Proletarya Demokrasisi ve
SSCB deneyimi
Proletarya demokrasisini, kapitalizmden komünizmin
yetkin aşamasına geçiş sürecine denk düşen yönetim
biçimi, uygulamalara yön veren ilke ve kurallar
bütünü olarak tanımlayabiliriz. Diğer bir deyişle
proletarya demokrasisi, kapitalist piyasa ekonomisi
işleyişine uygun bölüşüm ilişkilerinden, ihtiyaca
göre dağıtımın temel olacağı ilişkilere geçiş
sürecinin yönetim biçimidir.
Proletarya demokrasisi sürecinde, idealize edilmiş
bir norm olarak demokrasi değil, bir sınıfın çıkarlarına
hizmet eden uygulamalar söz konusudur. Proletarya
demokrasisini, en ileri burjuva demokrasisinden
"milyon kez milyon daha demokratik"
yapan niteliği de bu özelliğinden, yani sömürücüler
ve ezenler bir yana, halkın çoğunluğunun çıkarlarına
dayanmasından gelmektedir.
Proletarya demokrasisi üzerine yapılan incelemeler
ve değerlendirmeler, genellikle Paris Komünü deneyiminden
yola çıkar. Marks ve Engels'in Paris Komünü'nü
proletarya diktatörlüğü olarak nitelemeleri, yaptıkları
değerlendirmelere de yansıdı. Daha sonra Lenin'in
Ekim Devrimi'nin şafağında kaleme aldığı "Devlet
ve Devrim" adlı yapıtında çizdiği çerçeve
de, bu değerlendirmelerle uyum içindedir. Yani
sosyalist Rusya için devlet ve demokrasi uygulamaları
da, Paris Komünü deneyinden yola çıkmıştır.
Gerçekten de Marks'ın Fransa İç Savaşı'ndan yaptığı
çıkarımlar, onun proletarya demokrasisinden ne
anladığını ortaya koymuştur. Marks, Paris Komünü
deneyinin içermediği olguları da çözümleyerek,
yazdıklarına geleceğe yönelik bir program niteliği
kazandırmıştır.
Ancak bu durum, sık sık yanıltıcı yorumlara, zaman
ve mekan farklılığını atlamaktan kaynaklanan hatalı
çıkarımlara neden olabildi. Paris Komünü, herşeyden
önce, yenilgiyle sonuçlanmış bir deneydi ve yapılacak
değerlendirmelerde, bu gerçek, ilk elde saptanmalıydı.
Marks ve Engels'in, Paris Komünü'nü "proletarya
diktatörlüğü" olarak adlandırmaları, yalnızca
Komün'ün içinde taşıdığı olanaklardan, Komün'ün
özelliklerinden ve dinamiklerinden ötürüdür. Ama
Komün kendi içinde henüz proletarya diktatörlüğü
değildi. İktidar ele geçirilmiş olmakla birlikte,
nasıl kullanılacağı bilinmediğinden dolayı, saldırıya
geçilmesi gerekirken beklenildi ve ihtilal Paris
çemberinin içinde yalıtıldı kaldı.
Sözgelimi, ihtilal devlet bankasına dokunmaya
cüret edemedi. İktidarı ulusal çapta ele geçiremediği
için de, mülkiyet ilişkilerinde alt üst oluşu
gerçekleştiremedi. Bütün bunlara, hareketin önderlerini
bile komünü "proletarya diktatörlüğü"
olarak anlamaktan alıkoyan Blanquist tek yanlılık
ve Proudhoncu önyargılar da eklenmelidir."(Troçki,
Sovyet Devletinin Sınıf Karakteri)
Dolayısıyla, idealize edilmiş ölçülerden yola
çıkarak SSCB'de sosyalist inşa sürecini değerlendirmek,
açıklayıcı özellikler taşıma olasılıklarına sahip
değildir. Doğru olan, emperyalizm koşullarında
üretici güçlerin görece geri oldukları bir ülkede,
sosyalizmin inşa sürecinin, proletarya diktatörlüğünün
idealize edilmiş biçimlerinden neler götürebileceğini
görebilmek, koşulların proletarya demokrasisine
verebileceği biçimi kavramaktır. Bununla birlikte,
proletarya demokrasisi sorununu tartışırken kullanacağımız
ölçü ne olmalıdır? Bu ölçü, öncelikle proletarya
demokrasisinin ayırt edici özelliği olan toplumsal
niteliğidir.
Tek Ülkede Sosyalizm Sürecinde Proletarya Demokrasisi
Yanlış bir eğilim olarak, proletarya demokrasisi
tartışılırken rastlantılar ve bireyin etkileri
abartılmaktadır.
Tarihte bazı süreçleri, bu süreçlerin öne çıkardığı
bireyleri ve onlarla özdeşleşen uygulamaları;
rastlantılarla ya da bireyin taşıdığı özel niteliklerle
açıklamak, ancak bir yere kadar yeterli olabilir
ve yüzeysel olmaktan öteye gidemez. Çünkü burada
rastlantıları ve bireyi önemli kılan neden olarak,
sürecin ilişki ve çelişkilerini, bu ilişki ve
çelişkilerin yarattığı toplumsal atmosferi atlamak
ya da yeterince değerlendirememek gibi önemli
bir eksiklik söz konusudur.
Ama süreç, artık gerilerde kalmış, tarihsel bir
olgu niteliğini kazanmışsa; daha sağlıklı değerlendirmelerin
koşulları da, çok daha fazla vardır. Kuşkusuz
eğer koşullanmışlıklar ve çeşitli nedenlere dayanan
aşırı bir subjektivizm ya da siyasi körlük yoksa.
Nitekim, SSCB'de sosyalizmin inşa süreci uygulamalarını,
Stalin'in kişiliğiyle ya da paranoyasıyla açıklamak
eğilimi çok yaygındır. Bu söylem, özellikle Stalin
sonrasının SBKP yöneticileri tarafından başlatıldı
ve sürdürüldü.
Çünkü bu açıklama yolu, hem değerlendirmelerin
kapsamının genişlemesini engellemektedir, hem
de sistemin doğrudan kendisinin ve içerdiği sağlıksızlıkların
sorgulamasının yolu kapatılmaktadır. Tersi durumda,
birçok olayı ve Stalin'in tavrını açıklamak olanaksızlaşır.
Örneğin 1917 Ekim Devrimi'nden önce, Kamanev ve
Zinovyev'in tasfiyeleri gündeme geldiğinde; buna
en başta karşı çıkanlardan birisi de Stalin'di.
Daha sonra bu ikisi Troçki'nin tasfiyesini gündeme
getirdiklerinde, Stalin yine karşı çıkmıştı. Sonraları
bu durumu şöyle ifade edecekti:
"Peki dengesizlik nasıl başladı? Troçki'nin
durumu ne olacak sorusuyla başladı herşey. 1924
yılı sonlarıydı. Leningrad Grubu, işin başında
Troçki'nin partiden ihracını öngörüyorlardı (...)
Bizler, yani MK çoğunluğu, Zinovyev ve Kamanev'in
görüşlerine katılmadık. Çünkü biz ihraç etme politikasının
parti açısından tehlikeler taşıdığının farkındaydık.
Tutup atma, ihraç etme -onların istediği kurbandı-
tehlikeli ve bulaşıcı bir iştir"(Stalin,
Görüş Ayrılıklarının Tarihi Üzerine)
Stalin bu sözleri, "Leninizm mi Troçkizm
mi" adlı değerlendirmeyi yazdıktan sonra
söylemektedir. Yani açıkça çatıştığı bir ismin
partiden ihracına karşı çıkmaktadır. Aynı yerde
Buharin için söylediği sözler de çok farklı değildir:
"Buharin'e karşı sürdürülen amansız saldırının
anlamı nedir? Ne isteniyor Buharin'den (...) Buharin
kurban edilsin mi istiyorsunuz? Onu kurban etmeyeceğiz,
bu böyle biline."
Ve Stalin sözlerini sürdürüyor: "Bu işin
sonu nereye varır? Bu iş, eninde sonunda partiyi
Rikov, Kalinin, Tomski, Molotov ve Buharin olmadan
yönetmeye kadar gider. Ama yoldaşlar, şimdi adını
söylediğim bu yoldaşlar olmadan parti yönetilemez."(a
g y)
Öte yandan, SBKP 20. Kongresi Kapalı Oturumu'nda
okunan ünlü raporun bir bölümünde Kruşçev, 17.
Kongre'de seçilen MK'nın akibetini şöyle ifade
etmişti:
"17. Kongre'de seçilen 139 MK üyesi ve yedek
üyesinden, 98'inin yani %70'inin daha sonra tutuklandığı
ve kurşuna dizildiği (çoğunluğu 1937-1938 döneminde)
kuşkuya yer bırakmayacak şekilde tesbit edilmiştir"
(Kruşçev, 20. Kongre Kapalı Oturum Konuşması)
Aradaki çelişkiyi, Stalin'i, "tutup atma,
ihraç etme tehlikeli ve bulaşıcı bir iştir"
sözlerinde ifadesini bulan yaklaşımından, MK'nın
%70'ini tasfiyeye götüren nedenleri, hesaplı davranışta
ya da maşinasyonizm de aramak, yüzeysel bir yaklaşım
olur. "Stalin'in paranoyası" tezi ise,
hem açıklayıcı değildir ve hem de bizi, sosyalizmin
niteliğini anlamakla ile ilgili bir dizi açmazla
karşı karşıya bırakır.
Çünkü benzer gelişmeler, sosyalizmi inşa çabasındaki
bir çok ülkede yaşanmıştır. Bu durumda ancak bir
toplumsal paranoyadan söz edilebilir ki, bu da
yanlış bir değerlendirme olur. Nedenler doğrudan
doğruya, tek ülkede sosyalizm sürecinin içerdiği
sorunlarda aranmalıdır.
Devrimi izleyen günlerde, ülkenin tek yasal partisi
Bolşevik parti değildi. Menşevikler, Kadetler
ve Sağ Sosyalist Devrimciler; Sovyetler Birliği
içinde faaliyet göstermekteydiler ve iktidara
karşı bir muhalefet bloku oluşturmuşlardı. Bolşevikler,
iktidarı Sol Sosyalist Devrimciler ile paylaşmışlardı.
Ancak önce muhalefet partileri yasaklandı ve ardından
Brest Litovsk Anlaşmasını izleyen günlerde, Sol
Sosyalist Devrimciler'le ortaklık sona erdirildi.
Bolşevik Partisi, artık ülkenin tek siyasal partisiydi.
Partinin 10. Kongre'sinde ise, yani 1921 yılında,
parti içi hizipler yasaklandı. Artık Leninist
Partinin özellikleri sayılırken, bu özellikler
arasında partinin hizipler toplamı olmadığı da
ifade edilecekti.
Bu gelişmeler, sadece Stalin'e mal edilemez. Altlarında,
Lenin'in, Troçki'nin de imzaları vardı. Sözgelimi,
Kronstad'da işçi ayaklanmasının ezilmesi emrini
onlar vermişti. Devrimi izleyen ilk yıllarda oluşan
çerçeve, Stalin'le özdeşleştirilen uygulamaların
kökenlerini ve bireysel özelliklerle bağlantısını
gözler önüne sermektedir. Kökende yatan nedenler,
Lenin, Troçki ve Stalin'in iradelerinin de dışındaki
tarihsel olgulardır .
Lenin, iç savaş sırasında yeterli komünist uzmanların
yetişmesi için yirmi otuz yıl beklenemeyeceğini
söylerken, ya da Troçki Kızıl Ordu'daki Çarlık
Ordusu subaylarını yermemesinin nedenlerini uzun
uzun açıklarken; hep aynı nedenlere, koşulların
getirdiği zorunluluklara dayanmaktadırlar. Açlıktan
milyonlarca insanın öldüğü bir ülkede, emperyalizmin
ve beşinci kolun saldırdığı koşullarda burjuva
kökenli uzmanlardan yararlanmak, Devrim önderlerinin
önündeki başlıca seçenekti. Üretici güçler yeterince
gelişmemiş, ülke ekonomisi felç olmuştu. Dinamiklerin
ve işçi sınıfının varlığına rağmen, ülke hala
bir köylüler ülkesiydi.
