Devrim insanın bireyselleşmesi değil, bireyleşmesidir.
Birey, kollektif olmaktan, kollektif yaşamaktan
ve mücadele etmekten geçiyor.
Bütün bunlar nesnel duruma zorunlu müdahaleyi
gerektiriyor. Bu da savaştır, devrimdir, insanın
kimlik kazanmasıdır. Ve özgürlük yürüyüşünün kesintisiz
kılınmasıdır. Nihayetinde yönetme ve yönetilmenin
olmadığı bir dünya yürüyüşüdür.
Kapitalist sistemde yabancılaşma, sadece meta
üretimindeki emek sürecinde ortaya çıkmıyor. Özellikle
kapitalist sistemin evrildiği bugünkü (emperyalist)
aşama, tepeden tırnağa yabancılaşma üretiyor.
Öyle bir noktaya gelindiki, insanın kendisine,
geleceğine, çevresine karşı korkunç denilecek
düzeyde bir ilgisizlik, duyarsızlık sözkonusudur.
Yanıbaşındaki coğrafyada bir halkın evleri başına
yıkılıyor, ambargoyla açlığa mahkum ediliyor,
toprağından sürgün ediliyor, yüzbinler işkenceden
geçiriliyor, gözaltında kaybediliyor ve bütün
bunlar insanların kafasında soru işaretleri oluşturmuyorsa,
duygularını ayaklandırmıyorsa, bu yabancılaşmanın
vardığı düzeyi ve ideolojik kuşatmanın ne ölçüde
olduğunu gösteriyor.
Türkiye toplumu hep geç kalmışlığı yaşıyan, hep
iç dinamikleri sakatlanan bir toplum olmuştur.
Teslimiyeti, boyuneğmişliği ifade eden kültürün
Türkiye toplumu üzerindeki etkisi günümüze kadar
süregelmiştir.
Ama bütün bu olumsuz tarihi şekillenme içinde,
toplumun sosyalleşmesinde, özgürleşmesinde sıçrama
yapan, o günden bu güne ezilenlere, özgürlük savaşçılarına
büyük moral kaynakları olan tarihi anlarda vardır.
İşte Babailer, Şeyh Bedrettin ve Celali Halk Hareketleri....
20. yüzyılda Çerkes Ethem hareketi ve bütün zaaflarına
karşın Komünist hareket.... Ve nihayet 1970 yılları...
Bütün bunlar Türkiye insanının dünyasında önemli
çığırlar açmış, tarihsel dönemeçlerdir. İnsanların
eski ve silik kimliğinden (kimliksizliğinden)
sıyrılıp, özkimliğine sahip olduğu ve zalime-
zorbaya karşı çıkabileceği fikrinin nesnellik
kazandığı dönemlerdir.
Ve bütün hatalara rağmen aynı gelişim devinimi
80 öncesinden de devam etmiştir. Ta ki eylül günlerine
kadar... Devrimci öncülerin kimisi sokak pusularında,
kimisi ev kuşatmalarında, kimisi işkencehanelerde
katledilirken, geriye kalanın büyük bir bölümüde
tutsak edildi. İçerde ve dışarda yoğun bir saldırı
furyası başlattı.
Devrimci öncüler, işkencehanede ve zindanlarda
her ne kadar direndiyse de toplum planında 12
Eylül programını boşa çıkarmada yeterli olmadı.
Ancak dipten gelen dalga için ve gelecek kuşak
için bir moral unsuru, bir gelenek olabilirdi.
Devrimci hareket bu moral unsuru ve geleneği yeterince
değerlendiremese de , ortada pırıl pırıl bir gelenek
var. İnsanlarımız bunu büyük bir kıskançlıkla
savunmalıdır.
Dediğimiz gibi lokal düzeyde olumlu çıkışlar,
karşı koyuşlar genel gidişatı etkileyememiştir.
Ve artık yaşanan iktidar savaşımının kaybedilmesinin
ötesinde, bir kimlik yitimidir. 12 Eylül bunun
adıdır.
