Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

M. SEYHAN

Tüm toplumsal sınıf ve tabakaları derinden sarsan ve etkileyen önemli sorunların yaşandığı ülkemizde, devrimciler, işçi sınıfı ve emekçi halkın çıkarları adına sürece gerçek anlamda müdahale edememektedirler. Egemenler cephesinde yaşanan eğilimler, gruplaşmalar, çıkar çatışmaları; ülkedeki tüm siyasal, sosyal süreçleri belirlemektedir. Sosyalistlerin ve devrimci güçlerin oluşturduğu cephe ise (içinde yer alan unsurların kendi gerçeklerine ilişkin abartılı iddialarına rağmen) düşman tarafından hesaba katılacak bir varlık gösterememektedir.
Sosyalist ve devrimci güçler, örgütlenme ve çalışma tarzındaki sakatlıkları, gelişmeleri algılamada ve sonuçlar çıkarmadaki mantık zaaflarını aşamadıkları taktirde sınıflar mücadelesi arenasında ciddiye alınacak bir varlık gösteremeyeceklerdir. Yaşanan dönemin olumsuzluklarının yanısıra, geleceği belirlemek için verimli bir dönüşme çabası ve hazırlık da sözkonusu değildir.
1980 öncesi süreçte devrimci iradenin içinde örgütlendiği, savaştığı objektif ve subjektif koşullar bugüne göre çok daha elverişliydi. Devrimcilerin önde gelen görevi, ürettikleri doğru politikalardan esinlenen politik-askeri-örgütsel savaşımla, var olan objektif ve subjektif koşulları geliştirmek ve olgunlaştırmaktı. Görev programları, çok daha fazla kendi durumlarına ilişkindi. Sosyalizm, dünya ölçeğinde prestij sahibi idi ve halklar devrime yakındı, sıcaktı.
1980'den sonra bu durum değişmiştir. Yönetenlerin bütün açmazlarına, her geçen gün biraz daha fazla yönetemez olmalarına ve büyüyen iç çelişkilerine rağmen devrimci hareketlerin gelişip serpilmesi ve verili koşulları devrime doğru hızla sürüklemesi açısından daha elverişsiz bir zemin vardır. Çünkü;
* Sosyalist sistem çözülmüştür. Sosyalizmin, 1917 de başlayan, Çin, Vietnam, Küba devrimleriyle büyüyerek dünya halklarını saran dalgası kırılmıştır. Kırılan her dalga, dipten yeni bir dalganın yükselmeye başlamasının koşullarını da doğurur. Fakat son 20 yıllık süreç, halklar nezdinde sosyalizmin prestijinin en fazla geri olduğu bir zaman dilimine tekabül etmektedir. Bu durumdan Türkiye halkları da fazlasıyla nasibini almıştır.
* Reel sosyalizmin (burjuva ideologlarının kitle iletişim araçlarıyla bilincini belirlediği halk yığınlarına göre sosyalizmin) yenilgisi, Türkiye devriminin özel bir yenilgi dönemiyle çakışmıştır: 12 Eylül... Ve bu yenilgi dönemi, aradan geçen 17 yıla rağmen henüz aşılabilmiş değildir.
* Oligarşi, kendi iç çelişkilerinin büyümesine yönelik çözümler üretememesine rağmen karşı devrim stratejisini başarıyla yürütmüştür ve bu başarısını sürdürmektedir. Başarı esas olarak, emperyalizmin "yeni dünya düzeni" politikalarının ve Pentagon'un yeni sömürge dünya halklarına yönelik militarist ezme-sindirme taktiklerindeki tecrübeli uzmanlığının başarısıdır.
* Halkın devrime, devrimcilere karşı duruş tarzı değişmiştir. Bu dönemde halk, "devrimcilerle henüz buluşamamış", bilinçsiz ama devrimcileri de "iyi, yiğit çocuklar" olarak görmemektedir. Devrime, sosyalizme mesafeli durmakta, devrimcilere güven duymamakta ve sempati beslememektedir.
* Türkiye solu 1980 yenilgisinden öğrenerek, ders alarak çıkmamıştır. Tam tersine, bilinci zedelenerek, reaksiyonları dumura uğrayarak ve gelişmeye, ilerlemeye dönük yetenekleri zayıflayarak çıkmış ve özellikle 1990'dan sonra hatalarının esiri olduğu bir girdaba kapılmıştır.
İlk üç maddede özetlediğimiz koşullar, devrimci iradenin herşeye rağmen yenemeyeceği, savaşamayacağı, üstesinden gelemeyeceği koşullar değildir. Tarihin en zorlu koşullarının biraraya gelmesi sözkonusu olsa da sınıflar mücadelesinin zengin birikimi, sosyalizmin haklılığının karşı koyulamaz gücü, karşı devrimin bütün barikatlarını aşma yeteneğindedir. Bilindiği gibi, emperyalizmin 3. Bunalım Döneminde, ülkemiz gibi tüm yeni sömürgelerde devrimin objektif koşulları her dönem mevcuttur. Koşulların güçlendiği veya zayıfladığı süreçler olabilir. Ama dünyadaki bütün altüst oluşlara rağmen, bu gerçeği değiştirecek bir durum sözkonusu olmamıştır. Çünkü emperyalizmin gizli işgali sürmektedir ve daha da yetkinleştirdiği yöntemlerle geri bıraktırılmış dünya halklarının sömürüsü azgınca devam etmektedir.
Halkların kendi durumlarına ilişkin fikir boşlukları ve aymazlık dereceleri ne olursa olsun, objektif olarak bugünkü gündemlerinde bağımsızlık, özgürlük istemleri ile sömürüye karşı mücadele vardır.
İşte sorun bu noktada yatmaktadır. Sorun, bu durumun halkların objektif problemi olmaktan çıkarılıp subjektif problemi haline gelebilmesidir. Halklar, işgal edilen ülkelerine, sömürülen emeklerine sahip çıktıkları an, sorun nesnellik sınırlarını aşar. Gerçekler, halkın bilincinden doğru, halkın iradesine doğru yol almaya başlar. Ne var ki bugün halk, temel gerçeklerine doğru yola çıkmanın uzağındadır. Ve, durduğu noktanın tanımlanması oldukça güçtür. Umutsuzluk, güvensizlik, bellek yitimi, öfke ve şaşkınlık içindedir.
Bir yanda halkın bu durumu; diğer yanda halkın çelişkilerini, ülke gerçeklerini görmekten, tanımlamaktan, buna uygun politika ve pratikler üretmekten çok uzak bir sol vardır. Üzülerek ifade etmek gerekir ki, bugün ülkemizde, sosyalizm adına mücadele ettiğini, hatta savaş verdiğini iddia eden solun önemli bir kesimi, sadece ve sadece kendi hayal dünyalarında yaşamaktadırlar.
