Son eylemi meclis önünde idi, coplar inip kalkarken,
onlar birbirlerine sarılıp kenetlenmişlerdi. Oturma
eylemine geçerken, "benim buradan ancak ölümü
kaldırabilirsiniz" diyordu... Her zaman olduğu
gibi, yine sözünün eri çıktı. Coplar yağmur gibi
yağıyordu. Her türlü zorluğa dayanan yürek, sevgisizliğe,
insansızlığa dayanamadı ve çatladı. Güvercin elli
kadın, tüm dünyada güvercinlerin uçurulduğu bir
günde -1 Eylül'de- aramızdan uçtu gitti...
Kapılar sağırlığını, kapılar
dilsizliğini sürdürdükçe,
Soluğu sokakta aldı bir deste
karanfil.
Çocuklarımıza işkence yapıyorlar,
Çocuklarımızı kurşunluyorlar,
Çocuklarımız yine aç ve
kan ve revan içinde...
Sokaklar, ey sokaklar
Anaların çığlığı göğü deliyor
Siz hala ve hala
Nasıl uyuyorsunuz?..(Ayşe Hülya)
O, daha küçük bir kız çocuğu iken bile, dimdikti
ve sadece sevginin önünde eğilirdi. Mahallenin
yılışık, sırnaşık, kabadayı oğlanlarının belası
ve de korkulu rüyası idi. Ellili yaşlarda son
nefesini veririken bile, yine dik ve külhandı.
Gecenin bir yarısı, oturduğum yerde O'nun genç
kızlık resmine bakıyorum.
Eğer bir kadını yalnızca fizik özellikleriyle
değerlendireceksek; O, olağanüstü güzel, tipik
bir Arnavut kadını... Gür ve özenle taranmış saçları,
kalem gibi kaşlarını sivrilten derin mühür gözler,
usta bir heykeltraşın yonttuğu bir burun ve -hiçsusmamış-bir
ağız. Ama en çok dikkatimi çeken, çenesine dayadığı
biçimli güvercin elleri oldu. O eller bir ömür
boyunca hiç kırıntılara, akrep dünyasının sunduğu
"nimetlere" tenezzül etmedi, hep verdi,
verdi...
Ol, hikayedir ki çoğu gerçektir:
Evvel zaman içinde
kalbur saman içinde
zaman zindan içinde
bir uygunsuz tarih içinde, "kadın düşürüldü"...
Ve "düşürüldüğü" anda erkek, egemen
sarhoşluğunda, en alçak noktasına ulaştı, roller
değişti. Kadın artık edilgendir, himayeye muhtaçtır,
egemenliğinin üzerine yatmış erkek, zaten hep
himayeye hazır ve nazırdır. Aslında kurtarılması
gereken, meşk budalalığına zavallılaştırılmış
erkektir. Doğal ve yabancılaşmamış özüyle kadın,
sarandır, sarmalayandır, koruyandır, kurtarandır,
anaçtır. Kestiği rol hiç tükenmeyecekmiş sanan
horoz kasıntılığındaki erkek, insan değil bir
acaip, bir garip yaratıktır.
Bizim güzel, genç Arnavut kadın, geleneksel ilişkiler
içinde ilkin eş, anne ve derken henüz genç denecek
yaşta nine oldu ama nedense hiçbir zaman kadınsı,
edilgen, himayeye muhtaç olmadı. Dünyevi anlamda
varlıklı, hem de bayağı kurulu düzeni içinde,
yaşıtları rahat emekliliğinin mızmız hayallerine
dalmışken bizim abla, ana, nine Arnavut kadın,
yüreği içinde hep delici kıpırtıları taşıdı.
Kardeşlerini çok severdi, ayırt etmezdi ama en
küçüğe karşı sadece abla değil, anaydı da... Hasan'ının
vur emri ile arandığını duyduğunda, yüreğindeki
kırıntılar delice dalgalara dönüştü. Durmak yoktu
O'nun külhan kitabında. O sadece bakmaz, yürek
gözüyle de görürdü. Rahatlığın kendine sunduğu
küçük dünya, O'nu bunaltıyordu, tıpkı kalbindeki
sızı gibi... Ve bir büyük dünyanın eşiğinden daldı
pervasızca.
