SUNUŞ
Yaşadığımız dönemin en önemli sorunlarından
birinin, sosyalizmin deneyimlerinin sağlıklı
ve objektif çözümlemelerinin yapılabilmesi
olduğu bilinmekte ve hemen hemen bütün sosyalist
çevreler tarafından ifade edilmektedir.
Ne var ki, bir gerekliliğin tanımlanmış
olması, bu konuda herkesin üzerine düşeni
yaptığı, yapabildiği anlamına gelmez. Ancak
ve ancak doğru bir tarih bilinci, yöntemi
ve birikimi ile gerçekleştirilebilecek olan
bu görev, bağımsız, üretken ve sosyalizmin
geleceğine ilişkin olarak da gerçekten samimi
olanlar tarafından yerine getirilebilir.
Daha doğru bir deyişle, bu yolda katkılar
sağlanabilir. Çok yönlü ekonomik, siyasal,
sosyal, tarih araştırmaları ve çözümlemeleri
ile, içinde bulunduğumuz sürecin verilerinin
doğru sentezlenmesi sonucu elde edilecek
olan birikimlerin, yine aynı anlayışlarla
örülmüş üretken tartışma süreçlerinden geçmesi
gerekmektedir.
Sosyalizm, yaşamın bilimidir. Teori ve pratiğin
koparılamaz bağları, bu siyasal bilimi sadece
tarihçilerin ve akademisyenlerin sahası
olarak değil, bizzat sosyalist devrimin
örgütçü ve emekçilerinin düşün alanı olarak
açmıştır. Daha önceki dönemlerde de yaşandığı
gibi, diğer tüm bilimlerin verilerini doğru
toparlayabilen ve bu veriler üzerinde sosyalizmin
öğrettiği düşünme ve çözümleme yöntemlerini
sağlıklı kullanabilen devrimciler, yeni
pratiklerin düşünsel yolunu, bizzat yine
kendileri açarlar.
Özellikle, tarihin en büyük ihanetçilerden
biri olarak kaydedeceği Gorbaçov'un Glastnost
ve Perestroika dönemlerinde, sosyalizmin
sorunları üzerinde dünya ölçeğinde yoğunlaşan
tartışmaların, henüz sağlıklı bir rotaya
oturmuş olduğunu ve yeni devrimlere ışık
tutacak genel çözümlemelerin yapılabildiğini
söyleyemeyiz. Bu durumun, özelde devrimcilerin
önünü tıkayan bir problem olduğunu düşünmüyoruz.
Bu tartışmalar en azından belli bir aşamaya
gelmeden devrimlerin örgütlenemeyeceği ve
devrimcilerin gerçek işlevleriyle buluşamayacağı
yolundaki görüşler, bulanık suda yüzmekten
hoşlanan ve suyun durulması halinde gerçek
yüzlerinin açığa çıkacağı kaygısıyla bu
günlerin tadını çıkaran devrim kaçkınlarının
görüşleridir.
Dünyadaki sosyalizmin prestijiyle ilgili
genel sorunların, SSCB'nin dağılması ve
Doğu Avrupa'nın çöküşünün, dünya halklarında
sosyalizm aleyhinde düşünce ve duygular
oluşturduğu doğrudur. Emperyalizmin bütün
bunları kullanarak gerçekleştirdiği çok
yönlü bombardımanın ilk yaraları sarıldıktan,
deprem sonrasının enkazı kaldırıldıktan
sonra, kendini toparlayabilen halklar, yine
teori ve pratiğin birlikte gelişiminin ilkeleri
doğrultusunda, bu tartışmaların sonuçlarını
'beklemeden' kendi yollarını açmaya başlamışlardır
ve önümüzdeki dönemlerde, halkların tarihe
dönüş süreci daha da hızlanacaktır.
THKP-C, ideolojisi ve pratiğiyle devrim
mücadelesinde yerini aldığı yıllardan beri,
bağımsız ve objektif düşünce sistematiği
ile, o yıllarda solcuların kayıtsız koşulsuz
biat ettiği mevcut sosyalist pratikleri
eleştiren, doğruların özenle korunması ve
savunulması, yapılan hataların eleştirilmesi
ve yargılanması için çaba gösteren bir çizgide
olmuştur.
Sosyalizmin sorunlarının tartışılmasını
çok fazla önemsiyoruz. Fakat bu tartışmalar,
kesinlikle devrimci görev ve program tartışmalarının,
yarına ilişkin pratiğin önüne çıkarılmamalı,
bu yöndeki eğilimlerle de mücadele edilmelidir.
Yürüyerek tartışmak, tartışarak yürümek,
her dönemde THKP'nin ve THKP'lilerin en
önemli ilkelerinden biri olmuştur.
Bu sayımızda başladığımız ve devam edecek
olan "Sosyalizmin Sorunları Dosyası"
, özellikle eski reel sosyalist ülkelerdeki
sosyalistlerin yeni durumlarını, bu ülke
halklarının yaşadığımız süreçlerde sosyalizme
ve yakın geçmişlerine ilişkin duygu ve düşüncelerini
de içermelidir. Sosyalizmin sorunlarını,
sadece herhangi bir dönemde, sözgelimi Stalin'in,
sözgelimi Çavuşesku'nun hatalarında aramaktan
ve değerlendirmelerimizi bu şekilde sınırlandırmaktan
çok; bunların yanısıra, "insan"ın
düşleri ve arayışları ile, ekonomik ve ulusal
zorlukların sınırlamalarına rağmen bu düşler
ve arayışlarla örtüşme olasılıklarının tartışılması
gerekmektedir. Reel sosyalizm ve sosyalizm
sonrası süreçlerde, halkların somut yaşamlarından
çıkardıkları dersler de çok önemlidir. Özellikle
bu yönde bilgiler içeren yazı ve çevirilerin
yayımlanması gerekiyor.
|
Proletarya Enternasyonalizmi
ve SSCB
Çağdaş sosyalist pratiğin en çok tartışılan yanlarından
birisi de, proletarya enternasyonalizmidir. Sosyalist
ülkelerin bu ilkeye ne ölçüde uygun davranabildikleri
ve var olan olumsuzlukların kökeninde yatan nedenler,
sosyalizmin sorunlarının belirlenmesinde can alıcı
konulardan biridir.
Birinci Enternasyonal, "İşçi sınıfının kurtuluşu,
ne yerel ne de ulusal bir görev olmayıp, modern
toplumun bulunduğu bütün ülkeleri kapsayan, çözümü
de en ileri ülkelerin pratik ve teorik alanda
birlikte eylem göstermesine bağlı olan toplumsal
bir görevdir." ilkesinin üzerinde yükselmişti.
Bu ilke, Üçüncü Enternasyonal'in de kuruluş ilkesiydi.
Lenin'in devrimci grup ve partilere yolladığı
davette geçen: "Proletarya enternasyonalizmi:
1) Tek tek ülkelerin hareketlerinin çıkarlarının
dünya çapındaki devrimin çıkarlarına tabi kılınmasını,
2) Burjuvazisine karşı zafer kazanan ulusun, uluslararası
kapitalizmi yıkmak için, en büyük fedakarlıkları
yapmaya yetenekli ve razı olmasını gerektirir"
sözleri, enternasyonalizmin anlamınının güzel
bir tanımıydı.
