Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

Mustafa GÜZEL

Yeni yılda halkların cephesinde yeni bir şey yok...
Onlar için öngörülen gündem; yine sömürü, baskı ve zulüm...
Onlar, yine barış özlemi içinde yanıp tutuşacaklar.
Onlar, yine yarı aç, yarı tok yatacaklar.
Yine gecekondularının tek göz soğuğunda titreyecekler.
Onların çocukları, yine şaşkın, çaresiz ve sorgulama dolu gözlerle, dünyaya bakacaklar...
Ve yine bütün bunların ötesinde bir yerlerde, bir avuç insanın, zenginliklerini büyütmek için ve zenginliğin yeniden ve yeniden paylaşımı için dalaşmaları sürecek. Bu arada yine bizim çocuklar ölecek ve öldürecek...
Yeni yıl barışı, eşitliği, kardeşliği, ekmeğin ve çulun paylaşımını getirmedi. Öyleyse bu da bizler için bildik, tanıdık yıllardan biri sadece. Değişen ne ki...
Oysa 1997 çok şey götürdü bizlerden. Yüzlerce insan daha, kirli savaşın şehitler kervanına katıldı. Analarımız yine kayıp çocuklarını aradı Galatasaray Lisesi önünde. Siyasi tutsakları dolduracak zindan bulmakta güçlük çekildi ve onlar yine copların, kalasların eşliğinde açlık grevlerini, ölüm oruçlarını sürdürdüler. Yoksulluğun sınırları sefalet boyutlarına ulaştı ve diğerlerinin zenginliklerinin sınırları, Miami'ye kadar taştı.
1997'nin bilançosu, rakamların dilinde daha somut:
109 faili meçhul cinayet.
114 yargısız infaz, işkencehanelerde ölüm.
2514 kişi çatışmalarda öldü.
66 kişi kayıp.
13. 226 emekçi daha işinden çıkarılarak işsiz kaldı.
153 dernek, sendika, yayın organı ve parti kapatıldı.
Kısacası, ülkemizde "değişen bir şey yok"...
Yeni yılda yeni birşeyler olacaksa, -ki mutlaka olmalı- bunu halklar yaratacak...
Halklar, dünyanın dört bir yanında yavaş yavaş doğrultmaya başladıkları kafalarını, biraz daha yukarıya dikecekler ve kurtuluş ufuklarına doğru biraz daha güçlü bakmaya başlayacaklar. Bu dalganın içinde ülkemizin halkları da olacak. Özellikle ülkemizin gençlerinin, yeniden başkaldırıyı ve yeniden sokakları öğrendiği yıllara doğru evriliyoruz.

Akdeniz sularındaki Kürtler
1998'i, Kürtler Akdeniz sularında karşıladı. Yüzlerce Kürt, hergün İtalya kıyılarına 'çıkarma' yapıyor. Avrupa Devletleri, bu konuyla ilgili olarak özel toplantılar gerçekleştirmek zorunda kalıyor ve kadın, genç, çocuk, yaşlı; kendisini köhnemiş balıkçı teknelerinde Akdeniz'in sularına bırakan bu insanların, kendileri açısından yaratacağı sonuçları hararetle tartışıyor.
Durumun tartışılamaz yönü; bunca insanın yaşamını tehlikeye atarak neden kaçtığıdır. İşin içinde PKK bağlantısı olup olmadığı, bu insanların kaçma nedenlerini değiştirmeye yetmiyor. Yaşamsal "zorlukları" değil, bir ölüm kalım sorunları olmasa; bu insanlar ülkelerinden, dillerinden, köklerinden kopmayı, bu denli çileli ve riskli yolculuklara çıkmayı, sonuçlarını tahmin dahi edemedikleri koşullara doğru denizlere açılmayı göze alırlar mıydı? Nitekim aralarında ölenler, boğulanlar, polis operasyonlarında bilmem kaçıncı kattan atlayarak can verenler de oluyor...
