem
de nitelikleri bakımından azımsanmayacak bir güç
oluşturan bu grubun, Rusya'nın iç ve dış politikadaki
rolü, büyük önem taşımaktadır.
Fakat yine iyi görmek gerekir ki Rusya bu süreçte,
zamansız bir yoğunlaştırılmış çelişki yaşamaktan
sakınmaktadır. Bu durum, ABD'nin pervasızlıklarını
mümkün olduğunca yoğunlaştırılmış biçimlerde sergilemesinin
verilerinden biri olmaya devam etmektedir. Öte yandan
Kuveyt, Bahreyn, Umman dışındaki Arap ülkeleri de
(Suudi Arabistan, Suriye, Mısır, Libya, İran, Ürdün)
böyle bir saldırıya karşı tavır almış ya da en azından
açık destek vermemişlerdir. Saldırının patronu ABD'yi,
İngiliz "İşçi Partisi" Lideri Başbakan
Tony Blair başta olmak üzere, (kuşkusuz) İsrail
ve Almanya,Kanada. Portekiz, Danimarka, Avustralya
desteklemiştir.
Öte yandan dünya halkları, başta Filistinliler olmak
üzere, ABD aleyhinde gösteriler düzenlemişler ve
savaşı lanetlemişlerdir. Bu göstericilerin içinde
ABD halkının da olması ve ABD'de yapılan kamuoyu
araştırmalarında halkın % 50'sinin savaş=saldırı
istemediğini belirtmesi, kriz sürecinin önemli özellikleri
arasındadır.
Irak'ın tekrar vurulmaması konusunda aktif çaba
harcayan Rusya'nın yanısıra Çin, anlaşma imzalandıktan
sonra da dengeli tavrını korudu ve "uluslararası
çatışmaların güç kullanarak çözülmesinin kimseden
destek görmediği" şeklinde bir açıklama yaptı.
Fransa, emperyalist bir ülke olma karakterine bağlı
olarak, gerekli görürse tavrını değiştirebileceğinin
sinyalini verdi. Baştan beri ABD'yi can-ı gönülden
destekleyen İngiltere ile birlikte, "Irak'ın
son anlaşmaya uymaması halinde derhal karşılık verileceğini"
belirten bir uyarı notunun BM Güvenlik konseyi kararına
konulmasını istedi. Fakat yine aynı günlerde Fransa
Dışişleri Bakanı, "Bağdat'ın anlaşmaya uymaması
halinde ABD'den gelecek bir teklife destek vermeyeceklerini"
bildirdi.
Dolayısıyla, olası gelişmelere karşı tavır değişikliğine
gidebilmeleri yönünde, bütün kapılar açık tutulmuş
oluyordu.
"Bizimkiler" cephesinde ise durum, mevcut
karmaşa ve hipertansiyon halinin, ölümden çok kısa
süre önce hastanın aniden iyilik belirtileri göstermeye
başlaması tarzında bir tablo çizdi. Çünkü olası
bir savaş durumu, nereden bakılırsa bakılsan ve
nasıl davranılırsa davranılsın, TC'nin aleyhine
olacaktı. ABD'nin Güney Kürdistan'da uydu bir Kürt
Devleti, Irak'ın bir Türkmen Devleti projeleri,
TC için "eğer projelerin dışında bırakılırsa"
ki öyle gözüküyordu, yeni kabuslar, ya da kabuslarının
derinleşmesi anlamına geliyordu.
Bu arada gelişmeler bütün boyutlarıyla Türkiye'yi
birinci dereceden ilgilendirdiği ve ortaya çıkacak
sonuçlardan en fazla zarar görecek devletlerin başında
TC geldiği halde, yürütülen yoğun ve hızlı diplomasi
turlarında TC'nin görmezden gelinmesi, "Bizimkilerde"
büyük tedirginlik ve gerilim yarattı. Bilindiği
gibi Irak, son dönemde giderek belirginleşen bir
federasyon düşüncesi ile Kürt sorununu ele almaya
başlamıştı. Bu durum, TC'yi ve ABD'yi rahatsız eden
bir yaklaşım olarak varlığını koruyor. Bu doğrultuda
özellikle son bir kaç ay içinde KDP ve YNK yetkilileri,
Irak'lı görevlilerle diyalogları sürdürüyorlar.