Ancak, daha sonraki süreçlerde ve özellikle Emperyalistler
Arası 2. Paylaşım Savaşı günlerinde enternasyonalizmin
anlamı farklılaştırıldı. Kapitalizmi yıkmak, komünizmin
ilk evresi olan sosyalizmi, bütün sınıfların tamamıyla
ortadan kaldırılmasını sağlayacak proletarya diktatörlüğünü
ve uluslararası sovyet cumhuriyetini kurmak amacı,
yerini; dünya proletaryasının başlıca amacı olarak,
tek ülkede sosyalizmin zaferine dayanak olmak,
dünya devrimini bu olguya tabi kılmak amacına
bıraktı. Stalin, 1927 yılında yaptığı bir konuşmada,
bir kişiye enternasyonalist denilebilmesi için,
o kişinin dünya devrimci hareketinin ana üssü
olan SSCB'ni kayıtsız koşulsuz bir kararlılıkla
savunabilmesini ön koşul olarak savunmuştu.
Tek ülkede sosyalizm süreci boyunca Komintern'in
eylemlerinin yöneldiği bu hedef, uluslararası
proletaryanın savaş örgütünün, giderek SBKP dış
politikasının bir aracına dönüşmesi ve iki savaş
arası dönemde, uluslararası işçi hareketine büyük
zararlar vermesine yol açtı. Sorunu bir bütün
olarak kavramak ve Stalin'in tutumlarının nedenlerini
de belirlemek açısından, Komintern politikalarının
üzerinde yükseldiği ortama dönerek, genel çizgileriyle
bakmak gerekiyor.
İki savaş arası dönemde, Avrupa tam bir toplumsal
çalkantıya sahne olmuştu. Emperyalistler arası
çatışmanın geçici bir çözümü olarak nitelenebilecek
Birinci Dünya Savaşı, kıtada, savaşa karşı güçlü
bir kamuoyu oluşturmuştu. Savaşa hayır tavrı,
sol kesimleri kesin bir saflaşmaya itmiş ve savaş
süreci, reformizmin, sosyal şovenizmin, büyük
ölçüde teşhirini içermiş, başlangıçta azınlıkta
kalan anti-militarist, enternasyonalist görüş,
Ekim Devrimi'nin olağanüstü prestijinin de etkisiyle,
savaştan güçlenmiş olarak çıkmıştı. Lenin, savaşın
başlangıcında, 2. Enternasyonal'in durumunu ve
devrimci hareketin hedeflerini şöyle saptamıştı:
"2. Enternasyonal öldü. Oportünizm yedi başını.
Kahrolsun oportünizm ve yaşasın yalnız dönekleri
değil, oportünizmi de başından defeden, 3. Enternasyonal.
19. yüzyılın kapitalist köleliğinin uzun barış
dönemi boyunca proleter kitlelerin örgütlenmesinde,
2. Enternasyonal yararlı bir çalışma yapmıştır.
3. Enternasyonal'in görevi ise, proletaryayı kapitalist
devletlere karşı mücadeleye, bütün ülkelerin burjuvazilerine
karşı iç savaşa hazırlamak, siyasi iktidar için,
sosyalizmin zaferi için, proletarya güçlerini
örgütlemek olacaktır."
Savaşın bitimi, Ekim Devrimi'ni izleyen güçlü
bir devrimci dalgayı getirmişti. Faşizm, bu devrimci
dalgayı bastırabilmenin yolu ve burjuva egemenliğin
son biçimi olarak doğdu, gelişti; Avrupa'nın birçok
ülkesinde devrimci durumlar ve karşı devrimler
yaşandı, kıta sarsıldı.
Komintern böyle zorlu bir sürecin örgütüydü ve
görevi, bu toplumsal çalkalanmayı dünya devrimine
dönüştürmek olarak ifade edilmekteydi. Avrupa'daki
toplumsal harekete yön verme çabasının dışında,
Komintern önderliğinin ikinci önemli alanı ise,
sömürge ve yarı sömürge ülkelerde yükselen ulusal
kurtuluş hareketleriydi. Bu ülkelerin başında
da, Çin geliyordu.
Komintern'in işlevini ve hareket mantığını anlayabilmek,
SSCB'de yaşanan dönem koşullarını, içinde bulunduğu
uluslararası konumu anlayabilmekten geçer.
Bunu kısaca, emperyalist kapitalist güçlerin bütün
enerjileriyle sosyalizmin anayurdunu boğmaya çalışmaları
ve buna gösterilen direnç biçiminde özetleyebiliriz.
Komintern'in hatalarının ya da hatalı görünen
politikalarının ardında, SSCB'nin bu durumu; düşman
sistemle çevrili bir ortamda, kendisine yaşamsal
maddi temeller yaratmaya çalışan bir ülkenin yalnızlığı
yatar.
Devrim, kapitalizmin eşit olmayan gelişme yasasının
bir ürünüydü ve emperyalizmin dünya üzerindeki
denetiminin zaafa uğradığı bir dönemde patlak
vermişti. Sonrasında emperyalizm, zaten bir yıkımın
üzerinde yükselmeye çalışan sosyalizme, olanca
gücüyle saldırdı. Saldırı, SSCB'nin dört yandan
kuşatılması ve ülkedeki beşinci kolun da yardımıyla
yıkılması esasına dayanmaktaydı. Devrimin yayılması
için Kafkasya'da tampon cumhuriyetlerin kurulması
yoluna gidilmişti. Batı'da zaten böyle bir durum
vardı. Doğu'da Japonya, hem devrimi yıkmak hem
de toprak ilhak etmek için hazır bir güçtü.
Bu kuşatmayı yarmak, Bolşevik iktidarın başlıca
amaçlarından biriydi. Türkiye ve Çin ile ilişkilerin
iyi bir düzeyde tutulmaya çalışılması, özellikle
Çin devrimci hareketine zarar veren uygulamaların
sık sık gündeme gelmesinin kökeninde yatan neden,
bu olguydu.
İç savaş, yalnızca emperyalizmin beşinci koluna
karşı yürütülen bir savaş değildi. Aynı zamanda
doğrudan emperyalist güçlerle savaşlar da yaşanmaktaydı.
Emperyalistler, sosyalizme karşı, aralarındaki
çelişkilere rağmen birarada olmayı başarıyordu.
Hatta emperyalizmin boyunduruğu altındaki ülkelerden
de savaşa birlikler sokulmuştu. Örneğin, Yunanistan
bu savaşa fiili olarak katılmıştır.
Kuşatma ve saldırı yalnızca açık bir savaş biçiminde
sürmüyor, diğer çeşitli düzeylerde de kendisini
gösteriyordu. Sahte banknot basarak Rusya'ya sokmaktan,
işletmelere sabotaja kadar uzanan bir dizi ekonomik
saldırı, iç savaş sonrasında da sürdü. Keza, devrimci
hükümeti tanımama tavrı da uzun yıllar etkili
oldu.
İkinci Dünya Savaşı'nın boyutlarından birisi de,
SSCB'ne karşı savaştı. Bu, birbirleriyle savaşan
emperyalist ülkelerin ortak amacıydı. Bu nedenle,
Almanya'nın yenilgisinin kesin olarak belirlendiği
bir aşamaya kadar, savaş SSCB-Almanya savaşı olarak
geçti, ve ancak bunun ardından Kızılordu'nun ilerlemesinin
kıta içlerine uzamasını engellemek çabasıyla,
Normandiya çıkarması başlatıldı. SSCB'ni İngiltere
ve ABD ile müttefik olmaya iten neden de, hiç
bir zaman SSCB'nin bu ülkeleri Almanya'dan daha
tehlikeli bulması değildi. Aynı biçimde, İngiltere
ve ABD de SSCB'nin asıl düşman olduğunu her zaman
vurguluyorlardı.