Bazı ülkeler ve çevreler tarafından da; mültecilerin ulusal baskılar, savaş koşulları gibi nedenlerle değil; Avrupa ülkelerinin zenginliğinden yararlanmak için bu yolu seçtiği savunuluyor. Peki savaşı ve yoksulluğu birbirinden ayırabilir misiniz? Bu insanların ekonomik olarak onlara sunulan iyi yaşam koşullarına rağmen sadece bazı kültürel sorunları mı vardır? Ve sadece bu sorunlar için mi binlerce genç dağlarda ve çok daha fazlası zindanlardadır? Dağların ve zindanların taşıyamadığı bir isyan noktasının sonuçlarından sadece çok küçük bir varyasyondur mülteci akını....
Her yılın neredeyse yarısında "kötü hava koşullarından dolayı", zaten olmayan toprak, patika yolları kapanan, elektrik verilmeyen, suyu eğer donmamışsa kuyulardan temin eden, dünyada daha önceki çağların hastalıkları olarak tanımlanan tüberküloz, ishal gibi hastalık salgınlarında bebelerini kaybeden Kürt köylüleri, bu çağdışı mekanları da yakılınca, tümüyle ortada kalmışlardır. Gücü ve yüreği yetenin bu durumda mekanı doğal olarak ve kaçınılmaz olarak dağlardır. Bir çoğunun daha önceki yaşamlarıyla aradaki fark, ellerindeki silahları, düşüncelerindeki yarınlar bilincidir belki de...
Bunu kuşkusuz, yukarıda yaşam koşullarını çizmeye çalıştığımız insanın isyanın bazı sınırlarını anlatmak için söylüyoruz. Halklarının davasına, üniversite araştırma laboratuarlarından, gazeteciliğin cazip koşullarından, doktorluktan, öğretmenlikten, Avrupa'nın onlara sağladığı imkanlardan koşup yetişen insanların aydın kafalarının tanımladığı gerçekler, bu bütünün diğer yarısıdır. Evet, gücü ve yüreği yetenler soluğu dağlarda almakta, özgürlüğü ve geleceği orada aramaktadırlar. Peki çocuklar, gücü buna yetmeyenler, yaşlılar ve diğerleri?
Bilindiği gibi, devletin çok yaygın olarak uyguladığı bir yöntem olan ve "balığı yakalamak için suyu kurutacaksın" tanımlamasıyla formüle ettiği köyleri yakma ve Kürdistan'ı insansızlaştırma uygulaması karşısında gelen tepkiler üzerine; "köyleri PKK yakıyor" şeklinde bir savunma yöntemi geliştirilmiştir.
TBMM'de kurulan ve adına "Güneydoğu'da Boşaltılan Köyler ve Göç Sorununu Araştırma Komisyonu" denilen bir komisyon, 1997'nin son günlerinde raporunu açıklamıştır. Bu komisyondaki tartışmalar esnasında bazı üyelerin; "köyleri özel timin yaktığı, PKK'nin köy yakmadan dolayı bir çıkarının olamayacağı" nı savunmalarına karşılık, sonuçta rapor yine klasik bir TC belgesi halinde yayınlanmıştır.
Komisyon'un RP'li başkanı Seyyid Haşim Haşimi: "Köyleri PKK'nin yaktığı söyleniyor. PKK köyleri yakar, insanlar oradan göç ederse kendi amacına aykırı davranmış olur. Bunun gibi birçok örnekte, bize mantıklı gelmeyen olaylar vardı. Ama bu tür ifadelerin rapora yazılıp yazılmaması tartışma yarattı. Raporu yeniden gözden geçirdik. Sonradan sıkıntı yaratmaması için bir kaç kez düzeltme yaptık. Daha sonra tepki alabilecek sivri ifadeleri rapora yazmadık" şeklinde bir açıklama yapmıştır.
Komisyon'un raporuna yazamadığı her şey, Kürdistan'da bütün ağır sonuçlarıyla yaşanıyor. Onların önlerine somut veriler olarak gelen gerçekleri yazmalarının kimler için "sıkıntı yaratacağı" da biliniyor. Yol, su, elektrik, eğitim, barınma, sağlık, giyinme ve hatta gıda gibi temel insan ihtiyaçlarından uzak Kürt köylüleri; bütün bunların üzerine savaşın acılarının da eklenmesi sonucunda; değil İtalyan kıyılarına, ABD, Avustralya kıyılarına bile akar. İnsanlar şimdi sonuçlar üzerinde değil, nedenler üzerinde tartışmak zorundadır. Özellikle 'uygar' ve refah içinde Avrupalılar...
