Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

Mert YILDIRIM

 

Devrim insanın bireyselleşmesi değil, bireyleşmesidir. Birey, kollektif olmaktan, kollektif yaşamaktan ve mücadele etmekten geçiyor.
Bütün bunlar nesnel duruma zorunlu müdahaleyi gerektiriyor. Bu da savaştır, devrimdir, insanın kimlik kazanmasıdır. Ve özgürlük yürüyüşünün kesintisiz kılınmasıdır. Nihayetinde yönetme ve yönetilmenin olmadığı bir dünya yürüyüşüdür.
Kapitalist sistemde yabancılaşma, sadece meta üretimindeki emek sürecinde ortaya çıkmıyor. Özellikle kapitalist sistemin evrildiği bugünkü (emperyalist) aşama, tepeden tırnağa yabancılaşma üretiyor. Öyle bir noktaya gelindiki, insanın kendisine, geleceğine, çevresine karşı korkunç denilecek düzeyde bir ilgisizlik, duyarsızlık sözkonusudur. Yanıbaşındaki coğrafyada bir halkın evleri başına yıkılıyor, ambargoyla açlığa mahkum ediliyor, toprağından sürgün ediliyor, yüzbinler işkenceden geçiriliyor, gözaltında kaybediliyor ve bütün bunlar insanların kafasında soru işaretleri oluşturmuyorsa, duygularını ayaklandırmıyorsa, bu yabancılaşmanın vardığı düzeyi ve ideolojik kuşatmanın ne ölçüde olduğunu gösteriyor.
Türkiye toplumu hep geç kalmışlığı yaşıyan, hep iç dinamikleri sakatlanan bir toplum olmuştur. Teslimiyeti, boyuneğmişliği ifade eden kültürün Türkiye toplumu üzerindeki etkisi günümüze kadar süregelmiştir.
Ama bütün bu olumsuz tarihi şekillenme içinde, toplumun sosyalleşmesinde, özgürleşmesinde sıçrama yapan, o günden bu güne ezilenlere, özgürlük savaşçılarına büyük moral kaynakları olan tarihi anlarda vardır. İşte Babailer, Şeyh Bedrettin ve Celali Halk Hareketleri.... 20. yüzyılda Çerkes Ethem hareketi ve bütün zaaflarına karşın Komünist hareket.... Ve nihayet 1970 yılları... Bütün bunlar Türkiye insanının dünyasında önemli çığırlar açmış, tarihsel dönemeçlerdir. İnsanların eski ve silik kimliğinden (kimliksizliğinden) sıyrılıp, özkimliğine sahip olduğu ve zalime- zorbaya karşı çıkabileceği fikrinin nesnellik kazandığı dönemlerdir.
Ve bütün hatalara rağmen aynı gelişim devinimi 80 öncesinden de devam etmiştir. Ta ki eylül günlerine kadar... Devrimci öncülerin kimisi sokak pusularında, kimisi ev kuşatmalarında, kimisi işkencehanelerde katledilirken, geriye kalanın büyük bir bölümüde tutsak edildi. İçerde ve dışarda yoğun bir saldırı furyası başlattı.
Devrimci öncüler, işkencehanede ve zindanlarda her ne kadar direndiyse de toplum planında 12 Eylül programını boşa çıkarmada yeterli olmadı. Ancak dipten gelen dalga için ve gelecek kuşak için bir moral unsuru, bir gelenek olabilirdi. Devrimci hareket bu moral unsuru ve geleneği yeterince değerlendiremese de , ortada pırıl pırıl bir gelenek var. İnsanlarımız bunu büyük bir kıskançlıkla savunmalıdır.
Dediğimiz gibi lokal düzeyde olumlu çıkışlar, karşı koyuşlar genel gidişatı etkileyememiştir. Ve artık yaşanan iktidar savaşımının kaybedilmesinin ötesinde, bir kimlik yitimidir. 12 Eylül bunun adıdır.