ABD'nin Türkiye'yi görmezden gelmesi tavrının son
derece doğal ve haklı olduğunu yüksek sesle haykırmak
gerekiyor: Ülkemizin, ABD'nin bir eyaleti olarak
böyle kritik bir dönemde uluslararası diplomasinin
muhataplarından biri olmadığı, bir kez daha açıklık
kazanmıştır.
TC, Birinci Körfez Krizi'nde "bir koyup beş
alamamış", tam tersine krizden en fazla zararla
çıkan ülke olmuştur. Dolayısıyla, şimdilerde "haddi
olmadan", ABD'nin Körfez projelerine aykırı
tezler de savunmaktadır. En azından aykırı korkularını,
"endişeler" terimiyle dile getirmeye çalışmaktadır:
Irak'ta 1991'den önceki statüye geri dönülmesini
istemektedir.
Kendisi için tam bir bataklık haline gelen Güney
Kürdistan sorunundan çıkmak için çırpınmaktadır.
Bir yandan Musul-Kerkük kapsamlı Güney hayallerinden
kopmak istememekte, bir yandan da bu karmaşadan
doğabilecek olası bir Kürt devletinin kabusunu görmektedir.
Kriz günlerindeki Ecevit söylemi, bütün bu korku,
endişe ve çelişkilerin ürünü olarak değerlendirilmelidir.
Medya karşısında sık sık ABD'yi eleştiren Başbakan
Yardımcısı Ecevit, "Kıbrıs Fatihi" unvanına
yeni fetih unvanları katmanın da hayalleri içindeydi.
Özellikle savaş durumunda güneyden kuzeye doğru
bir göç dalgasının yaşanacağı savı ile, emperyalizmden
savaş payı beklediler. Türkmen partilerinin temsilcileri
Ankara'ya çağrıldı ve Türkmen Devleti planları canlandırılmak
istendi. Bu arada bir kazançları da oldu kuşkusuz.
Çok sıkıştıkları bir ortamda, iç politikanın çözümsüz
sorunlarından bir süreliğine uzaklaşıp nefes almaları,
hükümet ortakları olarak onları rahatlattı. Seçimin
kendileri açısından getireceklerini ve götüreceklerini
de hesaplama fırsatı bulmuş oldular.
23 Şubat 1998 tarihinde Bağdat'ta BM Genel Sekreteri
Kofi Annan ile Irak Başbakan Birinci Yardımcısı
Tarık Aziz arasında imzalanan ve Körfez'de bütün
azametiyle hazır bekleyen ABD güçlerinin, verilen
"savaş randevusu günü ve saatinde" Irak'ı
en azından şimdilik vurmamasını sağlayan anlaşma,
Irak'ta tam bir bayram coşkusu yarattı ve hatta
anlaşma günü, ulusal bayram olarak ilan edildi.
Irak halkının bir kez daha kanının dökülmemesini
şimdilik sağlayan anlaşma, dünya devletleri ve medyası
tarafından; "barıştan herkes kazançlı çıktı"
şeklinde özetlenebilecek yorumlarla karşılandığı
halde, "barıştan" kazançlı çıkan, Bili
Clinton'du...
Bağdat, anlaşmayı Irak'ın ve BM'in zaferi olarak
lanse etti. Yarı resmi özellikler taşıyan Babil
gazetesinde: "ABD krizin başından beri Irak'a
karşı bir saldırı yapmak istiyordu. Fakat en sağlam
Güvenlik Konseyi üyeleri ve diğer ülkelerin bu mantığa
artan muhalefeti ile güç kullanımına başvurmayı
reddeden dünya toplumunun isteği, ABD'nin orman
kanunundan daha güçlüydü" denilerek, Irak'ta
bu süreçte egemen olan ulusal onurun korunması amacına
bağlı bir biçimde gelişmelere yorum getirilmesi
yaklaşımının, özeti yapılıyordu.