Savaştan, SSCB büyük bir zaferle çıktı. Emperyalist
kuşatma yarılmış, sosyalizm dünyanın üçte birinin
sistemi olmuştu. Savaşın bittiği gün, soğuk savaş
başladı. Churchill, "Avrupa'nın ortasına
demir bir perde inmiştir" diyor ve "uygar"
dediği dünyayı bu demir perdeyi yıkmaya çağırıyordu.
Bu soğuk savaş, yıllar boyu sürdü ve dünyaya verdiği
zarar, ikinci dünya savaşının verdiği zarardan
daha az olmadı. Kore'de, Yunanistan'da açık çatışmaya
dönüştü ve dünyanın dört bir yanında milyonlarca
insan katledildi. Emperyalizm nükleer silahlanmayı
tırmandırıyor, dünya halklarını tehdit etmeyi,
varlığını güvenceye almanın bir çeşit garantisine
dönüştürüyordu.
Soğuk savaşın ne zaman bittiği tartışma götürür.
Kimilerine göre, 1954 yılında Kore Savaşının sona
ermesi ve Stalin'in ölümüyle sona ermiştir. Kimilerine
göre SSCB'nin çözülmesi ve Berlin Duvarı'nın sökülmesine
kadar devam etti ya da Gorbaçov ile Reagan el
sıkıştıkları an bu süreç bitmişti.
Bu nitelik bugün de sürüyor. Üstelik daha önce
olmadık biçimde evrimci bir teorik temel yaratma
çabası açıkça vardır.
Sorunu örneklemeye geçmeden önce, Komintern'in
çeşitli yanlışlıklarının kökeninde yatan nedenlerden
biri olan, dönemin komünist partilerinin niteliklerine
kısaca değinelim. Çünkü Stalin ve Komintern değerlendirilirken,
her hatanın, her zaaflı politikanın faturası Stalin'e
çıkartılmakta, Stalin'in dünya devrimini boğduğu
sonucuna varılmaktadır. Özellikle Trotçkist söylem,
bu temayı çok sık işler. Onlara göre Komintern'in
ihaneti, 2. Enternasyonal'in ihanetinden daha
az kritik değildi ve ihanetin mimarı da, Stalin'di.
Burada, sorunun önemli yanı, olumlu ya da olumsuzluklardaki
payları Komintern merkezinden daha az olmayan
ve hatta tayin edici rolün sahibi olan boyut es
geçilmektedir. Mücadele pratiğinden uzak kaygılarla,
tarihi yeniden kurgulamaya dayanan bütün yaklaşımların
yazgılarıdır bu. Hiçbir önerme, hiçbir program,
yalnızca kağıt üzerinde ifade ettikleriyle ele
alınamaz. Hepsinin bir arka planı vardır. Burada
yalnızca politikayı saptayanlar değil, aynı zamanda
onun uygulanmasına uygun koşulları yaratanlar
ve uygulayanlar yer alır. Doğru ya da yanlışta,
onların payı çok daha ciddi bir biçimde saptanmalıdır.
Savaş ve Ekim Devrimi, bütün dünyada işçi hareketlerinde
de çalkalanmalara neden olmuştu. Savaşa karşı
tavır ve Ekim Devrimi'ne yaklaşım saflaşmayı açığa
çıkarmış, reformist ve devrimci saflar arasında
kesin bir kopuşma başlamıştı. Bununla birlikte
saflaşmanın ayırdedici yanı genellikle bu düzeyde
kalmış ve Lenin'in tüm çabaları ve perspektiflerine
rağmen, örgütlenme anlayışı, devrim anlayışı ve
çalışma biçimi bağlamında bir saflaşmaya dönüşmemişti.
Sosyal şovenist bir nitelikten arınmak ve proletarya
diktatörlüğünü içeren bir programa sahip olmak,
kuşkusuz önemlidir ve partiyi devrimci yapan olmazsa
olmaz gerekliliklerdir. Ama bunlar yeterli olmaz.
Politik iktidar savaşının yürütülüş biçimi, bu
yolda temel alınan örgütlenme ve devrimci savaş
süreci boyunca saptanacak taktikler, bir örgütün
yapısını belirleyen olgulardır.
Bolşevik Partisi, ihtilalci bir geleneğin üzerinde
yükselmişti. 19. yüzyıl boyunca gelişen işçi hareketleri
ve ona koşut olarak Rus devrimci demokrasisinin
evrimi, Bolşevikleri besleyen kaynaklar olmuş,
politik iktidar savaşının ancak profesyonel devrimcilerden
oluşan illegal bir çelik çekirdek öncülüğünde
ihtilalci bir kitle çalışmasıyla sonuca ulaşabileceği,
mücadele süreci içinde saptanmış ve sonuca ulaşılmıştı.
Avrupa'da ise, Çarlık otokrasisinin yerini burjuva
demokrasisi almakta ve ortam legal çalışmanın
yaygın biçimde gündeme gelmesini mümkün kılmaktaydı.
Bu ortam parlamentarist eğilimleri ve reformizmi
güçlendirerek, 2. Enternasyonal'in sonunu getirmişti.
Troçki, 1907 yılında şunları yazmıştı: "İşçi
partilerinin işlevleri, geçmişte olduğu gibi,
günümüzde de kapitalizmin gelişiminin toplumsal
ilişkileri devrimcileştirmesi gibi, işçi sınıfının
bilincini devrimcileştirmektir. Ancak proletaryanın
saflarında yürütülen örgütlenme ve ajitasyon çalışması,
bir içsel durağanlığı da bağrında taşır. Avrupa
sosyalist partileri ve özellikle de bunların en
büyüğü olan Alman sosyal-demokrasisi, büyük kitlelerin
sosyalizmi kucaklamasıyla orantılı olarak, onların
tutuculuğunu geliştirmiş ve disiplinli olmasıyla
birlikte, (bu nitelik) artmıştır. Bunun sonucu
olarak proletaryanın politik deneyimini taşıyan
Alman sosyal demokrasisi, belirli bir anda, işçilerle
burjuva gericiliği arasında çıkabilecek açık bir
çatışmanın gelişmesinin önündeki dolaysız bir
engel haline gelebilir."
Hayat, Troçki'nin bu öngörülerini doğruladı, mücadele
içinde 2. Enternasyonal, devrimci hareket önünde
dolaysız bir engel durumuna geldi. İlginç olan,
Troçki'nin bu sözlerine rağmen daha sonra, KP'ler
de bu nitelikten pek uzaklaşmadıkları halde, olumsuzlukları
bütünüyle Stalin'e bağlaması, parlamentarizmin
Avrupa sol hareketi üzerindeki etkilerini görmek
istememesiydi.
Ama Avrupa Komünist partileri, devrimci savaş
süreci içinde parlamentarizmin işlevini tam olarak
değerlendiremediler. Legal olanakları, politik
iktidar savaşının bir aracı olarak kullanmak yerine;
2. Enternasyonal ile bu düzeyde bir hesaplaşmaya
girmediler ve örgütsel işleyişleri, çalışma biçimleriyle
her zaman reformist ve parlamentarist eğilimleri
içeren ve giderek legal çalışmayı temel alan bir
noktada kaldılar. Bunun sonucu, ihtilalci kimliğin
çözülmesi ve politik iktidar savaşının evrimci
bir anlayışa terkedilmesinden başka bir şey olamazdı.
Dolayısıyla oportünizme ve pragmatizme karşı dirençli
bir yapı değil, tam tersine, bu niteliği daha
baştan içeren dar pratikçi ve dogmatik bir nitelik,
Batı Avrupa Komünist Partilerinin ortak özelliği
oldu.