Toplum önce terörize edildi, ardından serbest pazar ilişkileriyle, köşeyi dönme felsefesiyle kimliksizleştirildi. Bundan sol-sosyalist harekette payına düşeni fazlasıyla aldı. Eylül karabasanının etki ve sonuçları bütün yoğunluğuyla yaşanırken, dünya planındaki uğursuz gelişme eklendi. Her ne kadar sol-sosyalist çevrelerin büyük çoğunluğu bütün bu gelişmelerin kendi teorisini doğruladığını söylese de içten içe ideolojik, örgütsel ve moral çöküntüyü yaşamaktan kurtulamadı.
Reel sosyalizmin çöküşünü fırsat bilen emperyalizm, ideolojik üretim merkezlerinde ürettikleri argümanlarla saldırıya geçti. Biz sosyalistlerin, reel sosyalizm için kimi açıklamalarımız olsa da, toplum için bunu söylemek pek o kadar kolay değildir.
12 Eylül öncesi ve sonrası bugün bir milat gibi ele alınıyorsa, oligarşi ve emekçi hakların kaderi için bir dönüm noktası olduğundandır. Ve ne yazık ki emekçiler açısından bir talihsizliktir. Bunun böyle olmasını 12 Eylül başarısına bağlamak doğru değildir. Asıl neden devrmici öncülerin kendi stratejileri doğrultusunda mevzilenememesidir, iradeyi örgütleyememesidir. Ama bu talihsiz durum sadece bizim yaşadığımız, topraklarımızın tanık olduğ birşey değildir. Sınıflar mücadelesi yengi ve yenilgiler tarihidir. Tarihin akışı doğrultusunda iradeyi örgütleyebilenler kazanmıştır. Bir ajitasyon gibi gelse de, tarih yazımı budur.
Bu tarihsel arka plan, bugün sol'un siyaset yapma tarzına belirsizlik, öykünmecilik ve pragmatizm olarak yansıyor.
Dolayısıla, bügün ki savaş aynı zamanda bir kimlik savaşı olacaktır. Bu bir yandan startejide ve çalışma tarzında saflaşmayı sağlarken, bir yandan da insanı tükenişe doğru götüren kapitalizmin önüne geçecektir. Aksi takdirde kapitalizm insanın tükenişiyle birlikte, doğayı da tükenişe götürecektir. Ve artık insanoğlu, insankızı ya sosyalizm ya barbarlık değil, ya sosyalizm ya ölüm seçeneğiyle karşıkarşıyadır.
Çünkü kapitalist-emperyalist sistemin vahşeti insan(lığ)ı yabancılaştırmanın ve barbarlığın şizofrenik labirentlerine mahkum edip sürüleştirmektedir. Bugün sürü gibi yaşamanın bütün taşları döşenmiştir. Kapitalist devlet bir bütün olarak bunun mekanziması biçiminde işlev görmektedir.
İdeolojik hegemonya bir ahtapot gibi toplumu sarıp sarmalamıştır. İletişim araçlarının devasa gelişimi insanlar arasındaki sosyal ilişkileri geliştirmemiş, bilakis hepten koparmıştır. Yani iletişim araçları denilen buluşun asılında iletişimsizlik araçları olduğu, insanın kendisine, çevresine karşı yabancılaşmasını artırdığı ortaya çıkmıştır. Her şeyin pazara sürüldüğü, alınıp satıldığı, binlerce yıllık emekler sonucu yaratılan güzelliklerin ve etik değerlerin kirletildiği bu aşamada insan gibi yaşamak her zamankinden daha çok iradi yüklenmeyi zorunlu kılıyor. İradenin önemi hirbir zaman bu kadar artmamıştır. Evde bir karakol durumunda olan TV üzerinde denetim sağlamak bile iradi bir tavırdır. İradenin önemi böylesi yönlü bir işlevi vardır. Çünkü insanın iradesi dışında tümüyle bağımsız işleyen hiçbir toplumsal nesnellik düşünülemez. İnsanın sosyal niteliği nesnelliğe teslim olmayan, sürekli yeniyi, iyiyi arayan ve güzellik serüvenine düşen bir özelliğe sahiptir.