Toplum önce terörize edildi, ardından serbest
pazar ilişkileriyle, köşeyi dönme felsefesiyle
kimliksizleştirildi. Bundan sol-sosyalist harekette
payına düşeni fazlasıyla aldı. Eylül karabasanının
etki ve sonuçları bütün yoğunluğuyla yaşanırken,
dünya planındaki uğursuz gelişme eklendi. Her
ne kadar sol-sosyalist çevrelerin büyük çoğunluğu
bütün bu gelişmelerin kendi teorisini doğruladığını
söylese de içten içe ideolojik, örgütsel ve moral
çöküntüyü yaşamaktan kurtulamadı.
Reel sosyalizmin çöküşünü fırsat bilen emperyalizm,
ideolojik üretim merkezlerinde ürettikleri argümanlarla
saldırıya geçti. Biz sosyalistlerin, reel sosyalizm
için kimi açıklamalarımız olsa da, toplum için
bunu söylemek pek o kadar kolay değildir.
12 Eylül öncesi ve sonrası bugün bir milat gibi
ele alınıyorsa, oligarşi ve emekçi hakların kaderi
için bir dönüm noktası olduğundandır. Ve ne yazık
ki emekçiler açısından bir talihsizliktir. Bunun
böyle olmasını 12 Eylül başarısına bağlamak doğru
değildir. Asıl neden devrmici öncülerin kendi
stratejileri doğrultusunda mevzilenememesidir,
iradeyi örgütleyememesidir. Ama bu talihsiz durum
sadece bizim yaşadığımız, topraklarımızın tanık
olduğ birşey değildir. Sınıflar mücadelesi yengi
ve yenilgiler tarihidir. Tarihin akışı doğrultusunda
iradeyi örgütleyebilenler kazanmıştır. Bir ajitasyon
gibi gelse de, tarih yazımı budur.
Bu tarihsel arka plan, bugün sol'un siyaset yapma
tarzına belirsizlik, öykünmecilik ve pragmatizm
olarak yansıyor.
Dolayısıla, bügün ki savaş aynı zamanda bir kimlik
savaşı olacaktır. Bu bir yandan startejide ve
çalışma tarzında saflaşmayı sağlarken, bir yandan
da insanı tükenişe doğru götüren kapitalizmin
önüne geçecektir. Aksi takdirde kapitalizm insanın
tükenişiyle birlikte, doğayı da tükenişe götürecektir.
Ve artık insanoğlu, insankızı ya sosyalizm ya
barbarlık değil, ya sosyalizm ya ölüm seçeneğiyle
karşıkarşıyadır.
Çünkü kapitalist-emperyalist sistemin vahşeti
insan(lığ)ı yabancılaştırmanın ve barbarlığın
şizofrenik labirentlerine mahkum edip sürüleştirmektedir.
Bugün sürü gibi yaşamanın bütün taşları döşenmiştir.
Kapitalist devlet bir bütün olarak bunun mekanziması
biçiminde işlev görmektedir.
İdeolojik hegemonya bir ahtapot gibi toplumu sarıp
sarmalamıştır. İletişim araçlarının devasa gelişimi
insanlar arasındaki sosyal ilişkileri geliştirmemiş,
bilakis hepten koparmıştır. Yani iletişim araçları
denilen buluşun asılında iletişimsizlik araçları
olduğu, insanın kendisine, çevresine karşı yabancılaşmasını
artırdığı ortaya çıkmıştır. Her şeyin pazara sürüldüğü,
alınıp satıldığı, binlerce yıllık emekler sonucu
yaratılan güzelliklerin ve etik değerlerin kirletildiği
bu aşamada insan gibi yaşamak her zamankinden
daha çok iradi yüklenmeyi zorunlu kılıyor. İradenin
önemi hirbir zaman bu kadar artmamıştır. Evde
bir karakol durumunda olan TV üzerinde denetim
sağlamak bile iradi bir tavırdır. İradenin önemi
böylesi yönlü bir işlevi vardır. Çünkü insanın
iradesi dışında tümüyle bağımsız işleyen hiçbir
toplumsal nesnellik düşünülemez. İnsanın sosyal
niteliği nesnelliğe teslim olmayan, sürekli yeniyi,
iyiyi arayan ve güzellik serüvenine düşen bir
özelliğe sahiptir.