Ülke ve dünya gerçeklerini tahlil edemedikleri, tanımlayamadıkları gibi, kendi öznel durumlarıyla ilgili olarak da gerçekliklerini değil, hayallerini ifade etmektedirler. Yanılmakta ve yanıltmaktadırlar. Sonuçta, halkın devrime ve sosyalizme karşı duruşundaki mesafe daha da büyümektedir.
Mevcut koşulların doğru tanımlanabilmesi, devrimin her döneminde devrimciler için yaşamsal önemdedir. Sosyalistler, onları çevreleyen durumu, üzerinde savaş yürütecekleri ülkenin bütün ilişki ve çelişkilerini, kendi durumlarını, özelliklerini, niteliklerini ve olanaklarını çok iyi saptamak zorundadırlar.
Bu iki yaşamsal sorunun yanıtları, nereden ve nasıl başlanacağının ve ne yapılacağının yanıtlarıdır. Devrime, "niyet ederek" başlanmaz. Devrimci savaş "iman gücüyle" yürütülmez, yürütülemez. Öncelikle ciddi bir tarih bilincinin varlığı şarttır. Buna bağlı olarakda, daha önceki süreçlerin gerçekçi analizlerinin ortaya konulması ve içinde bulunulan döneme ilişkin ayakları yere basan, kapsamlı, savaşın ciddiyetine uygun çözümlemelerin yapılmış olması gerekir. Belki çok daha önemlisi, savaşı yürütmeye aday subjektif gücün her şeyden önce kendisine karşı gerçekçi olması, olmazsa olmaz koşuldur.
Bazı şeyler zamana yayılabilir, birçok özellik savaşın içinde kazanılır ve mücadele, niteliğin hızla gelişmesi için elverişli bir zemin sunar. Ama insanların hayata yaklaşım tarzını, politika yapma tarzını, savaşma tarzını belirleyen özelliklere mücadelenin kendisi de çok fazla bir katkıda bulunamaz. Çoğu kez örgütlerin ya da grupların daha ilk adımlarında bu karakteristikleri somutlaşır. Bu ilk adımlarını nasıl attıkları, kendi gerçekliklerini nasıl ifade ettikleri, daha sonraki süreçlerin nasıl yaşanacağına ilişkin ipuçlarını verir.

Politika yapma tarzının önemi...
Dikkat edilirse, yukarıda, siyasal tezler, ideolojiler üzerinde değil, politika yapma tarzı üzerinde durduk. Mahir'in "Devrim anlayışı, Çalışma ve Örgütlenme Tarzı" olarak ayırt ettiği önemli bir sacayağı vardır. Burada, sacayağının özellikle politika yapma tarzına ilişkin bölümü üzerinde söz söylüyoruz. Çünkü bugün neyazık ki çok kısır ve ilkel bir pratikçilik öne çıkmıştır. Objektif koşulların bütün olumsuzluklarına, kendi durumlarının çok zayıf olmasına, halkla aralarındaki mesafenin endişe verici aralığına rağmen bazı devrimci gruplardaki arkadaşlarımız yanıltıcı tablolar çizmekten ve onlara inanmaktan ısrarla vazgeçmiyorlar. Sığ ve soyut bir savaş, kahramanlık, şehit edebiyatı ortalığı toza dumana buladı. Ve bu konuda bazı gruplar arasında garip bir yarış başladı.
Yaklaşık 30 yıllık THKP/C geleneğinin radikal söylemi, sloganları, savaş yönelimi, daha dün ona "küçük burjuva ideolojisi" diyenlerin bile dilinden düşmüyor. Ama onun felsefesini, devrimci savaşın gerçek örgütlenme tarzını ve pratiğini anlamaya çalışan çok fazla kimse yok...
Örgütlenme, yapılmak istenilen işi, varılacak amaca uygun bilinçle ve uygun iradeyle yaratılır. Örgütlenme, düşüncenin, ideolojinin vücut bulduğu sistematiktir. Nasıl örgütlenildiği, çalışma tarzına ilişkin olarak geliştirilen yaklaşımlar, devrim anlayışının direkt ifadeleridir. Örgütler, gruplar, nasıl mücadele edeceklerse ona uygun biçimlerde örgütlenirler, ona uygun biçimlerde politika yaparlar.
1990 sürecinde ülkemizde bu temel prensipler, çeşitli devrimci gruplar tarafından altüst edilmiştir. Bir yandan çok yoğun biçimde savaştan, gerillacılıktan, müfrezelerden, milislerden, dağlardan, şehir çatışmalarından sözediliyor; bir yandan da legalizm çok tehlikeli boyutlara vardırılıyor. Legal çalışma olanaklarını kullanmakla legalizme sıkışıp kalmak karıştırılıyor. Saptanan örgütlenme tarzına uygun ilkeler oluşturulamıyor, ya da çoğu kez örgütlenme ve çalışma tarzları üzerinde dahi düşünülmeden bulunan, buluşulan olanaklar rastgele değerlendirilmeye çalışılır. Devrime doğru yönelen her türlü olanak ve değer, ele geçirilen fırsatlar, en acil ve en fazla görüntü veren sonuçlar için harcanıyor.
Güçlü olmak için değil güçlü gözükmek için sürdürülen bir kör yarış, bazı gruplar arasında kıyasıya sürüyor. Bu arada bütün kapılar düşmana açılıyor, elde ne varsa deşifre ediliyor ve henüz gelişme, olgunlaşma aşaması yaşanamadan sonuca gidilmeye çalışılıyor. Doğal olarak bu sonuçlarla "gün de kurtarılamıyor". Sonuç olarak, varlığından değil, iddiasından menkul bir örgütler tablosu ortaya çıkıyor.
THKP/C ideolojisinin oluşum sürecinden beri söylemekteyiz; ülkemizde sürekli faşizmin ve gizli işgalin hüküm sürmesi, illegal mücadelenin esas alınmasını zorunlu kılar. Uzun süreli Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'nin uygulanması, gerillacılığın yaşama geçirilmesiyle gerçekleşir. Öte yandan savaşın klasik ve temel mantığına bağlı olarak, savaşan taraflardan zayıf olan kuvvet, güçlü kuvvetin karşısında kendini gizlemek, olanaklarını gizlemek zorundadır. Aksi halde savaşabilmesinin, kendisinden güçlü düşmana karşı başarı kazanabilmesinin koşullarını yaratamaz. Fakat bugün ülkemizde, bırakın mevcut olanakların deşifre edilmesini, propaganda ve ajitasyon adına güçlü, daha güçlü, en güçlü görünme telaşı başlamıştır. Bu son derece çarpık ve tehlikeli yöntem, gerçekten güç biriktirebilmenin, gerçek savaş koşullarını hazırlayabilmenin önünde büyük bir engel olarak belirmektedir. Kendileri için de, başka gruplar için de...