Ve MGK'den bir üst düzey yetkilinin söylediklerinin anlamını iyi kavramalı herkes: "Kürtleri aslında Türk olduklarına inandırmamız gerekir." diyor MGK'li bey... Aslında yüzyıllardır buna çalıştık ama başaramadık. Ve İspanyollar, İtalyanlar ve hele Araplar da aslında Türk olduklarını kabul etseler ne güzel olurdu herşey TC için... Çok daha büyük devlet çeteleri kurar, çok daha büyük devlet rantları alarak villaları, yalıları 3-5 sınırından, 13- 15 sınırlarına çekerlerdi...
Sonuç olarak; devletin resmi makamlarına göre "5 bin asker, beş bin sivilin öldüğü" (gerillalar ölülerden değil, "ölü ele geçirilenlerden " oldukları için bu rakamlara dahil edilmiyor) bir ülkede savaştan ve savaşın yoğunlaştıdığı baskı, zulüm, yoksulluk şeytan üçgeninden kaçan insanların durumunun; PKK'nin yeni bir dikkat çekme yöntemi olarak çarpıtılmaya çalışılmasındaki faşist politika ortadadır.
Her ne kadar yeni dışişleri bakanlarını özellikle eski solculardan seçmelerinin avantajını kullanmaya, bu seçkin beyefendinin derin tarih bilgisi ile dış politikada bazı yeni çözümler üretmeye çalışmakta ve Yunanistan'la sorunlarını, onların tarihlerindeki faşizm dönemlerini öne çıkararak ilginç bir biçimde çarpıtmakta iseler de; tarih tartışmalarıyla gündem tartışmalarının ayırdında olan insanlar da yaşamaktadır bu yerkürede...
Yeni Emniyet Genel Müdürü Necati Bilican, "Avrupa ülkelerinin Türk Devleti'ne inanması gerekirken sığınmacılara inandığından" şikayet ediyor. İçişleri Bakanı, " bir insan kaçakçılığı, köle ticareti" olduğunu söylüyor. Şimdi Genelkurmay, MGK, İçişleri ve Dışişleri, MİT, Emniyet, Kara ve Deniz Kuvvetleri; kısacası bildik tanıdık hangi kurum ve kuruluşumuz varsa; tümünün yetkilileri, mülteci akınını önlemek için ellerinden ne geliyorsa yapıyorlar.
Fakat yine de Akdeniz sahilleri, insanların salkım saçak umut yolculuğu yaptığı köhne balıkçı teknelerinden geçilmiyor...
Kürt mültecilerin; TV'lerden, gazete sayfalarından evlerine giren endişe dolu gözleri, annelerin kucaklarındaki bebeklerin dramı; en azından bazı insanlara, ülkemizin gerçeğinin sadece bir yönünü anlatacaktır. Umuyoruz ki...

AB ile ilişkiler ve Akdeniz sahilleri, İtalya kıyıları...
Türkiye'nin uzun yıllardır sürdürdüğü Avrupa Birliği'ne katılım macerası ve bu maceranın 13 Aralık 1997 Lüksemburg zirvesiyle hüsrana dönüşmesinin nedenlerini, İtalyan kıyılarına tutunmak için çırpınan insanların durumu dahi tek başına açıklamıyor mu?
AB'yi belirleyen ülkelerin yaklaşımları, zaman zaman siyasi dengelere ve çıkarlarına bağlı olarak değişiklikler gösterse de; Türkiye'nin insan hakları katliamına (durumun "insan hakları ihlalleri" ya da "insan hakları sorunları" olarak nitelendirilmesi de ayrıca bir katliamdır) ve ekonomik uçurumlarına ilişkin her geçen gün daha da kötüleşen panaromasına rağmen; "bizi niçin aranıza almak istemiyorsunuz, biz Kore'de sizin için şöyle savaştık, NATO'da sizin için komünizme karşı sınırları şöyle koruduk, Körfez Savaşı'nda şu fedakarlıklarda bulunduk. Gümrük Birliği'ne bizi alırken tereddüt etmediniz" diye çırpınması yetmiyor. Avrupa bizimkileri Gümrük Birliği'ne aldı. Uluslararası emperyalizmin çıkarları öyle gerektiriyordu ama, Avrupa Birliği için başka bazı koşullar dayatıyor.