Bu niteliğiyle söz konusu partiler, örgütlenmenin
yatay ve dikey özelliklerini diyalektik bir bütünsellikle
yürütmekten uzaktılar. Sendikalar içinde güçlü,
kitleseldiler ama, nitelikli bir kadrolaşmadan
ve faşist tırmanışa karşı silahlı mücadele örgütleyebilmekten
uzak durumdaydılar. Bu, Komintern'in empoze ettiği
ve SSCB'nin varlık ve gelişmesini esas alan politikalarla
çakışan bir nitelikti ve sonuç; Avrupa'daki devrimci
yükselişin değerlendirilememesi, karşı devrimin
üstün gelmesi oldu.
Sınıf hareketi, hiç kuşkusuz uluslararası proletaryanın
amaç ve programını kendisine temel almalıdır.
Ancak, evrensel bir başarının yerel başarıdan
geçtiği de bir gerçektir. Eşit olmayan gelişme
yasasının derinleştiği ve dünya devriminin uzun
ve sancılı bir süreci içereceğinin yeterince açığa
çıktığı koşullarda, daha da önem kazanan bir olgudur
bu. Sınıf hareketi, uluslararası hareket adına,
kendi ülke gerçekliğiyle çelişen, kendi mücadelesini
baltalayan, hatta engelleyen dayatmalara boyun
eğmez. Aradaki büyük farklılığı, kendi somutunu
gözeterek çözümlemek zorundadır. Tersi durumda,
kendi halkından, ulusundan yalıtılmak ya da en
azından ihanetle damgalanmak doğal bir sonuçtur.
SBKP, Komintern'i işte bu tür partilerle birlikte
ve dünyanın tek muzaffer komünist partisi olarak
kurdu. SBKP önderleri, Komintern'e büyük umutlarla
bağlıydılar. O sıralar herkes yakın bir devrim
beklentisi içindeydi. Komintern bu büyük devrimin
öncü gücü olacaktı. Dolayısıyla bu tür bir önderliğin
gerektirdiği disipline de sahip olması gerekiyordu.
1920 yılında yapılan 2. Kongre'de kabul edilen
ve 21 maddeden oluşan üyelik koşulları, bu amaca
uygun olarak saptanmıştı.
"Enternasyonal'de Rus Partisi'nin üstünlük
sağlaması kimsenin aklından geçmemişti. Bütün
partiler yürütme kurulunda demokratik bir şekilde
temsil ediliyordu. Bir iki üyeyi geçmeyen Rusların,
prensip olarak, herhangi bir imtiyazlı durumu
yoktu. Enternasyonalizm; milli görüşlerin, bütün
hareketin çıkarlarına feda edilmesi demekti. Ama
herhalde milli bir Rus görüşüne boyun eğilmesi
demek değildi. İhtilal, önemli Avrupa ülkelerinden
birinde kazanılmış olsaydı, böyle bir uluslararası
önder kadro ve disiplin gerçekleşebilecekti. Ama
Avrupa'da ihtilalin olmaması Enternasyonal'i Rus
partisinin arkasından gitmeye zorladı. Enternasyonal'daki
Avrupa kollarının kendilerine pek güvenleri yoktu."
(İ. Deutscher )
Süreç içinde Avrupa'daki devrim umutları köreldikçe,
Avrupalı partilerin Bolşevik Partisi'ne bağımlılığı
daha da arttı. Bolşevikler başlangıçta oldukça
özenli davranıyor, Komintern'in devletler politikasının
bir aracına dönüşmesini engellemeye çalışıyorlardı.
Ama bu tek yanlı çaba yeterli olmadı. Olayların
gidişi ve diğer seksiyonların siyasi kişilik oluşturma
bağlamında yetersiz olmaları, Komintern'i SBKP'nin
denetimine soktu.
"Lenin bu duruma çok üzülüyordu. Engels'in
2. Enternasyonal'de Alman Partisi'nin hakimiyeti
konusunda yaptığı uyarıları hatırlıyor ve Rus
Partisi'nin üstün duruma geçmesinin bundan daha
az tehlikeli olmayacağını söylüyordu. Yabancı
komünistlerin kendisine olan güvenlerini artırmaya
çalışıyordu. Yürütme kurulunun Moskova'dan Berlin'e
ya da başka bir Avrupa başkentine götürülmesini,
böylece Enternasyonal'in Rus çıkarlarının ve konularının
devamlı baskısından kurtulmasını bile tavsiye
etmişti."(İ. Deutscher)
Aynı sakıncaya, Komintern'in kuruluş döneminde
Rosa Luksemburg da dikkat çekmişti. Komintern'in
kuruluş toplantısına gönderilen Alman temsilci
Paul Levi'yi uyaran Luksemburg, Komintern merkezinin
Moskova'da olmasının, örgütü Bolşeviklerin denetimine
sokabileceğini söylemiş, merkezin başka bir kentte
bulunmasını istemişti. Ancak bu görüş, başlangıçta
da, sonradan Lenin yeniden gündeme getirdiğinde
de, özellikle yabancı delegelerin istekleriyle
kabul görmemişti. Burjuvazinin denetimindeki bir
kentte çalışmanın birçok sakıncayı içereceği düşünülüyordu.
Anlaşılacağı üzere Komintern'in SBKP'nin insiyatifine
girmesi ve giderek SSCB dış politikasının etkin
bir aracına dönüşmesi, baştan planlanmış bir sonuç
değil, koşulların ve Komintern bileşiminin farklı
bir seçeneği ortadan kaldırmasının ürünüydü. Bu
tür gelişmelere karşı güvence olarak düşünülen
disiplin maddeleri ve yürütme konseyi, zamanla
SBKP'nin etkisini koruyucu bir işlev yüklendi.
Durumun Stalin'le ve onun dönemiyle bir ilgisi
yoktur. Tersine, Stalin o dönem Komintern'le en
az ilgili olan SBKP önderiydi. Komintern'in SBKP'nin
insiyatifine girmesi, ondan önce tamamlanmış bir
süreçtir. Yine Deutscher'den aktaracak olursak,
"Lenin'in söyledikleri hep çıkmıştı. Yıllar
geçtikçe Yürütme Kurulu'ndaki Rus üyelerin yabancı
komünistlerin işlerine müdahaleleri, işleri daha
da karıştırmaya başlamıştı. Zinovyev, tadını çıkara
çıkara, bütün cakasıyla, anlayışsızlığıyla ve
çekinmeden Enternasyonal'e hakimdi. Troçki bile,
bu durumun yarattığı himaye sisteminin uygulanmasına,
Yürütme Kurulu'nun bir üyesi olarak katılmıştı.
Komintern'deki Fransız Komisyonu'nun başkanı olduğu
için Fransız komünistlerinin günlük çalışmalarını
büyük bir yetki ile izliyordu. Alman, İtalyan,
İspanyol ve İngiliz partileri de bütün sorunlarda,
çalışmalarının bütün ayrıntıları üzerinde, onun
öğütlerini almaya koşuyorlardı, o da rahatça öğütlerini
veriyordu."
