Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

Didar GÖKSUN

SUNUŞ

Yaşadığımız dönemin en önemli sorunlarından birinin, sosyalizmin deneyimlerinin sağlıklı ve objektif çözümlemelerinin yapılabilmesi olduğu bilinmekte ve hemen hemen bütün sosyalist çevreler tarafından ifade edilmektedir.
Ne var ki, bir gerekliliğin tanımlanmış olması, bu konuda herkesin üzerine düşeni yaptığı, yapabildiği anlamına gelmez. Ancak ve ancak doğru bir tarih bilinci, yöntemi ve birikimi ile gerçekleştirilebilecek olan bu görev, bağımsız, üretken ve sosyalizmin geleceğine ilişkin olarak da gerçekten samimi olanlar tarafından yerine getirilebilir. Daha doğru bir deyişle, bu yolda katkılar sağlanabilir. Çok yönlü ekonomik, siyasal, sosyal, tarih araştırmaları ve çözümlemeleri ile, içinde bulunduğumuz sürecin verilerinin doğru sentezlenmesi sonucu elde edilecek olan birikimlerin, yine aynı anlayışlarla örülmüş üretken tartışma süreçlerinden geçmesi gerekmektedir.
Sosyalizm, yaşamın bilimidir. Teori ve pratiğin koparılamaz bağları, bu siyasal bilimi sadece tarihçilerin ve akademisyenlerin sahası olarak değil, bizzat sosyalist devrimin örgütçü ve emekçilerinin düşün alanı olarak açmıştır. Daha önceki dönemlerde de yaşandığı gibi, diğer tüm bilimlerin verilerini doğru toparlayabilen ve bu veriler üzerinde sosyalizmin öğrettiği düşünme ve çözümleme yöntemlerini sağlıklı kullanabilen devrimciler, yeni pratiklerin düşünsel yolunu, bizzat yine kendileri açarlar.
Özellikle, tarihin en büyük ihanetçilerden biri olarak kaydedeceği Gorbaçov'un Glastnost ve Perestroika dönemlerinde, sosyalizmin sorunları üzerinde dünya ölçeğinde yoğunlaşan tartışmaların, henüz sağlıklı bir rotaya oturmuş olduğunu ve yeni devrimlere ışık tutacak genel çözümlemelerin yapılabildiğini söyleyemeyiz. Bu durumun, özelde devrimcilerin önünü tıkayan bir problem olduğunu düşünmüyoruz. Bu tartışmalar en azından belli bir aşamaya gelmeden devrimlerin örgütlenemeyeceği ve devrimcilerin gerçek işlevleriyle buluşamayacağı yolundaki görüşler, bulanık suda yüzmekten hoşlanan ve suyun durulması halinde gerçek yüzlerinin açığa çıkacağı kaygısıyla bu günlerin tadını çıkaran devrim kaçkınlarının görüşleridir.
Dünyadaki sosyalizmin prestijiyle ilgili genel sorunların, SSCB'nin dağılması ve Doğu Avrupa'nın çöküşünün, dünya halklarında sosyalizm aleyhinde düşünce ve duygular oluşturduğu doğrudur. Emperyalizmin bütün bunları kullanarak gerçekleştirdiği çok yönlü bombardımanın ilk yaraları sarıldıktan, deprem sonrasının enkazı kaldırıldıktan sonra, kendini toparlayabilen halklar, yine teori ve pratiğin birlikte gelişiminin ilkeleri doğrultusunda, bu tartışmaların sonuçlarını 'beklemeden' kendi yollarını açmaya başlamışlardır ve önümüzdeki dönemlerde, halkların tarihe dönüş süreci daha da hızlanacaktır.
THKP-C, ideolojisi ve pratiğiyle devrim mücadelesinde yerini aldığı yıllardan beri, bağımsız ve objektif düşünce sistematiği ile, o yıllarda solcuların kayıtsız koşulsuz biat ettiği mevcut sosyalist pratikleri eleştiren, doğruların özenle korunması ve savunulması, yapılan hataların eleştirilmesi ve yargılanması için çaba gösteren bir çizgide olmuştur.
Sosyalizmin sorunlarının tartışılmasını çok fazla önemsiyoruz. Fakat bu tartışmalar, kesinlikle devrimci görev ve program tartışmalarının, yarına ilişkin pratiğin önüne çıkarılmamalı, bu yöndeki eğilimlerle de mücadele edilmelidir. Yürüyerek tartışmak, tartışarak yürümek, her dönemde THKP'nin ve THKP'lilerin en önemli ilkelerinden biri olmuştur.
Bu sayımızda başladığımız ve devam edecek olan "Sosyalizmin Sorunları Dosyası" , özellikle eski reel sosyalist ülkelerdeki sosyalistlerin yeni durumlarını, bu ülke halklarının yaşadığımız süreçlerde sosyalizme ve yakın geçmişlerine ilişkin duygu ve düşüncelerini de içermelidir. Sosyalizmin sorunlarını, sadece herhangi bir dönemde, sözgelimi Stalin'in, sözgelimi Çavuşesku'nun hatalarında aramaktan ve değerlendirmelerimizi bu şekilde sınırlandırmaktan çok; bunların yanısıra, "insan"ın düşleri ve arayışları ile, ekonomik ve ulusal zorlukların sınırlamalarına rağmen bu düşler ve arayışlarla örtüşme olasılıklarının tartışılması gerekmektedir. Reel sosyalizm ve sosyalizm sonrası süreçlerde, halkların somut yaşamlarından çıkardıkları dersler de çok önemlidir. Özellikle bu yönde bilgiler içeren yazı ve çevirilerin yayımlanması gerekiyor.



Proletarya Enternasyonalizmi ve SSCB

Çağdaş sosyalist pratiğin en çok tartışılan yanlarından birisi de, proletarya enternasyonalizmidir. Sosyalist ülkelerin bu ilkeye ne ölçüde uygun davranabildikleri ve var olan olumsuzlukların kökeninde yatan nedenler, sosyalizmin sorunlarının belirlenmesinde can alıcı konulardan biridir.
Birinci Enternasyonal, "İşçi sınıfının kurtuluşu, ne yerel ne de ulusal bir görev olmayıp, modern toplumun bulunduğu bütün ülkeleri kapsayan, çözümü de en ileri ülkelerin pratik ve teorik alanda birlikte eylem göstermesine bağlı olan toplumsal bir görevdir." ilkesinin üzerinde yükselmişti. Bu ilke, Üçüncü Enternasyonal'in de kuruluş ilkesiydi. Lenin'in devrimci grup ve partilere yolladığı davette geçen: "Proletarya enternasyonalizmi: 1) Tek tek ülkelerin hareketlerinin çıkarlarının dünya çapındaki devrimin çıkarlarına tabi kılınmasını, 2) Burjuvazisine karşı zafer kazanan ulusun, uluslararası kapitalizmi yıkmak için, en büyük fedakarlıkları yapmaya yetenekli ve razı olmasını gerektirir" sözleri, enternasyonalizmin anlamınının güzel bir tanımıydı.
