Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

Yavuz İPEK

 


RP- DYP Koalisyonu'nun son döneminde "devletin zirvesinde" sahnelenen kargaşa, Milli Güvenlik Kurulu şeflerinin duruma her zamankinden biraz daha fazla irade ve insiyatif koyması sonucu, "çüzümlendi"..."Türkiye İran olamazdı", bu devletin, ve elbette birazcık bu milletin de, her zaman nöbet başında olan bir kurtarıcısı vardı. Söz konusu kurtarıcı, devleti ve milleti bu kez de şeriat tehlikesinden koruyup kollayarak, demokrasiyi yeniden " tıkır tıkır" işler hale getirdi ve komutanlarımız gönül rahatlığıyla, yaz sonuna doğru da olsa geciken yaz tatillerine çıkabildiler.
Egemenlerin, Emperyalizmin ve Oligarşi'nin dünya, bölge ve ülkelere ilişkin program ve hedefleri, kaçınılmaz olarak zaman zaman sekteye uğrar, aksar. Aksayan yönlerin, egemenlere ait bilinen yöntemlerden biri ya da birkaçı kullanılarak düzeltilmesi gerekir. Kaldı ki, 1990'lı yılların başından beri sürekli altını çizdiğimiz gibi, bugün dünyanın bütün dengelerinde bir alt üst oluş sözkonusudur.
Emperyalist-kapitalist sistemin iç çelişkileri, onu bir yeniden yapılanma dönemine zorlayacak kadar büyürken, geçtiğimiz on yıl içinde kırılan sosyalizm dalgasının yerine de, dipten yeni bir dalga yükselişinin belirtileri oluşmaya başlamıştır.
Derinleşen çelişkiler ve kaos dönemini, Zapatist komutan Markos, "Dördüncü Dünya Savaşı " diye tanımlarken haksız değildir. Emperyalizmin iç çelişkileri, emperyalistler arası çelişkiler, kapitalizmin tarihsel yasalarının, kendisini de, halkları da boğan kıskacının daralması, dünyayı topyekun soluksuz bırakmaktadır.İşte bu soluksuzluk sürecinde; Kemalizm, İslam, Doğu Kültürü, Batı yapaylığı, açık faşizm, Kürdistan Savaşı, anti-politik kitle psikolojisi, deşifrasyon problemleriyle can çekişen devletin yaşamı, oksijen tüpleriyle sürdürülmektedir. Dönemin son tüpü, bu kez de MGK'nın çok açık ve net direktiflerle ayrıntılarını belirlediği Yılmaz-Ecevit Hükümeti ile takıldı. Tarihin ve talihin tecellisi ile herşey bir gün herkese lazım olabiliyor. Refahyol Hükümeti esnasında da ,Ordumuza "Demokrasi" lazım oluverdi, ansızın, "sivil güçler" ihtiyacı duyuldu. Fakat ne yazık ki, 12 Eylül 1980'den itibaren toplumun her türden sivil kan damarları, kendileri tarafından kurutulmuştu.
Tarihlerinin başından beri bu ülkeye lazım olan herşeyi, (hatta komümizm de dahil olmak üzere ) kendileri yapan Kemalistler, hızla siyasal islama karşı sivil bir tepki dalgası örgütlediler. Bu dalganın bileşenleri, bir ülkenin siyasal ve sosyal portresinin çizilmesi açısından oldukça önemliydi. Senaryo sahibi, rejisör ve prodüktör Ordu, demokratlığın ve sivilliğin de başrol oyuncusu oldu.
Orduyu, ülkemizin işçi ve işveren sendikaları birlikleri kolkola girerek izlediler: TÜRK-İŞ, DİSK, TİSK, TOBB,TESK... Ülkenin etkin sermaye grupları, sahibi oldukları basın- yayın tekelleriyle, demokrasi, laiklik, toplumsal tepki sözcülüğü görevini başarıyla gerçekleştirdiler. Halkımıza ise sadece, ışıkları yakıp söndürerek " demokrasiyi" desteklediğini ifade etme görevi kalmıştı.
CHP Lideri Deniz Baykal, gelişmeler hakkındaki düşüncelerini şu şekilde açıklıyordu: "Ülke Hükümeti'nin demokratik, laik cumhuriyet rejimini değiştirmeye yeltendiği bir kalkışma, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin demokratik kitle örgütü gibi kamuoyu oluşturması sayesinde engellenmiştir.."
Ülkemizin siyasal oluşumları içerisinde ilginç bir biçimde yerini alan, mevcut soru işaretlerini toparlayarak kendini tanımlayan ve bizzat kendisi de bir soru işareti olan ÖDP' yi saymazsak, partiler yelpazesinin hasbelkader solunda yer alan bir parti liderinin yukarıdaki sözleri sarfetmesi, "sağ, sol, demokrasi, laiklik,sivillik, din" vb. kavramların ülke semalarında nasıl başı boş uçuştuğunun göstergelerindendir.

Refah Partisi yeni mi kuruldu?
Radikal İslamcılığın, Refah Partisi'nin, şeriatın, büyük bir tehlike olduğunu özellikle Susurluk Kazası'ndan sonraki beyin sarsıntısı sürecinde öne çıkarmaya başlayan egemen güçler, daha önce bu gerçekliğin farkında değiller miydi dersiniz? Yoksa islamcıların yöntemleri ve amaçları bu dönemde hızlı ve ciddi bir değişikliğe mi uğradı?