Yılbaşından itibaren AB Dönem Başkanlığı, 6 aylığına İngiltere'ye geçti. Görevi, İngiltere'nin Türkiye Büyükelçisi David Logan üstlendi ve Logan, " Türkiye ile AB arasında ciddi bir algılama ve bakış açısı sorunumuz var" diyerek Türkiye'nin "kapıdan çevrilmesine" yönelik olarak gösterdiği "şiddetli tepkiyi" yorumlamaya çalışıyor. Aslında Türkiye o kapının kıyısına kadar hiç bir zaman gidememişti ... Fakat bu konunun yorumu, uzun uzadıya hükümetlerin ve hükümet eden kişilerin tarzlarının yorumlamasını gerektiriyor ki; TC'nin "dış politikası" açısından aşırı 'ayrıntıya' giriyor.
İngiliz Dışişleri Bakanı Robin Cook, çok yalın bir ifade ile durumu özetliyor: " Türkiye"nin güvenilir bir aday olmamasının başlıca gerekçesi, insan hakları karnesidir. Türkiye'nin şimdi ve yakın gelecekte güvenilir bir aday olamamasının çok ciddi nedenleri var: Türkiye'nin, AB'ye girebilmesi için demokratik hükümet, ordu üzerinde sivil bir kontrol, insan haklarının gözetilmesi ve etnik azınlıklara saygı gibi standartları karşılaması gerekir." Bizim için ne kadar uzak ve yaşadıklarımızla arasında ne kadar derin uçurumlar bulunan "sıradan standartlar"...
AB'nin isteklerinin hepsi bu. Çok fazla bir şey değil... Ama bu memlekette; "teröriste ödün yok". Bizim gerçekliklerimizin de hepsi bu... Ve Çatlı'dan Ağar'a, Oral Çelik'ten Ağca'ya, Yeşil'den Bucak'a uzanan gerçek teröristlerin; insan katleden, insanları tellerle boğan, üniversitelilerin üzerine bombalar atan, uluslararası eroin şebekelerinin elebaşılığını yapan, Maraş'ı, Çorum'u, Sivas'ı kana bulayan, İpekçi'den Papa'ya uzanan terörü yöneten, tetiğini çeken, terörün finansmanını ve terörün güvenliğini sağlayan, terörü organize eden, planlayan insanlar, kurumlar ve güçler; devletin bizzat kendisi olarak uygar dünyada yer arıyorlar. Avrupa'yı da terör, rant, haraç, işkence, katliam ve uyuşturucu denizine çevirmek için mi? Onların gerçekliklerinin ve amaçlarının da, "hepsi bu"...

Ve Refah kapatıldı
16 Ocak 1998 Cuma günü açıklanan bu karardan sonra önemli gelişmeler olacağı beklenmesin. Durum sadece bir ara başlıktan ibarettir: Refah Partisi kapatıldı. Bu çizginin devlet hortumlarından beslenen cemaatinin besin kaynaklarının biraz kesilmiş olmasıyla uğrayacağı güç ve iman kaybına rağmen, etkinlikleri yeni taktiklerle sürecek, yeni Refah'lar kurulacaktır. "Müslüman Demokrat", "Atatürkçü Müslüman" ya da başka versiyonlar...
Fakat güçlendikçe cesaretlenen ve güçlendikçe büründükleri kuzu postlarını birer birer üzerlerinden atarak gerçek kimliklerini ve amaçlarını kitleler önünde sergileme cesareti bulan bu odağı, şimdi yine bir süre daha efendi ve demokrat rollerde izleyeceğiz.
Ayrıca daha kapatılmanın ufukta görünmesi üzerine bile bölünme, parçalanma sinyalleri veren, milletvekilliklerini ve sahip oldukları doyum kapılarını terketmemek için çareler arayan bu beylerin ne denli güçlü iman sahipleri olduğu, bir kez de bu şekliyle açıklığa kavuşmuştur.