ABD, gücüne ve emperyalist amaçlarına dayanarak
savaş atmosferinin bütün taşlarını koymuş, istediğini
elde ederek, şimdilik durmuştu. Anlaşmanın ardından
tek sevinç tepkisi göstermeyen de ABD oldu ve "Saddam
anlaşmaya uymasza hemen vururuz" diyerek Körfez
Krizi'nin sona ermediğini tanımladı. Özetle; ABD,
isteklerini elde etmek için "vurmak" gereksinimi
dahi duymamakta, yumruklarını göstermesi yetmektedir.
Dünya halklarının bu büyük yumruğa karşı durabilme,
yüzmilyonlarca küçük yumruğun bileşkesinden oluşacak
tek ve yenilmez yumruğunu sıkmaya başlamasının zamanı
çok fazla geçmemelidir.
Irak halkının bayram yaparak kutladığı Anlaşma,
ABD'nin savaş nedeni saydığı gerekçenin kabul edilmesinden
başka bir şey değildir. Anlaşmanın birinci maddesinde;
" Irak Hükümeti, Birleşmiş Milletler Özel Komisyonu
ve Uluslararası Atom Enerji Ajansıyla tam bir işbirliğine
gireceğini kabul eder." denilmiştir. Buna karşılık
Irak'ın aldığı "ödün", bir ülkenin doğal
ve sözde BM'in bütün ülkeler için sözde prensipte
benimsediği bir genel hükümdür: "Birleşmiş
Milletler, bütün üyelerinin Irak'ın egemenliği ve
toprak bütünlüğüne saygı göstereceğini teyit eder."
Ama kuşkusuz bu arada yaklaşık 50 bin kişilik bir
kuvvetle kuzey Irak'a yerleşen TC güçleri, Irak'ın
toprak bütünlüğünü zedelemiş olmamaktadır... Ya
da Saddam'ın evlerinden birini istediğim zaman ve
istediğim gibi köşe bucak gezemedim, diye rapor
veren bir kaç uluslarası çavuşun sözleri, bir halkın
savaş açılarıyla başbaşa bırakılmasına yetebilecek,
bu durum da, toprak bütünlüğüne ve egemenliğine
saygı sözleşmesine aykırı sayılmayacaktır...
ABD'nin Sesi dünya medyası sayesinde yaratılan ve
uluslararası kamuoyuna sunulan görünüm her ne kadar
"Saddam burnundan kıl aldırmıyor" tarzında
olsa da, ABD ve İngiltere'nin kontrol ettiği BM
Özel Komisyonu üyeleri, 1991'den bu yana Irak'ı
didik didik etmiş ve Irak'ta bulunan kimyasal, biyolojik
ve diğer silahların büyük bir bölümünün yok edilmesini
gerçekleştirmişlerdir.
Bilindiği gibi 1990 yılında Irak'ın Kuveyt'i işgal
etmesini fırsat bilen ABD, vakit geçirmeksizin BM'i
de yedeğine alarak Irak'ı medyasal bir atari oyunu
görüntüleriyle bombardımana tutmuştur. Bu bombardıman
sırasında muhteşem ABD savaş jetlerinin kuyruklarının
boyunu ve atılan bombaların ışık selinin görüntülerini
ezberleyen clünya halkları, kaç Iraklı'nın canını
yitirdiğini bir türlü öğrenememiş, yaratılan psikolojik
yönlendirme ile bunu merak dahi etmemiştir.
Sözkonsu bombardımanla Irak yakılıp yıkıldıktan
sonra; bu ülkeye elindeki silahların yok edilmesi
emri verilmiştir. Bu emri veren BM Güvenlik Konseyi
üyesi emperyalist devletler, Irak'ın elinde ne kadar
silah olduğunu çok iyi bilmektedirler, çünkü ona
bu silahları kendileri satmaktadırlar. Yazımızın
başında formüle ettiğimiz denklemin açılımı budur.
1991 yılında BM tarafından oluşturulan ve Irak'taki
silahların imhasıyla görevlendirilen UNSCOM'un bu
ülkedeki "görevi" bitinceye kadar, yani
Irak'taki tüm silahlar imha edilenceye kadar, yine
Irak halkının bir kabus gibi yaşadığı ambargo öngörülmüştür.