Kuşkusuz, her ikisi de değil. Öncelikle daha genel düzeyde, emperyalizmin bölge politikaları açısından islamcılığın ciddi bir güç haline gelmesi öngörülmüştür. Bu siyasal örgütlenmenin, özellikle Demokrat Parti'nin iktidarda olduğu 1950'li yıllarda ülke gündemine sokulduğu, oldukça somut ve yaygın olarak bilinen gerçeklerimizden biridir. Bu siyasal akımın, izleyen yıllarda Milli Nizam Partisi, Milli Selamet Partisi, onlarca yasal ve "yasa-dışı" basın yayın organı, Kur'an kursuları, mantar gibi çoğalan ve açılışlarını gelmiş geçmiş bütün başbakanların yaptığı İmam Hatip Okulları, "kökü dışarda" büyük bir finans aktarımı ile büyüyüp güçlendiği gerçeği, son süreçte keşfedilmiş bir sır değildir.
Meydanlarda halka hitap ederken Kuran'dan hadisler okuyan laik bir Cunta Şefi'nin bu görüntüleri televizyonlardan yayınlanırken, yine devrimci sosyalistler dışında bu ülkede hiç kimsenin sesi çıkmadı. Bu kemalist, bu laik, bu demokrasi aşığı, ve üstelik sanatkar Cunta Şefi, şimdi ülkeyi Şeriat tehlikesinden koruyan ve kollayan ordumuza değil de İran ordusuna mı mensuptu? Aynı Cunta Şefi, içinde bulunduğumuz aylarda, Cumhurbaşkanıı Süleyman Demirel için, "Allah onu başımızdan eksik etmesin" derken, aynılığı mı aykırılığı mı ifade etmektedir dersiniz.
Doğu ve Güneydoğu'da Refah'ın güçlenmesinin ardında yatan gerçek, Kürt Halkı'nda ansızın Erbakan hayranlığı uyanması mıdır? MHP'nin örgütlendirilmeye çalışılıp bunun istendiği ölçüde başarılamamasından sonra, "PKK karşısında ancak islam birleştirir" teziyle Kürt-İslam sentezi yaratmaya çalışan, devletin bizzat kendisidir. Hizbullah'ın bu bölgedeki eylemlerinin, taktiklerinin ve varlık koşullarının, 1978'de Maraş'taki TİT vb. çetelerin varlık koşullarıyla ayrım çizgisi çok mu belirgindir? Bu ülkede iki dönem başbakan yardımcılığı, daha sonra da başbakanlık yapmış bir zat ,"devlet" dediğimiz şeyin ne kadar dışındadır.
Devletin suret-i aynası olan Çankaya'da hizmet veren Bakanlıklarda ve Meclis'te gezinen takunyalılar, peştemalliler neyin ifadeleri ve simgeleriydi... Bunların, İslamiyeti bir inanç, bir bireysel seçim olarak değil, doğrudan doğruya devlet yönetme tarzı olarak örgütledikleri bilinmiyor muydu. 1960'lı yıllarda daha Gümüş Motor'un (sonradan Pancar Motor) "Umum Müdürü" Erbakan, bu devlet kuruluşunu Nakşibendi Şeyhi Mehmet Zahid Kotku'ya peşkeş çektiği ve orayı da takunyalılarla doldurduğu yıllarda, mini etekli bir sekreterle İstanbul Çınar Oteli'nde içkili bir düğünle evlenirken sadece masum bir iman sahibi miydi dersiniz. Yoksa daha o yıllarda kurulmuş olan Amerika, Suudi Arabistan ilişkilerinin umut vaadeden geveze maşalarından biri olarak, emperyalizmin Yeşil Kuşak Projesi'nin sabırlı ve çalışkan elemanı mıydı?
Bu devlet , diğer yeni sömürgelerin cesaret edemediği bir pervasızlıkla ve hepsinden çok daha cesur bir biçimde, emperyalizmin en sadık uşaklarından biri olarak, müslüman devletler aleyhine tavırlar alırken, ülkenin önemli güçleri arasındaki Tarikatlar ve Erbakan inançlarını unutmuşlar mıydı. 1951'de Mısır ile İngiltere arasındaki Süveyş Kanalı çelişkisinde Müslüman Mısır'ın değil de İngiltere'nin yanında yer aldığımızda, hangi müslümanımızdan tepki geldi. Ya da, 1952 yılında Müslüman Cezayir'in bağımsızlığına karşı ABD'nin yanında parmak kaldırılırken bizi belirleyen neydi. İran'ın bağımsızlık tezlerini savunan lideri Musaddık'a karşı yine ABD'nin yanında saf tutarken bizim " bağımsızlıkçı" müslümanlarımız neredeydi.
Kısacası, İslami Güçler, tartışmasız bir kesinlikle, emperyalizmin dünya düzeni restorasyonlarında kullandığı tarzlardan biri olarak vardırlar. Fakat ne yazık ki, tarihten ders alma, gündem üzerinde fikir üretirken ve tavır belirlerken hafızayı da kullanma kısırlığı olan ülkemiz sol güçleri de, bu konuda net ve tutarlı bir tavır alış içine girememişlerdir.
Konunun ayrıca ve ciddi düşünsel çatışmalar düzeyinde tartışılması gereken bu yönü bir kenara bırakılırsa, devlet güçleri açısından belirgin olmayan çok fazla bir şey yoktur.