Kurulduğu 1919'dan 1924'e kadar beş kez yapılan
Komintern Kongresi, bu tarihten, lağvedildiği
1943'e kadar geçen süre içinde yalnızca iki kez
(1928 ve 1935) toplandı. Bu, SSCB'deki gelişmelerin
bir yansımasıydı ve Komintern'i SBKP'ye tabi kılan
sürecin bir sonucuydu. Böylece, Rusların denetimi
altındaki bir enternasyonalin yol açacağı sorunlardan
yana kaygıları olan Lenin ve Rosa Luksemburg'un
öngörüleri bir yanıyla doğrulanmış oluyordu. Komintern
Yürütme Komitesi (EKKİ)'nin sürekli Moskova'da
bulunmak zorunda olması, Komintern üzerindeki
denetimi kolaylaştırıyordu. SBKP içi çatışmalara
uygun biçimde, Komintern içinde de "temizlik"
yapılabiliyordu. Başta Bela Kun olmak üzere pek
çok Komintern üyesi, bu sürecin kurbanı oldu.
Komintern'i SSCB dış politikasının bir aracı olarak
kullanmanın en çarpıcı örneklerinden biri, SSCB-Almanya
anlaşmasıdır. Bu anlaşmanın tartışılması, SSCB'ne
getirdiklerinin ve götürdüklerinin değerlendirilmesi
ayrı bir konu. Çarpıcı olan, sonraları zorunluluğa
dayandırılan bu anlaşmanın uluslararası proletaryanın
savaş örgütü Enternasyonal'e yansıtılmasıdır.
Anlaşmadan sonra Komintern partileri, o güne kadarki
pratiklerini yadsımaya, teorilerini gözden geçirmeye
başladılar.
Faşizm, 1935 yılında, tekelci burjuvazinin en
gerici kanadının diktatörlüğü olarak tanımlanmış
ve proletaryanın baş düşmanı ilan edilmişti. Anlaşmanın
ardından bu belirlemeler gözlerden ırak tutuldu.
İngiltere ve Fransa baş çelişme olarak belirlendi;
politik perspektifler yeniden düzenlendi. SBKP,
sosyalizmi savunmanın bir gereği, emperyalistler
arası çelişkilerden yararlanmanın bir örneği olarak
imzaladığı anlaşmayı, dünya devrimci hareketini
kullanarak sağlamlaştırmanın tipik bir örneğini
vermişti.
Komintern'i devrimci harekete verdiği zararlar
bağlamında değerlendirirken; başlıca neden, tek
ülkede sosyalizm politikasının uzantısı olarak
SSCB çıkarlarının önde tutulması, bunun enternasyonalizmin
gereği olarak kabul edilmesi gösterilemez. Aynı
zamanda tek ülkede sosyalizm anlayışıyla hiç ilgisi
olmayan yanlışlıklar, doğrudan doğruya politik
perspektifsizliğin sonucu olan ve devrimci mücadeleye
ölçülemeyecek kadar büyük zararlar veren örnekler
de vardır.
1928'de başlayan üçüncü dönemin sekter politikaları,
önemli örneklerdir. SBKP içinde sol ve sağ sapmaların
tasfiyelerinden ve Komintern içinde de buna uygun
düzenlemelerin yapılmasının ardından başlayan
dönem boyunca izlenen sekter politikalar, en iyi
ifadesini Stalin'in şu sözlerinde bulmaktadır:
"Faşizm, burjuvazinin sosyal demokrasinin
aktif yardımına dayanan savaşçı teşkilatıdır.
Objektif bakımdan sosyal demokrasi faşizmin ılımlı
kanadıdır."
Bu politikanın sonucu olarak, sosyal demokrat
hareket "sosyal faşist" ilan edildi.
Avrupa işçi ve sendika hareketi bölündü. Komintern'in
faşizme ve sosyal faşizme karşı mücadele anlayışı,
sendikal hareket içinde güçlü olan sosyal demokrasinin
kaypak karakterleriyle yanyana gelince, faşizmin
doğru bir tanımlaması, Troçki'den çok sonra, İtalya
ve Almanya başta olmak üzere, Avrupa'nın bir dizi
ülkesinde faşizmin iktidara gelmesinden sonra,
ancak 1935 yılında yapılabildi. Düşmanın doğru
bir tanımlamasının yapılamaması, ona karşı mücadele
anlayışının çeşitli eksik ve yanlışlıkları içermesini
kaçınılmaz kılıyordu. Sosyal demokrasinin sosyal
faşist ilan edilmesinin sonuçları bir yana, faşizme
karşı silahlı mücadelenin esas alınması gerekliliği
ve bu temelde bir örgütlenmenin olmayışı da ciddi
bir eksiklikti. Oysa faşizm engellenemez değildi.
Fransa olaylarının açığa çıkardığı bir gerçekti
bu ve Dimitrov itiraf edecekti.
1935'te, bu kez halk cephesi politikaları temel
alındı. Bu politika, faşist olmayan bütün gerici
partileri içeren geniş bir koalisyon anlamına
geliyordu ve yalnızca daha önceden faşist ilan
edilen sosyal demokrasi değil, burjuvazinin liberal
kanadı da bu koalisyona dahil edilmekteydi. Halk
cephesi politikası, faşizmin tırmanış dönemine
uygun bir politikaydı. Ancak o döneme egemen olan
politika sol sekterizm olmuştu. 1935'te gündeme
geldikten sonra ise başlıca sonucu Fransa ve İspanya'da
devrimci durumun değerlendirilmemesi oldu. Fransa'da
devrimden yana tercihli kitlelerin varlığına rağmen,
politik iktidar perspektifi bir yana bırakılarak
burjuvaziyle ittifak kuruldu, burjuvazinin ekmeğine
yağ sürüldü ve devrimci durum boğuldu. İspanya'da
yaşanan ise daha trajikti. Yalnızca uzlaşılarak
devrim burjuvaziye teslim edilmedi, böylelikle
faşizme karşı ciddi bir mücadelenin örgütlenmesi
ve faşist yükselmenin engellenmesi de başarılamamış
oldu. Sonuçta yükselen faşizm, Halk Cephesi iktidarını
alaşağı ederek iktidara geldi.
Komintern'in yanlış politikalarının bir diğer
kurbanı da Çin devrimci hareketiydi. Doğu sorunu,
Komintern'in ilk döneminde en yoğun tartışmalara
sahne olmuş sorunlardan biriydi. Tartışma süreci
sonucunda sosyalizmi yalnızca gelişmiş kapitalist
ülkelerin gündeminde gören ve sömürge ve yarı
sömürgelerde devrimci mücadeleyi milli burjuvaziye
destek olmak biçiminde algılayan, eşit olmayan
gelişmeyi kavramaktan uzak dogmatik geleneğin
karşısında, Lenin'in, "Enternasyonal, geri
kalmış ülkelerin, ileri ülkeler proletaryasının
yardımıyla sovyet üretimine geçebilecekleri ve
belirli aşamalardan sonra, kapitalist aşamadan
geçmek zorunda kalmadan komünizme varabilecekleri
tezini de, teorik gerekçesini göstererek savunmalıdır."
sözlerinde ifadesini bulan doğru politika oluşturulmuştu.
Ancak Lenin'in ölümünden sonra, bu soyutlama ve
öngörü dikkate alınmadı ve dogmatik politikalar
temel alındı. Çin, bunun en büyük ve başlıca örneği
oldu. Komintern ve Stalin'in katkılarını, süreci
iyi bilen Mao, şöyle anlatıyor:
"Wang Ming ile 1937'den 1938 Ağustos'una
kadar süren tartışma sırasında, biz on büyük siyaseti
ortaya koyduk. Buna karşılık Wang, altmış siyaseti
ortaya koydu. Eğer Wang Ming'in ya da başka bir
deyişle Stalin'in yöntemlerini izleseydik; Çin
Devrimi başarıya ulaşamazdı. Devrimimiz başarıya
ulaştığında, Stalin bunun sahte bir şey olduğunu
söylemişti. Onunla tartışmaya girmedik."
