Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

Emir VAROL

Bilinç, günlük bilinç, kendiliğindencilik. kendiliğinden bilinç, devrimci bilinç, irade, etkinlik, örgüt bilinci, süreç bilinci...
Benzer kavramlar zincirini uzatmak mümkün. Ama biz asıl olarak bu kavramların, bugün yaşadığımız süreç açısından sosyalist harekette nasıl algılandığının ya da kavramların içini dolduran olguların nasıl aynılaştırıldığının üzerinde duracağız.
Bilincin körelmesinin ya da nesnelliğin kendi içinde öznel etkenler taşıdığının, bunun da iletişim ve etkinlik içindeki karşıtların bir arada bulunmasının kaçınılmaz sonucu olduğunun bilinmesinde yarar var. İnsanın doğayla geliştirdiği ilişki sürecinde birbiri ile kurduğu ilişkiler, doğaya karşı mücadelede doğanın 'yasalarından' bağımsızlaşmayı, onun içinde ama aynı zamanda onu biçimlendiren bir etkinliği içerir.
Doğayla ilişkisinde emek süreci ile bağımsızlaşan insan, geliştirdiği duyu organları ile dış dünyayı algılamış, algılarını sentezleyerek sonuçlara ulaşmış, bilgiyi salt olmaktan çıkarmış ve tasarlanarak yaşamı gerçekleştirebilen bir sisteme oturtmuştur. Mantık örgüsü içinde düşünülen, bilginin rafine edilmiş bu son halidir.
Gündelik yaşamın bilgi-bilinç çerçevesini çizen, tarihsel olarak belirli bir akış içinde insanın gündelik yaşam ektinliği içinde biriken, yaşam deneyimidir. "Sağduyu" olarak formüle edilen ve din ile de tamamlanan, yaşanan toplumsal ilişkilerin "sonsuzlaştırılmasından" başka bir şey olmayan, günlük deneyimlerin toplamıdır.
Yaşam içinde kendinde bir süreç olarak insan etkinliği, bir içerik taşımasına rağmen henüz kendisi için bir süreç olarak insan etkinliğini içerseyemediğini "gerçekleyerek" tarihi yapar. Kendi bilinçli etkenliğinin ürünü olarak toplumsal varlığını ifade ettiği süreç ise, sınıfsal olarak ayrışmış toplumsal ilişkiler içinde günlük bilincin (sağduyu+din) karşısında devrimci etkinlik olarak somut bir görünüm alır.
Felsefi teorik duruştan felsefi pratik duruşa, yani bir praksis felsefesine geçiş; insanın devrimci etkinliği olarak statükocu toplumsal ilişkilerden, insanın düşlediği toplumsal ilişkilere geçişin başlangıcıdır. Var olanı değiştirecek olan da, onun üzerindeki çelişkilerden kaynaklı gelecek düşlerinin, bugün yaşanan üzerindeki bilinçli insan etkinliğidir.
Süreç ve örgüt bilinci, felsefi olarak yabancılaşma-özgürlük sorunsalına ara bağlantı olarak somut bir ilişki sunmak yoluyla, çözümün başlangıcını gösterir.
Yabancılaşmanın somut görünümü olan kendiliğinden bilinçten, özgürlüğün somut görünümü olan devrimci bilince geçiş "zorunluluğun bilincine varmak" ve kendiliğinden bilinçten kopularak toplumsal etkinliğin örülmesi ile mümkündür.
Yaşanan süreçlerin iç ilişkilerinin ve birbirleriyle olan çelişkilerinin bilince çıkarılması, neden sonuç ilişkilerinin, nesne-özne ilişkileri temelinde anlaşılabilmesi ve birbirleriyle olan çelişkilerinin bilince çıkarılması, bizi bugüne taşıyacak olan bilincin köşetaşlarını koymak açısından önemlidir.
Marksist felsefe, insanın dünü ve bugününe yanıt ararken; yaşamın içinden yola çıkarak gerçek ilişkilerin potansiyel dünyasının, görünür ilişkilerin egemen dünyasından kopuşunu gerçekleştirmiştir. "Evrenin ve dünyanın bilinebilirliği" ile, "evrenin ve dünyanın mutlak değişmezliği" arasındaki mücadele içinde, yaşanan nesnellikle, insan iradesi olarak öznelliğin ilişkisinin altını çizerek, yorumdan değişmeye-değiştirmeye, giden uzun yolu açmıştır.