Bilgi, arşivlenen ve gerektiğinde
"kullanılan kozdur"

Kapitalizmin doğası gereği; bilgi, kapitalizmin çıkarları için kullanılan bir argümandır sadece... Arşivlenir, dosyalanır ve onlara, çıkarlar ve program gereği ihtiyaç duyulduğu dönemde, istenirse deşifre edilir.
Aksi halde, yaşanmışlığın gerçek yönlerine ve arka planına ulaşma olanağı sadece arşiv fareleriyle sınırlı kalır. Bu ülkedeki Siyasal İslamla ilgili verilerin, devletin diğer kesimleri ve özellikle de emperyalizm tarafından her dönemde bilindiği gerçeğini saptadıktan sonra, 1997 yılında yoğunlaştırılan anti-islamcı, laik kampanyanın neden bu biçimde gündeme getirildiğini doğru saptamak gerekiyor.
Sovyetler Birliği'ne, marksistlere ve ulusal kurtuluşçulara karşı, Pentagon'un "Yeşil Kuşak" stratejisine bağlı bir taktik olarak geliştirilip güçlendirilen dincilik, bugün birkaç nedenle Emperyalizmin ve Oligarşi'lerin ülke ve bölge programlarındaki eski popüler yerini kaybetmiştir. Öncelikle Sovyetler Birliği'nin dağılması, öte yandan dincilerin öngörülenden çok daha fazla güce , örgütlülüğe, rahatsız edici bir kadrolaşmaya ve kalıcılığa sahip olması, yer yer diğer egemenlik güçlerinin varlığını tehdit eden silahlı mekanizmalar oluşturması; dinin, mevcut düzeni korumak için cazip materyal olması esprisini farklılaştırmıştır.
Öte yandan, iç çelişkilerini ve sorunlarını geçici bir süre için de olsa hafifletme ihtiyacı duymalarındaki en önemli nedenlerden biri, Kürdistan'da sürdürülen savaştır. Oligarşi'nin, uzayıp giden bu savaş karşısındaki aczi, tekelci sermeyenin farklı atılımlar için savaşı engel olarak görmesi , artık bu işin ne biçimde olursa olsun hızla bitirilmesini istemesi ve bunu yüksek sesle dillendirmeye başlaması,egemen kesimler arasında farklı saflaşmalara ve çelişkilere neden olmaya başlamıştır. Ordu, bütün bunlar karşısında, zaman kazanma ve prestij tazeleme ihtiyacı duymuştur. Çözümsüzlükler içinde iken atılım yapma zorluğunu yenmenin, bir taşla birkaç kuş vurmanın yöntemi olarak, siyasal islama karşı mücadeleyi saptamışlardır. Bu mücadelenin en fazla şahlandırıldığı dönemin, Ordu'nun Güney Kürdistan içlerinde işbirlikçi KDP ile birlikte yeni Kürt soykırımları yaptıkları sürece denk gelmesi, rastlantı değildir.
Marksizm bu süreçte somut bir güç değil, potansiyel bir tehlikedir. Özelde bizim ülkemizde, halkımız gibi sosyalistlerimizin de, kafa bulanıklığından henüz kurtulamamış olduğunu egemenler çok iyi tesbit etmekte, dincilerle mücadele etmek için bu ülkenin "akıllı marksistlere ihtiyacı olduğunu" kamuoyu karşısında dahi dile getirmektedirler.
Siyasal İslama karşı sosyalistlerin kendi programları ve kendi söylemleriyle mücadele etmeleri gerekir. Devlet içi çatışmalarda saf tutarak ya da devlet güçlerinin sunduğu ikilemler üzerinde parmak kaldırarak değil, Genelkurmay projelerinin figüranları olarak değil; Marksizmin, halka ve halkın çıkarlarına karşı olan herşeyle mücadele etme prensibine bağlı olarak, İslamcılar karşısında sağlam bir duruş tarzının programlanması zorunludur.
Öte yandan, bu dönem programının ve taktiklerinin, faşizmi topyekun tanımlayan ve mahkum eden bir içeriğe sahip olması gerekmektedir. Kemalizmle ve ordunun rolu ile hesaplaşmak, başka bir dönemin işlevleri arasında değildir. Bu görevler yerine getirilirken, soyut "emperyalizm-faşizm-militarizm-fundemantalizm" vb. tanımlamalardan kaçınmak, halkın günlük yaşamına yansıyan çürümenin verilerini onun önüne sererek, neden sonuç ilişkilerini göstermek önemlidir. Ve elbette, alternatifin, kurtuluş yolunun ve çürümeyi aşma ufkunun ne olduğunun çok iyi izah edilebilmesi gerekir.
Devlet bugün, Refah ve İslamcıların vadesi gelen bazı dosyalarını raflardan indirmiştir. MGK toplantılarında, komutanların Erbakan'a nasıl yüklendiği, tekellerin medyasında bütün ayrıntıları ile deşifre edildi. Yazılı basının manşetleri, " Başbakanlık Köşkü'ndeki tarikatlar zirvesi" nin bardağı taşıran son damla olduğu yönündeydi. Bütün TC tarihi boyunca Tarikatların bu ülkede oynadıkları roller son derece iyi bilinmekteydi. Öte yandan yine tanklarla ve "balans ayarı" dedikleri askeri gösterilerle sözde üzerine gidilen bir konu olan 'İran'la islami kesim ilişkileri ' öteden beri bu ülkenin sade vatandaşının dahi malumudur.