"3. Enternasyonal'in dağılmasından önce bile,
biz, 3. Enternasyonal'in emirlerine itaat etmiyorduk.
Tsunyi Konferansı'nda itaat etmedik ve daha sonra
on yıl boyunca hiç itaat etmedik. Bu dogmatikler,
Çin'in özelliklerini hiç ama hiç incelemiyorlardı."
(Mao,Yayınlanmamış Yazılar)
Mao hiç kuşkusuz doğru söylemektedir. Zaten bütün
belgeler, dönemin sahne olduğu bütün olaylar bunu
doğrulamaktadır. İşte bir örnek:"Çin Devrimi'ni
'sürekli' bir devrim olarak karakterize etmek
yanlıştır (...) burjuva demokratik devrimin atlanarak
geçilmesi doğrultusunda gösterilen eğilim, Troçki'nin
1905'te yaptığı hatanın bir benzerini tekrarlamaktır."(Y.
Alagon)
Komintern Yürütme Komitesi'nin kararı, Troçkizm
suçlaması altında, nelerden vazgeçildiğinin, Leninist
Devrim anlayışının nasıl revize edilerek dogmatik
aşamalı devrim anlayışına teslim edildiğinin bir
örneğidir. Ve bir başka örnek:1926 yılında Stalin'in
, "Politik bir parti ile farklı sınıf gruplaşmalarından
oluşan sovyet benzeri bir örgüt arasında bir geçiş,
özel tipte bir örgüt" biçiminde tanımladığı
Kuomingtang'ın lideri Çang Kay-Şek, Komintern
tarafından şeref üyesi ilan edildi. Kuomingtang
da kardeş parti oluyordu. Karar, SBKP Politbürosu'nda
bir red oyuna karşılık alınmıştı. Red oyunun sahibi,
Troçki'ydi.
Şeref üyesi ilan edildikten bir buçuk ay sonra
Çang Kay-Şek bir hükümet darbesiyle bütün iktidarı
elinde topladı. Grevler yasaklandı, Kanton'daki
bütün sendikalar kapatıldı, ÇKP'liler Kuomingtang
bürolarından atıldı, pek çok komünist ve sendikacı
lider tutuklandı, direnenler öldürüldü.
Örnekler çoğaltılabilir. Ama bunlar, sonuç olarak
söylenebilecekleri değiştirmez. Bu pratikler,
büyük ölçüde enternasyonalizmin, sosyalizmin anayurdunun
korunmasıyla özdeşleştirilmesinin bir sonucudur.
Dar pratikçi ve ekonomik indirgemeci politikaların
eklenmesiyle, ortaya olumsuz bir bilanço çıkmaktadır.
İzleyen yıllarda bu politika sürdü ve günümüze
kadar uzandı. Üstelik Stalin sonrasında teorik
ve kuramsal düzeylerde, daha "sağlam"
bir zemine dayandırıldı.
Diğer çeşitli sorunları incelerken de gördüğümüz
gibi olumsuzluklar kaynağını geçmişten almaktadır.
SSCB dış politikasını özellikle Stalin döneminden
sonra statükocu bir karakter belirlemiştir. Ama
bu durumu, koşulların yarattığı zaafın zamanla
büyümesi ve giderek kurumsallaşması, daha açıklayıcıdır.
Ekim Devrimi'nden sonra, Doğu Avrupa ülkelerinin
tartışmalı durumlarını bir yana bırakacak olursak,
dünyanın hiç bir ülkesinde, SBKP'nin empoze ettiği
politikaların başarıya ulaştığı görülmemiştir.
Muzaffer devrimlerin ardında, SBKP'nin iradesine
karşı koyan, dar pratikçi politikaların kendi
somut gerçekliği ile çelişkisini gören önderlerin
iradeleri yatar. Çin, Vietnam, Kore, Yugoslavya,
Küba devrimleri, resmi çizgiye karşı, somut olanı
hareket noktası alarak sonuca ulaşan devrimlerdir.
Komintern'in bütün dünyada Almanya'yı baş düşman,
İngiltere, ABD ve Fransa'yı müttefik ilan ettiği
bir sırada, Fransız sömürgesi olan Vietnam'da,
Fransa'yı müttefik olarak görmeyi reddeden Ho
Şi Minh'in yaptığını, birçok yerel önder yapamamıştır.
Keza, 2. Dünya Savaşı'ndan sonra, Asya'da, ABD
ile savaşa yol açabileceği ve bundan SSCB ile
Doğu Avrupa halk demokrasilerinin zarar görebilecekleri
düşüncesi ile, ÇKP'den iç savaşı durdurması istendiğinde,
Mao ve ÇKP bunu dinlemeyerek, süreci tırmandırma
yoluyla sonuca gideceklerdi:
"Çin'in devrim yapmasına izin vermediler.
Bu 1945'de oldu. Stalin iç savaşa girmememizi
ve Çang Kay Şek'le barış yapmamızı, aksi halde
Çin ulusunun yok olacağını söyleyerek, Çin'in
devrim yapmasını önlemek istedi. Ama biz onun
söylediğini yapmadık. Ve Devrim zafer kazandı."(Mao,Yayınlanmamış
Yazılar)
Uzun yürüyüş sırasında, ÇKP'nin seksen bin üyesi,
SBKP yanlısı oldukları ve devrime engel oluşturdukları
gerekçesiyle tasfiye edilmişti. Çin'de, sonraki
yıllarda anti sovyetizmin resmi politikaya dönüşmesinde,
devrim sürecinde yaşananların etkisi az olmamıştır.
Sonuçta Mao muzaffer olurken, yıllarca komintern'in
empoze ettiği politikalar doğrultusunda partiyi
yöneten ÇKP liderleri, Chen Thu-Haiu, Chu Chiu-Pai,
Li Bi San, Wang Ming, tarihe, "mahkum"
edilerek geçtiler.
Bu örneklere rağmen, Stalin önderliğinin dış politikasının
emperyalizmle uzlaşma temelinde yükseldiği kesinlikle
söylenemez. Ancak uzlaşma politikalarına uygun
zeminin bu dönem oluştuğu da apaçık bir gerçektir.
Komintern, daha baştan SBKP'nin denetiminde olması
ve bel kemiğini oluşturan Avrupa komünist partilerinin
parlamentarizme ve reformizme eğilimli karakterleri,
SBKP'ye bu yolda geniş hareket alanı sağladı.
Ancak yerel partilerin kendi gerçeklerinin gereklerine
uygun olanı yapmaları durumunda da, özellikle
kitleselleşmiş bir mücadelenin olduğu koşullarda,
Stalin ve SSCB bütün gücüyle bu hareketlerin yanında
oldu. Bu da gerçeğin öbür yüzüdür.Ve gerçekler
bütün yüzleriyle değerlendirildikleri taktirde
kalıcı anlamlar kazanırlar.
Stalin, 2. Dünya Savaşı'ndan sonra, dünyanın artık
kapitalizm ve sosyalizm arasında ikiye bölündüğünü,
bunun emperyalistler arası bir çatışmanın yeniden
çıkmasını engellediğini saptayamamıştı. Ulusal
kurtuluş hareketlerinin taşıdığı olağanüstü dinamizmin,
egemen olanlar için de, sömürülenler için de taşıdığı
büyük anlam da teorideki yerine gerektiği gibi
oturtulmamıştı. Oysa artık dünya devriminin sıcak
alanları, dünyanın kırları denilen yeni sömürge
ülkelerdi ve emperyalizmi sarsmanın yolu da, bu
ülkelerdeki ulusal kurtuluş hareketlerinin stratejik
bir öneme sahip olduğunun kavranmasından geçiyordu.