Yedi yıldır sözkonusu ambargo, halka yüklediği bütün
acılarıyla sürmektedir.
Bu arada UNSCOM, Irak'ta bulunan 38 bin adet kimyasal
silah aksamını, 474 bin litre kimyasal silah malzemesini,
6 füze bataryasını, 48 füzeyi, 30 özel füze başlığını
ve 50 bin ton mikrop üretme kapasitesine sahip bir
fabrikayı imha etmiştir. Son süreçte ise ABD ve
İngiltere, Irak'ın elinde bulunan ve Komisyon'dan
gizlediği başka silahların da olduğunu, Irak ise
olmadığını iddia etmiş, böylece İkinci Krizin kapıları
aralanmıştır. Rusya, Fransa ve Çin, ABD görüşlerine
karşı çıkmışlar, Komisyon üyelerinin artık görevlerini
bitirmelerini ve uygulanan ambargonun sona erdirilmesini
istemişlerdir.
Savaş senaryosuyla ABD'nin yumruklarını göstermesi
sonucunda ise, istenilen yerlerin denetlenmesi,
Irak tarafından kabul edilmiştir. Irak'ta bayram
ilan edilerek kutlanılan, işte bu gelişmedir. Dünya
devletlerinin, "tarafların karşılıklı anlayışlarıyla
barışın devamı sağlandı" diye rahatladığı,
işte bu sonuçtur.
Bill Clinton, bu sonuçla da yetinmedi ve anlaşmanın
ardından, "denetimlerin titiz ve profesyonelce
sürdürülmesi için" ,BM Genel Sekreteri Kofi
Annan'la birlikte çalışacağını ilan etti. ABD, Irak'ı
içi tamamen boşaltılmış bir çuval gibi katlayıp
koymak, Ortadoğu'daki yeni siyasal, coğrafi planlan
için temiz bir alan açmak istemektedir. Bu alanı,
en fazla çıban başı gibi görünen ve Arap, Kürt,
Türkmen halkların yaşadığı topraklarda açarak ise;
bir yandan başta İran, Suriye gibi pek mutedil olmayan
bölge ülkelerine ve bütün dünyaya "hakimiyet"
mesajı vermek, bir yandan da ihtiyaç duyduğu stratejik
alanı sorunsuz biçimde kontrol etmek, kullanmak
hedeflerine ulaşmak üzere ilerlemektedir.
"Ver ve Sus, Sus ve Ver"
Öte yandan gelişmelerin dünya dengeleri açısından
çözümlenmesi, önümüze bazı yeni olgular koyuyor.
Eski reel sosyalist ülkelerin çüküşünden önce dünyada
emperyalizm ve sosyalizm arasında temel vurgularını
yapan dengeler, şimdi yeni boyutlar içinde yüzmektedir.
Henüz, "yeni boyutlar almıştır" tanımlaması
yapılması için erkendir.
Çünkü, sık sık vurguladığımız gibi, bir geçiş dönemi
yaşanmakta ve geçiş dönemlerinin özelliklerine bağlı
olarak ülkeler bir depremin yarattığı güçlü dalgalara
karşı kulaç atmaya çalışmaktadırlar. Henüz kıyısını
bulamayan ülkelerin durumu, dünyayı bir bütün olarak
etkilemektedir. Özellikle SSCB sonrası dönemde yükseltilen
küreselleşme politikası, aynı zamanda emperyalizmin
en büyük açmazlarını da üretmektedir, içermektedir.
Bu açmazların bilincinde olan kapitalizm, sorunların
yarattığı ve yaratacağı yükü tümüyle halkların omuzlarına
yüklemek ve uluslararası emperyalist tekellerin
çıkarlarının herhangi bir biçimde zedelenmemesini
sağlamak yönünde önlemler alıyor. Böyle bir programı
önüne koyan emperyalist odaklar, devletler arası
ilişki ve çelişkilerden sömürü tekellerini muaf
tutmanın da yollarını arıyorlar.