Peki Sivas Madımak Oteli Katliamı'nda savunmasız aydın, sanatçı ve genç insanların yakılması bardağı niçin taşırmamıştı. Bu katliamı seyreden askerler TC Ordusuna bağlı değildi de, İran Devrim Muhafızları mıydı. Maraş katliamında hamile kadınların, ana karnındaki bebeklerin satırlarla doğranması, tarikat şeyhlerinin son model mersedeslerle Çankaya Yokuşu'nu tırmanmasından daha mı önemsizdi...
Şevki Yılmaz'ın geçmiş süreçlerde elde edilmiş "şeriat, kan" kasetleri niçin belli bir zaman diliminde Prenses Diana kadar yüksek rating yaptı. Daha önce defalarca başbakan olan Ecevit ve Yılmaz, imam hatip okullarının yaşattığı ve vadeler içinde büyüttüğü tehlikeyi şimdi mi keşfettiler. Sekiz yıllık eğitimi Mustafa Kemal'in devrimlerine benzer bir seferberlik ile ülkenin bir numaralı gündemi haline getirmek, 1997'de inmiş bir vahiy midir.
Önceleri komünizme karşı, daha sonra Kürdistan'daki mücadeleye karşı kullanılan İslamiyet, şu günlerde devletin diğer kesimleri açısından ihtiyaç fazlası haline geldi. Ama bu arada da artık, heybesini haddinden fazla doldurmuş olan rakip bir güç odağı durumundadırlar...
"Devlet" dediğimiz şey'in, homojen ve yekpare bir gövde olmadığının çok iyi kavranmış olması gerekir. Devlet, özellikle bizim gibi ülkelerde, aynı pazara oynayan güçler ittifakıdır. Bu güçler, sadece ve sadece sosyalizm karşısında "yek vücut" olurlar. Çünkü sosyalizm, bunların varlığını ve varlık koşullarını ortadan kaldıracak olan tek güçtür, halkın gücüdür. Onun dışında, ortak pazarlarına, yani ülkeye ve halka yönelik çıkar çatışmaları esnasında, zaman zaman çeşitli deşifrasyonlar olur, zaman zaman bu çatışmanın şiddetlenmesi nedeniyle ilginç grizu patlamaları meydana gelebilir.

Susurluk bir grizu patlamasıydı
Susurluk, işte tam da böyle bir grizu patlamasıydı .Elim bir kaza... Ülkeyi babalarının maden yatağı sanan çıkar çeteleri ittifakı, suç ve suçlular şebekesi, bir gaz kaçağı nedeniyle, herkesin bildiği fakat sosyalistler dışında ya tanımlayamadığı ya da ifade edemediği, ifade edenlerin "devleti ve milleti bölmek, ülkeyi parçalamak, kökü dışarda olmakla" suçlanıp katledildiği topraklarda, suçun resmedilmesine yol açan bir kaza ile karşı karşıya kalındı.
Fakat her zamanki gibi, hafıza özürlü Türk Milleti'nin bu özelliğine güvenerek "zamanın bütün yaraları saracağına" sığınıp, çok değil, üç beş ay bekledikten sonra, yine devletin ve milletin bekasının bekçisi oldular. En radikal söylemler bile, "devletin içinde çeteler var" cümlesiyle sınırlıydı. Halbuki hayır, devletin kendisi bir çeteydi. Devletin kendisi bir çeteler ittifakıydı. Bu çeteler, emperyalizmin piçleriydi, bu çetelerin Meryem'i, Pentagon'un ta kendisiydi...
Susurluk Kazası'nda göze görünen durumun, bireysel ya da grupsal sınırları yoktur. Onun sınırları tüm devlettir." Susurluk", çarpıcı bir simgedir, devletin bütününün resmidir, bu devlet, bütün işlevlerini bu tür ilişkilerle yürütmektedir. Bu devlet, ülkenin en büyük, en örgütlü, en silahlı mafyasıdır. Kısacası, bir mafya tarafından kuşatılmışız ve yönetilmekteyiz.
Özal, Çiller, Yılmaz, Ordu, Polis, Demirel, hiç kimse ve hiçbir kurum bu ilişki ve işlevlerin dışında değildir. İnsanlar ya da gruplar bu ilişki ve işlevlerin ne kadar içindeyse, Abdullah Çatlı'nın yükseliş öyküsünde filmini izlediğimiz gibi, bu devletin de o kadar zirvesindedir, o kadar kalıcıdır ve o kadar insiyatif ve güç sahibidir. Mafyamız, "nasyonal" bir mafya da değildir. Bütün irili ufaklı mafya grupları gibi, dış bağlar ve ilişkilerle ağlarını örmüş ve gelişmiştir. Daha büyük güçlerin tüm dünya halklarını sarıp sarmalayan örümcek ağının bütünlüğünde bakıldığında ise, bu ağda çırpınan zavallı bir avdır. Amerika'dan İran'a, Meksika'dan Almanya'ya, İspanya'dan Kuveyt'e kadar bütün irili ufaklı güçlerle gereken alışveriş kanalları yaratılmıştır.
Ebedi Şef'in zamansız ölümünden sonra yavaş yavaş uç veren devlet içindeki farklılaşmalar, iç düzeni oturmayan ve içinde bulunulan düşünsellik düzeyi ile girilen ilişkiler sistematiğinden dolayı oturtulması şansı da olmayan bu düzen içinde, kaçınılmaz olarak derinleşti, büyüdü. Milli Şef tek adamdı, ondan sonra şefler çoğaldı, şefçikler türedi. Özellikle çok partili hayata geçildikten sonra, başta siyasal partiler olmak üzere bütün kurumlar, egemenlik güçleri tarafından kıyasıya bir yarışla paylaşıldı, yeniden ve yeniden paylaşıldı ve bu kapışma sürmektedir.