Bu grupların çoğu ülke gerçeğini de halkın gerçeğini de iyi değerlendiremiyorlar. Daha da özelde bir iki tanesinin, devrim için değil de, var olmak için, varmış gibi görünmek için ya da yöneticileri konumundaki insanları için mücadele alanında yer alıyormuş gibi bir görüntüsü var. Mücadelenin; Türkiye şartlarının, devrimciler için ifade ettiği anlamın ve kendi örgütsel durumlarının sentezinden oluşan taktiklerle başlatılması ve sürdürülmesi temel gerçeğini unutmuş gözüküyorlar. Kuşkusuz hepimizin gönlünde vurduğu yerden ses getiren, sürekli ilerleyen ve gelişen, halkla gerçek anlamda buluşan bir mücadele var. Bugün özellikle Kürdistan'da bir başka boyutu yakalayarak güçlenmiş olan ve süren savaş, bu konuda Türkiyeli devrimciler olarak acelemiz olmasının da en önemli nedenlerinin biridir. Fakat yanlış taktikler, yanlış politika yapma ve örgütlenme biçimleri, daha geri noktalara düşülmesine sebep olmaktadır.
Bazı "radikal" grupların söylemlerine bakılırsa, devrim arifesindeyiz. İktidara yürünüyor. Bazıları ayaklanma teorisini öteden beri açıkça ifade etmektedirler. Diğerleri ise bunu açıkça ifade etmeseler dahi ayaklanma teorisinin pratiği ve söylemi içerisindedirler. Gerillacılık ve ayaklanma eklektisizmi ile tam bir bulanıklık ortamı yaratıyorlar. Bu eklektisizmden doğan yapay yöntemler, devrimcilerin ilerlemeye hizmet etmeyen pratikler içinde çırpınmasını doğurmaktadır. Halkın, devrimden ve devrimcilerden uzak; sözgelimi mezhep çelişkileri temelinde uç veren ve provakasyonlarla başlayan hareketlenmelerini ya da ekonomik ve sosyal öfkelerinden kaynaklanan anlık tepkilerini ayaklanma kıvılcımları olarak lanse ediyorlar. Böylelikle, halk hareketlerinin, halkın devrime katılım biçimlerinin siyasallaşmış ve örgütlenmiş kitle kalkışmalarının anlamını tüketiyorlar. Çünkü Oligarşi'nin ve onun medyasının katkılarıyla, "siyasallaşmış , örgütler tarafından belirlenmiş" hareketler olarak lanse edilen bu olaylar, ikinci üçüncü gün ya da aynı gün düşmanın polisi, askeri, tankı tarafından sükunete dönüştürülüyor. Kalabalığının ön taraflarına "devrim, sosyalizm, komünizm" içerikli pankartlar açtığımız halk, bu kez yolun kenarına dizilerek tankları alkışlamaya başlıyor: Düşman yeni bir olanak yakalamış ve bu olanağı, özellikle medya aracılığı ile "imaj döneminin" yöntemlerine uygun olarak başarılı bir şekilde kullanmıştır.

Yanılmayalım ve yanıltmayalım...
Yanlışlarımız, halktaki korkunun büyümesine, devrim umudunun iyice küçülmesine, devrimcilere duyulması gereken sempati ve güvenin bilinmez tarihlere ertelenmesine yol açıyor. Devrim durumumuz biraz,
"kullanmış umutlar karşılamıyor siparişlerimizi
İlkeler rehin,
değerler eksiğine bozdurulmuş" diyen ozanın sözlerindeki gibi yaşanıyor.
1980'de karşı devrimin saldırısıyla Türkiye devrimci hareketi çok ağır bir yenilgi yaşadı. 1972'lerdeki yenilgimiz, stratejik değil, askeri-taktik bir yenilgi olarak bir kaç yıl sonra yaygın ve coşkulu devrim sempatizanlarının tekrar harekete geçmesine ve savaşı sürdürmeye başlamasına neden oldu. Fakat Eylül yenilgisinden sonra, çok uzun süren, bir kaç kuşağı hırpalayan derin ve yıpratıcı bir suskunluk yaşandı. Çünkü, bir yandan bizim yanlışlarımız çoktu, niteliğimiz ve niceliğimiz arasındaki orantı çok bozuktu, eksikliklerimizi ve yanlışlıklarımızı aşmaya ve dönüştürmeye yönelik devrimci tarz yakalanamamıştı. Öte yandan, Pentagon ve Oligarşi, devrimcilerin üzerinde çok daha tecrübeli, bilinçli ve sistemli politikalar yürüttü.
Türkiye Halk Kurtuluş Partisi çizgisi, bu yenilgiden ideolojik olarak zaafa uğramadan ve her alanda direniş görevini başarıyla yerine getirerek çıkmıştır. Bu başarı, geçmişin her döneminin son derece büyük bir titizlikle incelenmesi ve geleceğin adımlarının tarih bilinciyle atılması yoluyla sürdürülmek zorundadır. Aksi taktirde, dönemin dünya ve ülke ölçeğindeki bütün altüst oluşlarını, ideolojik başarıyla kucaklayan bir düşünce sistematiğini savunmuş olmak, Kızıldere geleneğini kavramış olmak, 6 Haziran'lar, 25 Haziran'larla, bu geleneği sürdürmüş olmak, işkence ve cezaevi direnişlerinden alın akıyla çıkmış olmak, yeni dönemin örgütlenmesi ve mücadelesin için yeterli dayanaklar değildir. Bizim anlayışımıza göre; bütün bunlar, ülkemizin, partimizin devrim stratejisinde doğal görevlerimizdir ve geleneklerimiz olarak, tarzımız olarak sürdürülür.
