Düşünürken, konuşurken ve yazarken; emperyalizmden,
faşizmden, yoksulluktan, halkımızın genel olarak
ne büyük acılar içinde olduğundan bolca sözediyoruz.
Bazen bütün bu olumsuzlukların yol açtığı sonuçların
bilinebilen rakamlarını da veriyoruz. İnsanların
yaşadıkları çaresizliklerden, maddi ve manevi
yoksunlukların, yoksullukların doğurduğu yaralardan
söz ediyoruz.
Bunların hepsi gerçek. Ama sonuç olarak soyutlanmış
gerçekler...
Peki ya; bir avuç insanın inanılmaz büyüklükteki
servetlerini daha da büyütmek ve onu korumak adına
sömürdüğü, ezdiği insanlarımızın birer birey olarak
yaşadıkları büyük ve sonsuz acılar, çaresizlikler...
Diğerlerinin servetleri, sömürü ve baskıları büyüdükçe,
bizim insanlarımızın acıları da büyüyor.
Karanlığın en koyusuna zifiri karanlık dersiniz.
Peki, acıların en büyükleri için yaşanılamaz,
katlanılamaz boyutlarda olanları için ne deniyor?
Zifiri acılar mı?
12 Ocak 1998' in günlük gazetelerinde bir haber
yer aldı. Yine kıyılarda köşelerde. Yine gözleri
bandajlanmış minik bir kız çocuğunun, boynu ve
dudakları bükük bir resmiyle birlikte... "Ağrı'da
tecavüze uğrayan on iki yaşındaki bir kız çocuğu,
kendisine tecavüz eden adamla evlendirilince katil
oldu." Haberin veriliş tarzı böyleydi.
Ağrı'nın bir köyünde, bir sapık, küçük bir kız
çocuğuna tecavüz ediyor.
12 yaşınızı hatırlayınız. Çoğunuz ilkokulun beşinci
sınıfındaydınız ve derslerinizi bir an önce bitirip
oyuna dönmek için çalakalem işinizi tamamlardınız.
Bir çoğunuz hala zaman zaman büyüklerinizin kucağına
çıkardınız. Üzerinizi hala anneniz örter, okula
götürdüğünüz beslenme çantanızı anneniz hazırlardı.
Canınız yandığında ya da istemediğiniz bir şey
olduğunda, bağıra çağıra ağlardınız.
Ama Ağrı'nın köyündeki çocuk bunların hiçbirini
yaşamadı. Hiçbirini görmedi, tanımadı. Onunla
tek ortak yanınız, 12 yaş sınırınız oldu. Oradaki
kız çocuğu, öz ağabeyine kendisi karşılığında
tecavüzcünün ailesi tarafından bir kız takas edilmesi
ve biraz da para verilmesi karşılığında, kendisine
tecavüz eden adama satıldı...
Tecavüzcü hapse girdiği için de, onun ailesinin
yanında kalmaya başladı. Göz koyulan bir koyun
gibi alınmıştı ve belki bir koyundan daha az paraya
satılmıştı. Hem de ona tecavüz eden adama... Karşılığında
da bir koyun daha verilmişti. Koyunlar kapılara
bağlandı. Üstelik bu küçük koyunlar; gündüz evin,
geceleri de erkeklerin 'işi'ni yapıyorlardı. Sessiz,
garip, bir kenarda boyunlarını büküyorlar, verilirse
yiyorlar, verilmezse kaşık düşmanlığı yapmıyorlardı.
Ne var ki, onlar birer insan ve ruhları var. Küçük,
yoksul da olsa bir ruh dünyaları var. Yemeseler,
içmeseler, giymeseler de; doğanın onlara verdikleri
sonucunda; hissediyor, düşünüyorlar. Köpeği rahatsızlanan
"hanımefendinin" bunalıma girerek "psikiyatrlara"
gittiği bir ülkede, adını bilmeseler de, onlar
da bunalıma girebiliyorlar. Nitekim Ağrı'lı küçük
kız da, yaşadıklarını, ona yaşatılanları çok doğal
bir şekilde kaldıramıyor ve evdeki küçük bebekleri
boğarak öldürmeye başlıyor.
Bunca acı; insanlara, çocuklara, bebeklere yaşatılan
bunca ağır sonuçlar var bu ülkede.
Bütün bunlar neyin bedeli?
Bütün bunlar, o köyü olduğu gibi satınalabilecek
paraları bir tek koltuğa vererek nazik kıçlarını
bu koltuklara gömüp oturanların safahatının sefaleti...
İnsanlar canları yandığında doğal tepkiler verirler.
Refleksleri vardır.
Peki ya, bunca acı karşısında canınız yanmıyor
mu?
Niçin hiç bir reflekste bulunulmuyor. İnsanlarımızın,
çocuklarımızın çektikleri acılar, ifade edilemez
boyutlara ulaştı. Bütün bunlara nasıl sessiz kalınabiliyor?
Bu ülkede mücadeleci olabilmek için çaba göstermek
gerekmiyor. Kafayı birazcık sağa sola çevirmek
yetiyor.
Bu ülkede bunca acıya karşı savaşmak, insanlığın
en doğal, en sıradan reflekslerinden biridir.
Acıkmak, susamak refleksi kadar kaçınılmazdır.
Bizi yakıyorlar, ellerimizi, gözlerimizi, çocuklarımızı
cayır cayır yakıyorlar. Ateşe ancak ateşle karşılık
verilebilir. Bunca büyük bir yangını okyanusların
tüm suyunu getirseniz söndüremezsiniz artık.
Bu ülkede sessiz kalmak için insan doğmamış olmak
gerekiyor. Doğal insan tepkilerini göstermememin
başkaca bir açıklaması yoktur.
Bunca acı varken, nasıl uyuyorsunuz, bu büyük
yangının orta yerinde nasıl serin olabiliyorsunuz,
nasıl yaşıyorsunuz? 12 yaşındaki çocuklarınızı
bu tür öykülere rağmen kucağınıza huzur içinde
alıp onun saçlarını okşayabiliyor musunuz?
Kürt köylerinde bombalanan bebeklerin resimlerden
size bakan kara gözlerindeki soru ve sorgulamalardan
kaçıp da, nerelere gizlenebiliyorsunuz?
İstanbul'un kimsesiz, yoksul ve çaresiz sokak
çocuklarının doldurduğu varoşlarının kurşuni duman
sisinden dolayı gözlerinizin yaşarması değil,
gözlerinizden oluk oluk yaşlar gelmesi gerekmez
mi?
Ve orada, yerinizde öylece dururken, hiçbir şeye
bulaşmadığınızı, karışmadığnızı sanıp; esir bir
ruhun ve kafatasınızın içindeki bir kilogramlık
et parçasının, huzurla bu dünyadan pas geçmesi
esnasında, içinde yaşadığınız kara çamur deryasından
üzerinize hiçbir şey sıçramadığını mı sanıyorsunuz
?
Bu ülkedeki bunca acıya rağmen savaşmamak,
bütün bu acıların yokedilmesi için yaşamamak;
insan doğmamış olmaktır.
Bizler suçlulardan değiliz belki.
Ama suçluların hapishanelerinden çıkmaları
için günde yirmi dört saat değil,
günde yüzlerce saat kan-ter istiyor
bu ülke bizden...
|