İşte bu koşulların neden olduğu zorunluluklar,
SSCB'ni proletarya demokrasisinden uzaklaştırmaya
başladı.
Sorun yalnızca burjuva uzmanlara görev verilmesi
değildi. Görev verilen bu unsurlar, bulundukları
alanlara sınıfsal olarak sahip oldukları eğilimleri
de taşıyorlardı. Üretim araçlarının toplumsal
mülkiyeti, burjuvazinin sınıfsal olarak maddi
güç kazanmasını engellemekteydi. Ama bu engelleyicilik,
devlet ve parti içinde, devrimci değer ve ölçüleri
yadsıyan, onun yerine oportünizmi ve pragmatizmi
koyan bir bürokrasinin ağırlığını hissettirmeye
başlamasını durduramadı. Lenin soruna dikkat çekiyor,
"Çarlık bürokrasisini devraldık" diyor
ve sıkı bir denetimi öneriyordu. Burjuva uzmanları
kullanmak zorunluydu ama bu, sıkı bir denetime
koşut gitmeli, parti, sapkın eğilimlerin sızmasına
karşı korunmalıydı.
Hayatın dayattığı sorunlar, proletarya demokrasisinin
idealize edilmiş normlarının, tek ülkede sosyalizm
koşullarında yaşamasının olağanüstü zorlu olduğunu
yeterince kanıtlamıştı. Demokrasinin, çoğunluğun
ekonomik çıkarlarına hizmet etmesinin ötesinde,
biçimsel düzeyde de olsa, muhalif eğilimlere örgütlenme
hakkının tanınmasını içermesi türünden uygulamalara
yer verilmişti. Toprak Kararnamesi türünden, Bolşeviklerin
yanlış buldukları kararların çıkması bile kabullenilmişti.
Lenin, "Demokratik bir hükümet olarak, biz
katılmıyor olsak bile, sıradan halkın vermiş olduğu
karardan kaçınmamalıyız" diyordu.
Ancak, henüz yerleşmeye çalışan bir devrim, inşa
edilmeye çalışılan yeni devlet mekanizması vardı.
Emperyalist ve işbirlikçi ordulara karşı savaş
ve en az onun kadar zorlu olan sosyalizmin ihtiyaç
duyduğu maddi temeli yaratmak gibi zorunluluklar;
zor unsurunu yavaş yavaş öne çıkararak, ağırlık
kazandırdı. Çok partili bir sistemde sorunları
aşmak olanaksız görünmekteydi. Ayrıca süreç ilerledikçe,
diğer partilerin karşı devrimci saflara sürüklendikleri
görülüyordu.
Örneğin, Menşevikler, Kadetler ve Sağ SR'lerin
oluşturduğu "Yenilenme İçin Birlik",
Brest Litovsk gibi stratejik bir anlaşmanın ardından
savaş kışkırtıcılığı yaptıkları için kapatılmıştı.
Sol SR'lerin tasfiyesinin nedeni de, provakatör
ve komplocu yapılarıydı. İktidar ortağı parti,
Alman Büyükelçisini öldürerek başlattığı bir komployla,
iktidarın tek sahibi olmayı amaçlıyordu.
Bolşevik iktidar güçlendikçe, bu yeni iktidarın
politikalarından rahatsız olan sınıf ve tabakalarla,
bunların çıkarlarının temsilcisi olan örgüt ve
çevrelerle çatışmak, bunların gelişmelerini engellemek
kaçınılmazlaştı. İlk elde burjuva örgütlerin ve
izleyen süreçte de küçük burjuvazinin ve köylülüğün
içinde etkili olan örgütler dağıtıldı.
Bolşevik Partisi, ülkenin tek partisi olmuştu.
Ancak bu da yeterli olmayacak ve gelişmeler, parti
içi hiziplerin yasaklanmasına kadar gidecekti.
İç savaş koşullarında gelişme ve yönetme; basın
ve örgütlenme özgürlüğünün askıya alınmasını,
ekonominin ve ordunun, -kilit noktalarını olmasa
da- gövdesini burjuva uzmanlardan oluşturmayı
gerektirmişti.
Sorunun başlıca nedenlerinden birisi de, işçi
sovyetlerinin niteliklerinden kaynaklanmaktaydı.
1917'de oluşan işçi sovyetleri, devrimin ardından
kurumlaşarak, siyasal iktidarın temel organları
olmuştu. Yasama ve yürütme yetkisi, sovyetlerin
elindeydi. Ancak muhalif partilerin kapatılmasıyla;
parti, sovyetlerin yetkilerini fiili olarak üstlendi.
Sovyetlerin, iktidarın gereklerini yerine getirebilmekten
uzak olmaları, böyle bir sonuç doğurmuştu.
Zinovyev, durumu, "sovyet iktidarının parti
olmadan üç gün bile dayanamayacağı" biçiminde
ifade etmekteydi. Partinin öncü olmanın ötesinde
yüklendiği rol, parti önderlerinin tamamı tarafından
kabul edilmekteydi. Hatta Troçki ve Buharin olayı
teorileştirmiş ve bir parti diktatörlüğü anlamına
gelecek, "askeri proletarya diktatörlüğü"
önerilerini gündeme getirmişlerdi.
Bu gelişmeleri tamamlayan etken, siyasal iktidar
organları olarak yeterli güce sahip olmayan yerel
sovyetlerin yetkilerinin; kongrelerde seçilen
yürütme kurullarının, nihayet prezidyumların elinde
toplanması oldu. Partinin rolüyle yanyana geldiğinde,
partinin prezidyumu yönlendirmesi ve yukarıdan
aşağıya atamanın egemen yöntem haline gelmesi
sonucu doğdu. Bu ise, Marks'ın sosyalizme en yabancı
saydığı şeydi.
Kısacası, devrim sürecinin olağanüstü özellikleri
ve dünyanın ilk proletarya diktatörlüğünün karşı
karşıya kaldığı zor koşullar; sosyalizme, özellikle
uzun vadeli sonuçlarıyla oldukça uzak duran uygulamaları
getirmişti. Stalin, bu sürecin bir parçası olarak,
verili koşulların önderiydi; ancak söz konusu
sakıncaları, olağanüstü bir dönemin geçici uygulamaları
olarak görmek ve baş gösteren bürokrasiyi sıkı
biçimde denetlemek yerine, bu uygulamaları kurumsallaştırmak
gibi bir rolü oldu. Tek ülkenin komünizme ulaşabileceği
yolundaki sözleri, onun büyük yanılgısıydı ve
ekonomizmi içeriyordu.
Bu noktada, çok tartışılan bir olgu olarak, Stalinizm
üzerine bir tanımlama yapabiliriz. Stalinizm,
tek ülkede sosyalizmin inşa sürecinin adıdır ve
üretici güçlerin gelişme düzeyleri, Stalinizme
proletarya adına diktatörlük yaptırmıştı.
Stalin'in kişiliğinin, bu tanımlama çerçevesinde,
Stalinizmin karakteri üzerindeki etkileri ancak
ikincil olabilmiştir ve süreci hızlandırmak ya
da yavaşlatmak gibi işlevleri yanında, bu sürecin
yarattığı sosyalizm dışı olgu ve eğilimlerin kurumsallaşmasının
yolunu açmak gibi bir özelliği vardır.
Öte yandan, Çekoslovakya ve D.Almanya dışında,
sosyalizme geçen ülkelerin üretici güçleri, sosyalist
bir altyapıyı oluşturmak için yeterli koşullara
sahip olamamaları nedeniyle, Stalinle özdeşleşen
uygulamaları, gelişmenin yolu olarak seçtiler.
Böylece Stalinizm, SSCB ile sınırlı kalmaktan
çıkarak, sosyalist inşa sürecinin kazandığı biçim
olmak gibi bir özellik kazanmıştır.
Stalin bu sürecin ilk ve en zorlu pratiğinin önderidir.
Onu önder yapan neden, rastlantılar değil, bu
sürecin gereklerine karşılık veren özellikleridir.
Böyle olduğu için, yanlışlıklarına rağmen sistem
onu yaşatmış, dolayısıyla da bu yanlışlıklara
uygun nitelikler yüklenmiştir.
Stalin'e yapılabilecek en büyük haksızlık, Stalinizme
karakterini veren uygulamaları onunla başlatmaktadır.
O, verili koşulların önderidir. Bir başkası da
olsa benzer şeyleri yapardı. Hataları kaçınılmazdı
demek yanlış olur, ama Stalin önderliğinin bütün
uygulamalarının kökeninde yatan iki temel politika
değişmezdi diyebiliriz. Bunlar, enternasyonalizmi
ve dünya devrimini gündemin ilk sırasından çıkaran;
tek ülkede sosyalizm politikası ile var olmanın
bir koşulu olarak, ekonomik toplumsal zenginlikleri,
üretim araçları üretimine tabi kılan politikalardır.
Sosyalizmin o dönemde kazandığı gelişme çizgisi
budur ve Stalinizm, yukarda özetlediğimiz iki
temel özelliği ile, sosyalist çizginin zorunlu
durağı olmuştur.
Proletarya demokrasisi sorununa da, Stalinizmin
bu niteliğinden hareketle bakmalıyız. Tek ülkede
sosyalizm dönemi boyunca, Marks ve Lenin'in çizdikleri
çerçeveye uygun düşen bir proletarya demokrasisinden
söz edilemez. Böyle bir düzey, daha sonra da yakalanamamıştır.
Daha sonraki süreç, proletarya demokrasisinin
yukarda belirlediğimiz özelliklerine yaklaşmak
yerine, burjuva demokrasisinden etkilenmek gibi
özellikler taşımıştır.
Açıktır ki; SSCB'de sosyalizmin inşası sorununa,
ekonomik bir indirgemeciliğin ölçüleri ile bakıldı.
Sosyalist yaşam biçimi ile sosyalist insanın yaratılmasının
önemine uygun bir pratik yoktu. Tek ülkede sosyalizm,
kendisine ölçü olarak ekonomik gelişmeyi, asıl
olarak ta ağır sanayileşmeyi, yani üretim araçları
üretimini almış, başlıca üretici güç olan bireyin
bilinçli eylem ve insiyatifi olmadan üretici güçlerin
gelişebileceği düşünülmüştü. Objektif ölçülerle
ortaya çıkan bilanço budur.
Stahanovizm (sosyalizmde verimliliği arttırma
yöntemi), bunları yadsıyan bir örnek değildir.
Sosyalizmin sorunları üzerine yürütülen tartışmalar
içinde, Stahanovist hareketin fazla etkili olmadığı,
örneğin iş kahramanlarının diğer işçiler tarafından
öldürülmesi olaylarının yaygın olduğu türünden
yazılara rastlıyoruz. Ama bunun doğruluğu ya da
yanlışlığı fazla önemli değil.
Birincisi Stahanovizmin içeriği ve yürütülüş biçimi,
bireyin bilinçli eylem ve insiyatifini geliştirmeye
uygun değildir. Proletarya demokrasisinin işlemediği
yerde, bireysel insiyatifin gelişmesi, hiçbir
zaman toplumsal bir özelliğe dönüşemez. İkincisi,
toplum olarak benimsenmiş bir çalışma disiplini
yoksa, iş kahramanı olmak ya da ödül almak, ancak
sınırlı bir etkileyicilik şansına sahip olur ve
süreç içinde bu etki de anlamsızlaşarak çözülür.
Toplumsal bir disiplin ve yüksek üretkenlik ise,
halkın ekonomik sorunlarının çözümü ve politikaya
ilgisinin sürekli kılınmasıyla sağlanır.