Ancak, bunu anlamak bir yana, SBKP'nin, bu ulusal
kurtuluş hareketlerinin zaferlerini bir devrim
olarak görmezden geldiği durumlar dahi oldu. Onlara
göre, Almanya ve Japonya savaştan yıkılarak çıkmış,
pazarlarını kaybetmişlerdi. Bu ülkeler yeniden
güçlenince pazardan pay isteyeceklerdi ve 3. bir
dünya savaşı kaçınılmazlaşacaktı. (Stalin, Son
Yazılar)
Dolayısıyla politikalar da bu savaşa göre saptandı.
Sosyalizmin kazanımları korunmalı, emperyalizme
bu bağlamda kesinlikle taviz verilmemeliydi. Örneğin
Almanya, Avusturya ve Kore sorunlarında kesinlikle
uzlaşmaz bir politika izliyordu Stalin. Ama bunun
ötesinde strateji, kazanımları koruma ve 3. Dünya
Savaşı'na güçlü olarak hazır olma esasına dayanmaktaydı.
Stalin'den sonra SSCB dış politikası önemli ölçüde
değişikliğe uğradı. Korunmacılık yine esastı.
Ama uzlaşmazlık yerini uzlaşmaya bıraktı. Kore
ve Avusturya sorunlarının çözümü, girilen bu tehlikeli
yoldaki ilk örneklerdi. Süreç içinde yeni örnekler
izlenecek, politika açık seçik ortaya çıkacaktı.
SSCB, anayurdun korunmasından yola çıkan süreci,
emperyalizmle uzlaşmaya kadar götürmüştü. "Barış
içinde bir arada yaşama" teorisine kazandırılan
uzlaşmacı karakter, "ilerleme ve kapitalist
olmayan yollardan geçiş " gibi revizyonist
teorileri yaratacak ve uygarlık krizi denilen
reformist politikaya kadar ulaşacaktı.
Lenin ve Stalin de "barış içinde bir arada
yaşama" tanımını kullanmışlardı ama onların
bu teze kazandırdakları içerik, daha sonra izlenen
revizyonist politikalarından çok farklıydı. Onlar,
herşeyden önce, olaya emek ile sermaye arasındaki
tarihsel çelişmenin uzlaşması olarak bakmıyorlardı.
Oysa SBKP daha sonra sorunu bu biçimde ele aldı.
Lenin'e göre, "Kapitalistlerin, sömürülenlerin
çoğunluğunun iradesine barışçıl bir biçimde tabi
kılınmasına, sosyalizme reformlar yoluyla barışçıl
bir geçişe ilişkin her düşünce, yalnızca burjuva
dar kafalılığın en aşırı bir kanıtı olmakla kalmaz,
aynı zamanda işçilere doğrudan bir ihanet, kapitalist
ücret köleliğini şirin göstermek, gerçeği inkar
etmek" olurdu. (Lenin, Sosyalizm ve Savaş)
Burjuvazi istediği kadar aydınlanmış ve demokratik
olsun, bugün üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetini
kurtarmak için suç işlemekten, milyonlarca işçi
ve köylüyü katletmekten korkmazdı. Dolayısıyla
barış içinde bir arada yaşamak da, ancak emperyalizmle
dişe diş bir mücadele ile mümkündü. "Bu her
zaman böyledir, insan rakibine darbeler indirirse
rakip barış yapmaya hazır olur. Avrupa'daki emperyalist
baylara defalarca barış yapmaya hazır olduğumuzu
söyledik. Fakat onlar Rusya'yı boyunduruk altına
almanın rüyasını görüyorlardı. Nihayet şimdi rüyalarının
hiç bir zaman gerçek olamayacağını gördüler"
diyordu Lenin. Emperyalistler arası çelişkilerden
yararlanmak ve bu çelişkileri derinleştirmek,
böylece sosyalizmin hareket alanını genişletmek
de mümkün görülüyordu.
Stalin de, barış içinde yanyana yaşamayı bir görev,
bir zorunluluk olarak görmekteydi. Ama, bunun
bir uzlaşma olarak kavranmaması gerektiğini, o
da özenle belirtmişti.
Ancak, sonraki yıllarda bu tanıma yüklenen anlam
çok daha başkadır. Nükleer silahlanmanın bütün
insanlığı tehdit ettiği gerçeğinden yola çıkarak
insanlığın kurtuluşu bu tehlikenin önlenmesine
bağlanmakta, insanlığın ilerlemesi ise evrimlere,
tarihsel determinizme bırakılmaktadır.
"Farklı sosyo ekonomik ve politik düzene
sahip devletler arasında barış içinde bir arada
yaşamaya ilişkin Leninist ilke, savaşın olmayacağı
demek değildir, ilke, tutarsız bir ateşkes durumu
anlamına da gelmez. Bu devletlerin, birbirleri
arasında dostane politik ve ekonomik ilişkilerde
bulunmaları koşulunu koyar, barış içinde uluslararası
işbirliğinin oluşturulması ve geliştirilmesinin
çok yönlü biçimlerini öngörür." (Kruşçev)
Bu perspektif, politik mücadeleyi de doğal olarak
donduracaktır. Kruşçev devam ediyordu:
"İşleri öyle düzenlemek gerekir ki, onlar
arasındaki (iki farklı toplumsal sistem olarak
kapitalizm ve sosyalizmin arasındaki mücadele)
salt ideologlar arasındaki bir mücadele (...)
durumuna gelsin"
İnsanlığın ilerlemesi ve komünizme ulaşabilmesinin
yolu ise şöyle açıklanmaktadır:
"Sovyet halkı komünizmin kazanımlarını tadar
tadmaz, dünyadaki yüz milyonlarca insan şöyle
diyecektir: "Biz komünizmden yanayız."
(SBKP Üçüncü Programı)
Görüldüğü gibi SBKP, barış içinde bir arada yaşamayı
dış politikanın temeline koymakta, bu, enternasyonalizmin
anlamı olarak kabul edilmektedir. "Bu ilkelerin
tümü günümüz toplumunun temel yaşam kanunudur"
(Kruşçev) sözlerinden de anlaşılacağı gibi, sorun
emperyalist kapitalist sisteme karşı yürütülen
sınıf kavgasını ve ulusal kurtuluş hareketlerini
de kapsayacak biçimde genişletilmektedir.
Bu perspektif, doğal olarak dönemin bütün politikalarını
belirlemiş, yön vermiştir. İlerleme ve kapitalist
olmayan yol tezleri, bu yolda öne çıkan başlıca
politikalar olmuştur.
Toplumsal ilerleme tezinin kökeninde çok çıplak
bir reformizm yatar. Devrimin gerekliliği ve zorun
kaçınılmazlığı, yerini toplumsal ilerleme ile
barışçıl yollarla sosyalizme geçilebileceği yaklaşımına
bırakmıştır. Emperyalist kapitalist sistemle barış
içinde bir arada yaşanabileceğine göre, kapitalist
bir toplumun şiddete gerek kalmadan sosyalizme
geçmesi de mümkün görülmektedir. Bilimsel ve teknolojik
devrim bu mantığın dayanakları arasında yer alacaktır,
ve zamanla militarist tekellerin teşhiri ile,
toplumsal ilerleme ve uzlaşmanın önündeki engellerin
kalkacağına inanılmış, çabalar bu yönde yoğunlaştırılmıştır.