"Toplumların evriminde tarih tek başına birşey
değildir. Tarihin motoru iradedir. Tarih kendi
amaçları peşinde olan insanın eyleminden başka
birşey değildir" diyordu Marx. Bu açıdan
bakıldığında tarihin bugünkü gelişimi özürlüdür.
Kapitalist emperyalist sistemin bu derece pervasız
davranabilmesi bundandır.
Öte yandan düşgücü ve hülyası olmayan insanın
özgürleşmesinde, sosyalleşmede yol alması zordur.
Düşgücü ve ütopya insanın özgürleşmesinde kaldıraçtır,
katalizördür.
Bugün insanın düşgücü ve hülyalarının bütün yolları
kapanmıştır. Yolları açmak ve soluklanmak ancak
sistemle cepheden kavgaya tutuşmakla mümkündür.
Korku ve güvensizlik, hem tarihsel hem de son
yıllardaki altüst oluşlardan dolayı toplumda hakim
bir ruh halidir. Zaten devrimci savaşın ilk günleri
en çok bu ruh haline karşıdır. Devrimci savaşın
ilk kurşunu toplumun iç dünyasını sarsacak, cesaret
ve güven tohumları ekecektir. Bu anlamda F.Fano'nun
ilk kurşun teorisi sadece klasik sömürge insanı
için değil, tüm geri kalmış ülke insanları için
geçerli hale gelmiştir.
Devrimci gibi yaşamayana "Sosyalitst"
denmez
Tekrar da olsa vurgulamakta yarar var. İnsanın
sosyal yaşamındaki dönüşümü ve gelişimi kendiliğinden
değil, daima insanın eylemi sonucu objektivite
kazanmıştır. İnsanın eylemi geliştikçe ruhu zenginleşmiş,
estetik kazanmış ve ilerlemiştir. Tarihin kendisi
budur.
Baskısız, sömürüsüz bir dünya yaratmanın ön koşullarından
biriside mevcut ilişkilere alternatif ilişki ve
yaşam tarzını oturtmaktır. Devrimin zaferi, ancak
yeni insan, yeni ilişki ve yaşamla mümkün olabilir.
Sosyalist bir insanın politik savaşıma katılması
yeterli değildir, aynı zamanda "özel"
yaşamında da kristalize olmalıdır. Sosyalist birey
formasyonuna ulaşmanın yolu budur. Sosyalizmi
inşa edip sosyalist insanı yaratma görüşü yerine,
sosyalist mücadele sürecinde sosyalist insanı
şekillendirme espirisiyle hareket edilmelidir.
Zira sosyalizm için savaşacak olan da sosyalist
insanın kendisidir.
Bir devrimci eğer kendisini sürekli yenileyip
yetkinleştirmezse mücadelenin zorlu kesitlerinde
tökezlemesi kaçınılmazdır. Devrimler tarihi bu
tipleri çok gördü, çok yaşadı. Bu tiplerin devrimin
yükselişe geçtiği, sosyalizmin prestijini yüksek
olduğu dönemlerde gerçek rengi çoğu zaman gizlenebiliyor.
Fakat yenilgi dönemlerinde bu tiplerin iç dünyası
çeşitli versiyonlarla açığa çıkar.
Bu tiplerin ayıklanması ancak sosyalist zeminde,
devrimin kural ve ilkeleriyle saydamlaşmış bir
ilişkiler ortamıyla mümkündür. Saydamlaşmış bir
yaşam ve ilişkiler ortamı hem iyi günlerin devrimcilerini
açığa çıkarır, hem de iç zaafların törpülenmesini-dönüşmesini
gerçekleştirir.
Devrim saflarına katılmak bir başlangıç, ama devrimciliğin
sürekliliği için bu yeterli değildir. Devrimcilikte
süreklilik ve nitelik sıçraması duyguda, ruhta
ve düşüncede netleşmekle, geçmişle olan bağları
koparmakla mümkündür. Her birey devrimci ortama
geldiğinde eskiye ait alışkanlıklarını beraberinde
getirir. Bu pek doğaldır, ancak aşmak şartıyla.