Bu süreçlerinde verilen onlarca demecin içinde en somut olanı, Kayseri İl Başkanları Şaban Bayrak'ın söyledikleridir: "Partiler bizim için araçtır. Bizim aracın lastiği patladı. Bundan böyle daha son model bir araçla hedefe ulaşmaya çalışacağız." Bu arada Refahlıların "adaletin güdümlü olduğunu" söylemeleri, daha çok kısa bir süre öncenin Hükümet düzeyinde yetkilileri, Başbakanı olarak ilginç ve ironik değil midir?
DEP'li milletvekilleri Meclis'in önünden tartaklanarak tutsak alınırken ve bu parti kapatılırken, 1971'de Türkiye İşçi Partisi, 1994'te Yeşiller ve diğer bir çok sol parti kapatılırken, "hukukun güdümünün" bekası için dua etmiştiniz. Türkiye'de 25 tane parti kapatılmıştır ve tahmin etmek zor olmadığı gibi bir kaç istisna dışında hepsi sol görüşlü partilerdir.
Gericiliğin bu tehlikeli çizgisine karşı özel olarak mücadele etmemiz gerekmektedir. "Kan dökülür. Burası Cezayir'den beter olur. Ben de dökülmesini istiyorum." (Halil İbrahim Çelik, RP Milletvekili) "Geçiş tatlı mı, kanlı mı olacak?" (Erbakan) diyenler, gericiliğin ve faşizimin diğer çizgilerine göre, kazandıkları kitle tabanına güvenerek çok daha cesur, açık tavırlar içine girmeye başlamışlardır. Ve daha sadece 'başlamışlardır' aslında... Nicelik anlamında da, eğitilmişlikleri yönüyle nitelik anlamında da çok ciddi bir kadro ve militan birikimi yaratmışlardır. Bu kesime karşı verilmesi zorunlu olan mücadele küçümsenmemeli ve ileri süreçlere ertelenmemelidir. Önümüzdeki dönemde yeniden kuzu postları giymeleri karşısında etkin bir deşifrasyon sürekli kılınmalı, halklarımızın hafıza problemlerinin olduğu bu anlamda da unutulmamalıdır.
RP'nin kapatılmasından hemen sonraki günlerin ve hatta saatlerin gelişmeleri arasındaki en ilginç yönlerden biri de; partinin kapatılması kararının açıklanması üzerine ilk demecini veren Erbakan'ın: "Avrupa İnsan Hakları Komisyonu'na başvuracaklarını" söylemesiydi. Bu tür kurumlar bu ülkenin solcularına, işkence mağdurlarına değil, bir eski Başbakana bile gerekiyor. İnsan hakları diye bir gereklilik olduğunu, -ki onların durumunun bu gereklilikle ilgisi yoktur ve yine takiyye yapmaktadırlar,- Erbakan bile anımsayabiliyor.
Gün gelir, devran döner, döndürülür, sizler için gerçekten bir şeyler değişir, halklarımız tarafından değiştirilirse; işte o zaman gerçekten bir çok şeye ihtiyacınız olacak bay Erbakan. Ki bu günlerin yaşanılması kaçınılmaz. Belki siz göremezsiniz. Bu yönüyle şanslı kullardan birisiniz yine de. Dualarınız bol olsun ama kurtuluşunuz olmasın.
"Öteki dünyada" bile...
Ellerimiz yakanızda olacak. Cehemmen zebanileri bile sizleri halklara yaptığınız zulmün ve onları bu denli acımasızca, hayasızca soymanızın hesabını sorma günlerinde sizleri bizim elimizden alamayacak... Ölümünüz bile kurtuluşunuz olmayacak.
Çünkü günahlarınız çok ağır...

"Devletin Halkı" ve
Susurluk'un kıyıları

Bizim ülkemizde politikacıların arasında öteden beri çok tutulan bir söylem vardır: "Devletiyle milletiyle bir bütün olmak, benim halkım, benim köylüm, benim vatandaşım, aziz hemşerilerim..."
Bu tanımlamaları özellikle miting meydanlarında en yüksek ve dramatik sesleriyle bağırırlar. Devletin, halkın çok uzağında bir yerlerde olduğu, halk için değil, halka rağmen ama finansmanını halktan alarak varolduğu, politikacılığın, halkın temsilciliği olmadığı, yüksek miktarlarda paralar ödeyerek girilen bir meslek olduğu ve bu önemli meslek sayesinde para ve güç artırımı sağlanarak "iş" yapıldığı bu ülkede; halkı malları, mülkleri olarak görürler. Ve "Benim halkım..." derler. Bu anlamda da Osmanlı dedelerimizin devlet olma geleneklerinde ve tarzlarında değişen çok fazla bir şey yoktur. Ruhları şad olsun!..