Kapitalist olmayan yoldan geçiş tezinin kökeninde
ise, tarihsel gelişme içinde, farklı sosyo-ekonomik
yapıların bir arada yaşadığı ve sınıfsal güçlerin
yeni baştan gruplaşabilecekleri bir ara dönem
düşüncesi vardır. Özellikle Afrika'daki anti-sömürgeci
hareketlerin sonuca ulaşmaları ve siyasal bağımsızlığı
elde etmelerinden sonra başlayacak süreci tanımlama
ihtiyacının ürünü olarak doğan bu tez de, ciddi
bir yenilgidir. Çağımızda sosyalizmin dışında
kapitalist olmayan bir yol olamaz. Tersi her yol,
kaçınılmaz biçimde kapitalizme çıkar. SSCB, anlayışı
gereği, anti sömürgeciliği siyasal bağımsızlık
talebiyle özdeşleştirince, sosyalistlikle hiç
bir ilgisi olmayan iktidarları destekleyerek,
bu ülkelerin sosyalizme kazanılabileceği yanılgısına
düştü ve çoğu kez sosyalist değerlerin o ülke
halklarına yabancılaşmasına yol açtı. Mısır, Somali,
Etiyopya gibi örnekleri izleyen Afganistan, bu
politikanın son ve en trajik örneği oldu.
Sonuç olarak, başlangıcından bugüne SSCB ve proletarya
enternasyonalizmi sorununu şöyle özetleyebiliriz:
- Devrimi izleyen ilk yıllarda, herkeste yakın
bir dünya devrimi beklentisi vardı ve bütün çabalar
bu amaca mal edilmişti. Komintern de bu sürece
önderlik edecek dinamik ve disiplinli örgüt olarak
düşünülmüştü.
- Süreç içinde yakın bir devrimin olanaksızlığı
anlaşılınca, enternasyonalizm anayurdun savunulmasıyla
özdeşleşti ve Komintern bu politikanın bir aracına
dönüştü. Yapılan hatalara rağmen, uzlaşmazlık
esas olmayı sürdürüyordu.
- Stalin'in ölümünden sonra enternasyonalizm,
barış içinde bir arada yaşamakla özdeşleştirildi
ve devrimci kavga, bu çabaya engel olacağı kaygısıyla
reddedilirken, evrimci yollar ağırlık kazandı.
Devrimci mücadelenin desteklenmesi, ancak büyük
ölçüde kitleselleşmesiyle mümkün olmaktaydı. Onun
dışında SBKP'nin müttefiki KP'ler, bulundukları
yerlerde sınıflar savaşının yükseltilmesine engel
oldular.
- İlerleme ve kapitalist olmayan yol anlayışları,
bu reformist yaklaşımların sonucu olarak benimsendi
ve reformlar yoluyla kapitalizmin düzeltilebileceğine,
yine reformlar yoluyla emperyalizme karşı siyasal
bağımsızlık kazanmış burjuva milliyetçi iktidarların
sosyalizme kazandırılabileceğine inanıldı. Ancak
dünyanın hiç bir yerinde KP'ler barışçıl yollarla
ilerleyemedi. Tersine, dinamiklerini baştan yitirdikleri
için hızla çözülmeye yüz tuttular. Öte yandan
desteklenen burjuva iktidarların tamamı süreç
içinde emperyalizmin işbirlikçisi oldu ya da bir
süre sonra yerlerini bu tür iktidarlara bıraktı
ve bu ülkeler emperyalist kapitalist sistemin
parçaları durumuna geldi.
Sistem içi kamplaşmalar
Sosyalist sistemin en önemli sorunlarından birini
de sistem içi sorunların ulaştığı boyutlar oluşturmuştur.
Özellikle 1980'li yıllara kadar sosyalist sistemin
başlıca sorunu, daha doğrusu dünya kamuoyuna yansıyış
bağlamında başlıca sorunu, bu kamplaşmalardır.
Destalinizasyon ve SBKP 3. Programını izleyen
süreç, dünya sol hareketinin daha önceden az çok
var olan irade birliğinin büyük ölçüde çökmesine
neden oldu. Olay yalnızca SBKP-ÇKP kamplaşmasıyla
sınırlı kalmayacak ve çeşitli ülkelerde, bu kampların
ikisinde de yer almayan marksizmin bir eylem kılavuzu
olarak ele alınması temelinde yükselen hareketler,
sol potansiyelin diğer önemli bir kesimini oluşturacaklardı.
Sürece Arnavutluk Emek Partisi'nin de katılmasıyla
kamplaşma daha fazla çeşitlilik kazandı.
Ancak, 1980'lere gelindiğinde, sosyalizmin gündeminde
daha önemli sorunların yer aldığı ortaya çıktı.
Bu on yıl içinde, ÇKP ve SBKP arasındaki farklılıklar
tümüyle ortadan kalkmamakla birlikte, eski etkisini
yitirdi. Örneğin, sosyal emperyalizm tezi popülaritesini
yitirdi, dayandığı sanılan temellerin kof olduğu
açığa çıktı. Çünkü sosyalizmin sorunlarını dar
pratikçi bir yöntemle ele almak ve günlük politikaya
tabi kılmak gibi bir karaktere sahipti.
Ancak bu durum, sosyalist sistem içindeki farklılaşmaların
ortadan kalktığı anlamına da gelmedi. İleyen süreçte
daha büyük bir dağılma yaşandı ve sosyalist ülkeler
arası dayanışma, ekonomik ve siyasal eylem birliği,
büyük ölçüde askıya alındı. Perestroyka ile başlayan
sürecin yol açtığı sonuçlardan birisi de, kendi
sorunlarını masaya yatıran ülkelerin çözüm yollarının
da birbirlerinden farklılaşması sonucunda, ortak
hareketin koşullarının daralmasıdır.
Bir zamanlar, 1980'li yıllarda birlikte komünizme
geçileceğine inanan ülkelerin yolları, 1980'li
yıllarda ayrıldı. Yolları yeniden birleştirecek
neden, ancak yaşanan çalkantıdan sosyalizmi temel
alarak çıkacak olanların varlığıdır.
Polonya ve Macaristan, geriye dönüşün ilk örnekleri
olmuşlardır ve kapitalizme kapılarını ardına kadar
açtılar. Bu ülkeler bir zamanlar kendilerini ileri
sosyalist ilan etmişler ve geriye dönüşün koşullarının
ortadan kalktığını varsaymışlardı; 1980'li yıllarda
komünizme geçecek ülkeler arasındaydılar. Ancak
hayat böyle olmadığını açığa çıkardı. . Ama sürece
damgasını vuran gerçek, sosyalizmin 1917'den sonra
gerçekleşen pratiklerinin çözülmesi ve dağılması,
dünya halklarının tamamına yakının bir süre emperyalist
kapitalist sistemin her türlü çirkinliği ile başbaşa
kalmasıdır.
Çöken, sosyalizm değildir, bu gerçek iyi bilinmeli,
bir insanlık prensibi gibi bütün düşünselliklerin
zemininde korunmalıdır.Çöken, sosyalizm pratiklerinin,
sosyalizm adına yapılan yanlışlıklarda ve daha
sonraları ihanetlerde boğulmasıdır.
Şimdi artık devrimcilerin ve dünya halklarının
görevleri, sosyalizmin zengin birikimlerinden
de aldıkları derslerle, onu yeniden zafer günlerine
kavuşturmaktır.
|