Tek ülkede sosyalizm süreci boyunca, halkın ekonomik
sorunlarının tam bir çözümü olanaksızdı. Üst üste
gelen savaşlar, devrim, iç savaş, kollektivizasyon,
sanayileşme ve dünya savaşı, hep halkın özverisine
dayanılarak yürütülmüştü.
Kendisinin yöneten olduğunun bilincinde olan çalışanlar,
her türlü özveriyi göze alabilir ve düzenden yana
tercihini korur. Ama bu olmazsa, geçen her yılın
daha da büyüteceği, büyük sorunlar olacaktır.
Sovyetlerin insiyatiflerinin prezidyumlarda, oradan
da yüksek prezidyumda toplanması, partinin savaş
koşullarında kazandığı devletin üstünde yer alan
bir olgu olma özelliğini sürdürmesi, atama yöntemini
etkili kılıyor ve böylece proletarya demokrasisi,
proletarya için demokrasiye dönüşüyordu. Bunun
iki önemli sonucu oldu:
Birincisi, çalışma sürecinin yol açtığı atomizasyonla
bütünleşerek uzun vadede, halkın kendi sorunlarına,
sınıfsal değer ve kaygılarına yabancılaşması.
İkincisi, sistemin kendisini denetleyecek aygıtlar
oluşturamaması, böylece de olağanüstü döneme özgü
işleyişin, atama yöntemi ve bürokrasinin kurumsallaşması.
SBKP 17. Kongresi'nde seçilen MK'nın başına gelenler,
bu durumda anlaşılabilir. Üstelik bu tek örnek
değildir. Stalin'in "sosyalizmin inşasını
tamamlamasının" ardından, SSCB'de büyük tasfiyeler,
kovuşturmalar ve cezalandırma kampanyaları yaşandı.
Örneğin, 17. Kongre'nin 1965 delegesinden 1208'i
öldürüldü. Bu delegeler, Stalin önderliğinin programını
onaylamış ve önerilen MK'ni seçmişlerdi. Birleşik
muhalefet, daha 15. Kongre'de 4000 parti üyesinin
desteğini sağlayabilmiş ve partinin ezici çoğunluğu
karşısında % 0.5 düzeyinde kalan bir azınlık olarak
tasfiye edilmişti. İlerleyen yıllarda, Stalin'e
güvenoyu veren partinin sessiz çoğunluğundan,
MK ve Politbüro üyelerinden onbinlercesi, "sosyalizmin
inşası tamamlandıktan ve geriye dönüşün koşullarının
ortadan kalkması"ndan sonra öldürüldü. Suçları:
karşı devrimcilikti...
Kızılordu'da da benzer bir kıyım yaşandı. "Alay
komutanlarının aşağı yukarı yarısı, tugay ve tümen
komutanlarının hemen hemen hepsi, kolordu komutanlarının
tamamı, savaş konseylerinin üyeleri, Bölge Politik
Dairelerinin yöneticileri, tümen, kolordu ve brigotların
siyasi kurmaylarının çoğunluğu, alay komiserlerinin
üçte biri kovuşturmaya uğradı."(Kruşçev,
20. Kongre Kapalı Oturum Konuşması) Öldürülenler
arasında Kızılordu Komutanı Tuhaçevski ve sağ
ya da sol muhalefetle ilgileri olmayan politbüro
üyelerinden Kuybişev, Rudzutak, Uglanov, Ordzonikidze,
Çubar, Kosyor, Bauman, Sirtsov, Postişev, Eyhe,
Yejov da vardı.
Bunların tamamı, parti merkezini, Stalin'i desteklemişler,
onunla birlikte kararlara imza atmışlardı. Hatta
birbirlerinin ajanlığını onaylayan kararlar almış,
bir süre sonra da benzeri kararların kurbanı olmuşlardı.
Örneğin Yejov, bütün sorgulama ve kıyımların başlıca
yürütücüsü idi ve benzeri bir soruşturmanın sonucunda
öldürüldü.
Bu olayların asıl düşündürücü yanı, sistemin bu
türden uygulamaları kaldırabilmesi ve dahası meşru
kabul edebilmesidir. Çünkü denetim aygıtları yoktur.
Halk çoğu zaman bu tür olayların yaşandığından
bile habersiz kalmakta, ya da öyle görünmektedir.
Tepkinin ifade edilmesinin ve harekete geçebilmenin
koşullarının olmadığı yerde, yabancılaşmanın ve
toplumsal bir bellek yitiminin koşulları vardır.
20. Kongreyi bir siyasal "şok" yapan
nedenler de buradan kaynaklanır. Proletarya demokrasisinin
tıkanması, sistemi denetleyici aygıtların oluşmasını
engellemekte, bunun sonucu da siyasal yönetim
organlarının demokratik ilke ve kurallardan uzaklaşmaları
olmaktadır. Bu durumda sosyalizm dışı uygulamaların
yolu açılmakta ve sistemin kurumsallaşma düzeyi,
bu kural dışı uygulamaları engellemeye yetmemektedir.
18. Kongreyi izleyen 19. Kongreyi yapmak için,
tam on iki yıl beklenecektir. 1939'dan 1951'e
kadar, kongre yapmadan bürokrasinin ülkeyi yönettiği
bu dönem boyunca; halkın, proletaryanın yönetime
ne oranda ortak olabildiği, hangi düzeyde denetleyebildiği
ortadadır. 2. Dünya Savaşı'nın engelleyiciliği,
yeterli bir neden olarak görülemez, ondan daha
az zorlu olmayan iç savaş boyunca, parti kongre
ve konferansları aksamadan yürümüştü. Ayrıca savaştan
sonra geçen altı yılı açıklamak da olanaksızdır.
Sosyalizmin sistem olarak sahip olduğu karakterden
kaynaklanan demokratik özellikleri, dünyanın en
nitelikli önderliği bile olsa, eğer denetim aygıtları
ve demokratik işleyiş yoksa, ancak teorik bir
açıklayıcılığa dönüşür ve süreç içinde her düzeyden
aksaklık başlar.
Emek üretkenliğinin düşmesi bunlardan biridir.
Denetlenmeyen yönetim organlarının, kendisi için
eğilimler kazanması ve bu temelde bir farklılaşmanın
güçlenmesi de, yine bu döneme rastlamaktadır.
Yüksek Sovyet Prezidyumu ve devlet başkanlığı
kurumları sembolikleşmiş, parti politbürosu ve
sekreterliği, yönlendirici olmanın ötesinde, proletarya
için diktatörlüğün somutlaştığı kurumlar olmuşlardır.
Bunun adı, proletarya için parti diktatörlüğüdür.
Böyle bir işlerliğin her türlü sapmaya ve revizyonizmin
gelişmesine uygun zemin oluşturduğu açık bir gerçektir.
Böylece ekonomik indirgemecilik yaygınlaşmış,
parti hedef ve amaçlarına damgasını vurmuş, teoriler,
bu somut duruma uygun bir içerik kazanmıştır.
Bu, zorunluluklardan yola çıkan kural dışı uygulamaların
kurumsallaşması ve teorileşmesidir ve sosyalist
bir alt yapıyı oluşturmakla birlikte, yabancılaşmaya,
yozlaşmaya ve ekonomizmin önderliğine gelişme
ortamı hazırlamıştır.
Bürokratizm Üzerine
Çağdaş sosyalist pratiğin en önemli tartışma konularından
birisi de bürokratizmdir. Bu tartışmanın kökenleri,
Ekim Devrimi'ni izleyen ilk yıllara kadar dayanır.
Günümüzde de, sosyalizmin uygulamalarına ilişkin
sorgulamalar yapılırken, en sık geçen kavramlar
arasında yer alıyor. Eski reel sosyalist ülkelerin
tamamına ilişkin olarak, gelişmeyi engelleyici
bir olgu olan bürokratizm tartışılmaktadır ve
Gorbaçov örneğinde olduğu gibi, döneminin resmi
ağızlarınca da ifade edilebilmiştir.
Gerçekten de, bürokratizm, sosyalist sistemin
en büyük sorunlarından birisi olduğu gibi, sosyalist
gelişmenin önündeki engellerden de birisidir.
Reel sosyalist sistemin gelişme ekseninin dayandığı
temellerin bir sonucu olarak ortaya çıkan bu sosyalizm
dışı olgu her yönüyle aşılamadığı sürece, sosyalizm
için savaşımın dahi sağlıklı bir zemine sahip
olması ve komünizmin koşullarının yaratılması
olanaksız görünüyor.
SSCB'de bürokrasi
nasıl doğdu ve gelişti?
Kuşkusuz birbirine koşut ve tamamlayıcı nitelikte
çeşitli nedenler vardı. Bunların başında, üretici
güçlerin başlangıçtaki görece geri niteliği gelir.
Sorunu aşabilmenin yolu, ekonomik potansiyelin
üretim araçları üretimine tabi kılınmasında bulunmuştu.
Bu durumda sosyalist ekonomik örgütlenme, devasa
boyutlarda bir kooperatif fabrika biçiminde tasarlanıyordu.
Disiplinli ve yaygın bir çalışma temposu, ayırdedici
özellikti.
Önemli sorun, bu devasa fabrikanın yönetimini
üstlenen, üretimi planlayan önderliğin gelişmeye
ne ölçüde ayak uydurabileceğiydi. Üretici güçlerin
işbölümünü elimine edecek bir düzeyde olmaması,
yöneticiliği büyük ölçüde özerk kılmış, çalışanların
kendini yönetimi, bu çalışanlar adına önderliğin
yönetimine dönüşmüştü.
Lenin'i "ideal disiplin ve sınıf bilincinin
yokluğu halinde, tek iradeye kayıtsız koşulsuz
tabiyet, büyük ölçekli makina sanayi modeli üzerine
kurulu süreçlerin başarısı için mutlak bir zorunluluktur"
sözlerini söylemeye iten; işçi, sendika ve yerel
komite üyelerini tedirgin eden, tek kişinin yönetimi
ilkesi, üretici güçlerin gelişme düzeylerinin
doğrudan bir sonucu olarak gündeme geldi.
Böylece burjuva uzmanlar, yüksek ücretle ve tam
yetkili olarak görev alıyorlardı. Bu, devrimci
kaygılardan çok uzak unsurların da devlet ve parti
mekanizması içinde görev almaları demekti; kendisi
için eğilimleriyle birlikte bir bürokrasi oluşuyordu.
Lenin, 'Çarlık bürokrasisinin devralınması' olarak
tanımladığı bu olguyla mücadeleye, sık sık dikkat
çekmekteydi.
Yeni rejimin, bu büyük ülkenin olağanüstü zor
koşullarının ihtiyaç duyduğu uzman ve komünist
kadrolara sahip olmamasından kaynaklanan bu süreç;
emperyalist kuşatma koşullarında, partinin, yöneticiliğin
ötesinde özellikler kazanmasına dönüştü. Ve kollektivizasyon,
sanayileşme gibi atılımların yoğun içeriğinin
açığa çıktığı, tek ülkede sosyalizmin amaç olarak
kabullenildiği koşullarda, bürokrasinin varlığına
ideolojik temel yaratmış oldu.
SBKP'nin 18. Kongresi, bu durumun simgesi kabul
edilebilir. Parti içi muhalefetin tümüyle temizlenmesiyle
birlikte, bu kongrede ekonomist teori ilk kez
öne çıkmıştır. Komünist bir toplum ile güçlü bir
devletin yan yana yaşayabilecekleri tezi, bürokrasi
ile sistemin geçici olarak uzlaştırılması, sosyalist
alt yapı ile devlet kurumları ve parti arasındaki
uyuşmazlığın, geçici bir çözümüdür. Nitekim bu
Kongre'den sonra, 12 yıl kongre toplanamamıştır.
Üretim sürecinin doğrudan bir parçası olmayan,
ama üretim sürecini planlayan ve denetleyen bürokrasi,
her zaman kendisi için eğilimlere sahip olur.