Biz, devrimci mücadelede; savaşçı, direnişçi geçmişin güncel politika materyali haline gelmesine karşı çıkarken, bu alanda son derece tutarsız ve başarısız olanlar, ciddi ve sorumluluk duygusu taşıyan özeleştirilerle kendilerini aşmak ve doğru halkaları yakalamak yerine, hayali geçmiş, hayali varlık temelinde propaganda, ajitasyon sürdürüyorlar. Bu durum, onlar açısından geleceğin de hayalden ibaret olacağının göstergesidir. Fakat ne yazık ki bu hayaller sadece kendilerine zarar vermekle sınırlı kalmıyor. Devrimci hareketi bir bütün olarak etkiliyor ve yeni kuşakların devrim tarihimizin yakın geçmişine ilişkin yanlış ve çarpık 'bilgiler'le körleştirilmesine ve radikal eğilimlerinin yanlış yönlendirilmesine yol açıyor.
Uzun süre, 1980 yenilgisinden, bütün devrimci gruplardaki dostlarımızın önemli dersler çıkarmış olduğunu umut ettik. Önemli bir yenilgi süreciydi, derslerle doluydu. 1980'den önce hırpalanan örgütler, bütün darbe tartışmalarına ve herkesin "darbe geleceğini öngörmesine" rağmen hazırlıksız yakalanılmıştı. Bugün olduğu gibi birşeyleri "tespit etmenin" yetmediği, bu tespitlere uygun olarak örgütlenilmez ve hazırlanılmazsa, yapılan saptamaların fazla anlam taşımadığı bir dönem yaşanmıştı. Örgütler, kendilerini, gelmekte olan tehlikeye hazırlayamadı. Daha sonra da cunta koşullarına adapte olamadı ve yenilgi süreci başladı. Yenilgi, 12 Eylül 1980 demek değildir. Yenilgi, cuntadan sonra örgütlerin açık faşizme karşı direnememeleri ve kendilerini yeni koşullara göre yeniden biçimlendirip mücadeleyi sürdürememeleridir. Örgütsel yapılarını koruyamamaları, dağılmaları, ideolojik direniş gösterememeleri, her alanda ve her anlamda çözülmeleridir.
Devrimci cephenin paniğinin ve hareketsizliğinin yarattığı boşluktan faydalanan düşman, dünya çapındaki deneyleri ışığında, Türkiye halkları üzerinde çok canlı ve kapsamlı politikalar yürütmüştür.
1960'lı yıllarda ve 1970'li yılların ilk yarısında, sosyalizm, dünya halkları nezdinde eşitliğin, özgürlüğün ve adaletin simgesiydi. Bu durum, karşı devrim güçlerinin çoğunluğu için bile böyleydi. Kuşkusuz yoğun bir karşı propaganda üretiliyordu. Bu önemli kavramların bizlerle özdeşleşmesine karşı sistematik faaliyetler içerisindeydiler. Fakat ne yapılırsa yapılsın, halkların gözünde devrimciler dürüsttü, adildi, "onlar için yaşamlarını ve geleceklerini feda ediyorlardı, cesurdular, kahramandılar, ülkelerini savunuyorlardı ve onlar için güzel bir gelecek kurmak istiyorlardı".
Bu dönemde sosyalistler lehine oluşan olumlu duyguların çözülüşünde, reel sosyalist ülkelerin uluslararası politika alanında yaptıkları yanlışların da çok büyük rolü olmuştur. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin modern revizyonist politikalarının etkisiyle sosyalizm büyük prestij yitimine uğramıştır. Tam o koşullarda, Türkiye, bir darbede içeriden almıştır.
Darbeden sonra ancak 1985'lerde bazı kıpırdanmalar başladı ve canlanmanın ilk tespit edildiği kesim, işçi sınıfıydı. Toplumun diğer kesimlerindeki apolitikliğe ve "anti-politikliğe" rağmen, her zaman olduğu gibi, karakterine uygun olarak üniversite gençliğinin, YÖK'ün bütün tahribatlarına rağmen yavaş yavaş filizlendiği görüldü. Fakat daha üniversitelerdeki filizlenme aşamasında sol içi kısır çekişmeler de başladı. Çok büyük bir talihsizlikti ve bu işin başını çeken grupların Türkiye solunda etkin bir şekilde teşhirinin yapılması zorunludur. Kendileri de hatalarını kabul edip yeni tekrarlara yönelmemelidirler.
O aşamada tam tersine genel bir genişlemenin hedeflenmesi gerekiyordu. Hayır, 'gerekmiyordu'. Zorunlu olan buydu. Sosyalistlerin tek seçeneği buydu. Fakat daha gençliğin ve sınıfın kıpırdanmalarının ve 12 Eylül yenilgisinin sonuçlarını üzerlerinden atma çabasını göstermeye başlamalarının ilk aşamasında, devrimi ve sosyalizmi değil grup çıkarlarını gözeten ve bunu her şeyin üzerinde tutan, dünyaya bu at gözlüğüyle bakan bazı gruplar, özellikle üniversitelerde ve bazı sendikal çalışma alanlarında kısır, yapay, karikatür çekişmeler yarattılar. Genel genişleme zemininde, toprak bereketlenince, devrimciler olarak gerçek anlamda hayat bulunabileceğini ya göremediler ya da..., bilemiyoruz.
Bir yenilgi döneminden sonra canlanma daha yeni başlamışken fraksiyon çekişmelerini, çatışmalarını öne çıkarmanın, devrime, sosyalizme, sınıfa, sınıfın mücadelesine nasıl faydası dokunabilir? Bütün bunları bir kenara bırakalım, o gruba ya da gruplara 'çıkar' sağlama olasılığı var mıdır? Ve bu keskin çıkışlar, "önce grup reklamı", "grup etkinliğini göstermek herşeyin üzerindedir", "tek doğru benim, dolayısıyla bütün bunları yapmak zorundayım" mantığı, katılımı zayıflattı ve geriletti... Sürtüşmeler, çatışmalar, katılım eğilimi göstermeye başlayan kesimlerin bu eğilimlerinin gerilemesine neden oldu.

Kırılan dalgalar denizi tüketmez...
İzleyen yıllarda, bilindiği gibi, reel sosyalist ülkeler Gobaçov'un önderliğinde emperyalizme teslim oldular. Başta SSCB Bürokrasisi olmak üzere, bu ülkelerin bürokrasileri, insanlığın sosyalizm adına bütün bir çağ boyunca sürdürdüğü savaşımı, tarihin en büyük ihanetiyle noktaladılar. Sosyalizmin yeniden yükselen dalga haline geleceği tartışılmaz ve kesin bir gerçek olsa da dönemsel bir yenilgi, ağır bir yara alınmıştır. Bir dalga kırılmıştır. Son derece önemli bir dalga kırılmıştır ama bilinir ki, kırılan dalgalar, denizi tüketmez. Deniz yeni dalgalar üretir ve halklar dipten yeni dalgalarla tekrar tekrar sınıflar sahnesinde geleceğini arayacaktır. Geleceğini kurtaracak ve kuracaktır.