Aksi taktirde bu alışkanlıklar kişiyi bir kurt
gibi içten içe kemirir ve çürütür.
Değişiklik yaşamda ve kendi
insanını yarattığı ölçüde
gerçekçi ve kalıcı olur
Reel Sosyalizm, kendi amacına ve iddasına uygun
sosyal ve entellektüel yaşamı ve kendi insanını
şekillendiremediği için çözüldü dersek yanlış
olmaz. Çünkü buna uygun ekonomik, politik mekanizmayı
sağlayamadı. Oysa Büyük Ekim Devrimi ilk yıllarda
bütün zorluklara karşın amaçlarından, ideallerinden
kopmamaya çalışmıştı. Kimi zorunlu uygulamalar
gündeme geldiğinde Lenin bunun geçici olduğunu
defalarca vurgulamşıtır. Ama ne yazık ki, daha
sonra zorunluluklar sonucu gündeme gelen yöntemler,
uygulamalar teorileştirildi, fetişleştirildi.
Bu da beraberinde insanın moral ve entellektüel
yaşamında büyük bir boşluğu doğurdu.
Bu gerçeklik nedeniyle, reel sosyalizmin çözülüşü
ardından başlayan tartışmalardan biri de sosyalist
yaşam ve yeni insan üzerine oldu. Hiç şüphesiz
gerekli ve yerinde olan bir tartışmadır. Halen
tartışılması ve üzerinde durulması gereken bir
noktadır. Çünkü bu tartışma hem yaşananlardan
doğru sonuçlar çıkarmaya hem de sosyalizm anlayışının
netleşmesine hizmet edecektir. Sözkonusu tartışma
derinleştikçe sosyalizmin ekonomis-determinist
yorumu daha açık bir şekilde açığa çıkacaktır.
Oysa Bolşeviklerin sosyalizme en önemli katkılarından
biri de sosyalizm saflarındaki ekonomist sapmayı
bertaraf etmesidir. Legal Marksistleri, ekonomistleri,
Menşevikleri ve 2. Enternasyonel'in teşhiri büyük
ölçüde bu zeminde oluyor.
Elbette reel sosyalizmin hatalarını sadece ekonomizimden
ibaret görmek eksik ve dolayısıyla yanlıştır.
Ama önemli bir boyuttur. Daha sonra diğer alanlarda
ortaya çıkan zaafların evrimi birçok bakımdan
ekonomizme gidip dayanıyor.
Sosyalist devrim için teorik olarak formüllendirilen
nesnel durum Rusya'da zayıftı. Proletarya toplam
nüfus içinde azınlıktı, köylülük büyük bir bölümünü
oluşturuyordu. Sanayii birkaç kentle sınırlıydı.
Bütün bunlar Rus devriminin dezavantajlarıydı.
Ama öte yandan bir bütün olanak emperyalizm olgusu,
bunun bir boyutu olan eşitsiz gelişim özelliği,
devrimin sadece gelişmiş kapitalist ülkelerde
değil, onun zayıf olduğu ülkede-ülkelerde olabileceği
imkanını tanıyordu. İşte Rusya bu bakımdan elvelişli
şartlara sahipti. Ayrıca çağın büyük insanı Lenin'in
başında bulunduğu iradi organizasyona sahipti.
Üretim güçlerinin zayıflığı ise, Rusya'da başlayacak
olan devrimin gelişmiş kapitalist ülkelere yayılacağı
için pek önemi olmayacaktı. Bolşeviklerin beklentisi
buydu. Ve 1920'lere kadar beklediler. Bu yıllar
gerçekten zorlu yıllardı. "Savaş komünizmi"
ile bu zorlu yıllar göğüslenmeye çalışılıyordu.