Üstelik sosyalist ülkelerin başlangıçtaki durumu,
yönetici kadroların ve özellikle de üretim sürecini
fiili olarak denetleyen ve yöneten unsurların
seçiminde gerçek ölçü olan siyasal yeterliliğin
yerine, teknokratik yeterliliğin ölçü alınmasını
getirmişti. Yönetici bürokrasinin kendisi için
eğilimleriyle bu durumun yolaçacağı sakıncaların
önünü almanın tek yolu, sözkonusu bürokrasinin
sıkı denetimiydi. Bunun da başlıca biçimi, çalışanların
denetimi olabilirdi ve proletarya demokrasisinin
işlerliği de ancak böyle gerçeklik kazanabilirdi.
Ne var ki, sosyalist ülkenin karşı karşıya bulunduğu
koşullar, böylesi bir demokrasi uygulamasına olanak
da vermedi. Devrimi izleyen her yeni yıl, işçi
sovyetlerinin biraz daha etkisizleşmesini, partinin
devletle biraz daha bütünleşmesini getirdi. Artık
yönetici bürokrasinin bürokratizme dönüşmesinin
önündeki başlıca engel, ancak yönetici çekirdeğin
partinin yapısını bu tür bir deformasyondan koruyabilmesiyle
bağlantılıydı. Parti devrimci niteliğini koruduğu
ölçüde, tehlike sözkonusu olmayacaktı.
Ekonomik gelişme ve sanayileşme sağlanmaktaydı;
işçi sınıfı, hem kollektivizasyon sürecinde ve
hem de sağ ve sol sapmaların tasfiyeleri sürecinde
parti önderliğinin yolunda olmuş, sanayileşme
sürecinde üzerine düşenleri fazlasıyla yerine
getirmiştir. Planlı kalkınmanın başladığı 1929'dan
1950'ye kadar uzanan süreç içinde, sanayi üretimi,
6 kat arttı. Tam bir istihdam sözkonusuydu ve
emek üretkenliği her plan döneminde % 40-50 düzeyine
ulaşıyordu. Bunun tek anlamı vardı, üretici güçlerin
büyük ölçekli gelişmesi...
Sosyalist bir alt yapının oluşması anlamına gelen
bu başarılardan, yönetici çekirdek yanlış siyasal
sonuçlar çıkardı. Parti içi demokrasinin ve çalışanların
denetiminin büyük ölçüde askıya alınmasının da
etkisiyle, ekonomik indirgemecilik hakim oluyor;
olgu ve süreçlere yaklaşıma, giderek artan biçimde
yön veriyordu. Proletarya demokrasisinin eksikliği,
teknokratların hareket alanını genişletiyor, ülkenin
görece geri yanlarının çözülmesine yönelik olarak
gelişen teorileşme, denetimsizliğin bir sonucu
olarak, yönetici bürokrasinin özerkliğinin büyümesine
ve kendisi için eğilimlerinin pekişmesine yol
açıyordu.
Sosyalist üretim ilişkileri işte bu sürece uygun
olarak biçimlendi. Malların üretim, değişim, bölüşüm
ve tüketimi, üretici güçlerin görece geri niteliğine
ve bu güçleri geliştirme zorunluluğuna tabi kılınmıştı.
Üretim, merkezi bir planlamaya ve sıkı bir denetime
dayanıyor, tam istihdam ve ekstantif (yaygın)
sanayileşme, ayırdedici nitelikler haline geliyordu.
Piyasa, meta ve değer yasasının varlığından, ancak
kapitalist sistem ölçülerinden tepeden tırnağa
değişmiş biçimiyle söz edilebilirdi. Yani, içerdiği
klasik anlamlar bağlamında, bu kategoriler hakim
unsur değildi. Bölüşüm ise, ekonomik kaygıların,
siyasal ölçüleri ikincil düzeye itmesi nedeniyle,
kapitalist nitelikten uzak olsa da yeni bir eşitsizliği
derinleştirmekteydi.
İçerdiği bu sakıncalı yanlara rağmen bu ilişkiler,
tek ülkede sosyalizmin inşa sürecinin zorunlu
biçimi olmuştu ve üretici güçleri geliştirme zorunluluğu,
bu ilişkileri sosyalist bir alt yapı oluşturmanın
başlıca biçimine dönüşüyordu. Ancak sorun da burada
başlıyordu. Parti önderliği, denetim aygıtlarının
yetersizliğinin bir sonucu olarak, bu olağanüstü
döneme özgü ilişkileri genelleştirerek, komünizme
geçiş sürecinin geçerli tek biçimine dönüştürmüştü...
Böylelikle, bu sürecin içerdiği ve zorunlulukla
açıklanan sakıncalar da genelleştirildi, teorik
bir temel yaratıldı. Güçlü bir devlet aygıtıyla
komünizmin yan yana olabileceği düşüncesi doğdu.
Sorunun aldığı bu biçim, merkezi planlamanın ve
onu kendisine dayanak yapan bürokrasinin varlığının
temellendirilmesi anlamına gelmekteydi. Dolayısıyla,
bürokrasiyi ayrıcalıklı kılan bölüşüm ilişkilerindeki
sağlıksızlıklar da kendisine teorik dayanak bulmuş
oluyordu.
Stalin'in ölümüne kadar, bürokrasiyle çalışanlar
kitlesi arasında, çeşitli olumsuz yanlar taşımasına
rağmen, geçici bir denge yine de vardı. Bürokrasi,
ayrıcalıklarına teorik ve kurumsal dayanak oluşturma
yolundaydı. Ama bu sürecin tamamlandığı söylenemezdi.
Stalin kültü, hem bürokrasinin koruyucu şemsiyesiydi
ve hem de onun sosyalizm dışı eğilimlerinin hakimiyet
kazanması önündeki başlıca engellerden birisiydi.
Bu kültün yıkılmasıyla, yani Stalin önderliğinin
sıkı denetiminin ortadan kalkmasıyla, 3. Programda
ifadesini bulan teorileşmenin ve programlaşmanın
yolu açıldı. Bütün halkın devleti, bütün halkın
partisi, ileri sosyalizm gibi kavramlar, güçlü
bir bürokratik aygıtla sosyalizm kavramının çelişmeyeceği
yaklaşımının teorik ifadeleriydi. Ne var ki, bu
düzeyde eğilimlerin, üretici güçlerin gelişmesini
engelleyeceği muhakkaktı.
Sosyalizmin maddi temelinin oluşturulmasının ardından;
gelişme, ancak yeni hedefler ve bu hedeflere uygun
düşen yeni örgütler, yeni perspektiflerle mümkündü.
Oysa durum, yeni hedeflere eski örgütlerle, sosyalizmin
maddi temelini yaratmaya yeten yöntemlerle ulaşmayı
amaçlayan bir karaktere sahipti.
Dolayısıyla gelişme düzeyi giderek düştü, belli
bir aşamadan sonra da bunalıma dönüştü. Gelişmenin
yeniden sağlanmasının yolu, eski tekniklerin ve
örgütlerin tasfiyesiyle açılabilirdi. Fakat bu
yolun karşısında artık bürokrasi vardı; engelleyici
özellikleriyle yolu tıkamıştı. Stalinizm ise,
bu eskiyen ve aşılması gerekenin ideolojisi olarak
empoze edildi ve bir günah keçisine dönüştürüldü.
Bürokrasi bir sınıf değildir; kendisi için eğilimleri
ve bu eğilimlerin programlı düzeyi, onun bir sınıf
olmasına yetmez. Çünkü sömürücü sınıf ya da kast,
ancak üretim araçlarının özel mülkiyeti sayesinde,
denetimi altındaki potansiyeli değerlendirme şansına
sahiptir. Diğer bir deyişle, bürokrasinin sınıf
olduğundan söz etmek için, denetler göründüğü
sermayeyi yeniden üretme şansına sahip olması
gerekir.
Mülk ile güvence altına alınmadığından, göreceli
ve geçici bir gücün sahibidir ve bu güç, ancak
onun ayrıcalıklı kalmasına yetmektedir. Üretim
araçlarının toplumsal mülkiyeti ve toplumsal planlama
üzerinde yükselen üretimin toplumsal niteliği
üzerindeki bürokratik baskıya rağmen bu, bürokrasinin
sömürücü bir sınıf ya da kast olmasını engellemekte,
onu küçük burjuva bir tabaka düzeyinde tutmaktadır.
Lenin, sınıf kavramını şöyle tanımlar: "Tarihsel
olarak belirlenmiş bir üretim düzeni içindeki
konumlarına ve üretim araçlarıyla olan ilişkilerine,
toplum içindeki iş örgütlenmesinde oynadıkları
rollere ve dolayısıyla toplumsal gelirden yeniden
pay alma biçimlerine ve elde ettikleri payın büyüklüğüne
göre birbirlerinden ayrılan geniş insan yığınlarına
sınıf denir."
Burada ayırdedici özellik, "üretim araçlarıyla
olan ilişki" ölçüsüdür. Çünkü sınıflar üretim
araçlarının özel mülkiyeti ile birlikte çıkmışlardır
ve toplumsal mülkiyetin yeniden hakim olma süreci
onları çözecektir.
Bürokrasi, üretim araçlarının sahibi değil, denetleyicisidir
ve ayrıcalığı buradan kaynaklanır. Bu durum genellikle
atlanmakta ve yanlış sonuçlara varılmasına kaynaklık
etmektedir.
Bürokrasiyi sınıf olarak, yeni bir sınıf türü
olarak tanımlayan yaklaşımlar, hareket noktası
olarak genellikle bürokrasinin ayrıcalıklarını
almaktadır. Bürokrasinin başta SSCB olmak üzere,
reel sosyalist ülkelerde ayrıcalıklı bir yaşam
tarzına sahip olduğu, aşağı yukarı genelde kabul
görmekte, bir gerçek olarak nitelenmektedir. Ancak
önemli olan bunu görmek değil, sorunun bu niteliğinden
çıkarılan sonuçlardır.
Bürokrasi ve
Parti Aparatçığının Koruyucu Kalkanı Olarak
Kişi Kültü
Ufuk GÜNEYLİ
"Lenin'i böyle bir mezara koymakla ne iyi
ettik. Aklımıza bu fikrin gelmesinden ne kadar
mutlu olmuştur. Mezarın üstünde çok kısa bir yazısı
olacak: Lenin.
Mezar taşını asla unutkanlık böğürtlenleri kaplamayacak.
Hemen yakınında Lenin müzesi olacak. Yavaş yavaş
bütün meydan Lenin'e ayrılmış bir kent haline
gelecek. Onlarca yıl, asırlar geçecek ve bu mezar
onlarca, yüzlerce milyon insan, bütün insanlık
için daha kıymetli hale gelecek. Sadece dünyanın
altıda birini kaplayan Sovyetler Birliği'nden
değil; Çin'den, Hindistan'dan, Amerika'dan, bütün
dünyadan milyonlarca insanın kendisini selamlamaya,
hacı olmaya geldiğini, yattığı yerden görecek."
(Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi)
Lenin'i büyük bir devrimci önder olmanın ötesinde,
bir "aziz"e, bir "peygamber"e
dönüştüren bu sözlerin sahibi, Zinovyev'di.
Lenin'in ölümünden hemen sonra Stalin, Zinovyev
ve Kamenev'in başlattığı ve Lenin'i yücelten bu
kampanya yalnızca iki kente (Ulyanoski ve Leningrad)
onun adının verilmesiyle kalmıyor, toplumsal hayatın
birçok ayrıntısına girecek bir tabulaştırmaya
dönüştürülüyordu.
Krupskaya'nın "Sizden bir ricam var. Lenin'i
anma biçiminin, onun kişiliğine hayranlığa dönüşmesine
izin vermeyin. Onun için anıtlar dikmeyin, adını
yollara, saraylara vermeyin, törenler düzenlemeyin.
Sağlığında bütün bunlara hiç önem vermezdi. Unutmayın
ki ülkemiz hala yoksuldur. Lenin'in adını onurlandırmak
istiyorsanız, kreşler, okullar, çocuk bahçeleri,
kütüphaneler, sağlık merkezleri, hastaneler, sakatlar
için merkezler kurun ve herşeyin ötesinde temel
ilkelerini pratiğe geçirin."(a g y) sözleri
bile bu durumu engellemeye yetmeyecekti.