Devrimci Hareket, Bilinçli İnsan Etkinliği ve Gündelik Bilinç
Devrimci harekette ana tartışma konusu, yığınların kendiliğindenliği ile devrimci bilinç arasındaki konumlanmada yatmaktadır.
Gündelik yaşamın belirlediği günlük çıkarsamalarclaki etkinlik, günü kurtaran, her ne olursa olsun; hareketi kutsayan ve nihai amaç taşıdığından dolayı yığınların günlük yaşamını köklü olarak değiştiren, tarihsel eylemi dışlayan etkinlik olarak, en uç noktasına sendikal bilinçle varır.
Burada, geçerken değinmekte yarar var. Tarihsel olarak işçi sınıfının edindiği sendikal bilinçle, bugün siyasal etkinlik yürüten organizasyonların sendikal/günlük bilincini birbirinden ayırmak gerekir.
İlkinde tıkanma süreci, devrimci bir etkinlik olarak parti teorisinin gelişmesine neden olarak, partinin örgütlenmesi ile aşılmışken; ikincisinde tıkanmışlık kısır bir döngü içinde kendini tekrarlayan bir etkinliğe dönüşerek yozlaşır. Araç olmaktan çıkıp, her ne pahasına olursa olsun, varlığını sürdürmek ve etkinlik yürütmek, başlıbaşına bir amaç haline gelir.
Bilinçli insan etkinliği, özel bir tutsaklık biçimi olan yabancılaşmış ilişkilerden ve insandan, özgürleşen insana yönelişte; toplumsal özgürlüğün gelişkinlik düzeyi, bireysel özgürlüğün gelişkinlik düzeyinin aynısıdır. İnsanın bir toplumsal etkinlik alanı olarak mücadele sürecine kattığı değer, aynı zamanda kendi özgürlüğüne kattığı değerdir.
Yaşanılan anın politik biçimlenmesinde kendisini dışa vuran kavramlar, sloganlar, iddialar ve bunların beslediği politik süreklilik/ süreksizlik, bize bilinçli insan etkinliğinin mi, yoksa günlük bilincin mi belirleyici olacağına ilişkin ilk ipuçlarını verecektir.
Bir yanda tıkanıklık, yıllara yayılan yanlızlık duygusu, yığınların geleceğe dair umutlarını yitirmesi, ardı arkası gelmeyen polis operasyonları-devlet terörü, iç çelişkleri ortaya çkardı ya da içerde var olan çatlakları büyüttü. 12 Eylül Cuntası ve onun yetmediği yerde devreye giren 1991 Terörle Mücadele Yasası, sosyalist eğimli bir çok grubu karar noktasına getirdi. Sosyalizmin sorunlarının ağırlığı, bazı grupları tarihsel süreç içerisinden akıp getirdikleri gündelik yaşamın motiflerine geri götürdü, ulusal eğilim, dini mistik eğilimler hızla boy verdi, şiddet sosyalist solun gündemine en yoğun biçimde girdi.
Bu noktada asıl yapılması gereken; bizi bugüne getiren kültürel birikimle, örgüt felsefesi ve sosyalist örgüt formlarını sentezleyerek yeniden bir netliğe kavuşulması, kollektif eylem vasıtısıyla kollektif bireyin gerçekleşmesidir.
Kendi yenilgimizin yerel ve uluslararası nedenlerine yönelerek, üzerimizdeki yükün ağırlığını bilmeli, dönem taktiklerinin nereden ve nasıl başlatılarak örülmesi gerektiği sorusunu sormalıyız. Sadece sormak ve tartışmakla kalmamalı, saptamaların işlevcisi olmalıyız. Aksi takdirde; coğrafyanın içe kapalı tarikat tarzı muhalefete ve "kurtarıcılara" ne kadar yatkın olduğu artık bir sır değildir ve kendimize kurtarıcılar aramak üzere 'sosyalist' bir yola çıkmamız işten değildir. Öte yandan donuklaşarak ve katılaşarak muhalefeti sürdürmek, yenilgi sonrası muhalafetlerin tipik karakteri olarak geçmişten akıp gelmektedir. Ya da tam tersine, geçmişe dair herşeyi yadsıyarak, "yeniden muhalefet" edildiğini kanıtlamaya çalışmak gibi, sosyalist savaş dışı bir kulvara düşebiliriz. Her ikisi de, aynı ölçüde yanlış ve tehlikelidir.