Ancak, daha sonraki süreçlerde ve özellikle Emperyalistler Arası 2. Paylaşım Savaşı günlerinde enternasyonalizmin anlamı farklılaştırıldı. Kapitalizmi yıkmak, komünizmin ilk evresi olan sosyalizmi, bütün sınıfların tamamıyla ortadan kaldırılmasını sağlayacak proletarya diktatörlüğünü ve uluslararası sovyet cumhuriyetini kurmak amacı, yerini; dünya proletaryasının başlıca amacı olarak, tek ülkede sosyalizmin zaferine dayanak olmak, dünya devrimini bu olguya tabi kılmak amacına bıraktı. Stalin, 1927 yılında yaptığı bir konuşmada, bir kişiye enternasyonalist denilebilmesi için, o kişinin dünya devrimci hareketinin ana üssü olan SSCB'ni kayıtsız koşulsuz bir kararlılıkla savunabilmesini ön koşul olarak savunmuştu.
Tek ülkede sosyalizm süreci boyunca Komintern'in eylemlerinin yöneldiği bu hedef, uluslararası proletaryanın savaş örgütünün, giderek SBKP dış politikasının bir aracına dönüşmesi ve iki savaş arası dönemde, uluslararası işçi hareketine büyük zararlar vermesine yol açtı. Sorunu bir bütün olarak kavramak ve Stalin'in tutumlarının nedenlerini de belirlemek açısından, Komintern politikalarının üzerinde yükseldiği ortama dönerek, genel çizgileriyle bakmak gerekiyor.
İki savaş arası dönemde, Avrupa tam bir toplumsal çalkantıya sahne olmuştu. Emperyalistler arası çatışmanın geçici bir çözümü olarak nitelenebilecek Birinci Dünya Savaşı, kıtada, savaşa karşı güçlü bir kamuoyu oluşturmuştu. Savaşa hayır tavrı, sol kesimleri kesin bir saflaşmaya itmiş ve savaş süreci, reformizmin, sosyal şovenizmin, büyük ölçüde teşhirini içermiş, başlangıçta azınlıkta kalan anti-militarist, enternasyonalist görüş, Ekim Devrimi'nin olağanüstü prestijinin de etkisiyle, savaştan güçlenmiş olarak çıkmıştı. Lenin, savaşın başlangıcında, 2. Enternasyonal'in durumunu ve devrimci hareketin hedeflerini şöyle saptamıştı:
"2. Enternasyonal öldü. Oportünizm yedi başını. Kahrolsun oportünizm ve yaşasın yalnız dönekleri değil, oportünizmi de başından defeden, 3. Enternasyonal. 19. yüzyılın kapitalist köleliğinin uzun barış dönemi boyunca proleter kitlelerin örgütlenmesinde, 2. Enternasyonal yararlı bir çalışma yapmıştır. 3. Enternasyonal'in görevi ise, proletaryayı kapitalist devletlere karşı mücadeleye, bütün ülkelerin burjuvazilerine karşı iç savaşa hazırlamak, siyasi iktidar için, sosyalizmin zaferi için, proletarya güçlerini örgütlemek olacaktır."
Savaşın bitimi, Ekim Devrimi'ni izleyen güçlü bir devrimci dalgayı getirmişti. Faşizm, bu devrimci dalgayı bastırabilmenin yolu ve burjuva egemenliğin son biçimi olarak doğdu, gelişti; Avrupa'nın birçok ülkesinde devrimci durumlar ve karşı devrimler yaşandı, kıta sarsıldı.
Komintern böyle zorlu bir sürecin örgütüydü ve görevi, bu toplumsal çalkalanmayı dünya devrimine dönüştürmek olarak ifade edilmekteydi. Avrupa'daki toplumsal harekete yön verme çabasının dışında, Komintern önderliğinin ikinci önemli alanı ise, sömürge ve yarı sömürge ülkelerde yükselen ulusal kurtuluş hareketleriydi. Bu ülkelerin başında da, Çin geliyordu.
Komintern'in işlevini ve hareket mantığını anlayabilmek, SSCB'de yaşanan dönem koşullarını, içinde bulunduğu uluslararası konumu anlayabilmekten geçer.
Bunu kısaca, emperyalist kapitalist güçlerin bütün enerjileriyle sosyalizmin anayurdunu boğmaya çalışmaları ve buna gösterilen direnç biçiminde özetleyebiliriz. Komintern'in hatalarının ya da hatalı görünen politikalarının ardında, SSCB'nin bu durumu; düşman sistemle çevrili bir ortamda, kendisine yaşamsal maddi temeller yaratmaya çalışan bir ülkenin yalnızlığı yatar.
Devrim, kapitalizmin eşit olmayan gelişme yasasının bir ürünüydü ve emperyalizmin dünya üzerindeki denetiminin zaafa uğradığı bir dönemde patlak vermişti. Sonrasında emperyalizm, zaten bir yıkımın üzerinde yükselmeye çalışan sosyalizme, olanca gücüyle saldırdı. Saldırı, SSCB'nin dört yandan kuşatılması ve ülkedeki beşinci kolun da yardımıyla yıkılması esasına dayanmaktaydı. Devrimin yayılması için Kafkasya'da tampon cumhuriyetlerin kurulması yoluna gidilmişti. Batı'da zaten böyle bir durum vardı. Doğu'da Japonya, hem devrimi yıkmak hem de toprak ilhak etmek için hazır bir güçtü.
Bu kuşatmayı yarmak, Bolşevik iktidarın başlıca amaçlarından biriydi. Türkiye ve Çin ile ilişkilerin iyi bir düzeyde tutulmaya çalışılması, özellikle Çin devrimci hareketine zarar veren uygulamaların sık sık gündeme gelmesinin kökeninde yatan neden, bu olguydu.
İç savaş, yalnızca emperyalizmin beşinci koluna karşı yürütülen bir savaş değildi. Aynı zamanda doğrudan emperyalist güçlerle savaşlar da yaşanmaktaydı. Emperyalistler, sosyalizme karşı, aralarındaki çelişkilere rağmen birarada olmayı başarıyordu. Hatta emperyalizmin boyunduruğu altındaki ülkelerden de savaşa birlikler sokulmuştu. Örneğin, Yunanistan bu savaşa fiili olarak katılmıştır.
Kuşatma ve saldırı yalnızca açık bir savaş biçiminde sürmüyor, diğer çeşitli düzeylerde de kendisini gösteriyordu. Sahte banknot basarak Rusya'ya sokmaktan, işletmelere sabotaja kadar uzanan bir dizi ekonomik saldırı, iç savaş sonrasında da sürdü. Keza, devrimci hükümeti tanımama tavrı da uzun yıllar etkili oldu.
İkinci Dünya Savaşı'nın boyutlarından birisi de, SSCB'ne karşı savaştı. Bu, birbirleriyle savaşan emperyalist ülkelerin ortak amacıydı. Bu nedenle, Almanya'nın yenilgisinin kesin olarak belirlendiği bir aşamaya kadar, savaş SSCB-Almanya savaşı olarak geçti, ve ancak bunun ardından Kızılordu'nun ilerlemesinin kıta içlerine uzamasını engellemek çabasıyla, Normandiya çıkarması başlatıldı. SSCB'ni İngiltere ve ABD ile müttefik olmaya iten neden de, hiç bir zaman SSCB'nin bu ülkeleri Almanya'dan daha tehlikeli bulması değildi. Aynı biçimde, İngiltere ve ABD de SSCB'nin asıl düşman olduğunu her zaman vurguluyorlardı.