"Toplumların evriminde tarih tek başına birşey değildir. Tarihin motoru iradedir. Tarih kendi amaçları peşinde olan insanın eyleminden başka birşey değildir" diyordu Marx. Bu açıdan bakıldığında tarihin bugünkü gelişimi özürlüdür. Kapitalist emperyalist sistemin bu derece pervasız davranabilmesi bundandır.
Öte yandan düşgücü ve hülyası olmayan insanın özgürleşmesinde, sosyalleşmede yol alması zordur. Düşgücü ve ütopya insanın özgürleşmesinde kaldıraçtır, katalizördür.
Bugün insanın düşgücü ve hülyalarının bütün yolları kapanmıştır. Yolları açmak ve soluklanmak ancak sistemle cepheden kavgaya tutuşmakla mümkündür.
Korku ve güvensizlik, hem tarihsel hem de son yıllardaki altüst oluşlardan dolayı toplumda hakim bir ruh halidir. Zaten devrimci savaşın ilk günleri en çok bu ruh haline karşıdır. Devrimci savaşın ilk kurşunu toplumun iç dünyasını sarsacak, cesaret ve güven tohumları ekecektir. Bu anlamda F.Fano'nun ilk kurşun teorisi sadece klasik sömürge insanı için değil, tüm geri kalmış ülke insanları için geçerli hale gelmiştir.

Devrimci gibi yaşamayana "Sosyalitst" denmez
Tekrar da olsa vurgulamakta yarar var. İnsanın sosyal yaşamındaki dönüşümü ve gelişimi kendiliğinden değil, daima insanın eylemi sonucu objektivite kazanmıştır. İnsanın eylemi geliştikçe ruhu zenginleşmiş, estetik kazanmış ve ilerlemiştir. Tarihin kendisi budur.
Baskısız, sömürüsüz bir dünya yaratmanın ön koşullarından biriside mevcut ilişkilere alternatif ilişki ve yaşam tarzını oturtmaktır. Devrimin zaferi, ancak yeni insan, yeni ilişki ve yaşamla mümkün olabilir.
Sosyalist bir insanın politik savaşıma katılması yeterli değildir, aynı zamanda "özel" yaşamında da kristalize olmalıdır. Sosyalist birey formasyonuna ulaşmanın yolu budur. Sosyalizmi inşa edip sosyalist insanı yaratma görüşü yerine, sosyalist mücadele sürecinde sosyalist insanı şekillendirme espirisiyle hareket edilmelidir. Zira sosyalizm için savaşacak olan da sosyalist insanın kendisidir.
Bir devrimci eğer kendisini sürekli yenileyip yetkinleştirmezse mücadelenin zorlu kesitlerinde tökezlemesi kaçınılmazdır. Devrimler tarihi bu tipleri çok gördü, çok yaşadı. Bu tiplerin devrimin yükselişe geçtiği, sosyalizmin prestijini yüksek olduğu dönemlerde gerçek rengi çoğu zaman gizlenebiliyor. Fakat yenilgi dönemlerinde bu tiplerin iç dünyası çeşitli versiyonlarla açığa çıkar.
Bu tiplerin ayıklanması ancak sosyalist zeminde, devrimin kural ve ilkeleriyle saydamlaşmış bir ilişkiler ortamıyla mümkündür. Saydamlaşmış bir yaşam ve ilişkiler ortamı hem iyi günlerin devrimcilerini açığa çıkarır, hem de iç zaafların törpülenmesini-dönüşmesini gerçekleştirir.