Devletin halkının Susurluk kıyılarında, yılın ilk haftalarında beklenen rapor açıklandı. Raporun basına yansıyan ama hemen arkasından Başbakan tarafından "basının yorumu" olarak değerlendirilen içeriğinde "yeni" bir şey yok aslında. Rapor, bilinen ülke ve devlet gerçekliklerimizin, Susurluk çerçevesi içerisinde deşifre olmuş (edilmiş) bilgilerinin bir bölümünün, TBMM Susurluk Komiyonu'ndan sonra bir kez daha yazılı hale getirilmesinden başka bir şey değil... Ama Susurluk kıyılarında kopan fırtınaların önemine değinmek zorunluluğumuz var.
Bazı tekelci basın yazarları, bu rezalet deşifrasyonu karşısında artık devletin formülasyonunu deşifre etmeye başlamışlardır: Devlet, günah çıkarsın, kendini aklasın... Formül ve çözüm yolu bu! Susurluk Raporu, burjuva basınında yer alan şekliyle:
"Devlet içinde yasadışı örgütlenmeler var. PKK'ye destek sağlayan bazı iş adamları, devlet içinde kurulan ve mafyanın da dahil olduğu organizasyonlarla ortadan kaldırıldı..
Bu organizasyonlarda yer alan görevliler, zaman içinde şahsi çıkarları için çatışmaya başladılar ve bazıları uyuşturucu ve kara para rantından pay almaya başladılar.
Bazı devlet birimleri, aranan kanun kaçaklarını çeşitli şekillerde operasyon amacıyla kullandılar ve sağladıkları hizmetler karşılığında bu kişileri himaye altına aldılar.
12 Eylül döneminde yurtdışında ASALA' yı etkisiz kılmak amacıyla çıkarılan ve kullanılan "ülkücülerin" sayısı 15' i geçmektedir. Devlet, bu ülkücülerin yurtdışına çıkmalarına ve orada konumlanmalarına yardımcı oldu.
1993 sonrasında PKK'ye karşı yürütülen mücadelede, örtülü ödeneğe sıkça başvuruldu. Bu miktar, 50 milyon dolara yaklaştı. Ancak paranın büyük bölümünün kullanımı ile ilgili kayıtlara rastlanmadı.
Türk yargı sisteminin ve özellikle İstanbul'daki mahkelemelerin durumunun acilen düzeltilmesi gerekir.
Azerbaycan'daki darbe girişiminde bazı devlet görevlilerinin de kullanıldığı anlaşılmaktadır.
Mesut Yılmaz'ın telefonları, üst düzey bir DYP'linin yakınının talimatı ile, MİT içindeki Mehmet Eymür ekibi tarafından dinletilmiştir.
Türk yargı sistemi, gerek devletin içindeki yaşadışı örgütlenmeler, gerek büyük rantların sözkonusu olduğu kaçakçılıkla ilgili mücadelede, üzerine düşen görevi tam olarak yapamamaktadır. Hatta bazı yargı mensupları, devlet içindeki bu organizasyonlarla işbirliği yapmışlardır."
Görüldüğü gibi, Susurluk'un kıyıları bütün ülkedir. Susurluk, ifade edildiği gibi birkaç çetenin ya da sadece bazı dönemlerin sorunu değildir. Susurluk, devletin içindeki çeteler değil, devletin tümüdür. Asker, politikacı, polis, uyuşturucu tacirleri, katiller, katliamcılar, kara para, MİT, kontgerilla, MHP; kısacası devletin bütün birimleri, kurumları ve organlarıdır...
Türk Siyasal Yaşamı'nın Özel Şahsiyetlerini iyi tanıyalım: Mehmet Ağar, Hüseyin Kocadağ, Sedat Bucak, Abdullah Çatlı, Doç. Ferman Demirkol, Ertuğrul Güven, Ömer Lütfü Topal, Mehmet Ali Yaprak, Haluk Kırcı, Nurullah Tevfik Ağansoy, Alaattin Çakıcı, Oral Çelik, Nurettin Güven, Mahmut Yıldırım, Osman Gürbüz, Mehmet Eymür, İbrahim Şahin, M.Ali Ağca, Akman Akyürek,Tuğgeneral Veli Küçük, Doğan Güreş...