Savaştan, SSCB büyük bir zaferle çıktı. Emperyalist kuşatma yarılmış, sosyalizm dünyanın üçte birinin sistemi olmuştu. Savaşın bittiği gün, soğuk savaş başladı. Churchill, "Avrupa'nın ortasına demir bir perde inmiştir" diyor ve "uygar" dediği dünyayı bu demir perdeyi yıkmaya çağırıyordu. Bu soğuk savaş, yıllar boyu sürdü ve dünyaya verdiği zarar, ikinci dünya savaşının verdiği zarardan daha az olmadı. Kore'de, Yunanistan'da açık çatışmaya dönüştü ve dünyanın dört bir yanında milyonlarca insan katledildi. Emperyalizm nükleer silahlanmayı tırmandırıyor, dünya halklarını tehdit etmeyi, varlığını güvenceye almanın bir çeşit garantisine dönüştürüyordu.
Soğuk savaşın ne zaman bittiği tartışma götürür. Kimilerine göre, 1954 yılında Kore Savaşının sona ermesi ve Stalin'in ölümüyle sona ermiştir. Kimilerine göre SSCB'nin çözülmesi ve Berlin Duvarı'nın sökülmesine kadar devam etti ya da Gorbaçov ile Reagan el sıkıştıkları an bu süreç bitmişti.
Bu nitelik bugün de sürüyor. Üstelik daha önce olmadık biçimde evrimci bir teorik temel yaratma çabası açıkça vardır.
Sorunu örneklemeye geçmeden önce, Komintern'in çeşitli yanlışlıklarının kökeninde yatan nedenlerden biri olan, dönemin komünist partilerinin niteliklerine kısaca değinelim. Çünkü Stalin ve Komintern değerlendirilirken, her hatanın, her zaaflı politikanın faturası Stalin'e çıkartılmakta, Stalin'in dünya devrimini boğduğu sonucuna varılmaktadır. Özellikle Trotçkist söylem, bu temayı çok sık işler. Onlara göre Komintern'in ihaneti, 2. Enternasyonal'in ihanetinden daha az kritik değildi ve ihanetin mimarı da, Stalin'di.
Burada, sorunun önemli yanı, olumlu ya da olumsuzluklardaki payları Komintern merkezinden daha az olmayan ve hatta tayin edici rolün sahibi olan boyut es geçilmektedir. Mücadele pratiğinden uzak kaygılarla, tarihi yeniden kurgulamaya dayanan bütün yaklaşımların yazgılarıdır bu. Hiçbir önerme, hiçbir program, yalnızca kağıt üzerinde ifade ettikleriyle ele alınamaz. Hepsinin bir arka planı vardır. Burada yalnızca politikayı saptayanlar değil, aynı zamanda onun uygulanmasına uygun koşulları yaratanlar ve uygulayanlar yer alır. Doğru ya da yanlışta, onların payı çok daha ciddi bir biçimde saptanmalıdır.
Savaş ve Ekim Devrimi, bütün dünyada işçi hareketlerinde de çalkalanmalara neden olmuştu. Savaşa karşı tavır ve Ekim Devrimi'ne yaklaşım saflaşmayı açığa çıkarmış, reformist ve devrimci saflar arasında kesin bir kopuşma başlamıştı. Bununla birlikte saflaşmanın ayırdedici yanı genellikle bu düzeyde kalmış ve Lenin'in tüm çabaları ve perspektiflerine rağmen, örgütlenme anlayışı, devrim anlayışı ve çalışma biçimi bağlamında bir saflaşmaya dönüşmemişti. Sosyal şovenist bir nitelikten arınmak ve proletarya diktatörlüğünü içeren bir programa sahip olmak, kuşkusuz önemlidir ve partiyi devrimci yapan olmazsa olmaz gerekliliklerdir. Ama bunlar yeterli olmaz. Politik iktidar savaşının yürütülüş biçimi, bu yolda temel alınan örgütlenme ve devrimci savaş süreci boyunca saptanacak taktikler, bir örgütün yapısını belirleyen olgulardır.
Bolşevik Partisi, ihtilalci bir geleneğin üzerinde yükselmişti. 19. yüzyıl boyunca gelişen işçi hareketleri ve ona koşut olarak Rus devrimci demokrasisinin evrimi, Bolşevikleri besleyen kaynaklar olmuş, politik iktidar savaşının ancak profesyonel devrimcilerden oluşan illegal bir çelik çekirdek öncülüğünde ihtilalci bir kitle çalışmasıyla sonuca ulaşabileceği, mücadele süreci içinde saptanmış ve sonuca ulaşılmıştı.
Avrupa'da ise, Çarlık otokrasisinin yerini burjuva demokrasisi almakta ve ortam legal çalışmanın yaygın biçimde gündeme gelmesini mümkün kılmaktaydı. Bu ortam parlamentarist eğilimleri ve reformizmi güçlendirerek, 2. Enternasyonal'in sonunu getirmişti.
Troçki, 1907 yılında şunları yazmıştı: "İşçi partilerinin işlevleri, geçmişte olduğu gibi, günümüzde de kapitalizmin gelişiminin toplumsal ilişkileri devrimcileştirmesi gibi, işçi sınıfının bilincini devrimcileştirmektir. Ancak proletaryanın saflarında yürütülen örgütlenme ve ajitasyon çalışması, bir içsel durağanlığı da bağrında taşır. Avrupa sosyalist partileri ve özellikle de bunların en büyüğü olan Alman sosyal-demokrasisi, büyük kitlelerin sosyalizmi kucaklamasıyla orantılı olarak, onların tutuculuğunu geliştirmiş ve disiplinli olmasıyla birlikte, (bu nitelik) artmıştır. Bunun sonucu olarak proletaryanın politik deneyimini taşıyan Alman sosyal demokrasisi, belirli bir anda, işçilerle burjuva gericiliği arasında çıkabilecek açık bir çatışmanın gelişmesinin önündeki dolaysız bir engel haline gelebilir."
Hayat, Troçki'nin bu öngörülerini doğruladı, mücadele içinde 2. Enternasyonal, devrimci hareket önünde dolaysız bir engel durumuna geldi. İlginç olan, Troçki'nin bu sözlerine rağmen daha sonra, KP'ler de bu nitelikten pek uzaklaşmadıkları halde, olumsuzlukları bütünüyle Stalin'e bağlaması, parlamentarizmin Avrupa sol hareketi üzerindeki etkilerini görmek istememesiydi.
Ama Avrupa Komünist partileri, devrimci savaş süreci içinde parlamentarizmin işlevini tam olarak değerlendiremediler. Legal olanakları, politik iktidar savaşının bir aracı olarak kullanmak yerine; 2. Enternasyonal ile bu düzeyde bir hesaplaşmaya girmediler ve örgütsel işleyişleri, çalışma biçimleriyle her zaman reformist ve parlamentarist eğilimleri içeren ve giderek legal çalışmayı temel alan bir noktada kaldılar. Bunun sonucu, ihtilalci kimliğin çözülmesi ve politik iktidar savaşının evrimci bir anlayışa terkedilmesinden başka bir şey olamazdı. Dolayısıyla oportünizme ve pragmatizme karşı dirençli bir yapı değil, tam tersine, bu niteliği daha baştan içeren dar pratikçi ve dogmatik bir nitelik, Batı Avrupa Komünist Partilerinin ortak özelliği oldu.