Söz konusu kapışmanın en önemli gücü, elbette para ve silahtır. Son tahlilde para silaha, silah paraya her ikisi de güce, güç tekrar paraya ve silaha dönüşür... Dolayısıyla ordu ve polis, sözkonusu kapışmanın en önemli unsurlarından ikisidir. Polis'in hükümetlerdeki değişime göre biçimlendirilen bir kurum olmaktan öte, kadrosal özgünlükleri ve kendi bağımsız boyutları da olması, özellikle 12 Eylül'den sonra yeni biçimler almıştır.
Nicel olarak alabildiğine genişletilen, yetkileri, olanakları ve insiyatifleri sosyalistler ve ulusal güçlere karşı savaş nedeniyle çok fazla arttırılan polis, artık özel ve büyük bir güç haline gelmiştir. Emniyet müdürleri değişiklikleri ise, bu genel tablo içerisinde iktidardaki partinin kadro değişikliği olmaktan öte bir anlam taşımamaktadır. Öyle ki, ordunun polis, polisin ordu içine ajanlar sızdırarak, iç gelişmeleri izlemek isteyebileceği bir noktaya gelinmiştir. Çürkü, silahın gücünden dolayı, ordunun özel durumuna alternatif olabilecek tek yapı, polis mekanizmasıdır.
Egemenlik gruplarının birbiri aleyhindeki bu faaliyetlerinin ortak bir de paydası vardır. Son tahlilde tümünün sahası , sahnesi ve materyali aynıdır ve hepsi de "irtica" , "darbe" vb söylemlerine rağmen, gerçekte halkın sessizliğinin ve kontrolünün devamlılığını sağlamakla yükümlüdürler...Yani egemenliğin ve sömürünün sürdürülmesinin bekçiliğini yapmakta, bu hizmetleri karşılığında da paylarına düşeni almaktadırlar. Nasılsa bu hizmetin halkla bizzat yüzyüze gelme riski taşıyan sokaklardaki tehlikesini, yine halkın evlatlarına yaptırmaktadırlar.
İroni, yoksul halkın sömürüsünün, yani kendi sömürüsünün devam edebilmesi için bizzat kendisi silahını kardeşine dayayan erin ve sokak polisinin ironisidir.
Güçler arasındaki kapışma gerçekliğinin en çarpıcı örneği, Ordu, Polis, Çiller, Yılmaz grupları arasında cereyan ederek bir süre gazete manşetlerini işgal eden "Batı Çalışma Grubu"nun durumudur. Polis kökenli bir onbaşı, Deniz Kuvvetleri'nde askerlik yapmaktadır. Bu Onbaşı'nın ajan olduğu ve bilgi sızdırdığı, bir skandal görünümünde kamuoyuna yansıtılmıştır. Sizce bu durum, böyle bir ülkede ve böylesine çürümüş bir Oligarşik yapı içerisinde çok doğal ve sıradan bir olay değil midir.
Ne var ki, bu belge ve bilgilerin, iddia edildiği gibi, "darbe hazırlıklarıyla" , "irtica" nın ötesinde çok farklı bir içeriğe sahip olması, devletin, bütün kurum ve kuruluşlarının amaç, program ve niteliğini deşifre ediyor. Batı Çalışma Grubu'nun belgesinde, araştırılması emredilen konular şunlar: İşçi sendikaları, öğrenciler, memurlar, siyasi partiler, yerel radyo, gazete, dergi ve basın kuruluşları...
Ülkemizde yeni sömürgeciliğin en hayasız biçimlenişi ve örgütlenişi sözkonusudur. Eroinden silaha, uranyumdan işçi emeğine kadar ne bulursa kaçıran ve paylaşımda sorun çıkınca, yedekledikleri gebelik dosyalarını kamuoyuna çıtlatarak varlıklarını sürdürmeye çalışan bu akbabalar koalisyonunun adı, Devlet'tir..
Bu büyük çetenin karşısında bir tek gerçek güç vardır: Halk. Bugün ne yazık ki bulandırılmış kafaları, ekmek parası çaresizliği içinde kımıldayamaz hale getirilmiş iradesi, boşaltılmış hafızası ve bireycileştirilmiş kimliği ile şaşkın bir izleyici konumundadır. Ve hatta izleyici koltuğunu bile çoğu kez doldurmamakta, dolduramamaktadır .Çünkü yaşam karşısında, bir milimetreküp ekmeğin nerede olduğunu tayin etmek için bütün gün ayaklarının elverdiği her yönü tırmalayan karınca gibidir. Bulduğu en ufak bir kırıntıyı, varsa yuvasına götürdüğünde, kendini hem mutlu ve ayrıcalıklı hem de çok bitap hissetmektedir.
Emperyalizmin rakipsiz at koşturduğu "Yeni Dünya Düzeni" denilen girdabın en bariz özelliklerinden biri olan serbest işci dolaşımı ve bunun yarattığı iş güvenliğinin tamamen ortadan kalkması esprisi, emekçi kesimleri ekonomik, sosyal ve psikolojik açıdan tam bir mengeneye sokmuştur.
Bu mengeneden kurtuluş yolu, öncelikle sosyalistlerin daha bilinçli, daha aktif, daha sabırlı, daha düzeyli, daha militan ve çok daha özverili emekleriyle açılacaktır. Evet, sosyalizmi halk kazanır ama, sosyalizmin ve devrimin yolunu sosyalistler açar.