Ve çok iyi bilinmelidir ki kırılan dalga, emperyalizmin başarıları nedeni ile değil, özellikle reel sosyalist ülke iktidarlarının yanlışları sonucu kırılmıştır. Bu ülkelerin halkları, sosyalizmin çok daha genç ve zayıf olduğu 1939-45 yılları arasında cereyan eden emperyalistler arası II. Paylaşım Savaşında faşist orduların azgın saldırılarıyla karşılaşmış ve büyük bir direniş hattı oluşturarak faşizmi yenilgiye uğratmışlardır. Bu savaştan askeri ve taktik zaferlerle daha da güçlenerek çıkmışlardır.
Fakat, aradan uzun yıllar geçtikten sonra 'içerdeki' yabancılaşma, sosyalizm adına işlenen 'günahların' bedeli olarak kendi sistemini çökertiyordu. 70 yıl önce başlayan sosyalist iktidarlar pratiği içinde halklar lehine gerçekleştirilen onca ilerlemeye rağmen giderilemeyen zaaflar, reel sosyalizmin çözülmesine, sosyalist sistemin çökmesine yol açtı.
Tarihin en büyük fırsatlarından birini yakaladığını düşünen emperyalist mihraklar yoğun bir ideolojik bombardıman başlattılar. "Sosyalizmin bütün kaleleri düştü. Sosyalizm artık geri gelemeyecek kadar küçük parçalara ayrılarak tarihin çöplüğüne gömüldü. Duvarlar parçalandı, şimdi halklar özgür. Kapitalizmin alternatifi yoktur. Kapitalizmi iyileştirelim, daha verimli hale getirelim. Soğuk savaşı kapitalizm kazanmıştır." denilerek, "Tarihin Sonu", "Yeni Dünya Düzeni" üzerine edebiyatlar yapıldı, söylemler geliştirildi. Burjuvazinin ideologları büyük bir hız ve şevkle yeni durumun ekonomisi, sosyolojisi, psikolojisi, kültürü üzerine kapsamlı çalışmalar yürüttüler, yürütüyorlar.
Dünya halklarının tıkanan soluğunu tümüyle tüketmeye, umudu kırmaya ve bitirmeye yöneldiler. Ellerine geçen bu tarihi fırsatı iyi değerlendirebilmek ve bunalımın mümkün olduğunca uzun sürmesini sağlamak için alternatif düşünsel üretimlerin gerçekleşmesini engelleyecek yoğun bir sis ortamı yaratmayı amaçladılar. Çatışmalardan zararla çıkacaklarını kendileri de çok iyi bildikleri için iki temel reaksiyonun karşı karşıya gelmesini önlemek amacıyla ara akımlar ürettiler. Sosyalizm şemsiyesi altında gözüken çarpık toplumsal akımları bizzat örgütlediler. Sonuçta dünya halklarını gerçekten abondone ettiler.
Bu ortamdan sadece halklar olumsuz etkilenmediler. O güne kadar bu işin öncülüğünü yapan, sosyalizme hayatını adayan insanlar da etkilendi ve derin bir moral çöküntüsü, savrulma yaşadılar. Mücadele cephesinden kopmalar oldu, devrim safları zayıfladı. Savrulanlar, henüz devrime kazanılamamış insanlardan, sıradan demokratlardan daha geri noktalara düştüler. İnançsızlık ve inkarcılık dönemin en yaygın "ideolojileri" oldu.
Türkiye açısından baktığımızda, devrimin dönem programlarını oluştururken, her şeyden önce gündeme Kürdistan'ın yakıcı sorunları geliyor. Öte yandan, Ortadoğu'da, Kafkaslar'da ve Balkanlar'da tam bir dengesizlik ve sancı dönemi var. Kaynayan kazanın ateşi sürekli güçlendiriliyor. Türkiye böyle bir ortamla çevrili ve kendi ateşi hepsinden harlı. Bütün bu sorunlar ve bunlara yanıtlar üretilememesi, devrimci hareketin solmasına neden oldu. Sonuç olarak bugün ülkemizde çok büyük bir tıkanıklık vardır.
Sosyalistlerin tıkanıklık noktalarını görebildiği, yolun nasıl açılacağına ilişkin doğru yöntemler üretebildiği zaman yenemeyeceği güçlük yoktur. Fakat ne yazıkki sol grupların çoğu tıkanıklıkları görmezden gelmektedir. Bu durum, onları aşmayı engellemektedir. Yapılan işler, bilinen bütün kahramanlık sözcükleriyle süslenerek ajitasyon materyali haline getirilmekte, sosyalist ajitasyon ve propagandanın da ufku alabildiğine daraltılmaktadır. Bu yolda yapılan herşeyin, çakılan her çivinin bizim için değeri vardır. Hiç bir zaman grup mantığı bizi belirlememiştir. Çok iyi ayırdındayız ki, devrim, gerçekten emek veren, alınteri döken, üreten, savaşan bütün insanların eseri olacaktır. Sosyalist insana, hangi gruptan olursa olsun yoldaşımız gözüyle baktık. Yanlışlar, hangi grubun olursa olsun, bizi kendi yanlışlarımız gibi yaraladı.
Bu duygularla ve düşüncelerle baktığımızda, bugünkü sol mücadele tablosunun yanlışlıklarının ağır bastığını görüyor ve bundan büyük endişe duyuyoruz. İşin en vahim yönü, arkadaşlarımızın, olumsuzlukları görmekten kaçma ya da kendilerini tamamen soyutlayarak yanlışları başkalarına maletme psikolojisidir. En fazla, "başarılarımızla yetinmemeliyiz. Bizimde bazı eksikliklerimiz var. Kendimizi aşmalıyız, daha iyi savaşmalıyız." tarzında bir kapı aralanıyor, o kadar...

Varolanın değerlendirilmesi,
değişmesi gerekiyor...

Halk kitlelerinin, sol hareketler ve sosyalizm karşısında bugün durdukları noktanın esas sorumlusu biziz. Dünyadaki, bölgemizdeki problemlere ve Oligarşi'nin, faşizmin taktiklerine rağmen Türkiyeli devrimciler olarak bizler, gerektiği gibi politika yapabilseydik-yapabilsek durum bugünkünden çok farklı olurdu-olur. Kendi yanlışlarını ve eksikliklerini görmeyen, yapay ve pragmatist birliklere yönelen ya da tümüyle kendi dışındakileri yok sayan, en zayıf olduğu süreçlerde kendini parti ilan ederek, 'zayıflığını aşma taktiği' geliştiren, iç çatışmaları, iç 'infazları' düşmana yönelik mücadelesinden ve örgütlenme çalışmalarından daha fazla gündem işgal eden grupların ülke politikasında sözü olması, devrim yapısını yükseltmesi mümkün olamıyor. Hepimizin toplamından dahi, ciddi bir sonuç çıkmıyor. Sözgelimi, "Gazi" hepimizin toplamıydı, 1 Mayıslar hepimizin toplamıdır...