Bu niteliğiyle söz konusu partiler, örgütlenmenin yatay ve dikey özelliklerini diyalektik bir bütünsellikle yürütmekten uzaktılar. Sendikalar içinde güçlü, kitleseldiler ama, nitelikli bir kadrolaşmadan ve faşist tırmanışa karşı silahlı mücadele örgütleyebilmekten uzak durumdaydılar. Bu, Komintern'in empoze ettiği ve SSCB'nin varlık ve gelişmesini esas alan politikalarla çakışan bir nitelikti ve sonuç; Avrupa'daki devrimci yükselişin değerlendirilememesi, karşı devrimin üstün gelmesi oldu.
Sınıf hareketi, hiç kuşkusuz uluslararası proletaryanın amaç ve programını kendisine temel almalıdır. Ancak, evrensel bir başarının yerel başarıdan geçtiği de bir gerçektir. Eşit olmayan gelişme yasasının derinleştiği ve dünya devriminin uzun ve sancılı bir süreci içereceğinin yeterince açığa çıktığı koşullarda, daha da önem kazanan bir olgudur bu. Sınıf hareketi, uluslararası hareket adına, kendi ülke gerçekliğiyle çelişen, kendi mücadelesini baltalayan, hatta engelleyen dayatmalara boyun eğmez. Aradaki büyük farklılığı, kendi somutunu gözeterek çözümlemek zorundadır. Tersi durumda, kendi halkından, ulusundan yalıtılmak ya da en azından ihanetle damgalanmak doğal bir sonuçtur.
SBKP, Komintern'i işte bu tür partilerle birlikte ve dünyanın tek muzaffer komünist partisi olarak kurdu. SBKP önderleri, Komintern'e büyük umutlarla bağlıydılar. O sıralar herkes yakın bir devrim beklentisi içindeydi. Komintern bu büyük devrimin öncü gücü olacaktı. Dolayısıyla bu tür bir önderliğin gerektirdiği disipline de sahip olması gerekiyordu. 1920 yılında yapılan 2. Kongre'de kabul edilen ve 21 maddeden oluşan üyelik koşulları, bu amaca uygun olarak saptanmıştı.
"Enternasyonal'de Rus Partisi'nin üstünlük sağlaması kimsenin aklından geçmemişti. Bütün partiler yürütme kurulunda demokratik bir şekilde temsil ediliyordu. Bir iki üyeyi geçmeyen Rusların, prensip olarak, herhangi bir imtiyazlı durumu yoktu. Enternasyonalizm; milli görüşlerin, bütün hareketin çıkarlarına feda edilmesi demekti. Ama herhalde milli bir Rus görüşüne boyun eğilmesi demek değildi. İhtilal, önemli Avrupa ülkelerinden birinde kazanılmış olsaydı, böyle bir uluslararası önder kadro ve disiplin gerçekleşebilecekti. Ama Avrupa'da ihtilalin olmaması Enternasyonal'i Rus partisinin arkasından gitmeye zorladı. Enternasyonal'daki Avrupa kollarının kendilerine pek güvenleri yoktu." (İ. Deutscher )
Süreç içinde Avrupa'daki devrim umutları köreldikçe, Avrupalı partilerin Bolşevik Partisi'ne bağımlılığı daha da arttı. Bolşevikler başlangıçta oldukça özenli davranıyor, Komintern'in devletler politikasının bir aracına dönüşmesini engellemeye çalışıyorlardı. Ama bu tek yanlı çaba yeterli olmadı. Olayların gidişi ve diğer seksiyonların siyasi kişilik oluşturma bağlamında yetersiz olmaları, Komintern'i SBKP'nin denetimine soktu.
"Lenin bu duruma çok üzülüyordu. Engels'in 2. Enternasyonal'de Alman Partisi'nin hakimiyeti konusunda yaptığı uyarıları hatırlıyor ve Rus Partisi'nin üstün duruma geçmesinin bundan daha az tehlikeli olmayacağını söylüyordu. Yabancı komünistlerin kendisine olan güvenlerini artırmaya çalışıyordu. Yürütme kurulunun Moskova'dan Berlin'e ya da başka bir Avrupa başkentine götürülmesini, böylece Enternasyonal'in Rus çıkarlarının ve konularının devamlı baskısından kurtulmasını bile tavsiye etmişti."(İ. Deutscher)
Aynı sakıncaya, Komintern'in kuruluş döneminde Rosa Luksemburg da dikkat çekmişti. Komintern'in kuruluş toplantısına gönderilen Alman temsilci Paul Levi'yi uyaran Luksemburg, Komintern merkezinin Moskova'da olmasının, örgütü Bolşeviklerin denetimine sokabileceğini söylemiş, merkezin başka bir kentte bulunmasını istemişti. Ancak bu görüş, başlangıçta da, sonradan Lenin yeniden gündeme getirdiğinde de, özellikle yabancı delegelerin istekleriyle kabul görmemişti. Burjuvazinin denetimindeki bir kentte çalışmanın birçok sakıncayı içereceği düşünülüyordu.
Anlaşılacağı üzere Komintern'in SBKP'nin insiyatifine girmesi ve giderek SSCB dış politikasının etkin bir aracına dönüşmesi, baştan planlanmış bir sonuç değil, koşulların ve Komintern bileşiminin farklı bir seçeneği ortadan kaldırmasının ürünüydü. Bu tür gelişmelere karşı güvence olarak düşünülen disiplin maddeleri ve yürütme konseyi, zamanla SBKP'nin etkisini koruyucu bir işlev yüklendi. Durumun Stalin'le ve onun dönemiyle bir ilgisi yoktur. Tersine, Stalin o dönem Komintern'le en az ilgili olan SBKP önderiydi. Komintern'in SBKP'nin insiyatifine girmesi, ondan önce tamamlanmış bir süreçtir. Yine Deutscher'den aktaracak olursak,
"Lenin'in söyledikleri hep çıkmıştı. Yıllar geçtikçe Yürütme Kurulu'ndaki Rus üyelerin yabancı komünistlerin işlerine müdahaleleri, işleri daha da karıştırmaya başlamıştı. Zinovyev, tadını çıkara çıkara, bütün cakasıyla, anlayışsızlığıyla ve çekinmeden Enternasyonal'e hakimdi. Troçki bile, bu durumun yarattığı himaye sisteminin uygulanmasına, Yürütme Kurulu'nun bir üyesi olarak katılmıştı. Komintern'deki Fransız Komisyonu'nun başkanı olduğu için Fransız komünistlerinin günlük çalışmalarını büyük bir yetki ile izliyordu. Alman, İtalyan, İspanyol ve İngiliz partileri de bütün sorunlarda, çalışmalarının bütün ayrıntıları üzerinde, onun öğütlerini almaya koşuyorlardı, o da rahatça öğütlerini veriyordu."