Ordu sabırla demokrasiyi korudu
1997 Yazı gerçekten oldukça sıcak geçti. Yaz aylarının 12. günlerini, nedense ayların 12' sine takıntısı olan ordumuzun ana karargahlarındaki ışıkların, geç saatlere kadar yanıp yanmadığını izleyerek geçirdi kimileri...
Durum, sağlıklı ve objektif siyasal çözümlemeler yapabilenler, kendi durumlarının değil, ülkenin durumunun politik perspektifleriyle uğraşan ve dünyanın bu süreçteki dengelerini doğru izleyebilenler için farklıydı kuşkusuz. Herşeyden önce, unutmamak gerekir ki, 12 Eylül'de açık faşizm uygulamasına başlayan ordu, daha sonra iktidardan ayrılmamıştır. Açık faşizm kurumsallaştırılmış, öte yandan Kürdistan'daki savaş, faşizmin uygulamalarına ve programlarına yeni boyutlar getirmiştir. MGK'daki hiyerarşi ve tüzük dışı karizmanın silaha ait olduğu, komutanların karşısında, azarlanan başbakan va bakanların, sadece soğuk ve sıcak terler dökerek durumu izah etmeye çalışan, yaramazlıklarına gerekçeler yaratmak için bin dereden su getiren mektep talebeleri gibi oturdukları ,artık kamuoyunun da bilgisi dahilindedir. Yani, deşifre edilmesine gerek duyulmuş gerçekliklerimizdendir.
Daha önce de vurgulamış ve çözümlemiştik. 12 Eylül'den sonra ülkemizin en güçlü, kendi içinde tutarlı, örgütlü siyasal gücü, ordudur. Ordu, herşeyden önce TC tarihinden aldığı bir prestije, etkin ve kıyas götürmez silahlı varoluşuna dayanarak, karşısında biçimlenen güç odaklarına yeri ve zamanı geldiğinde çeki düzen verme, onları gerektiği gibi hizaya sokma avantajlarına sahiptir.
Bu tartışılmaz güç üstünlüğü, yer yer sözgelimi bir polis şefinin (Emniyetİistihbarat Daire Başkan Yardımcısı Hanifi Avcı örneğinde olduğu gibi), çatlak bir ses çıkararak çeteler ve faili meçhul cinayetlerin, en büyük çete olan devletin en etkin üyesi ordunun dışında cereyan etmediğini açıklaması, istisna bir akis olarak TC semalarında hızla kaybolur. Hanifi Avcı, kendi kişisel çelişki ve problemlerinin yönlendirmesiyle, herkesin eteklerindeki taşlarından birkaç tanesini fırlattığı günlerde, ordu içindeki Susurluk'ların bazı ip uçlarını deşifre etmiş ve bu etkinliklerin başında bir Tuğgeneral'in (Veli Küçük) olduğunu açıklamıştır.

Ben ABD ile konuştum, darbe olmaz
Çeteler diyarında elbette bir çetebaşı vardır ve onun adı, emperyalizmdir. Çetebaşının, çetelerin birbiri içine ajanlar sızdırarak aldığı bilgilerden çok daha yoğun ve bütünlüklü bir bilgi hazinesi vardır. Çünkü hepsinden doğrudan bilgi alma üstünlüğüne sahiptir ve onlar içindeki rekabetlerin de dışında, onların üzerinde konumlanışınının avantajları sözkonusudur.
Ve bir ülkede, iktidar ortağı bir parti başkanı, partisine üye milletvekilleri karşısında, "merak etmeyin, darbe gelmeyecek, ben ABD ile konuştum." diyerek, en etkili ikna yöntemini kullanmaktadır. Öyle ya, bir ülkenin başbakanı, başbakan yardımcısı değil, elbette ABD daha iyi bilir, orada darbe olacak mı, olmayacak mı...
Çiller, sıradan bir yerel televizyonda, bir öğrenci dergisinde yapılan yorumları dahi yapamayacak kadar aciz ve ilkel yorumlarla siyaset arenasında gezinen güzel ve şık bir kukladır. Bizimkilerin çarpıcı bir vitrin değişikliği istemiyle; daha çok para, daha çok güç, daha çok şöhret hırsı denk düşünce, kendisini siyasetin podyumlarında bulan bu kadın, eroin ve silah kaçakçılığı, Rus mafyası bağlantısı, batık bankalar şaibesi, deşifre edilmiş CİA ajanlığı manşetlerine rağmen bir partinin genel başkanlık koltuğunda oturmayı sürdürebilmektedir.
Çiller haklıdır, Çiller'e pişkin diyenler yanılıyor. Çiller özellikle başbakanlığı döneminde çok iyi öğrendi ki, kendisinin yaptığı pis işleri bu çeteler diyarında herkes yapıyor. O yanlızca biraz tecrübesiz. Fırsat verseler, devlet içindeki tecrübe denilen süreci de yaşayabilse, diğerlerine göre çeşitli üstünlükleri dahi vardır. Hepsinden daha cazip bir fiziğe sahiptir. Hepsinden daha iyi ingilizce bilir, ABD ile ilişkileri çocukluğuna dayanır va doğal ailevi ilişkiler haline gelmiştir.