Ve çetenin şimdilik adı açıklanmayan Kuşadası sakini Özer Çiller. Ekranlarda ve gazete sayfalarında yüzlerini her gün görmekten, isimlerini duymaktan bıktığınız çete reislerini, perde önü militanlarını ayrıca ifade etmeye gerek yok...
Bunlar öğrenci gençleri boğarak öldürdüler, kendince demokrat ama aslında düzene bağlı gazetecilerini, ilerici bilim adamları katlettiler. Bunlar Taksim Meydanı'nı kan gölüne çevirdi. Üniversite bombaladılar ve öğrencileri kan gölleriyle tanıştırdılar, gazete binalarını, köyleri yaktılar. Akıl almaz provakatörlüklerle halkın gözünde solcuları suçlu durumuna düşürmeye çalıştılar. Maraş'ta, Sivas'ta, Çorum'da satırlarla yüzlerce insan doğradılar, hamile kadınların karnındaki bebekleri keserlerle çıkardılar. İhaneti, rüşveti, hırsızlığı, yalancılığı, dolandırıcılığı, fahişeliği, riyayı vs. ülke kültürü haline getirdiler.
Tansu Hanım'ın ısmarladığı "Apo'nun kellesi" için MOSSAD ile işbirliği yaptılar, oraya çeteciler gönderdiler. İstanbul, Tunceli, Manisa, Ankara, Batman, yurdun bütün yörelerini Teksas'a, işkencehanelere ve insan doğranan mezbahalara çevirdiler. Ülke baştan başa bir cehennem, bir zindan gibi...
Susurluk'un küçük dalgalarından biri de; 6 kişinin öldürüldüğü TEM cinayetinde kıyıya çarptı. Olayın içinde yine eski özel timci polisler, halen polislik yapmakta olan şahıslar, yine esrar-eroin vardı. Bu polislerden birinin, eski özel timci Cemil Andırmak isimli katilin de, Mehmet Ağar'ın bir dönem şoförlüğünü, korumalığını yaptığı açığa çıktı. Bu arada yine korumalarla ilgili "açığa çıkan" bir "ayrıntı" daha vardı. Erbakan'ın eski koruması da, Suudi Arabistan casusu imiş... Ve askeri bilgileri bu ülkeye satarken suç üstü yakalandı.
Diyalektiğin yasaları hiç susmuyor ve herşeyi birbirine bağlıyor. Sonuç olarak Anadolu'nun üç yanı denizdir ve Susurluk'un dalgaları, bütün sınırlarımızı sarıp sarmalamış durumdadır.
Bütün bu pisliklerin içinde, 50 milyon dolarlar, 100 milyon dolarlar; delik on paralıklar gibi uçuşup duruyor. Bu dengesizlikler içinde, denklemin diğer elemanlarından biri olan halkın durumunun; bunların faaliyetleri geliştiği oranda kötüleşmesi, gerçeğinin esas yüzüdür. Halk, her geçen gün biraz daha yoksullaşıyor, çünkü bu hayasızlar dur durak bilmiyor ve henüz bizler onların önüne gerektiği gibi yüksek barikatlar kurarak en azından gelişmelerini engellemeyi başaramıyoruz.
Kullanılan bu milyonlarca doları elbette Evren, Özal, Çiller, Ağar... gibileri, babalarının evlerinden getirmedi ve bizzat kendileri ya da kendileri gibiler üretmedi. Halk üretiyor, bizler üretiyoruz. Çalışıyor, ama yaşamıyor, onlara aktarıyoruz, onların bizim emeğimizi ve yaşamımızı çalmalarına, gaspetmelerine göz yumuyoruz. Ve şimdi artık soframızda kalan kuru ekmeğimize, kuru soğanımza kadar indi soygunları... Bu kadarı, çok fazla!..