Anadolu topraklarında yenilgiye uğrayan iki toplumsal ayaklanmadan sonra (Şeyh Bedrettin ve Celali İsyanları) yaşanan süreç, bu.açıdan ilginç örneklerle doludur. İsyan felsefesinden dini inanca evrilen Anadolu Alevilerinin tarikatlaşması, kendisini Sünni Türklerden saklayarak, kimliğini gizleyerek uzun yıllar yaşaması; bugünü anlamak açısından değerlendirilmesi gereken önemli olgulardır. Keza bugün bile alevilikteki bu farklılaşma sürmektedir. Bir yanda dini inanç aleviliği, diğer yanda isyan felsefesi olarak alevilik, yeniden bir ayrışma sürecinin içine girmiştir. Bütün bunların ifadeleri olarak bugün bir yanda Fermani Altun, Ali Haydar Veziroğlu, diğer yanda Gazi'de barikatlara çıkan binlerce Alevi, Aleviler'in değişik kesimlerini temsil etmektedirler.
Derinliği Yakalamak
Eylül yenilgisinden sonra, sosyalist hareketi derinden etkileyen, hareket kabiliyetini daraltan iki önemli olgu vardır. Birincisi, dü.nya ölçeğinde sosyalizmin aldığı, Berlin Duvarı'nın yıkımı ile sembolize olan "tarihsel yenilgi"; ikincisi. 1989 sonrası kitlesel bir yükselişe geçen Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesi...
Her ne kadar biri yükseliş, diğeri "çöküş" kapsamında olsa da bu iki vektör, Türkiye Devrimci Hareketi üzerinde bileşke bir vektöre dönüşerek baskı oluşturdular. Kürdistan'daki gelişmeler karşısında yaşamsal iki seçenekle karşı karşıya olan Türkiye Devrimci Hareketi, kendi gelişmesini sözkonusu yükselişe parelel kılamayınca, bu gelişmelerden kendi ilerlemesinin önünü açıcı sonuçlar çıkaramayınca, ikinci etkileşim dunımu gündeme geldi.
Post modernizm; küreseleşen mali sermayenin, kendi gündelik çıkarlarını süreklileştiren bir "yaşam çizgisinin" egemenliği için başlattığı genel saldırıda savunmasız kalan insanlığın, insana dair umutlarını "yitirmesidir". Geleceksizliğin hakim olduğu, herkesin kendinden ve kendi yaşantısından sorumlu olduğu ve asıl olarak da "anlaşılamamak" üzerine kurgulanmış olan bir "sistemsizlik"tir...
Doğrudan ifade kanalları, kendini, dolaylı anlatım ve ifade kanallarına bırakmıştır. Bunu gerçekleştirebildiğin ölçüde de, post-modernist oluyorsun... Anlaşılmaz yazılara, resimlere, heykellere hayranlık duyabildiğin ölçüde; "geçmiş dönemde, örneğin Naziler savaşı kazansaydı, bugün dünya nasıl olurdu" çerçeveli tarihi-kurgulara kendini kaptırabildiğin ölçüde, post-modernist oluyorsun.
Sosyalizmin prestijindeki düşüş, kapitalizme ve idealist felsefeye geçici bir üstünlük sağlarken, entellektüel alandan Devrimci Harekete kadar geniş bir yelpazede yerelleşmeyi sağladı, gündelik yaşama takılmanın ve gündelik yaşam felsefesinin önünü açtı.
Küreselleşme ve post modernizmin ikiz kardeşleri, bu sürecin 'evrensel' iki kavramı olarak belleklere "kazındılar". Bu durum, ülkemizde dönemi karakterize eden temel sloganlarda da somutlaşmaktadır. Sözgelimi; 1970'li yılların büyük kitle gösterilerinin temel sloganı olan'Tek Yol Devrim", yerini; 1980'lerde ve 90'larda, "Kahrolsun Devlet Terörü"ne bırakıyordu.