Öte yandan, Doğan Güreş ile Karadayı, birbirlerinin ardılı ve özü değişmeyen bir polikitanın uygulayıcılarıdırlar. Ordu hiyerarşisindeki bu ardıllar geçişi esnasında, bu kadar kısa zamanda fazla birşeyin değişebilme koşulları da yoktur. O halde hasıl oluyor da son derece uyumlu bir ikili olan Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş ve Başbakan Tansu Çiller'in, "Başbakanım emreder, ben yaparım" günlerinden sonra ve Güreş Paşa Tansu Hanım'ın partisinde, onun hatırı için il yapılmış olan Kilis ilçesinden milletin vekili hizasına geçtikten sonra işler değişiyor ! İşlerin değişmesi sözkonusu değildir. Burjuva siyaseti, görüngülerin çok ötesinde bir dünyadır ve burjuva dahi olamamış çeteler siyaseti, biraz daha anlaşılması çetrefilli bir çözümlemeyi gerektirir.
Durum, Cazibe Hanım'ın takunyalılarla işbirliği yaparak Kemalizme ihanet etmesi ve böylelikle kişisel çetecilik dosyalarının rafa kaldırılması şeklinde izah edilemez. Gerçek şudur; Cazibe Hanım, ABD ile ilişkileri sadece kendisine mahsus bireysel ilişkiler zannetmiş, kurduğu özel yoğunluktaki ilişkilerden aldığı mesajlara çok fazla bel bağlamıştır. (Oysa bu ilişkiler topyekun devlete aittir ve herkesi bağlar, herkesi kapsar. Her ne kadar Mesut Yılmaz, Almanya 'nın adamı ise de, ABD'nin esas efendi rolünde bir değişiklik olması sözkonusu değildir.)
Dolayısıyla, Refah'la girilen ortaklık ve Refah'ı iktidara taşıma rolünün üstlenilmesi sırasında ABD'nin "olabilirliği" ifade etmiş olması ve Refah-DYP Koalisyonu döneminde yine ABD'nin "darbe olmayacak" garantisi vermesi, Tansu Çiller'i kurtarmaya yetmemiştir. Bunların yanısıra Çiller'in aşırı hırsı ve hız merakı, "devlet gelenekleri " biçiminde tanımlanan ve çürümüş mekanizmanın kokusunun gizlenmesi prensiplerini içeren konularda zaaf göstermesi, hem kendi sırlarını hem de suç ortaklarının sırlarını gerektiği ve alışılageldiği biçimde koruyamaması, gözden çıkarılmasındaki en önemli etkenlerdendir. Şimdi artık Cazibe Hanım'ın, politikaya devam edebilmek için tek şansı vardır, halkımızın unutkanlığına sığınmak... Bu kadarını öğrendiğini biliyoruz.

Ya şeriat, ya ordu
Hiç değilse tarihten aldıkları dersler ışığında, sosyalistlerin asla içine girmemesi gereken bu ikilemin tartışılması esnasında, ne yazık ki kendini sosyalist olarak tanımlayan kimi çevreler de, ilginç görüşler belirtmekten uzak durmamışlardır.
"Ne şeriat, Ne ordu" pankartları açıp barış şenlikleri düzenleyen bir kesim, "devrim, sosyalizm" diyemediği için, şenliklerle sınırlı kalan bir politikasızlık ile solu şekilsizleştirme, gerçek mecrasına akmasını önleme fonksiyonlarını icra etmektedirler. Bizzat Genelkurmay'ın ve diğer cepheden de İslamcıların tartıştırdığı bu ikilem üzerinde seçimlerini belirleyen bazı solcular ise, demokratlık adına, İslamcılara karşı durulmaması gerektiği ya da şeriat tehlikesinin "daha korkutucu sonuçları" adına ordunun laik tarzının desteklenmesi gerektiği yönünde görüşler bildirmektedirler.
Cezayir, Afganistan, Çeçenistan örnekleri, ülkelerin mevcut koşullarından her biçimde yararlanarak güçlenen ve örgütlenen İslamcıların, demokrasi kurallarının kendileri için gerekliliklerinin bittiği koşullarda, zulüm ve ölçü sınırlarının olmadığının güncel tasvirleridir. Öte yandan, hafızamızı çok az geriye doğru yoklarsak, faşist İran Şahı Pehlevi'ye karşı İslamcılarla pratik işbirliği yapan İran solcularının, Humeyni tarafından nasıl ipe çekildiklerini anımsarız.
Konuyu, sosyalistlerin akibetinden yola çıkarak tartışmak ta çok fazla anlamlı değildir. Asıl yanlış, sosyalistlerin bu tartışmalarda, cepheden ve gerçekten materyalizmin ışığı, cesareti, özgüveni ile düşünce ve tavır üretmemelerindedir. Üretememeleri değil, özellikle üretmemeleri diyoruz. Çünkü 1990'lı yıllarda solcuların ezici çoğunluğu, ruhlarındaki ölmeyen Kemalizmi iyice diriltip canlandırdılar. Önce Kürdistan Savaşı ile ilgili olarak, sonra da şeriat-ordu tartışmalarıyla ilgili olarak, kendilerini net bir safa oturtmadılar. Bu tercihli duruş tarzıyla bağlantılı olarak, radikal politika yapmalarını zorunlu kılacak düşüncelerden kaçınmaktadırlar. Hatta dinin panzehirinin ancak ve ancak Marksistler olabileceğini anımsayan Genelkurmayın teşvikine rağmen, dincilere karşı net ve cepheden vuran tutumlar içine girmemektedirler.