Kurulduğu 1919'dan 1924'e kadar beş kez yapılan Komintern Kongresi, bu tarihten, lağvedildiği 1943'e kadar geçen süre içinde yalnızca iki kez (1928 ve 1935) toplandı. Bu, SSCB'deki gelişmelerin bir yansımasıydı ve Komintern'i SBKP'ye tabi kılan sürecin bir sonucuydu. Böylece, Rusların denetimi altındaki bir enternasyonalin yol açacağı sorunlardan yana kaygıları olan Lenin ve Rosa Luksemburg'un öngörüleri bir yanıyla doğrulanmış oluyordu. Komintern Yürütme Komitesi (EKKİ)'nin sürekli Moskova'da bulunmak zorunda olması, Komintern üzerindeki denetimi kolaylaştırıyordu. SBKP içi çatışmalara uygun biçimde, Komintern içinde de "temizlik" yapılabiliyordu. Başta Bela Kun olmak üzere pek çok Komintern üyesi, bu sürecin kurbanı oldu.
Komintern'i SSCB dış politikasının bir aracı olarak kullanmanın en çarpıcı örneklerinden biri, SSCB-Almanya anlaşmasıdır. Bu anlaşmanın tartışılması, SSCB'ne getirdiklerinin ve götürdüklerinin değerlendirilmesi ayrı bir konu. Çarpıcı olan, sonraları zorunluluğa dayandırılan bu anlaşmanın uluslararası proletaryanın savaş örgütü Enternasyonal'e yansıtılmasıdır. Anlaşmadan sonra Komintern partileri, o güne kadarki pratiklerini yadsımaya, teorilerini gözden geçirmeye başladılar.
Faşizm, 1935 yılında, tekelci burjuvazinin en gerici kanadının diktatörlüğü olarak tanımlanmış ve proletaryanın baş düşmanı ilan edilmişti. Anlaşmanın ardından bu belirlemeler gözlerden ırak tutuldu. İngiltere ve Fransa baş çelişme olarak belirlendi; politik perspektifler yeniden düzenlendi. SBKP, sosyalizmi savunmanın bir gereği, emperyalistler arası çelişkilerden yararlanmanın bir örneği olarak imzaladığı anlaşmayı, dünya devrimci hareketini kullanarak sağlamlaştırmanın tipik bir örneğini vermişti.
Komintern'i devrimci harekete verdiği zararlar bağlamında değerlendirirken; başlıca neden, tek ülkede sosyalizm politikasının uzantısı olarak SSCB çıkarlarının önde tutulması, bunun enternasyonalizmin gereği olarak kabul edilmesi gösterilemez. Aynı zamanda tek ülkede sosyalizm anlayışıyla hiç ilgisi olmayan yanlışlıklar, doğrudan doğruya politik perspektifsizliğin sonucu olan ve devrimci mücadeleye ölçülemeyecek kadar büyük zararlar veren örnekler de vardır.
1928'de başlayan üçüncü dönemin sekter politikaları, önemli örneklerdir. SBKP içinde sol ve sağ sapmaların tasfiyelerinden ve Komintern içinde de buna uygun düzenlemelerin yapılmasının ardından başlayan dönem boyunca izlenen sekter politikalar, en iyi ifadesini Stalin'in şu sözlerinde bulmaktadır:
"Faşizm, burjuvazinin sosyal demokrasinin aktif yardımına dayanan savaşçı teşkilatıdır. Objektif bakımdan sosyal demokrasi faşizmin ılımlı kanadıdır."
Bu politikanın sonucu olarak, sosyal demokrat hareket "sosyal faşist" ilan edildi. Avrupa işçi ve sendika hareketi bölündü. Komintern'in faşizme ve sosyal faşizme karşı mücadele anlayışı, sendikal hareket içinde güçlü olan sosyal demokrasinin kaypak karakterleriyle yanyana gelince, faşizmin doğru bir tanımlaması, Troçki'den çok sonra, İtalya ve Almanya başta olmak üzere, Avrupa'nın bir dizi ülkesinde faşizmin iktidara gelmesinden sonra, ancak 1935 yılında yapılabildi. Düşmanın doğru bir tanımlamasının yapılamaması, ona karşı mücadele anlayışının çeşitli eksik ve yanlışlıkları içermesini kaçınılmaz kılıyordu. Sosyal demokrasinin sosyal faşist ilan edilmesinin sonuçları bir yana, faşizme karşı silahlı mücadelenin esas alınması gerekliliği ve bu temelde bir örgütlenmenin olmayışı da ciddi bir eksiklikti. Oysa faşizm engellenemez değildi. Fransa olaylarının açığa çıkardığı bir gerçekti bu ve Dimitrov itiraf edecekti.
1935'te, bu kez halk cephesi politikaları temel alındı. Bu politika, faşist olmayan bütün gerici partileri içeren geniş bir koalisyon anlamına geliyordu ve yalnızca daha önceden faşist ilan edilen sosyal demokrasi değil, burjuvazinin liberal kanadı da bu koalisyona dahil edilmekteydi. Halk cephesi politikası, faşizmin tırmanış dönemine uygun bir politikaydı. Ancak o döneme egemen olan politika sol sekterizm olmuştu. 1935'te gündeme geldikten sonra ise başlıca sonucu Fransa ve İspanya'da devrimci durumun değerlendirilmemesi oldu. Fransa'da devrimden yana tercihli kitlelerin varlığına rağmen, politik iktidar perspektifi bir yana bırakılarak burjuvaziyle ittifak kuruldu, burjuvazinin ekmeğine yağ sürüldü ve devrimci durum boğuldu. İspanya'da yaşanan ise daha trajikti. Yalnızca uzlaşılarak devrim burjuvaziye teslim edilmedi, böylelikle faşizme karşı ciddi bir mücadelenin örgütlenmesi ve faşist yükselmenin engellenmesi de başarılamamış oldu. Sonuçta yükselen faşizm, Halk Cephesi iktidarını alaşağı ederek iktidara geldi.
Komintern'in yanlış politikalarının bir diğer kurbanı da Çin devrimci hareketiydi. Doğu sorunu, Komintern'in ilk döneminde en yoğun tartışmalara sahne olmuş sorunlardan biriydi. Tartışma süreci sonucunda sosyalizmi yalnızca gelişmiş kapitalist ülkelerin gündeminde gören ve sömürge ve yarı sömürgelerde devrimci mücadeleyi milli burjuvaziye destek olmak biçiminde algılayan, eşit olmayan gelişmeyi kavramaktan uzak dogmatik geleneğin karşısında, Lenin'in, "Enternasyonal, geri kalmış ülkelerin, ileri ülkeler proletaryasının yardımıyla sovyet üretimine geçebilecekleri ve belirli aşamalardan sonra, kapitalist aşamadan geçmek zorunda kalmadan komünizme varabilecekleri tezini de, teorik gerekçesini göstererek savunmalıdır." sözlerinde ifadesini bulan doğru politika oluşturulmuştu.
Ancak Lenin'in ölümünden sonra, bu soyutlama ve öngörü dikkate alınmadı ve dogmatik politikalar temel alındı. Çin, bunun en büyük ve başlıca örneği oldu. Komintern ve Stalin'in katkılarını, süreci iyi bilen Mao, şöyle anlatıyor:
"Wang Ming ile 1937'den 1938 Ağustos'una kadar süren tartışma sırasında, biz on büyük siyaseti ortaya koyduk. Buna karşılık Wang, altmış siyaseti ortaya koydu. Eğer Wang Ming'in ya da başka bir deyişle Stalin'in yöntemlerini izleseydik; Çin Devrimi başarıya ulaşamazdı. Devrimimiz başarıya ulaştığında, Stalin bunun sahte bir şey olduğunu söylemişti. Onunla tartışmaya girmedik."