Nitekim Fukuyama, Hegel ve Marks'a atıfta bulunarak, "Tarihin Sonu'nun geldiğini" ilan etmekte gecikmedi. Hegel'e gönderme yaparak, materyalist olmayan "kabul görme mücadelesinin" tarihin itici gücü olduğu tarih anlayışı ile dinsel-etnik çatışmaları açıklamaya çalışıyordu. "Derinlerden gelen" milliyetçi dalga, özellikle eski sosyalist ülkeler başta olmak üzere yeryüzünü "sarıyor/sardırılıyordu".
Ütopyasını yitiren, ufku daralan devrimci hareket, süreç içinde bozulma, çözülme ve çürüme içine girdi. Sosyalist saflarda "düş gören" örgütlerden, bireylerden, kadrolardan; günü kurtarmaya çalışan örgütlere, kadrolara doğru bir kayış gündeme geldi ve bu tavır geçer akçe oldu.
Bu negatif moral atmosferde, ciddi bir gelişme kaydeden KUKM, sosyalist hareket üzerine ulusal baskıyı da ekleyince, sürece karşı sistematik tavır alışı ifade etmekten çok, kördöğüşünü andıran bir "ulusallık, azınlıklar" tartışması, sosyalist solun gündemini işgal etti.
Bu arada mülteci bir eskimiş solcu, Avrupa seyahatini, Ermeni Sorunu'nü Türkiye'de aydınlar arasında tartışmaya açmak üzere noktalıyor ve hatta yanına yine eskimiş ve dönek solcu bir belediye başkanını da alarak, Ermenistan'a devletleri "barıştırmaya" gidiyor. Herkül Milas, Yunan ulusal kimliğinin oluşumu ile ilgili bir kitap yayınlıyor, Varlık Dergisi bu konuda bir dizi süren panel ve edebiyat tartışmaları başlatıyor. Bunlara, entellektüel alandan kişilere ve sosyalist örgütlere kadar uzanan bir yelpazede "öze dönüş" kampanyası eşlik ediyor. Bu süreçte kimisi "unutturulduğunu" ileri sürdüğü ulusal kimliğini, kimisi dinsel kimliklerini keşfetti, kimisi ise, ne olduğunu henüz tanımlayamadıkları "Halk Gerçekliğini" yıllar sonra keşfetti.
Herkes bulunduğu yerden politika yapmaya başlayınca, ufuklar-ütopya sorunu ve buna bağlı olarak yerel, etnik, ulusal üstü kimlik, komünist bir kimlik ve toplumsal ilişkiler oluşturma çabaları, geçersizleşti. Artık egemenliğini ilan eden küreselleşmiş piyasa ilişkilerinde, talebe göre yeni post-modern üretim yapmak, tek yoldu...
Yenilgi Yılları, Materyalizm ve Tarihsel Materyalizm
Duyu organları ile algılanabilen ampirik bilgiler ışığında gerçeği arayan araştırmalar ve çabaların yanısıra; bilinebilir dünyayı ulaşılmaz ve bilinemeze götüren, bilimi ve onun örgütlenmesini kutsayan bir eğilim ortaya çıktı.
"Bilim" tanrı katına ulaşmıştı, artık tartışılmaz "gerçeklerin" insanlara kanıksatılması için, "ikna edici" işleve bürünmüştü. Özellikle bilimsel-teknolojik gelişme, yaşanan sürecin iç çelişkilerini, olayların neden-sonuç ilişkilerini gizleyebilecek bir düzeye erişmişti.
Bilimsel teknolojik gelişmenin yarattığı yeni iletişim olanakları, uydu aracılığı ile televizyon yayını, bilgisayar aracılığı ile iletişim kanalları, gündelik yaşam jüzerinde tam bir hegemonya kurarak, "Medya"nın egemenliğinin arka planını oluşturmaktadır. Gökyüzünün insan üzerindeki egemenliğine, "bilimin" insanlar üzerindeki egemenliği eşlik ediyor. Birbirine karşıt görünen iki olgu, birbirini tamamlayarak, insanları idealizmin "gerçek" ve "doğru" tek felsefi akım olduğuna dair bir önyargıya götürüyordu.