Öte yandan, emperyalizmin birçok yeni sömürgede ardı ardına cuntalar ve hatta karşı cuntalar tezgahladığı 1960'lı ve 70'li yılların global iklimi değişmiştir. Sovyetler Birliği'nin çözülmesiyle, milli devlet dalgalarıyla, halkların hapsedileceği yeni çıkmaz sokaklar programlanmıştır. Emperyalizm, askeri cuntaları bu dönemde çok fazla tercih etmemektedir fakat elbette bu bir mutlaklık değildir.
Sekiz yıl seferberliği ile şahlandırılan Kemalizm'in ülkedeki puslu havayı dağıtma gücü yoktur. Bu durumda, ülkenin sosyalizm için savaşan gerillasından solcu aydınına kadar herkesin ortak paydalarda birleşmesi gereken bir görev programının kapımızı çaldığını iyi görmek gerekiyor. Son derece açık, net bir biçimde sürecin verilerinin gösterdiği bu görevleri, sosyalistlerin görmezden gelmesini anlayamıyoruz.
Bizim gibi ülkelerde, ilk adımı mevcut düzenin deşifre edilmesinden geçen devrimin, bu yöndeki görevlerinin gerçekleştirmesi için süreç, bazı elverişli koşullar sunmaktadır. Sistem, kendi çözümsüzlükleri, çıkmazları nedeniyle, devrimcilerin egemenleri teşhir ve tecrit faaliyetleri için sürekli yeni materyaller üretmektedir. Ancak sosyalist hareketin genel zayıflığından dolayı, önümüze çıkan bu fırsatlar, siyasi gerçekleri açıklama kampanyasına dönüştürülemekte, devrimi ilerletecek tarzda değerlendirilememektedir. Tam tersine, sistemin ürettiği bu materyaller, yine egemenler cephesindeki klik çatışmalarında , çıkar grupları arasındaki kavgada birer silah olarak kullanılmakta, bu çatışma sırasında bir kısım sol da manipüle edilerek yönlendirilmektedir.
Susurluk Kazası'yla açılan süreç içerisinde gerçekleşen "Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık" eylemi, bu durumun çok çarpıcı bir uygulaması olmuştur. Aslında Susurluk Kazası ile ortaya çıkan verileri değerlendirerek, Siyasi Gerçekleri Açıklama Kampanyası'nı canlandırıp hızlandırmak, bütün solun söylemde tesbit ettiği bir görev olmuştur. Ancak aynı olayı Genelkurmay da, kanatlar çatışmasında hasımlarını yıpratıp kendi politikasını daha rahat koşullarda uygulamak için bir fırsat olarak görmüş ve değerlendirmiştir.
Devrimcilerin kitleler üzerindeki gerçek etkisinin zayıflığından, kitlesel ajitasyon, propaganda araç ve yöntemlerini kullanmadaki olanaksızlıklarından ve bazı kesimlerin mantık zaaflarından dolayı, aynı olanaklar, düzeni pekiştirmek için, düzenin gerçek egemenleri tarafından daha etkili bir şekilde kullanılmış ve Genelkurmay'ın yönlendirdiği süreç, onun planladığı şekilde yaşanmıştır. Sol, buralardan güçlenerek, somut örgütsel sonuçlar elde ederek çıkamamıştır. Ayrıca ne yazık ki özellikle bazı devrimci grupların, bu durumu görmezden gelerek yine sağa ya da sola yalpalamalarının nedeni, devrim yapma ciddiyeti üzerindeki sorunlarıdır. Verili koşulların gereklilikleriyle pratik hayatta buluşmak için bunların alt yapısının örülmesi , hazırlanması ve örgütlenmesinin başarılması da bizim sorunumuzdur.
Koşullarımızı aşmamız, çok büyük bir hızla aşmamız, görevlerimizle tam da gerektiği gibi buluşmamız gerekiyor. Solun durumu, bizim sorumluluklarımızı çok daha fazla ağırlaştırmaktadır. Görevlerimiz arasında, öncelikle yaratılacak olan nitelikli pratiğin sağlamlaştırılması ve güçlendirilip yaygınlaştırılmasından sonra, diğer solun belli bir kesimiyle , yapıcı, Türk Solunda güzel bir geleneğin yapı taşlarını örebilecek kalitede iletişimlere girmek te vardır. Dostlarımıza, bildiğimiz bütün yöntemlerle bazı gerçekleri gösterme çabası içine girmek ve onların sözlerine de değer vermek zorundayız.
Türk solunda bir dönem sonra bir kez daha ciddi bir saflaşmanın yaşanacağı bugünden görülmektedir. Pus dağıldığı zaman, sosyalistler yine kendilerini çırılçıplak bir aynanın karşısında bulmamalıdırlar ve yine sormamalıdırlar : "Nerde yanlış yaptık." Yanlışlar, yapılmayanlar, yapılamayanlar ve bunların nedenleri belirgindir. Şimdi özellikle nedenselliklerin üzerine gitmek gerekiyor. Bu dönemde, bir yanda kendimizi çok ağır bir baskı sürecinin koşullarına hazırlarken, bir yandan da sosyalizm zemini dışında tercihler kullanarak kendimizi işlevsizleştirdiğimiz ve , düşmanımız olan taraflardan herhangi birinin materyali haline getirdiğimiz bulanık sudan çıkmak, görevlerimizi yoğun bir emek programıyla gerçekleştirmek zorunluluğu vardır.
Devrimci Kurtuluşçular, bu görevler karşısında gerekenleri yapacak ve mutlaka başaracaktır.


 
 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92