Devrim saflarına katılmak bir başlangıç, ama devrimciliğin sürekliliği için bu yeterli değildir. Devrimcilikte süreklilik ve nitelik sıçraması duyguda, ruhta ve düşüncede netleşmekle, geçmişle olan bağları koparmakla mümkündür. Her birey devrimci ortama geldiğinde eskiye ait alışkanlıklarını beraberinde getirir. Bu pek doğaldır, ancak aşmak şartıyla. Aksi taktirde bu alışkanlıklar kişiyi bir kurt gibi içten içe kemirir ve çürütür.

Değişiklik yaşamda ve kendi
insanını yarattığı ölçüde
gerçekçi ve kalıcı olur

Reel Sosyalizm, kendi amacına ve iddasına uygun sosyal ve entellektüel yaşamı ve kendi insanını şekillendiremediği için çözüldü dersek yanlış olmaz. Çünkü buna uygun ekonomik, politik mekanizmayı sağlayamadı. Oysa Büyük Ekim Devrimi ilk yıllarda bütün zorluklara karşın amaçlarından, ideallerinden kopmamaya çalışmıştı. Kimi zorunlu uygulamalar gündeme geldiğinde Lenin bunun geçici olduğunu defalarca vurgulamşıtır. Ama ne yazık ki, daha sonra zorunluluklar sonucu gündeme gelen yöntemler, uygulamalar teorileştirildi, fetişleştirildi. Bu da beraberinde insanın moral ve entellektüel yaşamında büyük bir boşluğu doğurdu.
Bu gerçeklik nedeniyle, reel sosyalizmin çözülüşü ardından başlayan tartışmalardan biri de sosyalist yaşam ve yeni insan üzerine oldu. Hiç şüphesiz gerekli ve yerinde olan bir tartışmadır. Halen tartışılması ve üzerinde durulması gereken bir noktadır. Çünkü bu tartışma hem yaşananlardan doğru sonuçlar çıkarmaya hem de sosyalizm anlayışının netleşmesine hizmet edecektir. Sözkonusu tartışma derinleştikçe sosyalizmin ekonomis-determinist yorumu daha açık bir şekilde açığa çıkacaktır.
Oysa Bolşeviklerin sosyalizme en önemli katkılarından biri de sosyalizm saflarındaki ekonomist sapmayı bertaraf etmesidir. Legal Marksistleri, ekonomistleri, Menşevikleri ve 2. Enternasyonel'in teşhiri büyük ölçüde bu zeminde oluyor.
Elbette reel sosyalizmin hatalarını sadece ekonomizimden ibaret görmek eksik ve dolayısıyla yanlıştır. Ama önemli bir boyuttur. Daha sonra diğer alanlarda ortaya çıkan zaafların evrimi birçok bakımdan ekonomizme gidip dayanıyor.
Sosyalist devrim için teorik olarak formüllendirilen nesnel durum Rusya'da zayıftı. Proletarya toplam nüfus içinde azınlıktı, köylülük büyük bir bölümünü oluşturuyordu. Sanayii birkaç kentle sınırlıydı. Bütün bunlar Rus devriminin dezavantajlarıydı. Ama öte yandan bir bütün olanak emperyalizm olgusu, bunun bir boyutu olan eşitsiz gelişim özelliği, devrimin sadece gelişmiş kapitalist ülkelerde değil, onun zayıf olduğu ülkede-ülkelerde olabileceği imkanını tanıyordu. İşte Rusya bu bakımdan elvelişli şartlara sahipti. Ayrıca çağın büyük insanı Lenin'in başında bulunduğu iradi organizasyona sahipti. Üretim güçlerinin zayıflığı ise, Rusya'da başlayacak olan devrimin gelişmiş kapitalist ülkelere yayılacağı için pek önemi olmayacaktı. Bolşeviklerin beklentisi buydu. Ve 1920'lere kadar beklediler. Bu yıllar gerçekten zorlu yıllardı. "Savaş komünizmi" ile bu zorlu yıllar göğüslenmeye çalışılıyordu. Yani normal bir süreç değil bu, olağanüstü bir süreçti. Ama bu olağanüstü uygulamalar ne kadar sürebilirdi? Avrupa devriminden umut kesilmemişti, fakat yakin bir beklenti de değildi. Bolşevikler bu aşamadan sonra yeni programatik düzenlemeye gereksinim duydular. İşte NEP süreci bu gereksinmenin bir ürünüydü. Amaç, Rusya'da uzun vadeli devrimi korumaktı. NEP bir yerde sosyalist devrimin alt yapısının olgunlaştırılmasının programıydı. 1928 sonlarına kadar bu yürürlükteydi. Ve artık işlevini tamamlamış, süreç yeni progrumatik yapılandırmayı gerektiriyordu. Böylece kollektivizasyon süreci başlıyor.