Sözkonusu politikalar doğrultusunda Dünya Ticaret
Örgütü; "Tek bir küresel ekonomiye bağlı olarak
ortak bir anayasa hazırlıyoruz" şeklinde bir
açıklama yaptı. Gerçekte böyle bir "anayasa"nın
hazırlıkları üç yıldır sürdürülüyor. Bu "anayasanın"
temel amaçları arasında, siyasal dengesizliklerden
ve problemlerden, emperyalizmin uluslararası tekellerinin
etkilenmemesini sağlamak başta geliyor.
Şirketler, eğer böyle bir durum gündeme gelirse,
sorunlara yol açan ülkelerden tazminat isteyebilecekler.
Bunun karşılığında da ülkelere, halen yapmakta oldukları
ve aslında bugünkü durumu ile dahi emperyalist devletlerin
topraklarında yaşayan halkları bile ekonomik ve
sosyal olarak zorlayan sınırlardaki bütün sosyal
yardımların kesilmesi öneriliyor. Denklem yine,
halklardan biraz daha alınıp, sömüren azınlığa biraz
daha vermek üzerine kuruluyor.
Bu noktada artık emperyalist güçler, "biraz
daha, biraz daha" değil, "vakit geçirmeksizin
herşeyi alalım" diyorlar ve bunun yanısıra
da sessiz, sakin, huzurlu bir dünya istiyorlar.
Politikacılara bunu dayatıyorlar. Öyle bir sistem
kurun ki, diyorlar, temel ilkesi:
"Ver ve sus, sus ve ver..." olsun.
Uluslararası tekeller; sendikalaşma, grev, uluslararası
dayanışma yollarıyla çıkarlarının zedelenmesine
karşı da, özellikle korunmak istiyorlar.
En alttakiler için bunlar düşünülürken, bu arada
en yukarılarda "büyük şirket evlilikleri"
bütün hızıyla sürüyor. Başta bankacılık, elektirifikasyon
ve telekomünikasyon alanlarında olmak üzere büyük
tekellerin büyük evlilikleri kapitalizmin çehresini
değiştirmeye ve güçlerin çok daha somut biçimlerde
odaklaşmasını, çok daha etkin ve bağımsız olmalarını
sağlamaya devam ediyor.
Sözkonusu gelişmeler, rant gelirlerinin de şiddetli
biçimde yükselmesini doğuruyor. Bütün bunlar ise;
sonuçta mali sermayenin rakipsiz bir güç olarak
dünyaya hükmetmesine yarıyor. Özellikle son 25 yıl
içinde ekonomideki büyük ve başdöndürücü hareketlilik,
mali sermayenin büyük ve başdöndürücü bir güç haline
gelmesine hizmet etti. Üretimin yerine spekülasyon,
tahta oturtuldu.
Yeni sömürgeciliğin sosyalist sistemin çökmesinden
sonra aldığı yeni biçimlerle, dünyada gelir dağılımındaki
uçurumlar her zaman olduğundan çok daha büyük bir
hızla derinleşmektedir.
OECD üyesi ülkeler tarafından hazırlanan "Çok
Yönlü Yatırım Anlaşması" Genel Sekreteri R.
Ricupero; "Esas korkulacak sorun, artan karın
birleşmesi, sabit yatırım, artan işsizlik ve azalan
maaşlardır. Dahası çok fazla eşitsizlik getiren
ve dünyayı küreselleştiren bazı faktörler, aynı
zamanda yatırımı azaltıp büyümeyi de yavaşlatmaktadır...
Dünyadaki yeni eğilimlerin bir sonucu olarak gelir
uçurumları genişlemiştir. 1965'ten 1995'e kadar
Afrika'da satın alma gücü açısından kişi başına
düşen ortalama gelir, sanayileşmiş ülkelerdeki kişi
başına gelirin % 14'ünden % 7'sine düşmüştür. Üretkenlik
uçurumları da buna benzer bir model sergilemiştir"
demektedir. Bu görüşler, hazırlanılan UNCTAD, (Çok
Yönlü Yatırımlar Anlaşması) raporunda aynen yer
almıştır.