Bu gelişmeler ışığında bilginin "herkesi eşitlediği" görüşünü ise basit bir karşılaştırma ile çürütebiliriz. NET (Bilgi İletişim Sistemleri) için Avrupa'da bir kişi aylık besin harcamasının yarısını verirken, aynı oran Endonezya'da aylık besin harcamasının 12 katına ulaşıyor. Bir başka hesaplamaya göre NET'e bağlanmak için Londra'da bir işsizin 6 aylık sosyal yardım parası yeterli iken, aynı oran Endonezya'da bir işçinin birkaç yıllık nakit ücretine eşittir.
Ulusallık, insan haklan, düşünsel fenomenler olarak tüm bilme yetimizi kuşatarak bizleri, bunlarla sınırlı kalmanın gerçek ve değişmez olduğu yanılsamasına sürüklemektedir. Gerçeğin değişken ve mutlak olan yanları, birbirini tamamlayan öğeler olarak yaşamda akarken, algılanabilen mutlak yan kapitalizmin "evrenselliği" olunca; şeylerin özündeki çelişkilerin bilince çıkarılması olan diyalektik, yerini metafiziğe bırakır. Diğer yandan DNA ve gen teknolojisindeki devasa ilerleme sonucu kopyalanan koyun ise, 'yaratıcı' üzerine kurulu nesnel idealizme ağır bir darbe indirirken, "bilim söylüyor" idealist felsefesinin de önünü açıyordu. "Tanrılaşan" bilim, insanların sığınağını oluşturuyordu.
Belçika'da binlerce insan, sübyancı çetenin ardından devletin çıkması üzerine bilimin kutsal gücüne başvurmak için psikologlara akın ediyordu. İşin ilginç yanı, kiliselere koşan yoktu. Emperyalist-kapitalist metropollerdeki kitlesel davranışların dışa vurumu, bağımlı ülkelerdeki dışa vurum özelliklerinden farklılıklar göstermektedir. Bağımlı ülkelerde, özellikle Ortadoğu'da dini ağırlıklı bir siyasallaşma doruk noktasına çıkmıştır. Bütün bunlar da, yaşadığımız çağın ayırdedici özellikleri olarak bilimin işlevini, algılanış tarzlarını ortaya koyan önemli örnekler oluyordu.
İnsanın doğayla mücadelesinde 'edinilmiş bilginin', toplumsal işbölümü sonucu rahipler kastının tekeline geçmesi, bilgi edinmeyi donuklaştırmış ve tanrının yüceliğini tartışılmaz kılmıştır. Ortaçağ'da cadılara karşı yürütülen imha kampanyasını hatırlamakta yarar var. Cadıların tümü kadındır. Toplum, Anaerkil ilişkilerinden gelmektedir. Bunun yanısıra, kadın, toplum sağlığı ile ilgili bilgiyi taşımaktadır. Dolayısıyla, o dönemde ortaya çıkan mülkiyet ilişkilerine parelel olarak, ataerkil ailenin pekiştirilmesi sürecinde, cadılar operasyonunun, kadının toplumsal ilişkilerin en altına sürülme operasyonlarından biri olduğunu göreceğiz.
Bugün bilimde ve teknikte yaşanan devasa gelişmelere rağmen yaşanan, benzer bir süreçtir. Gerçek, bizim algılayabildiğimizin ötesinde, birbirini tamamlayan olgular bütünü olan ve özü görünür olmaktan çok, hareket halinde saklı olan yaşam dinamiğidir.
İnsanın doğa üzerindeki özgürleşme mücadelesinde geldiği nokta, maddeci felsefenin dayanaklarını güçlendirmektedir. Yaşam, yaşanan yalın gerçektir ve gerçek kendini oluşturan bütünlüğün üzerini örten ideolojik illizyona sığmaz. Kendinde bir süreç olarak "gerçek", kendisi için bir süreç olarak "gerçeğe" dönüştüğünde, nesnel ilişkiler kendisine müdahale eden öznel ilişkilerle karşılaşır ve gerçeğin derinlikli kavranışi; yaşamın, değişimin önünü açar.
 
 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92