Yani normal bir süreç değil bu, olağanüstü bir
süreçti. Ama bu olağanüstü uygulamalar ne kadar
sürebilirdi? Avrupa devriminden umut kesilmemişti,
fakat yakin bir beklenti de değildi. Bolşevikler
bu aşamadan sonra yeni programatik düzenlemeye
gereksinim duydular. İşte NEP süreci bu gereksinmenin
bir ürünüydü. Amaç, Rusya'da uzun vadeli devrimi
korumaktı. NEP bir yerde sosyalist devrimin alt
yapısının olgunlaştırılmasının programıydı. 1928
sonlarına kadar bu yürürlükteydi. Ve artık işlevini
tamamlamış, süreç yeni progrumatik yapılandırmayı
gerektiriyordu. Böylece kollektivizasyon süreci
başlıyor.
Bu zaman zarfında gerçekleşen uygulamalar, yöntemler
sürecin bir zorunluluğu olduğu gerçeği akıldan
çıkarılmıyordu. Sosyalizm için risk taşıyan, tabiatına
uygun olmayan uygulamaların altı çiziliyor, kitlelere
açıklanıyor, partililer uyarılıyordu.
Ancak kollektivizasyon süreci ve sonrasında görüyoruz
ki, bu hassasiyet yeterince gösterilmiyor.
Kollektivizasyon süreci zamansız değildi, ancak
bu süreçte gündeme gelen tedbirlerin-mekanizmaların
zorunluluktan dolayı olduğunu unutmamak şartıyla...
Örneğin aşırı merkezileşme, tasfiyelerin aceleye
getirilmesi, devletin güçlendirilmesi, kısa sürede
sosyalizmin maddi alt yapısının oluşturulması,
bunun için ağır sanayileşme politikası sürecin
bir zorunluluğu olmakla birlikte , hepsi kendi
içinde ciddi sorunlar taşıyordu. Örneğin sürekli
sönmeye yüz tutması gereken decvlet, sürekli büyüyen,
büyütülen devlet olarak ortaya çıktı. Dağıtılması
gereken düzenli ordu aksine büyütüldü, modernize
edildi. Bütün bunlar bir zorunluluğun sonucu ortaya
çıktılar. Ve açıklaması böyle yapılmalıdır. Ama
öte yandan sosyalizm için bir handikap sözkonusu.
Bir de zorunlu olmayan uygulamalar oldu ve bunlar
sosyalist demokrasi için gerçekten hayati zaaflar
taşıyor. Bunlardan örneğin Sovyetlerdeki işleyiş,
aşağı yukarıya canlı bir yönetim, her an geri
çağırlabilir temsilciler sistemi doğru dürüst
işlemedi, ki bunun işlevsizleşmesinin yeterli
açıklaması yoktur.
İktidar organı olan sovyetler, önce düzensiz toplanmaya
başladı ve zamanla da artık hiç toplanmamaya başladı.
Sovyetlerin yönetci seçimi kitlelerin insiyatifi
ve onayıyla değil, parti merkezi tarafından yukarıdan
atamalarla gerçekleşmiş, böylece yöneticilerin
seçimle gelmeleri ve seçimle gitmeleri ilkesi
kağıt üzerinde kalmıştır. Bu uygulamalar kaçınılmaz
olarak bürokratlaşmayı ve yozlaşmayı kökleştirdi.
Bu tür aksamalar daha çok kolektivizasyon sürecinde
belirginleşmeye başlıyor. Nedeni ise o dönemdeki
şartlara bağlanıyor. Birçok alanda alınan ve ortaya
çıkan kimi uygulamaları-mekanizmaları anlamak
mümkün. Fakat sovyetlerin bu derece işlevsizleştirilmesinin
açıklaması ne yazık ki yoktur, olamaz. Diyelim
ki, 1939-45 döneminde savaş vardı. Peki 1930 ve
1939 yılları ve 1945'ten sonraki yıllarda ne vardı?