Yugoslavya'da hatırı sayılırlar sınıfındandı,
eşi yüksek katlarda, kendisi de iyi bir eğitim
almış, eğitici ve güzel konuşurdu, spikerdi. Kendine
pek yaraşan külhani tavrıyla, sunulmuş rahatlığı
bir güzel tekmeledi. Sezgileri güçlüydü ve çabuk
algılardı yeni şeyleri... Hasan'ını koruma duygusu,
tekilleşmekten çabuk sıyrıldı, çünkü onda "BEN"
yoktu, tüm dik başlı Hasan'lar, O'nun kardeşi
ve yavrusuydu... Sızılı ama kabadayı yüreğinin
tüm kocamanlığıyla, delikanlı sevdalar ve sevdalıların
dünyasına daldı.
Eylül akreplerinin dünyasını yakından tanıması,
ufkunu daha da genişletti. O artık her yere koşan,
her yerde beklenen bir ablaydı. Eylül karabasanını
yırtan Netaş, Derby işçilerinin grev çadırına,
elinde kırmızı karanfillerle ilk koşanlardandı.
O'nu eylemlerine çağırmayı unutan öğrenci yavrularını,
bir daha unutmamaları için ilkin sıkıca tembihler,
ardından basardı azarı. Bizim güzel kadının güvercin
elleri, zalimler alemine karşı bir kartal olmuştu,
zulme karşı her kıpırtıya tüm haşmetiyle dalan.
Asıl O'nu zindanların önünde görmeliydiniz. Damdan
dama, telden tele uçar, O'nun "direnin aslanlarım,
direnin yiğitlerim" komutunu alan zindandaki
oğulları ve kızları, daha bir yüreklenirdi. Zindan
ziyaretlerine özensiz giyinerek gidenleri ağız
ve yürek dolusu paylar, en güzel giyisilerini
giymeyi "emrederdi."
Coplanmak, dayak yemek, en alçak deyimlerle hakaret,
O'nun ve her yere koşturan bir avuç yoldaşının
günlük yaşamlarının bir parçasıydı. Eylül karanlığının
en yoğun anlarındaki bu bir avuç savaçı, karanlığın
bekçilerinin de hedefi haline gelmişti.
Son eylemi meclis önünde idi, coplar inip kalkarken,
onlar birbirlerine sarılıp kenetlenmişlerdi. Oturma
eylemine geçerken: "Benim buradan ancak ölümü
kaldırabilirsiniz" diyordu. Her zaman olduğu
gibi yine sözünün eri çıktı. Coplar yağmur gibi
yağıyordu. Her türlü zorluğa dayanan yüreği, sevgisizliğe,
insansızlığa dayanamadı ve çatladı. Güvercin elli
kadın, tüm dünyada güvercinlerin uçurulduğu bir
günde -1 Eylül'de- aramızdan uçtu gitti.
Gönlü bir çiçek tarlası olan bu soylu kadın kimdi?
Sözü, O'nun gelinciği Ayşe Hülya'ya bırakalım:
"Hasret, umut, özgürlük yanımızdı.
İnsana sürgün
Sevdalı dalımızdı.
Bakışı güneş türküleri çiçek,
ablamızdı."
Evet, bu büyük kadın Didar (Şensoy) ablamızdı.
Şafak söküyor, Didar Ablalar, Zilanlar, Ayçe İdiller
gözpınarlarımda...
Üşüyorum Didar Abla, havalardan değil mültecilikten.
Cehennemi bir iç titremesidir toprağından kopmak.
Cennet belki de mücadele toprağıdır değil mi?
Hadi gönder kocaman yüreğini bize. Bir Eylül başlangıcı
toprak belki soğuktur, örtün yüreğimi Didar Abla,
seni çok seviyoruz ve gel birlikte şafaklara okuyalım
öykümüzü:
Eski bir Yunan yontusunu çıkarıp onarırken
çağdaş elleriyle zaman
ben beklerken gecenin bir yarısı seni
güçleneceğim ortaklığında acıların
yanan bir geceden geliyorum
bir ucu tanda başlayıp bir ucu
batımda biten
ve ortasında kurtların beklediği
herkes yanıyor kurtlar yanmıyor
dağlarımın kokusuyla geliyorum
ki şafağın yakınlığını bilir o dağlar
şafak büyüyecek
ve boğacak kurtları kendi
kanlarında...
|