Bunlardan umutsuzluk dersi çıkmaz, bunlardan "geri çekilme" gerekliliği çıkmaz. Bunlardan devrimci savaşa karşı, devrimci mücadeleye karşı legalist, pasifist, nihilist sonuçlar hiç çıkmaz. Bu gerçeklerden çıkması gereken sonuçlar, şapkaların öne koyulup düşünülmesi; düşünerek savaşma, savaşarak düşünme diyalektiğinin ülkemiz pratiğine uygulanmasıdır.
1980 öncesiyle 1990 sonrası arasında tesbit edilmesi gereken çok önemli bir farklılık vardır: Türkiye'nin sosyo-ekonomik yapısı temel nitelikleri itibarıyla değişmemiştir ama değişen çok önemli başka bir faktör vardır. Bu, halkın devrim karşısında durduğu yerdir... Yani, bir devrimci hareketin siyasal taktiklerini üretirken gözetmesi gereken en önemli faktörlerden biri değişmiştir. Halkın dönem psikolojisini iyi tesbit edemeyen bir sosyalistin ona bilinç götürme, eylemleriyle onu "sarsma, uyandırma, sempatisini kazanma, yaşam gerçekliklerini anlatma " şansı yoktur. Bugün halkın dönem psikolojisi açısından, 12 Eylül öncesiyle niteliksel bir farklılık vardır.
Öncelikle sosyalizmin, dünya çapında uğradığı yenilgi nedeniyle geniş kitlelerin gözünde umut olma özelliği büyük ölçüde sarsılmıştır. Ülkemiz devrimcilerinin bu döneme tekabül eden yenilgisine daha sonra yaptıkları yanlışlıkların da eklenmesiyle, halkın devrime ve devrimcilere karşı duygu ve düşünceleri değişmiştir. Halkın ruhsal dünyasında büyük bir boşluk oluşmuştur. Bu boşluğu, kafalarını gökyüzüne çevirerek doldurmaya çalışanların hızla çoğalmasındaki sorumluluk payımız oldukça büyüktür. Refah Partisi iktidara gelirken sadece dinsel temaları kullanmamıştır. Bizim temel amaçlarımız olan "hak, adalet, eşitlik, bağımsızlık" temalarını özellikle kullanmıştır.
Bunları söylerken çeşitli yanlış anlaşılmalara izin vermemek amacıyla hemen belirtmeliyiz ki; bütün bunlara rağamen halktan, devrimci örgütlerin toplamının bugünkü durumlarıyla yanıt verebileceğinden çok daha fazla örgütlenme talebi gelmektedir. Sonuç olarak, problemin düğümlendiği nokta, halkın durumunun yanı sıra, halkın durumundan daha çok, onun durumunu da, kendi durumunu da doğru tesbit edemeyen devrimci örgütlerdedir. Bizdedir...
Halkın, bazı özel dönemlerde, devrimcilerin erişimleri ile belirlenmeyen parlamaları oluyor, fakat bu özel anlara yanıt veremiyoruz. Halbuki, özellikle 1990'dan sonra, Türk halkının, dikkatle izlenmesi, daha oluşum süreçlerinde içinde bulunulması, yönlendirilmesi, içerik kazandırılması gereken özel "anları" oluyor. Çok özel fırsatlar çıkıyor, bizler gerektiği gibi değerlendiremiyoruz.
Böyle bir ortamda mücadele ediyoruz ve halkın durumunu hesaba katarak yapmamız gereken taktik saptamalar var. Devrimci hareketlerin Türkiye'deki mücadelesi, her ne kadar anti-emperyalist bir öz taşısa da, ulusal taleplerin belirlediği bir mücadele değildir. Biz, sosyalizm için mücadele ediyoruz, savaşımımızın belirleyici yönü sınıfsaldır, ulusal taleplerden hareketle halk kitlelerine gitmiyoruz. Sınıfa, sınıfsal çelişkileri temelinde gidiyoruz. Özetle, Kürdistan'daki durumdan farklı hareket noktalarımız vardır. Biz, anti-oligarşik temellerde sosyalizm için mücadele ediyoruz ve yola çıktığımız andan itibaren kitlelere ilettiğimiz mesaj ve sınıfla buluşma durağımız esas olarak budur.
Sosyalistlerin, öncelikle, 12 Eylül'ün, Gorbaçov'un, Özal Dönemi'nin, MGK Hükümetlerinin sistematik olarak birbiri ardına gelen politikalarla oluşturmaya çalıştığı "yeni" kültürü yenmesi gerekiyor. Bu "kültürden" bağımsızlaşması ve bağımsızlaştırması gerekiyor. Oligarşi 12 Eylül 1980 günü ringe çıktı ve iyi bir maç çıkardı. Önce hızla saldırdı, güçsüz bıraktı, sonra kimliksiz bıraktı ve abandone olmuş rakibine yeni bir kimlik empoze etmeye çalıştı. "Sen boksör değilsin, sen havlu tutuyorsun..." Sonra, Özal döneminde, aslında havlu tuttuğunu sanan boksörün dikkatini, yaşamında hayal dahi edemeyeceği renkli oyuncaklarla ve illizyonlarla dağıttı. Garip boksör, ringde ayakta duramadığı halde boks antrenörü olmanın rüyasıyla yattı her gece. Ve işte istenilen uyku hali elde edilmişti... Bundan sonrası, "Clinton'un dahi güzel bulduğu" sarışın kadın imajlarıyla, aslında Cumhuriyet'in başından beri kasada tutulan "sarık, cüppe" hayaletinin tehditiyle, devlet danışmanımız Ecevit'in felsefi aydınlatmalarıyla, ama aslında MGK hükümetleriyle sürüp gitti. Devlet mafyalaştırıldı, mafya devletleştirildi. Bütün bu süreçlerde ülkeyi MGK yönetiyordu. Ama o "allahtan" temiz kaldı...