"3. Enternasyonal'in dağılmasından önce bile, biz, 3. Enternasyonal'in emirlerine itaat etmiyorduk. Tsunyi Konferansı'nda itaat etmedik ve daha sonra on yıl boyunca hiç itaat etmedik. Bu dogmatikler, Çin'in özelliklerini hiç ama hiç incelemiyorlardı." (Mao,Yayınlanmamış Yazılar)
Mao hiç kuşkusuz doğru söylemektedir. Zaten bütün belgeler, dönemin sahne olduğu bütün olaylar bunu doğrulamaktadır. İşte bir örnek:"Çin Devrimi'ni 'sürekli' bir devrim olarak karakterize etmek yanlıştır (...) burjuva demokratik devrimin atlanarak geçilmesi doğrultusunda gösterilen eğilim, Troçki'nin 1905'te yaptığı hatanın bir benzerini tekrarlamaktır."(Y. Alagon)
Komintern Yürütme Komitesi'nin kararı, Troçkizm suçlaması altında, nelerden vazgeçildiğinin, Leninist Devrim anlayışının nasıl revize edilerek dogmatik aşamalı devrim anlayışına teslim edildiğinin bir örneğidir. Ve bir başka örnek:1926 yılında Stalin'in , "Politik bir parti ile farklı sınıf gruplaşmalarından oluşan sovyet benzeri bir örgüt arasında bir geçiş, özel tipte bir örgüt" biçiminde tanımladığı Kuomingtang'ın lideri Çang Kay-Şek, Komintern tarafından şeref üyesi ilan edildi. Kuomingtang da kardeş parti oluyordu. Karar, SBKP Politbürosu'nda bir red oyuna karşılık alınmıştı. Red oyunun sahibi, Troçki'ydi.
Şeref üyesi ilan edildikten bir buçuk ay sonra Çang Kay-Şek bir hükümet darbesiyle bütün iktidarı elinde topladı. Grevler yasaklandı, Kanton'daki bütün sendikalar kapatıldı, ÇKP'liler Kuomingtang bürolarından atıldı, pek çok komünist ve sendikacı lider tutuklandı, direnenler öldürüldü.
Örnekler çoğaltılabilir. Ama bunlar, sonuç olarak söylenebilecekleri değiştirmez. Bu pratikler, büyük ölçüde enternasyonalizmin, sosyalizmin anayurdunun korunmasıyla özdeşleştirilmesinin bir sonucudur. Dar pratikçi ve ekonomik indirgemeci politikaların eklenmesiyle, ortaya olumsuz bir bilanço çıkmaktadır. İzleyen yıllarda bu politika sürdü ve günümüze kadar uzandı. Üstelik Stalin sonrasında teorik ve kuramsal düzeylerde, daha "sağlam" bir zemine dayandırıldı.
Diğer çeşitli sorunları incelerken de gördüğümüz gibi olumsuzluklar kaynağını geçmişten almaktadır. SSCB dış politikasını özellikle Stalin döneminden sonra statükocu bir karakter belirlemiştir. Ama bu durumu, koşulların yarattığı zaafın zamanla büyümesi ve giderek kurumsallaşması, daha açıklayıcıdır.
Ekim Devrimi'nden sonra, Doğu Avrupa ülkelerinin tartışmalı durumlarını bir yana bırakacak olursak, dünyanın hiç bir ülkesinde, SBKP'nin empoze ettiği politikaların başarıya ulaştığı görülmemiştir. Muzaffer devrimlerin ardında, SBKP'nin iradesine karşı koyan, dar pratikçi politikaların kendi somut gerçekliği ile çelişkisini gören önderlerin iradeleri yatar. Çin, Vietnam, Kore, Yugoslavya, Küba devrimleri, resmi çizgiye karşı, somut olanı hareket noktası alarak sonuca ulaşan devrimlerdir.
Komintern'in bütün dünyada Almanya'yı baş düşman, İngiltere, ABD ve Fransa'yı müttefik ilan ettiği bir sırada, Fransız sömürgesi olan Vietnam'da, Fransa'yı müttefik olarak görmeyi reddeden Ho Şi Minh'in yaptığını, birçok yerel önder yapamamıştır. Keza, 2. Dünya Savaşı'ndan sonra, Asya'da, ABD ile savaşa yol açabileceği ve bundan SSCB ile Doğu Avrupa halk demokrasilerinin zarar görebilecekleri düşüncesi ile, ÇKP'den iç savaşı durdurması istendiğinde, Mao ve ÇKP bunu dinlemeyerek, süreci tırmandırma yoluyla sonuca gideceklerdi:
"Çin'in devrim yapmasına izin vermediler. Bu 1945'de oldu. Stalin iç savaşa girmememizi ve Çang Kay Şek'le barış yapmamızı, aksi halde Çin ulusunun yok olacağını söyleyerek, Çin'in devrim yapmasını önlemek istedi. Ama biz onun söylediğini yapmadık. Ve Devrim zafer kazandı."(Mao,Yayınlanmamış Yazılar)
Uzun yürüyüş sırasında, ÇKP'nin seksen bin üyesi, SBKP yanlısı oldukları ve devrime engel oluşturdukları gerekçesiyle tasfiye edilmişti. Çin'de, sonraki yıllarda anti sovyetizmin resmi politikaya dönüşmesinde, devrim sürecinde yaşananların etkisi az olmamıştır. Sonuçta Mao muzaffer olurken, yıllarca komintern'in empoze ettiği politikalar doğrultusunda partiyi yöneten ÇKP liderleri, Chen Thu-Haiu, Chu Chiu-Pai, Li Bi San, Wang Ming, tarihe, "mahkum" edilerek geçtiler.
Bu örneklere rağmen, Stalin önderliğinin dış politikasının emperyalizmle uzlaşma temelinde yükseldiği kesinlikle söylenemez. Ancak uzlaşma politikalarına uygun zeminin bu dönem oluştuğu da apaçık bir gerçektir. Komintern, daha baştan SBKP'nin denetiminde olması ve bel kemiğini oluşturan Avrupa komünist partilerinin parlamentarizme ve reformizme eğilimli karakterleri, SBKP'ye bu yolda geniş hareket alanı sağladı. Ancak yerel partilerin kendi gerçeklerinin gereklerine uygun olanı yapmaları durumunda da, özellikle kitleselleşmiş bir mücadelenin olduğu koşullarda, Stalin ve SSCB bütün gücüyle bu hareketlerin yanında oldu. Bu da gerçeğin öbür yüzüdür.Ve gerçekler bütün yüzleriyle değerlendirildikleri taktirde kalıcı anlamlar kazanırlar.