Çünkü, yalnızca Lenin hayranlığı değildi söz konusu
olan.. Aynı zamanda aslında, gelişme ve yerleşme
çabasındaki reel sosyalist sistemin ideolojik
dokusunun etkin bir unsuru olarak, Lenin motifinin
kullanılması sözkonusuydu.
Bu hiç kuşkusuz büyük ve kaba yanlıştı. Çünkü
halkın gözünde zaten bir kahraman olan Lenin'in
tabu haline getirilmesi, bu tabunun birçok yanlış
eğilimin ve Lenin'in yaşamının son yıllarında
özellikle dikkat çektiği bürokrasinin kendisine
koruyucu bir kalkan bulmasını, kendisi için eğilimlerinin
bu koruyucu ile gizlemesini getirecek ve tabulaştırmanın
çarpık örneklerinin yolunu açacaktı.
Aynı zamanda bu tabu, parti için çatışma ve tartışmaların
da etkin bir unsuruna, çatışan tarafların bir
dayanağına dönüşmüştü ki, bu da sakat bir geleneğin
başlaması anlamına geliyordu.
Lenin'in hiç düşünmediği biçimde, adının Marksizmin
yanına eklenmesi ve Marksizmin bolşevik yorumunun
ya da o güne kadar ki nitelemeyle devrimci Marksizmin,
Marksizm-Leninizm olarak adlandırılması da o dönem
başladı. Kuşkusuz Lenin bunu hak etmemiş değildi.
Marksist yöntemden hareketle, emperyalizm sürecinin
çelişki ve ilişkilerini çözümlemek, bu çözümlemelere
uygun bir mücadele ve örgütlenme anlayışı, devrim
ve iktidar anlayışı oluşturmakla, çağdaş marksizmin
büyük ustası olmuştu.
Ancak, terim olarak Leninizmi doğuran tek neden,
Lenin'in teorik ve pratik dehası değildi. Örneğin
o günlerde Troçkizm ve Lüxemburgizm biçiminde
iki "izm" daha türetilmişti. Bu ikisi,
parti içi saflaşma ve çatışmada ve Komintern'in
SBKP'ye tabi kılınmasında, etkin biçimde kullanılmaktaydı.
Böylece çarpık bir gelenek yaratılmış oluyordu.
Bireyleri, olumlu ya da olumsuz biçimde, gerçekte
sahip olduklarının dışında nitelikler yükleyerek
baştan saptanmış bir amacın unsuruna dönüştürmek
ve ona yüklenilen ideolojik rol ile de, çoğu kez
onun savunduklarının abartılı bir ifadesi yoluyla
ideolojik bir hesaplaşmanın aracına dönüştürmek
sözkonusuydu.
Böylece tabulaştırma, karikatürize etme, dogmatik
bir hat oluşturma, günah keçisi yaratma, koruyucu
kalkan oluşturma gibi devrimci ideoloji ve politika
ile yanyana düşünülemeyecek nitelikler, devrimci
sol teori ve pratiğin parçaları haline getirilmekte,
devrimci politikanın devlet politikası olarak
kullanımının başladığı stratejik bir dönemde,
burjuva politika gelenek ve alışkanlıklar, devrimci
saflara sokulmaktaydı.
Bunu zorunlulukla ya da kaçınılmazlıkla açıklayamayız.
Tabulaştırma asıl olarak Lenin sonrasında; Troçki'de
ifadesini bulan ve emperyalizm sürecinin gereklerinin,
SSCB'nin koşullarıyla uyuşmayacak tarzda yorumlandığı
bir romantizmle; Stalin'de ifadesini bulan devrimci
romantizmi ve enternasyonalizmi SSCB'nin koşullarına
uyarlayan ekonomik indirgemecilik arasındaki çatışmanın
bir sonucu, tarafların üstünlük çabasının bir
dayanağı olarak doğdu. Doğal olarak ayakları yere
basan taraf çatışmada sağladığı üstünlükle birlikte,
gerek bu çatışmanın sürdürülüş biçiminin gerekse
de SSCB ve SBKP içindeki sağlıksızlıkların perdelenmesi
özelliklerine bağlı olarak gelenekselleşti. Bu
sağlıksızlıklar, başta yaratıcılarına olmak üzere,
her zaman devrimci kavgaya zarar verdi.
Örneğin, kavram olarak Troçkizm ve Lüxemburgizmin
yaratıcılarından Zinovyev, yıllar sonra günah
keçisi olarak kullanılırken, Zinovyevizm de kitlesel
"temizlik"in günah keçilerinden biri
oldu. "Stalinizm" yıllardır Marksizm-Leninizmin
revizyonunun gereksindiği ideolojik malzeme olarak
kullanılmaktadır. Yejovçina, Jdanovçina, Titoizm,
Maoizm ve hatta Castroizm, bu genel çerçeveyi
izleyen örneklerdir.
Stalin'in putlaştırılması, işte bu ortam ve geleneğin
bir ürünüdür. Olayı," Sovyet halkı Stalin'e
baba payesini verdi" biçiminde açıklamak
nasıl yanlışsa, Stalin'in ihtirasları ve kişiliğiyle
açıklamak da aynı şekilde yanlıştır. Stalin'in
birey olarak sahip olduğu özellikler, elbette
önemlidir. Ama tabulaştırma olayı daha genel bir
çerçevede ele alınmalıdır.
Uzak ve yakın geçmişte, dünyada ve ülkemizde benzer
uygulama örnekleri çoktur. Bunun kural haline
getirilmesi ve bu temelde gerekçelendirilmesi
güç. Örneğin, tek başına halkın kültürel yetersizlikleriyle
açıklanamaz. Genellikle entellektüel ve etik düzey
önemli rol oynamıştır, ancak Almanya gibi burjuva
kültürün üst düzeye ulaştığı bir ülke, putlaştırmanın
da en üst düzeyde örneği olabilmiştir.
Ayrıca kapitalist ülkeler bu konuda daha yaygın
örneklere sahiptir. Olayı farklı toplumlarda ve
çeşitli nedenlere dayanılarak, çeşitli düzeylerden
sorunların çözümüne hizmet edecek bir olgu olarak;
insanda her zaman varolan "inanç" güdüsünün
ve buradan hareketle tabular yaratma, mitleştirme,
yüceltme eğilimlerinin kullanılması yoluyla egemenliğin
ideolojik bir parçası olarak tabulaştırma biçiminde
tanımlayabiliriz.
SSCB'de tabulaştırma, başlangıçta, Lenin'e sığınılarak
ve sistemin yerleşme, sapmalara karşı üstünlük
kurma sürecinin bir ürünü olarak gündeme geldi
ve ideolojik politikanın giderek en etkin araçlarından
birine dönüştü.
Ancak olay, yalnızca Lenin'le sınırlı kalmadı
kuşkusuz. Yavaş yavaş, yaşayan bazı adların da
yüceltilmesine başlandı. Örneğin, 1924 yılında
Petrograd'a Leningrad, Yekaterinburg'a Sverdlovsk
adı verildi. Ama aynı dönem Yelizabehtgrad kentinin
adı Zinovyevsk olurken, Çaritsin kentinin adı
da Stalingrad yapıldı. Yine de bu dönem Stalin'in
tabulaştırılmasının başlangıcı olarak 1930'lu
yılları almak gerekir. Partinin 18. Kongresinden
sonra, yani muhalefetin etkisinin kırılmasının
ardından, tabulaştırma hızlanmıştır. Hatırlanacağı
gibi aynı dönemde, SSCB'de geriye dönüşün koşullarının
ortadan kalktığı ilan edilmişti.
İkinci Dünya Savaşı ve Stalin önderliğinin savaştaki
rolü, bürokrasiye bu doğrultuda son derece uygun
bir zemin oluşturdu. Proletarya demokrasisinin
rolünün yerini, proletarya için parti diktatörlüğünün
alması sürecinin ideolojik aracı olarak, Stalin
yüceltilmekteydi.
Sosyalist yaşam biçimi, sosyalist kültürün gelişmesi,
düzenin kendini denetleyecek aygıtlar oluşturması
gibi sorunlar için çözüm yolu olmadığından, bu
tür çözümlerin yolu tıkanmaya başladığından; giderek
sosyalizmin ve sınıflar mücadelesinin sorunlarından
uzaklaşan kitleler, devrimci politakadan da uzaklaşarak,
günlük politika ve sorunlar içinde ifadesini bulan
bir depolitizasyonun etkisine girmişler ve bürokrasi,
kendisi için eğilimleriyle birlikte yaşama olanağı
bulmuştu.
1930'lu yılların ortalarından başlayarak etkisini
hissettiren Rus Tarihinin ve Kültürünün SSCB'nin
kültürüne dönüştürülmesi süreci, söz konusu gelişmelerin
bir başka boyutu ve sonuçları açısından kuşkusuz
en olumsuzlarından biridir.
Stalin kültü, yan yana gelen bu nedenlerin bir
ürünü, gelişmelerin bir sonucu olarak doğmuş ve
fakat kendisi için eğilimler kazanması engellenemeyen
bürokrasinin varlığını teorize etmesinin bir aracı
olarak kullanılmıştır. Bürokrasinin niteliğini
pekiştirmesine koşut biçimde günah keçisi olarak,
bürokrasinin kendisi için eğilimlerinin ve onun
teorik ifadesi olarak ekonomizmin gereklerini
açıklamanın kalkanı olarak kullanılmıştır.
Bürokrasi ve bürokratizm birbiriyle karıştırılmamalıdır.
Stalin düşmanlarının iddialarının tersine, Stalin
dönemi boyunca bürokrasinin kendisi için eğilimlerinin
SBKP'nin başat özelliği olduğu söylenemez. 1939'dan
başlayarak bunun koşulları olgunlaştırılmıştır.
Ancak Stalin önderliği, varlığıyla bu sürecin
tamamlanmasını engellemiş, anavatanı öne çıkarma
biçiminde de olsa, emperyalizme karşı uzlaşmaz
bir politika, Stalin'li yılların özelliği olmuştur.
Stalin'in ölümü iledir ki, onun kuşağı, bürokrasi
tarafından tasfiye edilmiş ve 20. kongre ile birlikte
bürokratizmin tam egemenliği ve ekonomist politikalar
öne çıkmıştır.
Kruşçev'in ünlü "Kapalı" konuşmasındaki
mantık bile, bu süreci açıklayıcılığı açısından
yeterlidir. Konuşması boyunca Stalin hakkında
demedik söz bırakmayan, "katil, cani, haydut,
kumarbaz, despot, aptal, budala, diktatör"
gibi sıfatları birbiri ardına sıralayan Kruşçev,
bu sürecin gerçek sorumluları olarak Stalin'i
peygamber mertebesine çıkaranlar ve bu politikanın
nedenlerine ilişkin tek bir söz bile etmez. Herşey,
her türlü olumsuzluk, Stalin'in hastalıklı kişiliğine
bağlanır. Bu hastalıklı kişiliği otuz yıl lider
tutan sistem, ne menem bir şeydir, bunun cevabını
bulamayız. Oysa bizzat kendisi bu sürecin aktif
bir parçasıdır.
"Çok yaşa sevgili önderimiz, dahi önderimiz,
partimizin, Sovyet Halklarının ve tüm dünya işçilerinin
eşsiz önderi yoldaş Stalin"(1949)
"Yüce Lenin'in yakın dostu ve silah arkadaşı"(1939)
"İnsanlığın en büyük dahisi, öğretmeni ve
önderi"(1939)
"Yüce, yenilmez komutan"(1945)
"Halkın gerçek dostu" (1939)
"Öz babam" (1949)
Bunlar, Kruşçev'in çeşitli zamanlarda Stalin için
söylediği sözlerden yalnızca bir kaçı... Aynı
Kruşçev,öldükten sonra Stalin'i lanetledi ve destalinizasyonu
başlattı. Stalin kültünü yaratmakla, kendisine
koruyucu bir şemsiye oluşturan bürokrasi; bu kez,
kendisi için eğilimlerine uygun bir program oluştururken,
bu programın o güne kadar ki sosyalist pratikle
çelişen niteliğini meşru kılmanın bir aracı olarak,
destalinizasyonu başlatmıştır. Böylelikle Stalin
sürecinin sorgulanmasına yönelik yoğun talebe
de karşılık verilmiş oluyordu.