Bu zaman zarfında gerçekleşen uygulamalar, yöntemler sürecin bir zorunluluğu olduğu gerçeği akıldan çıkarılmıyordu. Sosyalizm için risk taşıyan, tabiatına uygun olmayan uygulamaların altı çiziliyor, kitlelere açıklanıyor, partililer uyarılıyordu.
Ancak kollektivizasyon süreci ve sonrasında görüyoruz ki, bu hassasiyet yeterince gösterilmiyor.
Kollektivizasyon süreci zamansız değildi, ancak bu süreçte gündeme gelen tedbirlerin-mekanizmaların zorunluluktan dolayı olduğunu unutmamak şartıyla... Örneğin aşırı merkezileşme, tasfiyelerin aceleye getirilmesi, devletin güçlendirilmesi, kısa sürede sosyalizmin maddi alt yapısının oluşturulması, bunun için ağır sanayileşme politikası sürecin bir zorunluluğu olmakla birlikte , hepsi kendi içinde ciddi sorunlar taşıyordu. Örneğin sürekli sönmeye yüz tutması gereken decvlet, sürekli büyüyen, büyütülen devlet olarak ortaya çıktı. Dağıtılması gereken düzenli ordu aksine büyütüldü, modernize edildi. Bütün bunlar bir zorunluluğun sonucu ortaya çıktılar. Ve açıklaması böyle yapılmalıdır. Ama öte yandan sosyalizm için bir handikap sözkonusu. Bir de zorunlu olmayan uygulamalar oldu ve bunlar sosyalist demokrasi için gerçekten hayati zaaflar taşıyor. Bunlardan örneğin Sovyetlerdeki işleyiş, aşağı yukarıya canlı bir yönetim, her an geri çağırlabilir temsilciler sistemi doğru dürüst işlemedi, ki bunun işlevsizleşmesinin yeterli açıklaması yoktur.
İktidar organı olan sovyetler, önce düzensiz toplanmaya başladı ve zamanla da artık hiç toplanmamaya başladı. Sovyetlerin yönetci seçimi kitlelerin insiyatifi ve onayıyla değil, parti merkezi tarafından yukarıdan atamalarla gerçekleşmiş, böylece yöneticilerin seçimle gelmeleri ve seçimle gitmeleri ilkesi kağıt üzerinde kalmıştır. Bu uygulamalar kaçınılmaz olarak bürokratlaşmayı ve yozlaşmayı kökleştirdi. Bu tür aksamalar daha çok kolektivizasyon sürecinde belirginleşmeye başlıyor. Nedeni ise o dönemdeki şartlara bağlanıyor. Birçok alanda alınan ve ortaya çıkan kimi uygulamaları-mekanizmaları anlamak mümkün. Fakat sovyetlerin bu derece işlevsizleştirilmesinin açıklaması ne yazık ki yoktur, olamaz. Diyelim ki, 1939-45 döneminde savaş vardı. Peki 1930 ve 1939 yılları ve 1945'ten sonraki yıllarda ne vardı? Kaldı ki, Ekim devrimi daha zor şartlarda gerçekleşmiş ve uzun süren bir iç savaş yaşanmıştır. Bütün bu olumsuz koşullara rağmen sovyetler bütün ilke ve normlarıyla işliyordu. Keza aynı durum parti içi ilişki ve işleyişte de ortaya çıktı. 1939'dan 1952'ye kadar parti kongresi yapılmıyor. 13 yıl gibi uzun bir süre neden parti kongresi yapılmadığına ilişkin doyurucu bir açıklama da yok. Uzun yıllar sonra yapılan 19. parti kongresinde devlet ve parti içinde ciddi bir düzeyde bürokratlaşmanın ve yozlaşmanın olduğuna dikkat çekiliyor. Fakat daha sonra bunun için tedbirler alınmıyor.