Bizler; "halkımız Oligarşi tarafından soyuluyor" deyince ve buna karşı tavır alınca, TCK'nın 146/1 maddesinden yargılanıyoruz. Yargılanma şansı bulamayanlarımız; kurşunlanıyoruz, darağaçlarına çıkarılıyoruz, ya da kaybediliyoruz...
Oysa bu günlerde, holdinglerin basınında tekelci sermaye kalemşörlüğü yapanlar bile ayağına basılmış gibi bağırıyorlar:
"Galiba devleti ele geçirmişler de haberimiz yokmuş. Hukukun ırzına geçilmiş. Suçlular ülkeye hükmeder hale gelmiş. Açıklananlar bu kadar vahim olunca, açıklanmayanları varın siz düşünün. Bu millet Yugoslavlar kadar kendi haklarının bilincinde değil mi?" -Oktay Ekşi
"Batan geminin malları bunlar... Katılanların büyük çoğunluğunun oruçsuz olduğu iftar sofralarında toklar tokları ağırlıyor. İftarda iş bitiriliyor. İftarda iş bağlanıyor. Kredi ayarlanıyor... Türkiye soyuluyor. Eline siyasal ve ekonomik gücü geçiren herkes bizi soyuyor." - Emin çölaşan
"İşte Türkiye'de soygun düzeni bu. Belediyeler bile devleti soyuyorlar. Devlet de enflasyon vergisi ile hepimizi soyuyor." - İsmet Berkan
"Kurulan soygun düzeni bu kez de yine devletin soyulması ile ayakta durabiliyor. Hayali rakamlar, uyduruk belgeler, akıl almaz dosyalar, sahte faturalar havalarda uçuyor. -Bekir Coşkun
"Zenginlik paylaşılmazsa hırsızlık ve gasp başlar" -Enis Berberoğlu
Bu soygunda da azılı katilleri, azılı teröristleri, azılı katliamcıları kullanıyorlar. Ve şimdilik iyi kullanıyorlar.

Türkiye'yi dinliyoruz
gözlerimiz kapalı

Susurluk, Parsadan, insan kelleleriyle resim çektiren askerler, yakılan köylerdeki dinmeyen acılar, Yüksekova Çetesi, Söylemezler Çetesi, anaların kayıp çığlıkları, cezaevlerinde bitmeyen açlık direnişleri, tabak çanak veren gazeteler, ekmek kuyrukları, dövülerek öldürülen gazeteciler, enflasyonun yakan, bitap düşüren yükselişi, Manisalı çocuklar, oruç tutmadığı için katledilen üniversiteli, "zeytin ekmek" dönemlerinin özlemle anıldığı yoksulluk cenderesi ve TBMM'de sadece avize temizliği için harcanan 20 milyar lira...
Tanesi 1 milyar 264 milyon liradan turuncu koltuklar ve Meclis'in havalandırmasını temizlerken ölen işçi Bilal Aygür'e, TBMM yönetiminin 500 milyon liralık tazminatı çok bulması. İşçi Bilal'in, 1,5 yaşında bir çocuğu var ve dul eşi 5 aylık hamile...
Fakat;
Bu halk, bütün bunların hesabını soracak.
Bu halk, ona çektirilen bütün acıların,yoksulluğunun ve sefaletinin de hesabını soracak. Bu büyük birikim sizleri yakacak beyler... Bu ülkede gelir dağılımı uçurumu; % 50, % 100 değil... Rakamları da, beyinleri de, yürekleri de zorlayan bir sınırda.
Gelir dağılımı uçurumu: % 1437. (Yüzde bin dört yüz otuz yedi)
Bu farklılığı, gözlerinizi kapatın ve hayal etmeye çalışın.
Bu farklılığın yarattığı uçurumları ve acıları beynininize kazıyın.
Ve sonra gözlerinizi büyük bir kesinlikle ve sebatla, bu uçurumların yaşamdan kazınmasının ufkuna dikin. Halkımız, şehirlerin ve kırların yoksulları; her nefeste bütün bunları soluyor ve ciğerleri, geleceğin ve devrimin volkanı gibi ateşle doluyor.
Bu volkan patlayacak ve lavları dağların doruklarından, bütün kentlerimizin, kırlarımızın uçsuz bucaksız coğrafyalarını saracak.
Zulmünüzle yarattığınız öfkenin ateşinde kavrulacaksınız.

 
 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92