Bir yandan büyük şirket birleşmeleri sürürken, bir
yandan da Asya Krizi bütün yakıcılığıyla devam etmektedir.
Japonya'da iflas eden şirketlerin sayısı rekor düzeye
ulaşmıştır. Sadece bu yılın ilk ayında bu ülkede
1502 şirketin iflas ettiği açıklanmıştır.
ABD ise bu ülkeyi; "Dünyanın gözü Japonya'nın
üzerinde, şimdi dünya liderliği konumuna geçmeniz
için en doğru zaman" diyerek, bilinen ekonomik
sisteme entegre etme çabalarını sürdürmektedir.
Nitekim geçtiğimiz günlerde Japon devleti, mali
sermayeye 53 katrilyon lira yardım yapma kararı
almıştır...
Kısa ve orta vadede dünya halklarına daha fazla
yoksulluk, daha fazla sefalet, işsizlik, açlık ve
acı getirecek olan bütün bu problemler, uzun vadede
kapitalizmin çözümü olmayan çelişkilerini derinleştircektir.
Yaşanılanlar, onun 'muhteşem gücünün' bir anda yakılıp
yok olacak kağıt kaplan ya da banknotlar olduğunu
tanımlamaktadır.
Ama o "bir an", zamanın normal zaman ölçüsünün
saniyelerinden, saatlerinden, aylarından ve yıllarından
oluşmayacaktır, bunu da iyi bilmemiz gerekiyor.
O bir an, yine bizlerin acıları ve kanıyla yaratılan
tarihsel bir zaman ölçüsü olacaktır.
Çeteler Devlettir. Devlet, Çetelerdir.
Egemenlerin kuvvetli ve istikrarlı dönemlerinde,
yükseliş dönemlerinde; halk devletin kendisini
"yönetmek" adına kapalı kapıların ardında
yapılan "iş"leri ya hiç öğrenemez ya
da on yıllar sonra öğrenebilir.
Halkın, o bir avuç insanın yani siyasi ve ekonomik
gücü elinde bulunduranların; geniş halk kitlelerini
sömürerek, onların emekleri üzerinde yükselen
değerleri gasbederek kendilerini yönetmelerinin
ardındaki çirkin gerçekleri; kendi yaşamının zorluklarına,
acılarına yansıyan yönleriyle hissetse de, "devletin
içindeki" somut gelişmeleri, ilişkileri öğrenme
şansı pek yoktur.
Fakat ne zaman ki, devletler çürümeye, gerilemeye
ve çözülmeye yüz tutarlar, işte o zaman bu yönetim
çetesinin gizlenen gerçekleri, halkın siyasetten
en uzak insanlarına kadar iner. Çöplükten gaz
ve koku sızmaya başlamıştır. Giderek bu kokular
tüm ülkeyi sarar. Çünkü artık, devletin sahipleri
arasında dalaşma başlamıştır, çünkü artık yönetenler
eskisi gibi yönetemez hale gelmişlerdir.
Aralarındaki çelişkiler büyür, açık bir kapışmaya
dönüşür, mallar mülkler soyup soğana çevirerek
tükettikleri ülkeden, henüz tükenmemiş olduğunu
düşündükleri güvenli ülkelere transfer edilir.
İçerde ise rakiplere karşı kılıçlar kuşanılır,
dillerin kemiği çözülür.
Tarihimize Çeteler Dönemi olarak geçecek olan
bu süreç, işte böyle bir çözülüşün bütün unsurlarının
mevcut olduğu bir süreçtir. En büyük çete, küçük
çeteciklere bölünmüş ve bunlar arasında kanlı
bir dalaşma yaşanmaya başlanmıştır. Sözkonusu
kapışmanın daha önceki iç kavgalarından nitelik
olarak farkı, dağılma döneminin özelliklerini
taşımasıdır. Sürece devrimciler ve kitleler gerektiği
gibi müdahale edemediğinden, dönem uzamakta, uzatmaların
faturaları da yine halka çıkarılmaktadır.