Stalin, 2. Dünya Savaşı'ndan sonra, dünyanın artık kapitalizm ve sosyalizm arasında ikiye bölündüğünü, bunun emperyalistler arası bir çatışmanın yeniden çıkmasını engellediğini saptayamamıştı. Ulusal kurtuluş hareketlerinin taşıdığı olağanüstü dinamizmin, egemen olanlar için de, sömürülenler için de taşıdığı büyük anlam da teorideki yerine gerektiği gibi oturtulmamıştı. Oysa artık dünya devriminin sıcak alanları, dünyanın kırları denilen yeni sömürge ülkelerdi ve emperyalizmi sarsmanın yolu da, bu ülkelerdeki ulusal kurtuluş hareketlerinin stratejik bir öneme sahip olduğunun kavranmasından geçiyordu. Ancak, bunu anlamak bir yana, SBKP'nin, bu ulusal kurtuluş hareketlerinin zaferlerini bir devrim olarak görmezden geldiği durumlar dahi oldu. Onlara göre, Almanya ve Japonya savaştan yıkılarak çıkmış, pazarlarını kaybetmişlerdi. Bu ülkeler yeniden güçlenince pazardan pay isteyeceklerdi ve 3. bir dünya savaşı kaçınılmazlaşacaktı. (Stalin, Son Yazılar)
Dolayısıyla politikalar da bu savaşa göre saptandı. Sosyalizmin kazanımları korunmalı, emperyalizme bu bağlamda kesinlikle taviz verilmemeliydi. Örneğin Almanya, Avusturya ve Kore sorunlarında kesinlikle uzlaşmaz bir politika izliyordu Stalin. Ama bunun ötesinde strateji, kazanımları koruma ve 3. Dünya Savaşı'na güçlü olarak hazır olma esasına dayanmaktaydı.
Stalin'den sonra SSCB dış politikası önemli ölçüde değişikliğe uğradı. Korunmacılık yine esastı. Ama uzlaşmazlık yerini uzlaşmaya bıraktı. Kore ve Avusturya sorunlarının çözümü, girilen bu tehlikeli yoldaki ilk örneklerdi. Süreç içinde yeni örnekler izlenecek, politika açık seçik ortaya çıkacaktı. SSCB, anayurdun korunmasından yola çıkan süreci, emperyalizmle uzlaşmaya kadar götürmüştü. "Barış içinde bir arada yaşama" teorisine kazandırılan uzlaşmacı karakter, "ilerleme ve kapitalist olmayan yollardan geçiş " gibi revizyonist teorileri yaratacak ve uygarlık krizi denilen reformist politikaya kadar ulaşacaktı.
Lenin ve Stalin de "barış içinde bir arada yaşama" tanımını kullanmışlardı ama onların bu teze kazandırdakları içerik, daha sonra izlenen revizyonist politikalarından çok farklıydı. Onlar, herşeyden önce, olaya emek ile sermaye arasındaki tarihsel çelişmenin uzlaşması olarak bakmıyorlardı. Oysa SBKP daha sonra sorunu bu biçimde ele aldı.
Lenin'e göre, "Kapitalistlerin, sömürülenlerin çoğunluğunun iradesine barışçıl bir biçimde tabi kılınmasına, sosyalizme reformlar yoluyla barışçıl bir geçişe ilişkin her düşünce, yalnızca burjuva dar kafalılığın en aşırı bir kanıtı olmakla kalmaz, aynı zamanda işçilere doğrudan bir ihanet, kapitalist ücret köleliğini şirin göstermek, gerçeği inkar etmek" olurdu. (Lenin, Sosyalizm ve Savaş)
Burjuvazi istediği kadar aydınlanmış ve demokratik olsun, bugün üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetini kurtarmak için suç işlemekten, milyonlarca işçi ve köylüyü katletmekten korkmazdı. Dolayısıyla barış içinde bir arada yaşamak da, ancak emperyalizmle dişe diş bir mücadele ile mümkündü. "Bu her zaman böyledir, insan rakibine darbeler indirirse rakip barış yapmaya hazır olur. Avrupa'daki emperyalist baylara defalarca barış yapmaya hazır olduğumuzu söyledik. Fakat onlar Rusya'yı boyunduruk altına almanın rüyasını görüyorlardı. Nihayet şimdi rüyalarının hiç bir zaman gerçek olamayacağını gördüler" diyordu Lenin. Emperyalistler arası çelişkilerden yararlanmak ve bu çelişkileri derinleştirmek, böylece sosyalizmin hareket alanını genişletmek de mümkün görülüyordu.
Stalin de, barış içinde yanyana yaşamayı bir görev, bir zorunluluk olarak görmekteydi. Ama, bunun bir uzlaşma olarak kavranmaması gerektiğini, o da özenle belirtmişti.
Ancak, sonraki yıllarda bu tanıma yüklenen anlam çok daha başkadır. Nükleer silahlanmanın bütün insanlığı tehdit ettiği gerçeğinden yola çıkarak insanlığın kurtuluşu bu tehlikenin önlenmesine bağlanmakta, insanlığın ilerlemesi ise evrimlere, tarihsel determinizme bırakılmaktadır.
"Farklı sosyo ekonomik ve politik düzene sahip devletler arasında barış içinde bir arada yaşamaya ilişkin Leninist ilke, savaşın olmayacağı demek değildir, ilke, tutarsız bir ateşkes durumu anlamına da gelmez. Bu devletlerin, birbirleri arasında dostane politik ve ekonomik ilişkilerde bulunmaları koşulunu koyar, barış içinde uluslararası işbirliğinin oluşturulması ve geliştirilmesinin çok yönlü biçimlerini öngörür." (Kruşçev) Bu perspektif, politik mücadeleyi de doğal olarak donduracaktır. Kruşçev devam ediyordu:
"İşleri öyle düzenlemek gerekir ki, onlar arasındaki (iki farklı toplumsal sistem olarak kapitalizm ve sosyalizmin arasındaki mücadele) salt ideologlar arasındaki bir mücadele (...) durumuna gelsin"
İnsanlığın ilerlemesi ve komünizme ulaşabilmesinin yolu ise şöyle açıklanmaktadır:
"Sovyet halkı komünizmin kazanımlarını tadar tadmaz, dünyadaki yüz milyonlarca insan şöyle diyecektir: "Biz komünizmden yanayız." (SBKP Üçüncü Programı)
Görüldüğü gibi SBKP, barış içinde bir arada yaşamayı dış politikanın temeline koymakta, bu, enternasyonalizmin anlamı olarak kabul edilmektedir. "Bu ilkelerin tümü günümüz toplumunun temel yaşam kanunudur" (Kruşçev) sözlerinden de anlaşılacağı gibi, sorun emperyalist kapitalist sisteme karşı yürütülen sınıf kavgasını ve ulusal kurtuluş hareketlerini de kapsayacak biçimde genişletilmektedir.
Bu perspektif, doğal olarak dönemin bütün politikalarını belirlemiş, yön vermiştir. İlerleme ve kapitalist olmayan yol tezleri, bu yolda öne çıkan başlıca politikalar olmuştur.
Toplumsal ilerleme tezinin kökeninde çok çıplak bir reformizm yatar. Devrimin gerekliliği ve zorun kaçınılmazlığı, yerini toplumsal ilerleme ile barışçıl yollarla sosyalizme geçilebileceği yaklaşımına bırakmıştır. Emperyalist kapitalist sistemle barış içinde bir arada yaşanabileceğine göre, kapitalist bir toplumun şiddete gerek kalmadan sosyalizme geçmesi de mümkün görülmektedir. Bilimsel ve teknolojik devrim bu mantığın dayanakları arasında yer alacaktır, ve zamanla militarist tekellerin teşhiri ile, toplumsal ilerleme ve uzlaşmanın önündeki engellerin kalkacağına inanılmış, çabalar bu yönde yoğunlaştırılmıştır.