Ama bütün bu zorlu şartlara ve zaaflara rağmen kitle motivasyonu vardı. Bunda Stalin'in kişisel payı olmakla birlikte esas olarak devrimin ilk kuşağının var olması motivasyonun en büyük nedeniydi. Sanayideki başdöndürücü gelişme esas olarak bunun sonucuydu. Ancak, sosyalizmi içselleştirmiş, disiplinli ve kararlı bu kuşağın büyük bir kesimi 2. paylaşım savaşında yaşamını yitirdi. Ayrıca üretim, dağıtım, planlama, kısacası ülke yönetimindeki hantallık ve her geçen gün güçlenen bürokrasi gerçeği eklenince varolan kitle motivasyonu tüketildi. Böylece kitleler sovyetlere tamamen yabancılaştı. Öyle ki üretim araçları toplumsal değil, kimsesiz üretim araçlarına dönüşmesi gibi bir objektivite oluştu. Üretim bir gereksinim, bir alışkanlık değil, angaryaya dönüştü. Daha sonraki yıllarda sözkonusu sorunlar alışmamış, aksine daha da kronik bir hal almıştır.
Sonuç olarak, artık bir olgudur, sosyalizmin zaferi için sadece alt yapının olgunlaşması yetmez, yetmediği görülmüştür. En az ayt yapı kadar siyasal, sosyal ve entellektüel yaşamın dönüşümü de gerekmektedir.
Sosyalizm insan içindir. İnsan ise sosyal bir varlıktır ve çok canlı, dinakik ve karmaşık bir yapıya sahiptir. İnsanın sosyal bir varlık olması nedeniyle ihtiyaçları sadece mideden ibaret değildir. Reel sosyalizm soyutlama düzeyinde olmasa da, pratik uygulamada mideden ibaret gördü. Kültürel, felsefik, estetik ve moral alanda alabildiğince cansız ve monolotik kaldı. Bu, pratik gelişmelerde ve ortaya çıkan sonuçlarda bariz bir şekilde ortaya çıktı. Öyle ki, romanların neyi, nasıl anlatacağı, tiyatroda hangi oyunun sergileneceği, müzik ve resimde nelerin işleneceğine kadar planlama adına parti merkezi tarafından müdahale edildi. Böyle olunca üretkenlik ve yaratıcılık yerinde saymış, zamanla tek düzelik ve kendini tekrarlama ortaya çıkmıştır.
Bugün Küba ekonomik dar boğaz içindedir. Acil gereksinmeleri bile nerede ise karşılayamaz düzeydedir. Ama buna rağmen Küba halkı direniyor. Çünkü Küba halkı moral coşku ve inanç olarak dopdoludur. Çünkü Küba daha devrimin başında Sosyalizm eşittir ekonomik gelişme olmadığını ilan etmişti. Küba devrimin önderleri daha devrim sürecinde sosyalizmin başarısı için sosyalist yaşamın ve yeni insanın mutlaka şekillendirilmesi gerektiğini vurguladılar. Ve bunu teorik tespitle sınırlı tutmayarak, pratik işleyişte ve sosyalizmin inşasında nesnelleştirdiler. Marsizmin lafızına saplananlar bütün bu teorik ve pratik yaklaşımları volontarist olarak adlandırdılar. Fakat tarih CHE'yi FİDEL'i büyük ölçüde doğruladı.

 
 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92