MiT'in, Aralık 1996'da Çankaya'da "Liderler
Zirvesine" sunduğu bir rapor daha. bu yılın
ilk ayları içinde deşifre edilmiştir. "Devletin
içindeki farklı görüşlere sahip kişilerin devletin
olanaklarını kullanarak birbirleriyle mücadele
ettiğinin" somut bir biçimde ifade edildiği
bu raporda yine Susurluk'a değinilerek; "Kaza
yerindekilerin beraberliği, açıklanması zor ve
savunulamayacak bir beraberliktir. Kaza yapan
araçta bulunan silahlar, belgeler ve diğer bulgularsa
araçta bulunanların suç amaçlı bir faaliyet içinde
olduklarına kuvvetli emare niteliğindedir. Bazı
belgeler ve bulgular ise esasen bizzat suç oluşturmaktadır...
Güvenlik kuvvetleri, resmi güçler dışında bazı
unsurları da devlet görevi adı altında kullanılmaktadırlar.
Devletteki farklı anlayışta olanlar, birbirleriyle
devletin olanaklarını kullanarak mücadele edebilmektedirler.
Gizlilik taşıması gereken devlet belgeleri veya
faaliyetleri dahi kolayca açıklanabilmekte ve
tartışılabilmektedir. Devlet adına yapıldığı öne
sürülen işlerde dahi büyük miktarlarda maddi çıkarlar
sözkönusudur."
Aslında devlet, çeteleri; "devletin değil,
devletteki bazı güçlerin oluşturduğu durumlar"
olarak savunmaya çalışarak, kendi önünü tıkamaktadır.
Çünkü bu çözümsüz ve umutsuz savunma yaklaşımı,
çok kısa bir süre sonra onları dahi birbirleriyle
ve aynaya bakarak "Devlet kim, devlet nerde"
sorusu içinde çırpınmaya götürecektir. Nitekim
bu "münferit" çetelerin "münferit
işlerinden biri olarak Abdullah Çatlı'nın Ermenilere
yönelik faaliyetlerinin, dönemin 1 numarası tarafından
yönlendirildiği de, açıklığa kavuştu: Kenan Evren...
MİT Teftiş Kurulu Raporu'nda şu cümleler yer alıyor:
"Ermeni terörüne karşı 12 Eylül'den sonra
arayışların başladığı tarihte Hiram Abbas, Abdullah
Çatlı, Haluk Kırcı ve bir kısım ülkücüyü organize
etmiştir. Bu çalışmalar o tarihte Cumhurbaşkanlığı
(O tarihte sayın Kenan Evren Devlet Başkanı, Milli
Güvenlik Konseyi ve Genel Kurmay Başkanı sıfatıyla
görev yapıyordu) bünyesinde yürütülmüştü. Fakat
muhtemel ve menfi bir gelşme olmasına binaen çalışmalar
MİT'e devredilmişti. ASALA eylemleri MİT'e devredildikten
sonra garip bir şeklide Çatlı, 1984 Ekimin'de
ziyarete gönderildiği bir adresteki 250gr'lık
bir eronin poşetiyle yakalanıp, 1984-1990 arasında
Fransa-İsviçre hapishanelerinde yatmıştır."
Ne ilginç değil mi?
Devletten son derece sınırlı biçimlerde sızan-sızdırılan
bilgiler dahi, bizlerin yıllardır bıkmadan ve
usanmadan tanımlamalarını yaptığımız ilişki ve
çelişkeler olarak; devletin yapılanmasının, bu
yapılanmadık! dış ve iç güçlerin rollerinin, izaha
gerek olmayan taşları olarak, çözümlemelerimiz
içindeki yerlerine oturuyor.
Diğer köşetaşlarını oturtmak, halkı ve onun öncüsü
güçlerin görevidir ve bu görevler mutlaka başarılacaktır...
Sivas'ta Bizi Yakanlar İçin, Tavrımız Ne Olmalıdır?