Kapitalist olmayan yoldan geçiş tezinin kökeninde ise, tarihsel gelişme içinde, farklı sosyo-ekonomik yapıların bir arada yaşadığı ve sınıfsal güçlerin yeni baştan gruplaşabilecekleri bir ara dönem düşüncesi vardır. Özellikle Afrika'daki anti-sömürgeci hareketlerin sonuca ulaşmaları ve siyasal bağımsızlığı elde etmelerinden sonra başlayacak süreci tanımlama ihtiyacının ürünü olarak doğan bu tez de, ciddi bir yenilgidir. Çağımızda sosyalizmin dışında kapitalist olmayan bir yol olamaz. Tersi her yol, kaçınılmaz biçimde kapitalizme çıkar. SSCB, anlayışı gereği, anti sömürgeciliği siyasal bağımsızlık talebiyle özdeşleştirince, sosyalistlikle hiç bir ilgisi olmayan iktidarları destekleyerek, bu ülkelerin sosyalizme kazanılabileceği yanılgısına düştü ve çoğu kez sosyalist değerlerin o ülke halklarına yabancılaşmasına yol açtı. Mısır, Somali, Etiyopya gibi örnekleri izleyen Afganistan, bu politikanın son ve en trajik örneği oldu.
Sonuç olarak, başlangıcından bugüne SSCB ve proletarya enternasyonalizmi sorununu şöyle özetleyebiliriz:
- Devrimi izleyen ilk yıllarda, herkeste yakın bir dünya devrimi beklentisi vardı ve bütün çabalar bu amaca mal edilmişti. Komintern de bu sürece önderlik edecek dinamik ve disiplinli örgüt olarak düşünülmüştü.
- Süreç içinde yakın bir devrimin olanaksızlığı anlaşılınca, enternasyonalizm anayurdun savunulmasıyla özdeşleşti ve Komintern bu politikanın bir aracına dönüştü. Yapılan hatalara rağmen, uzlaşmazlık esas olmayı sürdürüyordu.
- Stalin'in ölümünden sonra enternasyonalizm, barış içinde bir arada yaşamakla özdeşleştirildi ve devrimci kavga, bu çabaya engel olacağı kaygısıyla reddedilirken, evrimci yollar ağırlık kazandı. Devrimci mücadelenin desteklenmesi, ancak büyük ölçüde kitleselleşmesiyle mümkün olmaktaydı. Onun dışında SBKP'nin müttefiki KP'ler, bulundukları yerlerde sınıflar savaşının yükseltilmesine engel oldular.
- İlerleme ve kapitalist olmayan yol anlayışları, bu reformist yaklaşımların sonucu olarak benimsendi ve reformlar yoluyla kapitalizmin düzeltilebileceğine, yine reformlar yoluyla emperyalizme karşı siyasal bağımsızlık kazanmış burjuva milliyetçi iktidarların sosyalizme kazandırılabileceğine inanıldı. Ancak dünyanın hiç bir yerinde KP'ler barışçıl yollarla ilerleyemedi. Tersine, dinamiklerini baştan yitirdikleri için hızla çözülmeye yüz tuttular. Öte yandan desteklenen burjuva iktidarların tamamı süreç içinde emperyalizmin işbirlikçisi oldu ya da bir süre sonra yerlerini bu tür iktidarlara bıraktı ve bu ülkeler emperyalist kapitalist sistemin parçaları durumuna geldi.

Sistem içi kamplaşmalar
Sosyalist sistemin en önemli sorunlarından birini de sistem içi sorunların ulaştığı boyutlar oluşturmuştur. Özellikle 1980'li yıllara kadar sosyalist sistemin başlıca sorunu, daha doğrusu dünya kamuoyuna yansıyış bağlamında başlıca sorunu, bu kamplaşmalardır. Destalinizasyon ve SBKP 3. Programını izleyen süreç, dünya sol hareketinin daha önceden az çok var olan irade birliğinin büyük ölçüde çökmesine neden oldu. Olay yalnızca SBKP-ÇKP kamplaşmasıyla sınırlı kalmayacak ve çeşitli ülkelerde, bu kampların ikisinde de yer almayan marksizmin bir eylem kılavuzu olarak ele alınması temelinde yükselen hareketler, sol potansiyelin diğer önemli bir kesimini oluşturacaklardı. Sürece Arnavutluk Emek Partisi'nin de katılmasıyla kamplaşma daha fazla çeşitlilik kazandı.
Ancak, 1980'lere gelindiğinde, sosyalizmin gündeminde daha önemli sorunların yer aldığı ortaya çıktı. Bu on yıl içinde, ÇKP ve SBKP arasındaki farklılıklar tümüyle ortadan kalkmamakla birlikte, eski etkisini yitirdi. Örneğin, sosyal emperyalizm tezi popülaritesini yitirdi, dayandığı sanılan temellerin kof olduğu açığa çıktı. Çünkü sosyalizmin sorunlarını dar pratikçi bir yöntemle ele almak ve günlük politikaya tabi kılmak gibi bir karaktere sahipti.
Ancak bu durum, sosyalist sistem içindeki farklılaşmaların ortadan kalktığı anlamına da gelmedi. İleyen süreçte daha büyük bir dağılma yaşandı ve sosyalist ülkeler arası dayanışma, ekonomik ve siyasal eylem birliği, büyük ölçüde askıya alındı. Perestroyka ile başlayan sürecin yol açtığı sonuçlardan birisi de, kendi sorunlarını masaya yatıran ülkelerin çözüm yollarının da birbirlerinden farklılaşması sonucunda, ortak hareketin koşullarının daralmasıdır.
Bir zamanlar, 1980'li yıllarda birlikte komünizme geçileceğine inanan ülkelerin yolları, 1980'li yıllarda ayrıldı. Yolları yeniden birleştirecek neden, ancak yaşanan çalkantıdan sosyalizmi temel alarak çıkacak olanların varlığıdır.
Polonya ve Macaristan, geriye dönüşün ilk örnekleri olmuşlardır ve kapitalizme kapılarını ardına kadar açtılar. Bu ülkeler bir zamanlar kendilerini ileri sosyalist ilan etmişler ve geriye dönüşün koşullarının ortadan kalktığını varsaymışlardı; 1980'li yıllarda komünizme geçecek ülkeler arasındaydılar. Ancak hayat böyle olmadığını açığa çıkardı. . Ama sürece damgasını vuran gerçek, sosyalizmin 1917'den sonra gerçekleşen pratiklerinin çözülmesi ve dağılması, dünya halklarının tamamına yakının bir süre emperyalist kapitalist sistemin her türlü çirkinliği ile başbaşa kalmasıdır.
Çöken, sosyalizm değildir, bu gerçek iyi bilinmeli, bir insanlık prensibi gibi bütün düşünselliklerin zemininde korunmalıdır.Çöken, sosyalizm pratiklerinin, sosyalizm adına yapılan yanlışlıklarda ve daha sonraları ihanetlerde boğulmasıdır.
Şimdi artık devrimcilerin ve dünya halklarının görevleri, sosyalizmin zengin birikimlerinden de aldıkları derslerle, onu yeniden zafer günlerine kavuşturmaktır.

 
 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92