Kaldı ki, Ekim devrimi daha zor şartlarda gerçekleşmiş
ve uzun süren bir iç savaş yaşanmıştır. Bütün
bu olumsuz koşullara rağmen sovyetler bütün ilke
ve normlarıyla işliyordu. Keza aynı durum parti
içi ilişki ve işleyişte de ortaya çıktı. 1939'dan
1952'ye kadar parti kongresi yapılmıyor. 13 yıl
gibi uzun bir süre neden parti kongresi yapılmadığına
ilişkin doyurucu bir açıklama da yok. Uzun yıllar
sonra yapılan 19. parti kongresinde devlet ve
parti içinde ciddi bir düzeyde bürokratlaşmanın
ve yozlaşmanın olduğuna dikkat çekiliyor. Fakat
daha sonra bunun için tedbirler alınmıyor.
Ama bütün bu zorlu şartlara ve zaaflara rağmen
kitle motivasyonu vardı. Bunda Stalin'in kişisel
payı olmakla birlikte esas olarak devrimin ilk
kuşağının var olması motivasyonun en büyük nedeniydi.
Sanayideki başdöndürücü gelişme esas olarak bunun
sonucuydu. Ancak, sosyalizmi içselleştirmiş, disiplinli
ve kararlı bu kuşağın büyük bir kesimi 2. paylaşım
savaşında yaşamını yitirdi. Ayrıca üretim, dağıtım,
planlama, kısacası ülke yönetimindeki hantallık
ve her geçen gün güçlenen bürokrasi gerçeği eklenince
varolan kitle motivasyonu tüketildi. Böylece kitleler
sovyetlere tamamen yabancılaştı. Öyle ki üretim
araçları toplumsal değil, kimsesiz üretim araçlarına
dönüşmesi gibi bir objektivite oluştu. Üretim
bir gereksinim, bir alışkanlık değil, angaryaya
dönüştü. Daha sonraki yıllarda sözkonusu sorunlar
alışmamış, aksine daha da kronik bir hal almıştır.
Sonuç olarak, artık bir olgudur, sosyalizmin zaferi
için sadece alt yapının olgunlaşması yetmez, yetmediği
görülmüştür. En az ayt yapı kadar siyasal, sosyal
ve entellektüel yaşamın dönüşümü de gerekmektedir.
Sosyalizm insan içindir. İnsan ise sosyal bir
varlıktır ve çok canlı, dinakik ve karmaşık bir
yapıya sahiptir. İnsanın sosyal bir varlık olması
nedeniyle ihtiyaçları sadece mideden ibaret değildir.
Reel sosyalizm soyutlama düzeyinde olmasa da,
pratik uygulamada mideden ibaret gördü. Kültürel,
felsefik, estetik ve moral alanda alabildiğince
cansız ve monolotik kaldı. Bu, pratik gelişmelerde
ve ortaya çıkan sonuçlarda bariz bir şekilde ortaya
çıktı. Öyle ki, romanların neyi, nasıl anlatacağı,
tiyatroda hangi oyunun sergileneceği, müzik ve
resimde nelerin işleneceğine kadar planlama adına
parti merkezi tarafından müdahale edildi. Böyle
olunca üretkenlik ve yaratıcılık yerinde saymış,
zamanla tek düzelik ve kendini tekrarlama ortaya
çıkmıştır.
Bugün Küba ekonomik dar boğaz içindedir. Acil
gereksinmeleri bile nerede ise karşılayamaz düzeydedir.
Ama buna rağmen Küba halkı direniyor. Çünkü Küba
halkı moral coşku ve inanç olarak dopdoludur.
Çünkü Küba daha devrimin başında Sosyalizm eşittir
ekonomik gelişme olmadığını ilan etmişti. Küba
devrimin önderleri daha devrim sürecinde sosyalizmin
başarısı için sosyalist yaşamın ve yeni insanın
mutlaka şekillendirilmesi gerektiğini vurguladılar.
Ve bunu teorik tespitle sınırlı tutmayarak, pratik
işleyişte ve sosyalizmin inşasında nesnelleştirdiler.
Marsizmin lafızına saplananlar bütün bu teorik
ve pratik yaklaşımları volontarist olarak adlandırdılar.
Fakat tarih CHE'yi FİDEL'i büyük ölçüde doğruladı.
|