Emperyalizm ve Oligarşi, coğrafyamızın halklarının
kafasını o denli bulandırmayı, bilincini o denli
muğlaklaştırmayı başarmıştır ki; bugün Sivas'ta
diri diri yakan, bizim yargısız infazlarımıza
ve Kürdistan katliamlarımıza imza atan, bizi Maraş'ta
doğrayan, bizim yüzlerce kayıp insanımızın katlinde
başrolleri oynayan insanlar için bazı 'solcularımız',
'demokrasi' isteği ile alanlara çıkabilmektedir.
Ülkemizin yeni bir İran olabilmesinin en yeni
argümanlarından biridir bu durum... İran'da TUDEH
yanlısı sosyalitler, faşist Şah'a karşı dincilerin
yanında aynen böyle saflaşmışlardı. Dincilerin
"Takiyye" oyunlarına aynı böyle kanmışlardı
ve onların mücadelerinde ön saflarda bariktalara
çıkmakta bir sakınca görmemişlerdi. Fakat dinciler
Şah'ı devridikten sonra, önce onları darağaçlarına
çekmişlerdi.
Solcularımızın, sosyalistlerimizin, devrimcilerimizin
çok iyi anlaması gereken acil bir sorunumuz var:
Dinciler, MHP'lilerden çok daha az bir tehlike
değildir bizim için... Ve güncel durum itibarılya,
onların halk ve özellikle emekçi kesimler arasında
örgütlenme ve militan kazanma ortamı yaratmış
olma olanaklarıyla, çok daha büyük bir tehlike
olduğu, 'bıçak kemiğe dayanmadan' kavranılmalıdır.
İran 'dün' idiyse;
Cezayir ve Afganistan bugündür.
Sivas ise "her gündür"...
Bugünlerde, ideolojik bir simge olan türban ve
sakal için sözde üniversiteli arakdaşların demokratik
bir hakkını savunan bazı solcular, sakallarını
ve türbanlarını önlerine koyup iyi düşünmeliderler.
Sadece bu eylemlere destek vermeleri çerçevesinde
değil, solculuk adına durdukları yerin değerlendirilmesi
anlamında da... Türban özgürlüğü, takke, sarık,
takkiye ve gerçekte şeriat özgürlüğü, emekçi kesimlerine
ne getirecek, ne götürecek? Bu işler, üniversite
kampüslerinin gösteriyleriyle sınırlı değildir.
Orlardaki eylemlilikler ve tavır alışlar, ittifaklar
ve çatışmalar, yarının bir çok eğilimini bünyesinde
taşır. Bütün bunların sorumluluğu içinde davranılmalıdır.
Ve bir an önce çok daha ciddi, sosyalizmin ve
dünya halklarının çıkarlarına hizmet eden iltifatlarını
ve arayışlarını belirlemelidirler. Bütün bunların
içinde takiyyeci dincilerin hiç bir biçimde yerinin
olmadığını görmelidirler.
Sivas Katliamı Davası’nın yargıçlarından daha
geri bir konuma düşmemelidirler. Sözkonusu davanın
geçtiğimiz günlerde açıklanan Gerekçeli Kararı'ncla
denilmektedirki: "... Sanıklar Madımak Oteli'ni
yakmak suretiyle 35 kişi yakarak öldürmüşlerdir.
Sanıklar, yanan kişilerin "Bİzi Kurtarın"
çığlıklarına rağmen bırakın kurtarmayı, güvenlik
kuvvetlerinin ve itfayenin kurtarma teşebbüsüne
bile engel olmuşlardır. Türk-İslam tarihinde böyle
vahim bir olay görülmemiştir."
İdeolojik ve teorik çözümlemelerini yapamasa dahi,
bütün bunların görmezden gelme şansına, sol yelpazede
etkinlik gösterdiğini söyleyen hiçbir grup ya
da şahıs, sahip değildir. Dönemin körleşmeleri,
bizi bu denli savurmamalıdır.
Yarın için çok daha ciddi bir bilinç ve çok daha
yürekten ve beyinden kaynağını alan etkinliklerle
bilenmek, ayağa dikilmek, mücadele etmek, herşeye
ve herkese rağmen çok ciddi ve temiz bir savaşımın
içinde, savaşımın en önünde olmak için ileri,
ileri, ileri...
|