Ancak başlatılan kampanya; SSCB'nin sağlıksızlıklarını,
örneğin bürokrasinin gelişmeyi hantallaştıran
niteliğini, ya da proletarya enternasyonalizminin
gereklerinin giderek artan biçimde eksik bırakılmasını,
proletarya demokrasisinin proletarya için demokrasiye
dönüşmemesinin nedenlerini sorgulayıcı bir temelde
sürmüyor, geçmişin olumsuzluklarının Stalin'in
kişiliğine ve tutkularına bağlanmasına dayanıyordu.
Alttan alta işlenen mantık ise, sosyalist inşa
sürecinin ve o güne kadar oluşan biçimiyle sosyalist
teorinin yadsınmasıydı. Yirminci yüzyılın emperyalizmi
yokedemeyeceği, dahası emperyalizmin kolay kolay
yokolmayacağı, bu koşullarda bir uzlaşmanın kaçınılmaz
olduğu kabulleniliyor, komünizme güçlü bir devlet
ile ancak ulaşılabileceği düşünülüyordu.Hedefler
bu temelde saptanmalıydı.
Böylece, bürokrasinin varlığı, kendisine uygun
biçimde ideolojiyi yeniden düzenlemekteydi. Stalin,
tek ülkede sosyalist inşaanın kaçınılmazlığına
dayanarak, güçlenen parti bürokrasisi ve aparatçığıyla
mücadele yerine, onların gelişmesine uygun bir
teorik ve pratik zeminin oluşturulmasının yolunu
açmış ve ölümüyle de aparatçık partiyi ele geçirerek,
devrimci niteliğin yerine ekonomizmi mutlak biçimde
koymuştu.
Bu sürecin, tek tek bireylerin iradesine bağlı
olarak geliştiğini söyleyemeyiz. Engels'in sözleriyle;
insanlar tarihlerini kendileri yaparlar, ama genel
bir plana göre ve hatta belirli, örgütlü, verili
bir toplum çerçevesi içinde bile, kollektif bir
iradeye uymazlar, çabaları birbirlerini engeller
ve bu türlü bütün toplumlar içinde, açığa vurulmuş
zorunluluğun egemen nedeni de, işte budur. Kendini
bu toplumlara zorla kabul ettiren zorunluluk da,
sonunda ekonomik zorunluluktur.
Kruşçev, yukarda örneklediğimiz ve Stalin'i yücelten
sözleri söylerken; herhalde samimiydi ya da en
azından öyle görünmek zorundaydı. Çünkü yaratılan
ortam, bu biçimde düşünme ve söylemi doğurmuş,
toplumsal yapıyla özdeşleşen birey etrafında yaratılan
kült, toplumsal yaşantının bir parçası haline
gelmişti. Tabu yaratma ve bu tabuların ardına
gizlenme olayını yoğun biçimde yaşayan bir ülkenin
insanları olarak, bunlar bizim için anlaşılmaz
şeyler değildir.
Stalin'in tabulaştarılması, herhangi birinin ve
bu arada Stalin'in iradesine bağlı olmadan, doğrudan
doğruya, SSCB'de sosyalizmin inşaası sürecinin
özelliklerine bağlı olarak gelişti. Yirminci yüzyılın
ilk yarısı, Rusya için inanılmaz derecede yoğun
bir toplumsal çalkalanmalar zinciri anlamını taşıyordu.
1904 Japon Savaşı, 1905-17 Devrimi, Birinci Dünya
Savaşı, İç Savaş, Kollektivizasyon, Sanayileşme,
İkinci Dünya Savaşı, kıtlıklar ve salgınlarla
dolu bir süreçti bu...
Stalin, bütün bu zorluklara ve alt üst oluşlara
rağmen, ülkesini güçlü kılmış, insanlarının yaşam
düzeyini büyük oranda yükseltmiş, açlıkları ve
kırımları herkese iş ve sosyal güvenceye dönüştürebilmiş
bir sürecin simgesi olmuştu.
Bu zorlu sürecin doğal bir sonucu olan, romantizm
ya da pesimizmin (kötümserliğin, karamsarlığın)
izlerini taşıyan sapmalarla mücadeleden, insanlarına
bu olanakları tanıyarak zaferle çıkmış; bu yolda,
ulusal güvencenin sağlanması yolunda, enternasyonalizmin
ve proletarya demokrasisinin de içeriklerini daraltarak,
dahası olağanüstü koşulların gerektirdiği düzenlemeler
olmaktan çıkararak, onları evrenselleşmişti.
Kısacası Stalin, yoğun bir sarsıntılar süreci
boyunca istikrarlılığın simgesi olmuş ve proletarya
demokrasisinin rafa kaldırıldığı koşullarda daha
bir pekişen bu istikrarlı görüntü, onun, tabulaştırılmasının
yolunu açmıştır.
Bu sürecin bir ürünü olan bürokrasi ve parti aparatçığı,
bu verili ortamı fetişize ederek kendi yararına
sonuçlara dönüştürecek bir yol tutmuştu. Bürokrasinin
ve parti aparatçığının partikülarist (bütünlüğün
içinde sadece kendini düşünen) özelliklerini tamamlayan
bu durum, verili koşullar içinde kendiliğinden
oluşmuştu. Halkın inanç ve istikrar sorununun
pratik içinde bulduğu çözüm olarak Stalin imgesi,
aparatçığın kendisine yer bulma, yükselme gibi
istemlerine karşılık verdiği oranda, tabulaşmaya
dönüştürülmüştü.
Stalin böyle bir sürecin sonucu olarak tabulaştı
ve belli bir noktadan sonra duruma en azından
sessiz kaldı, giderek kendisini yüceltenleri onore
ederek ortamın yarattığı havaya girdi. Stalin'i
korumak adına bu durumu yadsımak olmaz.
Her parti, her örgütlü çalışma aynı zamanda aparatçık
yaratma eğilimine sahiptir. Dinamik bir örgütsel
yapıda bunun koşulları asgari düzeydedir. Özellikle
yığın örgütlerinin bu eğilimden kurtulması çok
güçtür ve ancak önderliğin konuya özel bir dikkatle
eğilmesi ve denetleyiciliğiyle, engelleyicilik
sağlanabilir, en azından örgütsel bir bürokrasinin
oluşması engellenir.
Devrim sonrası sürecin içerdiği çalkalanmalarda,
parti içinde önce hizipler yasaklanmış ve ardından
atama ve açık oy yönteminin asıl kılınmasıyla,
demokratik merkeziyetçilik büyük oranda ortadan
kalkmıştı. Sürecin diğer özelliklerinin tamamlayıcı
etkileriyle birlikte; bu durum, Lenin'in sağlığında
dikkat çektiği boyutlara ulaşmıştı. Giderek parti
içi çatışmalar bu aparatçığı güçlendirdi ve 19.
Kongre sonrasında partinin ayırdedici özelliği
durumuna geldi. Stalin'in bir gereksinme olmaktan
çıkması, aparatçığın kendisi için eğilimlerini
teorize ederek programlaştıracak güç ve hareket
olanağına ulaşmasıyla da Stalin kültü, bu kez
tersten bu amaca hizmet yolunda kullanıldı. Olay,
en temelde budur.
Tersi durumda, süreci Stalin'in özellikleriyle
ya da Sovyet bürokrasisinin bilinçli tutumuyla
açıklayarak hiçbir yere varılamaz. Durum, Stalin'in
kişisel tutumu ve Sovyet bürokrasisinin bilinçli
tavrıyla daha sonra buluşmuştur.
Önemli bir nokta da tabulaştırmanın; sosyalist
inanış ve eyleme bu kadar yabancı bir olgunun,
çağdaş sosyalist pratiğin başlıca özelliklerinden
birine dönüşmesidir. Bu konuda, bilindiği gibi
bir çok örnek var ne yazık ki... Bu zaaflı sosyalist
pratiğin doğurduğu ve daha da olumsuz olan tarihsel
bir yönü vardır:
Reel sosyalizmin yıkılmasından sonra çeşitli ülkelerde
mücadele eden ve mücadele etmeye çalışan parti
ya da grupların anlayışlarında ve pratiklerinde,
çok iyi çözümlenemeyen geçmiş dönemlerin yanlışlıklarının
karikatürleri yaşanmaktadır. Bu durum da, gerek
yaşadığımız dönem, gerekse de önümüzdeki süreçler
için ciddi ber tehlike oluşturmaktadır.
Aslı ya da karikatürü, bu yaklaşımların sosyalizmin
gerçeklikleriyle hiçbir ilişkisi olmamıştır ve
bundan sonra olması şansı da yoktur. Ve daima
yapay kalırlar; geleceğe, yaşama ve halka hizmet
etmekten uzak bir dramanın tiradları olarak tarih
sahnesinde suya yazılırlar.
İşte putları yıkmaktan söz edilen destalizasyon
sürecinde Kruşçev için söylenenler:
"Kızıl Ordu'nun aktif kurucusu." (Kruşçev,
partiye 1918'de yani devrimden sonra üye oldu,
iç savaş sırasında partinin onbinlerce siyasi
görevlisinden biriydi ve savaş bitmeden, 1920'de
terhis oldu.)
"Stalingrad direnişinin ruhu"
"Kozmik baba"
"ML teoriyi yaratıcı şekilde geliştirip zenginleştirmeye
parlak örnek"
Öte yandan Stalin için:
"O, Leninist çizgiye doğru bir şekilde sadık
kaldığı ve bunun sonucu hem kendi ülkesinin halkı,
hem de yabancı ülkelerin halkları nezdinde büyük
ün kazandığı halde, kendi rolünü haksız yere abartma,
kişisel iktidarını kollektif önderliğin karşısına
koyma hataları yapmış, bu da kendisinin önceleri
bizzat savunduğu ML'nin bazı ilkeleri ile çelişen
bazı tavırlar içine girmesine ve bazı eylemler
yapmasına neden olmuştur. (...) Hayatının son
yıllarında Stalin, giderek artan biçimde kendisini
kişiye tapmaya terketti, parti içinde demokratik
merkeziyetçiliği sergiledi" deniliyor. (Proletarya
Diktatörlüğünün Tarihsel Deneyimleri, İnter Yayınları)
İnanılır gibi değil ama; bunları, tabulaştırmada
SBKP'yi birkaç kez katlayan ÇKP söylüyor.
ÇKP şunları da söylemiş:
"ÇKP, kişiye tapmaya karşı tarihsel olarak
anlamlı mücadelede, SBKP'nin kazandığı büyük başarıları
selamlamaktadır." (a g y)
Çağdaş sosyalist pratik içinde, tabulaştırmaya
sahne olmayan sosyalist ülke yok gibidir. Stalin'in
kendi sürecinden çıkardığı sonuçların evrenselleşmesiyle,
özellikle Doğu Avrupa ülkelerinde tabulaştırma,
diğer konularda olduğu gibi aynen benimsenmişti.
Destalinizasyon bir ölçüde engelleyici olduysa
da, sonrasında bir Mao kültü vardı ki; etkileri
Avrupa'ya kadar uzanmaktadır. Daha sonra da Kim
İl Sung, Çavuşesku gibi örnekler vardır.
Bu yakın tabulaştırma örnekleri, Marksizmi bir
çeşit din olarak görenlerin dört elle sarıldıkları
bir olgu durumundadır. Yaygın bir eğilim de, Marksizmde
felsefi normlar dışında bir renk arama çabasıdır.