Üretim ilişkileri tarihinde, yaşanan dönemlerin bütün çelişkilerine rağmen halkların sürpriz gelişmeler yarattığı ya da devrim-karşı devrim çelişkisinde karşı devrimin sürpriz "kazalar" yaptığı görülmüştür. Bu süreçler için mutlak kehanetler üretmek ve öngörü adına sınırlanmak doğru değildir. Ama bugünden görülebilen şudur ki, varolan koşullarda devrimci gelişme yavaş olacak, yavaşlığına rağmen her zamankinden çok daha fazla alınteri, çok fazla emek, çok fazla adanmış yaşamlar isteyecektir. Bir, iki, üç, belki daha fazla kuşağın yaşamlarını...

Sosyalizm sosyalistlerden
yeni yanıtlar istiyor...

Sosyalizm adına, sosyalizmin inşaası adına, tüm insanlığın esenliği adına sunulacak perspektifler açıdsından ve yürütülen pratik içinde doğan güncel sorunlar, ortaya çıkan dönemsel problemler açısından, henüz çok net teorik yanıtlar üretilememiştir.
Dünya sosyalistleri tarafından çeşitli yanıtların üretilmesi yönünde çalışılmaktadır, ortaya konulan tezler tartışılmaktadır, değerlendirmeler yapılmaktadır. Sosyalistler, şimdi dünyanın her tarafında tartışıyor, kendini üretime zorluyor, yeni yanıtlar arıyor. Sosyalizmin ve halklar mücadelesinin,sınıflar savaşının tarihi tekrar tekrar irdeleniyor. Henüz ciddi saflaşmalar ve netleşmeler gündemde değildir. Bu tartışmaların toplamından ciddi yanıtlar çıkacaktır, yeni saflaşmalar oluşacaktır. Sınıflar tarihinin bu aşamasına ilişkin Marksist-Leninist diyalektiğin dönemsel yanıtları somutlaşacaktır. Ama henüz bu netlik sağlanmamıştır ve sosyalistler, devrimciler bir yandan sınıf mücadelesinin nefes alma, duraksama yasası olmayan pratiği içinde alın teri dökerken, bir yandan da bu sürece katkıda bulunmaya çalışmaktadırlar.

Sorularda boğulmak ya da
soruları yok saymak

Mücadele pratiğimizin en önemli problemlerinden biri bu çelişki temelinde başgösteriyor. Sosyalizm için mücadele niyeti taşıdığını düşündüğümüz bazı insanlar ya da gruplar, dönemin soru ve sorunlarının ağırlığı altında eziliyor, sosyalizmin öğretilerinden yararlanarak bunlara karşı devrimci bir direniş hattı oluşturamıyor, kendilerine ve çevrelerine problemlerden oluşan bir dünya yaratıyorlar. Giderek bu dünyanın sınırları soru işaretleriyle örülüyor. İçerdekilerin üretememe, savaşamama tutsaklığını belirliyor. Bu duruş tarzının tam tersi kutupta, bu duruma tepkileri de içeren, bizzat üretememe özgüvensizliğinden kaynağını alan, sorunların ağırlığı karşısında ezilen bir psikolojinin insanları duruyor. Bunlar, soruları tamamen görmezden geliyorlar. Haydi devrime!
Evet, haydi devrime, ama sorularımızı, sorunlarımızı atlamadan. Yanıtlar bulunmadan yola çıkılmaz diyen anlayışları şiddetle yadsıyoruz. Uyandığımız andan itibaren mücadele alanında yürümeye başlayalım. Örgütlenelim, savaşalım,alınterimizi, kanımızı son damlasına kadar devrime hasredelim. Ama soru ve sorunlarımızı da yanıtlamaya çalışarak döğüşelim ki, yürüyüşümüz tekrar tekrar sekteye uğramasın. Temel problemlerimizi çözelim ki attığımız her adım bir sonrasının pratik yanıtlarını içinde taşısın. Onlara ne kadar açıklık getirebilirsek alınterimiz o kadar karşılığını bulacaktır. Ve akıttığımız kan... O kan bizim için kutsaldır!

Dünyayı yeniden
tanımlamak zorundayız...

Bugün sosyalistlerin kafasında teoride eksiklikler, düşüncede kopukluklar vardır. Bir kesim bu boşluğa kendini kaptırmış sürüklenirken bir kesim de hiç düşünmeden soyut ajitasyonlar ve sloganlarla kopukluğa karşı direnmeye çalışmaktadır. İki tavır da değişik savrulma biçimleridir. Biz, sorunlarımızı bilmek, bunlara rağmen mücadele ederken bunların yanıtlarını da üretmek zorundayız.
Mücadelemizin bir ayağı bu üretim olmalı. Halka sosyalizmi anlatırken, reel sosyalizm öncesi sloganları kullanamayız. Kadroları eğitirken kahramanlık destanlarıyla onlara devrimci üretim zenginliği veremeyiz. Teorik, ideolojik ve politik hat üzerinde ilerlemek, ilerlemek, ilerlemek zorundayız. Çağa yetişmek için acelemiz var, karşı-devrimin açtığı mesafeyi kapatmak için acelemiz var. Yitirdiğimiz kuşakları gecikmiş dönemlerinde de olsa yakalamak için acelemiz var. Kürdistan'da dökülen kana, akıtılan tere karşı sorumluluklarımızdan dolayı acelemiz var...
Ama "bir adım ileri, iki adım geri" bir mehter marşı temposuyla değil, realitenin ve tarihin adımlarıyla uyumlu yürüyerek "acele" edeceğiz. Yükümüz ağır!.. Sorumluluğumuz olağanüstü özen gerektiriyor.
Dünyayı, bütün ilişki ve çelişkileriyle yeniden tanımlamak zorundayız. Sosyalizmin 70 yıllık iktidar pratiğini çözümlemek zorundayız. Halkın bütün bunlara ilişkin sorularına yanıtlar üretmek ve bu yanıtları mücadelenin geliştirici koşulları içinde zenginleştirmek zorundayız.
Biz sosyalistler olarak, sosyalizm tarihinin başından beri, propaganda ve ajitasyonumuzun en temel unsuru olarak sosyalizmin insanı özgürleştireceğini söyledik. Bizim en ciddi hedefimiz, programlarımızın özeti budur. Sosyalizmin insanı özgürleştireceğini, kişiliğini özgürce geliştireceği bir ortam yaratacağını, böylelikle hem insan mutluluğu denilen amaca ulaşılacağını, hem de bunların bir toplamı olarak insanlığın büyük bir hızla ilerleyeceğini biliriz ve anlatırız. Devleti yok edeceğimizi söyleriz.
Ama pratiğimizde ortaya çıkan sonuçlara bakıldığında, bu doğrultuda ciddi aşamalar kaydedemediğimiz görülmüştür. Sosyalizm tarihi son derece önemli gelişmelerin yaratılmasına imza attı, özellikle yoksul ülkelerde iktidara geldiği halde altyapı problemlerinin çözümünü çağdaş boyutlarda insan hizmetine sundu. Burada konumuz olmayan büyük yaratıcılık örnekleriyle ve uluslararası emperyalizme karşı güçlü bir direnişle yaşanan yıllarda ne yazıkki iddialarımızın en önemli yönlerinden biri zayıf kaldı. Devleti eriteceğiz dedik, çok mükemmel, çok güçlü kontrol aygıtları kurduk. Emperyalizmin azgın kuşatması altında bütün bunları yaparken haklılık payımız büyüktü, gerekçeklerimiz sosyalizmin bekası, devrimin zaferinin garantisi yönündeydi. Ama ciddi yanlışlar yaptık. Tarihi tartışırken, yanlışları yargılarken, geçmişin pratiğine karşı alternatifler öne sürüyorsak, bunların uygulanabilirlik durumunu da tartışmak zorundayız. Biz, reel sosyalizmin hatalarını da bu prensipler ışığında tartışıyoruz.
Yapılan yanlışlar sonucunda, devlet karşısında, üniforma karşısında esas duruşa geçen, korkudan herşeyi yapabilen bir insanlar yığını yaratıldı. Devrim yapmış ülke tarihleri incelenirken dikkat edilirse; halk, devrimden sonraki ilk 15-20 yıllık zaman diliminde, devrimi yapma sürecindeki alışkanlıkları, coşkusuyla sosyalizmi inşaa süreçlerine de katılmıştır. Bu yeni sürece emeğini büyük bir istek ve özveriyle hasretmiştir. Ama devrim yapmış bütün ülkelerde de bu dönemde temelleri atılan, giderek büyüyen benzer olumsuzluklar yaşanmıştır. İktidar ele geçirildiği andan itibaren devrimin zaferini korumak adına, iç ve dış düşmanlara karşı devrimi, sosyalizmi savunmak adına devlet, bürokrasi, parti alabildiğine güçlendirilmiştir. Merkezi aygıtların güçlendirilmesine bağlı olarak halkın devrim sürecinde yarattığı değerler, devrim sonucunu doğuran halk insiyatifi, aşağıdan yukarıya yaratılan örgütlenmeler zayıflatılmış, köreltilmiştir.
"Halk adına" yöneten bir parti, "işçi sınıfının partisi" iktidardadır. Dolayısıyla, artık işçi sınıfının örgütlenmelerine çok fazla gerek yoktur... Ve bu örgütlenmeler lağvedildi. Sınıfın en önemli haklarından biri olan seçtiğini "geri çağırma hakkı" dahi elinden alındı. Kitleler, büyük gösterilerin, yıldönümlerinin figüranları haline getirildi.
Kitleler apolitikleştirildi, insiyatifi köreltildi. Bunun sonucu olarak çözülme dönemleri de yine halkın dışında, partinin kendi aygıtının dahi dışında bir yerlerde ilginç senaryolarla yaşandı. Örneğin, Romanya'da çok az bir süre önceki kongrede bütün üyeleriyle Çavuşesku'yu ayakta ve uzun süre alkışlayan parti yönetimi, bir ay sonra onun kurşuna dizilmesine karşı sessiz kaldı. Halk zaten büyük bir suskunluk içerisindeydi. Ve suskunluğunu sürdürdü. Morglardan alınan cesetler TV kameralarının önüne getirildi, "çatışma olmuştu, darbeciler kazınmıştı, diktatör Çavuşesku ile ihtiraslı karısı Elena kurşuna dizilmiş ve halk kurtarılmıştı." Oysa halkın hiçbirşeyden haberi yoktu. Çavuşesku'nun, partinin bütün yöneticileri tarafından ayakta alkışlanması da, çok kısa bir süre sonra bir avuç işbirlikçi tarafından kurşuna dizilmesi de onu pek ilgilendirmemişti. Tam bir tepkisizlik, apolitiklik, hayata uzaklık içindeydi. Evi, havagazı, suyu, ulaşımı, doktoru, çocukların okulu, asgari gıdası nasılsa vardı. Bunlar ona "tanrının bahşettiği doğal nimetlerdi". Lanse edilen "çatışmalar da, zafer de" Bükreş'te yaşanmamıştı... Gerçek olan tek şey vardı, Nikolai'ın ve Elena'nın kurşuna dizilmesi... Romanya'da "sosyalizm çökertilmişti, halk artık özgürdü". Oysa halkın bu yeni özgürlüğünün sınırlarından da haberi yoktu, bu özgürlüğün ona getireceği yoksulluktan, ondan götüreceği ekonomik, sosyal, kültürel değerlerden de... Bu, tam bir yabancılaşmaydı. Şimdi Romanya'da halk Nikolai'yi çok arıyor, McDonald acentalarından, kot pantalondan, her türlü makyaj malzemesinden ve kapitalizmin sunduğu "renkli, sınırsız, özgür, ışıklı" rekabet dünyasının fahişeliğinden çoktan bıktı.
Fakat artık Çavuşesku yok. O, yeni ve daha az yanlış yapan Çavuşesku'lar yaratmak zorunda. Bürokratları olmayan bir sosyalist parti, lüks arabaları, özel semtleri, çocukların özel okulları, lider sarayları olmayan sosyalist yöneticiler yaratmak zorunda. Kendisinden uzak olmayan, kendisinin olan, kendisi olan bir parti! Halkın sosyalizmden beklediği, sosyalist partiden beklediği budur.
Reel sosyalist ülkelerdeki yabancılaşmayı, kastlaşmayı, halkına politikleşmesini çok iyi görmek gerekir.
Bunun gibi, emperyalizmin yeni ilişki ve çelişkilerini, yeni sömürgelerin 1980-1990 sonrası durumlarını, kısacası, tüm dünyayı yeniden tanımlamak ihtiyacı vardır. Mevcut tanımlar yeni durumlara yetmemektedir.
Devrimci mücadeleyi, savaşı ertelemeksizin, bu yolda ki görevlerimizi aksatmaksızın, günümüzün sorularıyla içiçe olmalıyız. İki mücadeleyi birlikte vermeliyiz ve iki sürecin içiçe olduğunu bilmeliyiz.
Bizi diğer soldan ayıran bu bilincimizdir.
Mantıkta ve yöntemde gelişme dinamiği yakalamak belirleyici önemdedir.
Yakaladığımız bu dinamik bizi diğer soldan ayırmaktadır ve bu dinamiğin üzerinden yükseleceğiz.
(Sürecek)

 
 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92