Oysa neden, doğrudan doğruya geçiş süreci olarak
sosyalist inşa sürecinin içerdiği zorluklarında
ve bu zorlukların öne çıkardığı eğilimlerde aranmalıdır.
SBKP Üçüncü Programında
Devlet Sorunu:
SBKP Üçüncü Programı, yalnızca ekonomist bir yaklaşımla,
komünizmin üst aşamasına geçişi mekanize etmiyor,
aynı zamanda, bir bütün olarak kapitalizmden komünizmin
yetkin aşamasına geçiş sürecine ilişkin, Marksizm
Leninizmin o güne kadar öngördüklerinin yadsınması
anlamına geliyordu.
Marks ve Engels, Komünizmi alt ve üst olmak üzere
iki aşamadan oluşan bir sistem biçiminde düşünmüşlerdi.
Kapitalizmin yıkılmasıyla, bir anda devletin olmadığı
sınıfsız bir topluma ulaşılamazdı.
Dolayısıyla "iktisadi, manevi, entellektüel
bakımlardan bağrından çıktığı eski toplumun damgasını
hala taşıyan" bir toplumdu bu, ve ancak komünizmin
ilk aşaması olarak nitelenebilirdi. (Marks, Gotha
Programının Eleştirisi)) "Kapitalist toplum
ile komünist toplum arasında, birinden ötekine
geçiş sorunu yer alır. Buna da bir siyasal geçiş
dönemi tekabül eder ki, burada devlet, proletaryanın
devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz"
diyordu Marks. "Sosyalizm ve siyasi mücadele
tarihinden, devletin yok olmaya mahkum olduğu
ve onun yok oluşunun geçiş biçiminin (devletten
devlet olmayana geçiş biçiminin) proletaryanın
hakim sınıf olarak örgütlenmesinin olmadığı sonucunu
çıkarmıştı." (Lenin, Devlet ve İhtilal)
Marks'ın Gotha Programının Eleştirisi'nde sözünü
ettiği "gelecekteki komünist devlet",
proletarya diktatörlüğüydü. Sonradan komünizmin
alt aşamasının sosyalizm olarak adlandırılmasının
etkisiyle; Marks'ın bu sözlerinden, devletli komünizm
anlayışı için, bütün halkın devleti tezine dayanak
yaratılmaya çalışılacaktı. Oysa, Lenin soruna
çok açık bir biçimde karşılık vermişti. Onun sözlerinde
ve tavrında, Marks'ın sözleriyde çelişki yoktu.
Marks ve Engels, komünizmin yetkin aşamasını,
devletin söneceği ve zamanla çözüleceği bir toplum
olarak düşünmüşlerdi. Bu durumda, devletin üç
gelişme aşaması söz konusu olacaktı.
Birinci aşama -kapitalist toplumda burjuvazinin
devlete ihtiyacı vardı- burjuva devletiydi.
İkinci aşama -kapitalizmden komünizme geçiş döneminde,
proletaryanın devlete ihtiyacı vardı ve bu- proletarya
diktatörlüğü idi.
Üçüncü aşama -komünist toplumda devlete ihtiyaç
yoktu- devlet sönüp gidecekti. (Lenin, Devlet
ve İhtilal)
SBKP'nin 1961'de açıkladığı 3. Program ise, komünizmde
devlet ve demokrasi olgusuna ilişkin Marks, Engels
ve Lenin'in anlayışlarının yadsınması anlamına
gelmekteydi. SBKP, önsel olarak kendisine iki
çıkış noktası almıştı. İlki, sosyalizmin inşasının
tamamlanmasıyla aynı zamanda, sınıflar arası çelişkilerin
antagonizma kazanması olasılığının ortadan kalktığı
yolundaydı.
Bu durumda proletaryanın diktatörlüğüne gerek
kalmıyordu. Çünkü burjuvazi yoktu ve yeniden oluşmasının
da yolu kapatılmıştı. Proletaryayla köylülük arasındaki
sorunlar da uzlaşmaz değildi. Dolayısıyla Parti'nin
de artık proletarya partisi olarak ele alınması
anlamsız ve zararlıydı.
Parti, bütün halkın proleter olsun olmasın, bütün
insanların partisiydi. İkincisi, sosyalist ülkede
çelişkilerin antogonizma kazanmasının koşulları
olmasa da dünyada emperyalist saldırganlık sürdüğünden,
devlet en azından sosyalist yurdu korumak amacıyla
yaşamak zorundaydı. Ancak bu devlet, proletarya
diktatörlüğü gibi bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki
baskı aracı değil, sınıflar arası ayrımın büyük
ölçüde ortadan kalktığı ve tek bir halka dönüştüğü
bir toplumun devleti olacaktı. Buna, bütün halkın
devleti denmekteydi.
Böylelikle bürokrasi, varlığı ile sosyalizm arasındaki
çelişkiyi ortadan kaldırmayı amaçlamış, kendisine
teorik bir temel yaratmıştı. Sosyalizmin inşa
sürecinin taşıdığı özelliklerin ve zorunlulukların
bir sonucu olarak ayrıcalıklı duruma gelen bürokrasi,
buna rağmen o aşamaya kadar kendisine ekonomik
ve siyasal düzeylerde sağlam bir temel oluşturabilmiş
sayılmazdı. Sosyalist teori, toplumsal mülkiyet
ve toplumsal planlamanın yerleşmesi ve toplum
içindeki sınıfsal çelişkilerin ortadan kalkmasından
sonra, devletin söneceği ve yok olacağını öngörmekteydi.
Engels şöyle açıklamıştı bunu:
"Proletarya devlet iktidarını ele geçirir
ve ilk ağızda üretim araçlarını devlet mülkiyetine
dönüştürür. Ama bunu yaparken proletarya olarak
kendi kendini ortadan kaldırır, ve aynı zamanda
devlet olarak devleti de ortadan kaldırır (...)
Toplumda baskı altında tutulacak hiç bir sınıf
kalmadığı zaman sınıf egemenliği ve o güne kadar
ki üretim anarşisine dayalı bireysel var olma
mücadelesiyle birlikte; bunlardan kaynaklanan
çatışmalar ve aşırılıklar da ortadan kalktığı
zaman, artık özel bir baskı gücünü, devleti zorunlu
kılan, bastırılması gereken hiçbir şey kalmaz.
Devletin gerçekten bir bütün olarak toplumun temsilcisi
olarak ortaya çıktığı ilk eylem -üretim araçlarına
toplum adına el konulması- aynı zamanda onun bir
devlet olarak son bağımsız eylemidir. Devlet iktidarının
toplumsal ilişkilere müdahalesi, birbiri ardından
her alanda gereksiz hale gelir ve sonunda devlet,
kendi kendine son bulur. Kişilerin hükümetinin
yerini, şeylerin yönetimi alır. Devlet 'ortadan
kaldırılmaz', yok olup gider. (Engels, Anti Dühring)
Bu yok olup gitme, objektif esaslara dayalı bir
sürecin sonucu olarak gündeme gelecektir. Bunun
ön koşulu da, sürecin içerdiği antagonist çelişkilerin
ortadan kalkması, yerini yeni bir sürece ve onun
yeni çelişkilerine bırakmasıdır. Buradan bir sonuç
çıkarmak gerekirse; diyebiliriz ki, devlet ve
demokrasi olgularının sönmeleri ve yok olup gitmeleri,
emek ve sermaye arasındaki tarihsel çelişkinin
ortadan kalkmasıyla mümkündür. Bu gerçekleşmedikçe,
devlet ve demokrasi ile onun devrimci biçimleri
olarak proletarya diktatörlüğü ve proletarya demokrasisi,
yaşamayı sürdürecektir.
Bir yanıyla da kapitalizmden komünizme geçiş anlamına
gelen bu süreç boyunca, devrimci bir devletin;
proletarya diktatörlüğünden başka devlet biçimi
olamayacağı, özenle belirlenmiş bir gerçektir.
Örneğin Lenin şöyle demektedir:
"Kapitalizmden komünizme geçiş, tabii ki
son derece bol ve çeşitli siyasal biçimler çıkaracak,
ama özü mutlaka aynı kalacaktır; Proletarya Diktatörlüğü."
(Lenin, agy)
Bir bütün olarak kapitalizmden komünizme geçiş
sürecinin herhangi bir parçasında, proletaryanın
baskın olması, dahası kapitalist ilişkilerin silinmesi
de, bu sonucu değiştirmiyordu. Çünkü komünizm
bir dünya sistemi haline gelmedikçe ya da emperyalist
kapitalist sistem karşısında mutlak bir üstünlük
elde etmedikçe, kapitalist ilişkilerin yeniden
uç vermesi olanaksız değildi.
Öte yandan, üretim süreci içinde, proletaryanın
işlevini ikincil düzeye indiren bir dönüşüm de
söz konusu değildi. Bilimsel teknolojik devrimin
açtığı ufuklara karşılık proletarya, çağdaş toplumun
en önemli ve üretici temel gücü olmayı sürdürmekteydi.
Yani ölçü ne olursa olsun, proletarya diktatörlüğü
ve proletarya demokrasisi; çoğunluğun iktidarının,
sosyalist iktidarın tek biçimi olmayı sürdürmekteydi,
ona bu niteliği veren koşullar değişmemişti.
SBKP'nin bu olguyu yadsımasının nedenleri ise,
kuşkusuz daha başkaydı. Onu, koşulları farklı
değerlendirmeye ve farklı sonuçlar çıkarmaya iten
ölçüler; Marks'ın, Engels'in, Lenin'in ölçülerinden
değişik olduğundan, çıkarılan sonuçlar da değişikti.
Bütün halkın devleti ve bütün halkın partisi tezleriyle,
ülkedeki güçlü devlet aygıtının sosyalizm ile
çelişen karakterini açıklama yolu bulunmuştu.
Proletarya Diktatörlüğünün Anlamı
Bilindiği gibi, sosyalizm; üretimin toplumsallaşması
sürecinin bir ürünüdür. Üretimin artan biçimde
toplumsallaşmasıyla üretim araçlarının özel mülkiyeti
arasındaki çelişki, kapitalizmi tarih önünde geri
kılar ve bu çelişkiye son verecek toplumsal örgütlenme
olarak komünizm kaçınılmazlaşır.
Sosyalizm emek gücünü bir meta olmaktan çıkarır.
Dolayısıyla emek gücü piyasası da ortadan kalkmakta;
emek, üretimin toplumsallaşmasının bir sonucu
olarak gündeme gelen toplumsal planlamanın gerektirdiği
biçimde kullanılmaktadır. Bu işleyişe yol veren
koruyucu güç ise, proletarya diktatörlüğüdür.
Yani, proletarya diktatörlüğü, emeğin özgürleşmesinin
politik biçimidir.
Bu noktada, sorunun can alıcı yanı açığa çıkar.
Burjuva demokrasisi bir emek-gücü piyasasının
üzerinde yükseldiğinden, ekonomi ile siyasetin
yürütülüş biçimi arasında bir çelişki vardır.
Temel üretici gücün, siyasal iktidar üzerinde
yargı, yürütme ve yasama organlarında söz hakkı
yoktur. Ancak, proletarya diktatörlüğü bu çelişkinin
ortadan kalkması anlamına gelir. Çünkü, temel
üretici güç, siyasal otoriteyi de elinde tutmaktadır.
Dolayısıyla proletarya demokrasisi, toplum ve
devlet arasındaki uyumsuzluğun ortadan kalktığı,
toplumsal bir örgütlenme olmaktadır. Proletarya
demokrasisinin temel ölçütü budur. Bu temel, farklı
koşullarda farklı biçimler alabilir, çelişik gibi
görünen uygulamalara sahip olabilir.
Ama kapitalizmden komünizme geçiş sürecini emeğin
özgürleşmesinin politik biçimi olmaktan, üretimi
salt ekonomik bir kategori olmaktan, demokrasiyi
de salt siyasal bir kategori olmaktan çıkaran
toplumsal bir örgütlenme olmak biçimindeki temel
nitelik, değişmez. Bu temel nitelik, değerlendirmelerimizin
başlıca ölçüsü olmaktadır.
Proletarya demokrasisinin bu niteliği genellikle
atlanmaktadır. Örneğin, Türkiye'de özellikle belli
çevrelerde sürdürülen "sosyalist demokrasi"
tartışmalarının başlıca özelliği budur. Proletarya
demokrasisi, yanlış bir ad ve yanlış içerikle
salt siyasal bir kategori olarak ele alınmakta,
toplumsal örgütlenmenin temel biçimi olan niteliği
gözardı edilmektedir.
Bu durumda, sosyalizm sürecinin ekonomi-siyaset
ayrımını ortadan kaldırması ya da bunu bir norm,
temel bir amaç olarak saptaması gerekir. Çağdaş
sosyalist pratiğin başlıca eksikliklerinden birisi
de budur. Planlama, hep ekonomik bir kategoriye
indirgenmiş, siyasal boyutu görülememiş ve öte
yandan proletarya demokrasisi ve parti demokrasisi,
temelde siyasal bir kategori olarak ele alınmıştır.
Ekonomik ve siyasal planla bir bütünleşme, içiçe
girme ve burjuva demokrasisinin temel çelişkisini
aşabilme başarılamamış, dolayısıyla da proletarya
demokrasisi, ancak kağıt üzerinde kalmış, toplumsal
pratik içinde ise durum, proletarya için demokrasiye
dönüşmüştür.
Proletarya demokrasisi, ancak üç olgunun varlığıyla
anlam kazanır:
Birincisi, üretim sürecine demokratik bir karakter
kazandırmaktır. Bunun yolu da, beş yıllık ekonomik
gelişme planlarını, demokratik bir sürecin sonunda
oluşturmaktan, bu plana toplumsal örgütlenmenin
aracı olarak plan niteliğini kazandırmaktan geçer.
Bunun biçimleri, sahip olunan koşullara göre değişir.
Üretimin toplumsallaşmasının ulaştığı düzey, üretici
güçlerin gelişme düzeyleri, ülkenin içinde bulunduğu
siyasal ortam vb, çok çeşitli faktörler bu biçimlerin
oluşmasında etken olur. Ancak, bu güne kadar gündeme
getirilen işçi öz yönetim ilkesi, bu niteliği
oluşturmaktan uzak kalmıştır. Bürokratizmin aşılmasının
başlıca yolu da, planlamaya bu demokratik karakterin
kazandırılmasından geçer.
İkincisi, siyasal yönetim organlarının, parlamenter
örgenliğe dönüşmesini engellemek gerekmektedir.
Tersi durumda, siyasal yöneticilik oportünizmin
etkisine girecek, politikanın yerini politikanlık,
demokratizmin yerini pragmatizm alacaktır. Bunun
çözümü de, yönetim organlarının hiyerarşik biçimde
doğrudan halk tarafından denetlenmesinden başka
bir şey değildir. Genel oy ilkesi, görevden alma
hakkıyla tamamlanmadıkça, demokratik bir niteliğin
göstergesi olamaz ve bu denetim olmadan politikanlığın
ve pragmatizmin engellenmesinin hiç bir yolu yoktur.
Üçüncüsü, Parti içi demokrasi ilkesinin uygulanmasıdır.
Lenin'in yaşadığı dönem, en zor koşullarda bile
bunun olanaksız olmadığını kanıtlamaktadır. Çağdaş
sosyalist pratik, çok partili bir uygulamayı yaşatamamıştır,
ve bu doğaldır. Ancak, çok partililik, demokrasinin
bir ölçüsü olamaz. Bu, demokrasi olgusuna burjuva
ölçülerle bakmaktan başka bir anlam taşımaz.
Demokratik toplumsal planlama ve siyasal yönetim
organlarının fiili denetim ilkeleriyle yanyana
yaşayacak bir tek parti uygulaması, iddiaların
tersine proletarya demokrasisini tamamlayıcı bir
işlevi yerine getirir. Ama bu partide de kendi
varlığını yadsıyacak biçimde anti-demokratik yanlar
etkili olursa, hem bir parti bürokrasisi oluşacak
ve hem de bu bürokrasinin siyasal yönetim organlarını
ve planı denetlemeleri kaçınılmazlaşacaktı. Reel
sosyalist ülkelerin birçoğunun durumu bu düzeyde
kalmıştır.
Bu üç olgu gerçeklik kazanmadıkça, proletarya
demokrasisi toplumsal bir örgütlenme olmaz, belli
bir noktadan sonra anlamsızlaşan, içi boşaltılmış
bir kavrama dönüşür. Kitlelerin bu düzeyde bir
"demokrasi"ye sonsuza dek katlanmaları
da beklenemez.
İktidarın, çoğunluğun iktidarı olduğu gerçeği,
halkın yöneticiliğiyle pekişmediğinden, ekonomik
güdüler artan biçimde öne çıktığından, belli bir
aşamadan sonra sistem, kendisine yabancılaşmış
kitle hareketi karşısında çözülür ve komünizme
ulaşacağı öngörülen yıllar, kapitalizmin restorasyonunu
içerir.
Saptadığımız özelliklerin açığa çıkardığı sonuç;
proletarya demokrasisinin sağlıklılığının, üretimin
toplumsallaşmasıyla yakın bağlantısıdır. Üretim
süreci toplumsallaştığı oranda, hem planlamayı
yadsımak zorunda kalır ve hem de emeği özgürleştirmek
zorundadır. Bu sağlanmadıkça, proletarya demokrasisinin
çeşitli sakıncaları içermesi de kaçınılmazlaşır.
Buradan, sosyalist ülkelerin başlangıçta, üretimin
toplumsallaşmasındaki ve üretici güçlerin gelişmesindeki
yetersizliklerin proletarya demokrasisi adına
gündeme gelen çeşitli düzeylerden yanlışlıkları
kaçınılmaz kıldığı sonucu çıkmaz. Hiç bir hata
kaçınılmaz değildir. Ama eski reel sosyalist sistem
ülkelerinin başlangıçtaki koşulları, en azından
pek çok şeyi açıklayıcıdır. SSCB'de proletarya
demokrasisi sorununun aldığı boyutlar da, bu çerçevede
ele alınmalıdır. Yani yanlışlıkları savunmak gibi
bir sorunumuz olmamalı. Ama bu yanlışlıkları gündeme
getiren nedenleri de görmek zorundayız.
Son olarak vurgulanması gereken bir nokta da,
proletarya demokrasisinin, genel olarak demokrasi
kavramının en ileri biçimi olduğu gerçeğidir.
Demokrasi, bu güne kadar kullanılan içeriği ile,
devletle özdeşleşmiş bir olgudur. Dolayısıyla
devletin ortadan kalkması süreci aynı zamanda
demokrasinin de ortadan kalkması, kavram olarak
çözülmesi anlamına gelir. Baskının olmadığı, sınıflar
arası ayrımın ve bu ayrımların insanların yönetilmesinde
tayin edici rol oynamasının söz konusu olamayacağı
bir toplumsal yapılanmada, demokrasi kavramını
gerekli kılan nedenler de ortadan kalkacaktır.
Engels ve Lenin, önemle belirtirler bunu. Engels'i
"özgür halk devleti" kavramını eleştirmeye
iten nedenlerden biri de buydu. Lenin'in değindiği
gibi, her devlet, ezilen sınıfın bastırılması
için özel bir güçtür. Dolayısıyla hiçbir devlet
ne özgürdür ne de halkın devleti olabilir.
Ancak SBKP, daha emek ile sermaye arasındaki çelişme
ortadan kalkmadan, burjuvazinin yeniden etkinlik
kurmasının koşulları sürerken, sınıflar arası
ayrımın ortadan kalktığını varsayarak, bütün halkın
devleti önermesine ulaştı ve onu Doğu Avrupa ülkeleri
izledi. Bugün bu 'halk devletlerinin', geriye
dönüşün koşullarının ortadan kalktığını iddia
eden devletlerin durumu, yeterince açık olarak
ortaya çıkmış durumdadır.
Bir ülkede, sosyalist devrimin ardından, sosyalizmin
ihtiyaç duyduğu maddi temelin oluşmasına koşut
olarak, proletarya demokrasisi de "zor"
unsurunun kullanımına daha az ihtiyaç duyar. Çünkü
karşı devrimci güçler ezilmiş ve siyasal iktidar,
kendine maddi temel de yaratmıştır. Eğer üretici
güçler geri bir düzeydeyse, bu maddi temelin yaratılması
da çok zor ve sancılı olmakta ve sosyalizm dışı
olay ve kurumları içermek gibi bir eğilim öne
çıkmaktadır. Eski reel Sosyalist ülkelerin aşağı
yukarı tamamı, bu eğilimin canlı örnekleridir.
Bu eğilimlerin kurumsallaşmalarıyla birlikte,
ekonomizmin gelişmesinin koşulları oluşur ve sosyalizmin
maddi varlığı ile bu sosyalizm dışı eğilim ve
kurumlar arasında bir çelişki doğar ve gelişerek
sistemin sağlıklı işleyişinin önündeki başlıca
engele dönüşür, bir deformasyonu başlatır. Bürokrasi,
bunun en önemli örneğidir.
Ancak bürokrasinin yönetimi, hiçbir zaman diktatörlüğe
dönüşemez. Çünkü bürokrasi, sosyalizm dışı bir
olgu olmakla birlikte, aynı zamanda kendi varlık
temelini de sistemi yaşatmakta bulmuştur.
Örneğin SSCB'de devrim sonrası süreç, bürokrasiyi
güçlendirmiş ve etkili kılmış ama ona koşut oluşan
sosyalizmin maddi temeli, durumun daha ileri bir
noktaya ulaşmasını engellemiş, sistem kendisini
savunmuştur. Üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti
sürdükçe, bürokrasinin bir sınıfa dönüşmesi ve
bir diktatörlük durumuna gelmesi olanaksızlaşır.
Belli bir noktadan sonra bu çelişki -üretici güçlerin
gelişmesi duracağından- derinleşmekte ve bürokrasinin
tasfiyesi talebini gündeme getirmektedir. Yıllarca
bürokrasinin ayrıcalıklarından yola çıkarak Nomenklatura
denen yeni bir sınıfın varlığını tesbit edenlerin
anlayamadıkları nokta budur.
Bürokrasi, ayrıcalıklı olmakla birlikte, toplumsal
mülkiyet ve toplumsal planlamaya rağmen sınıf
olmayı başaramaz, çünkü denetlediği sermayeyi
kendi tasarrufunda yeniden üretmesinin koşulları
yoktur. Bu olmadıkça, bir bürokrasi diktatörlüğü
(bürokratik kollektivizm) ya da revizyonist diktatörlük
veya tekelci devlet kapitalizmi olanaksız olmakta,
diktatörlük kendisini besleyecek zemini oluşturamamaktadır.
Öte yandan bu ülkelerde yıllar süren deformasyon,
yaygın bir yabancılaşmayı getirmiş, kitleleri
kendi değerlerine ve sistemine yabancılaştırmış,
sosyalizm dışı kurumlara duyulan tepki, birçok
yerde sisteme duyulan tepkiye dönüşmüştür. Dolayısıyla
geriye dönüş, yani artı değer sömürüsüne ve sermayenin
piyasada yeniden üretimine dayanan ilişkilerin
gelişmesi söz konusu olabilmiştir. Fakat sosyalistlerin
bu günden görebildikleri yeni bir gerçeklik vardır
ki; geriye dönüşü yaşayan kuşaklar, yeniden geriye
dönüşün en önemli unsurları olacaklardır.
Çünkü yanılsamayla gerçek arasındaki, sosyalizmle
kapitalizm arasındaki, insanlığın kendi yolundaki
savaşımıyla barbarlığın insanlıkla savaşımı arasındaki
farklılıkları, çok somut olarak kendi yaşam süreçleri
içinde görmüş, kafalarını Berlin'in bir tek duvarına
değil, bütün duvarlara çarpmışlardır...
|