Belki o da, diğer yaşıtları gibi, çocuklarının
dertleriyle uğraşıp , genç yaşta büyükanne olmanın
o kendine özgü keyfini çıkarmak isteyebilirdi
ama, buna hiç fırsatı olmadı... Balkanların kızı,
üst düzey bir Yugoslav bürokratının hanımı, üç
çocuk ve bir çok torun sahibi Didar Şensoy, kendisinden
on altı yaş küçük kardeşinin peşi sıra, hapishane
kapılarını aşındırmaya yıllar önce başladı.
O günlerde, hapisanelerden şimdiki kadar ürkütücü
haberler yayılmıyordu daha. "Oğlum"
dediği kardeşi, eski bir at harası olan ve "insan
yaşamına uygun değildir" diye rapor verilen
Toptaşı Cezaevi'nden firar etmeseydi, kendisine
çok fazla bir iş düşmeyecekti belki de... Ne var
ki, kardeşi yakalandıktan bir müddet sonra, dağlara,
ırmaklara, ovalara, kükürt kokulu şehirlere, Rumeli'nin
ayçiçek tarlalarına, çay kokulu Laz kasabalarına
ve Kürt illerine, koyu ve yapışkan bir sis çökmüştü
de, göz gözü görmez olmuştu.
O uğursuz Eylül'den sonra, "teslim ol !"
çağrısına uyan insanların oluşturduğu kuyruklar
uzarken, fısıltıyla bile birbirlerinin kulağına
birşeyler söylemekten korkarken insanlar; tutuklular,
sabah namazında " koğuş kalk" sesleriyle
uyandırılıyor, aynasız, sabunsuz, susuz traş olmaya
zorlanıyorlardı. Gardiyanlara etek traşlarının
islami usullere göre yapılıp yaplmadığını kontrol
etme, kıçlara el feneri tutma, çay kazanlarına
işeme gibi görevler veriliyordu. Mamak'ta,"Bakın
Türkün Bayrağına "marşı söyletiliyor; Diyarbakır'da,
copa "kötek", kalın zincire "tesbih!"
adı verilerek Türkçe öğretiliyordu. Yemeğe başlamadan
önce toplu dua etmek, toplu dayaklar atmak, toplu
dayak eşliğinde toplu kitap okutmak, toplu marşlar
söylemek, topuk selamlı, "sondur komutanım"lı
sayımlar yapmak gibi yeni adetler geliştirmişti
yöneticiler...
Diyarbakır'da, tutuklular kendilerini ateşe verirken,
ölüme yatarken; Metris'tekiler; hava, su, ekmek
ve kitap için direnirken; Didar Şensoy, beyaz
elbiselerini kuşanıp, bir savaşçı gibi, kardeşinin
tutuklu olduğu Sağmalcılar Cezaevi'nin kapısına
dayandı. Yanında, yine beyazlar giyinmiş bir kaç
anne daha vardı.
"Biz doğurduk, öldüremezsiniz!" diye
bağırdılar.
Coplar, dipçikler, tekmeler kar etmedi sonra...
Morarmış yüzleri ve bedenleriyle yine geldiler.
Leman Teyze'nin, Hatice Anne'nin; "Direnin
arslanlarım , direnin Yiğitlerim, işte biz yine
burdayız" diye bağıran Didar Abla'nın sesleri,
havasız hücrelerdeki tutuklulara soluk borusu
oldu yıllar boyu...
Çok yazlar geçti bunaltan, solukları donduran
kışlar geçti. Alibeyköy'ü birkaç kez su bastı.
Zonguldak'ta Maden Ocakları, Ümraniye'de çöp dağları,
Kürtçe konuşulan topraklarda savaş patladı. Her
bahar komşu ülkelerden birine, "kökünü kuruttuk"
hareketleri yapıldı. Ve yıllar boyu Didar Abla
ve arkadaşları, tekmelendiler, dipçiklendiler,
dövüldülür, tutuklanıp işkence gördüler de, azalacağına
çoğaldılar...
1987 yazındaki süresiz açlık grevlerinde, grevciler
ölüme doğru giderken, ölümleri durdurmak isteyen
anneler, İstanbul'dan Ankara'ya yürümekten başka
yol bulamamışlardı. Ankara'ya yapılan uzun bir
yürüyüşün arkasından, Meclis kapısına dayananlar
arasında da vardı Didar Şensoy. Polis saldırınca,
gençleri ve gazetecileri tartaklayıp götürünce,
oturmuştu meclis merdivenlerine ve "gençleri
ve gazetecileri bırakmazsanız, buradan ölümü kaldırabilirsiniz"
diye direniyordu.
Polislere, "ölü ya da diri, bu kadını buradan
uzaklaştırın" emri verildi.
Didar Abla, kalkan polis coplarını, annelerin
kaygılı yüzlerini, güneş ışığını, havalanan beyaz
bir güvercini, kardeşinin gülümseyen hayalini
son kez gördü. Polis panzerlerinin sirenlerini,
"İnsanlık onuru işkenceyi yenecek" sloganlarını
algıladı son kez... Ak güvercin barış için göklere
yükselirken, İstanbul'dan esen rüzgar, kardeşinin
kokusunu getirdi son kez. Ve beyazlar içindeydi
son nefesini verirken Didar Abla...
Toprak olduysa Didar Abla, ya gelincik, ya karanfil,
ya da çayır papatyası olmuştur mutlak. Ya da melekler
alıp onu gökyüzüne götürmüşlerdir. Eğer, öteki
dünya varsa gerçekten ve orada kutsal kitapların
yazdığı gibi kötü davranıyorlarsa 'günahkarlara';
Didar Abla, cehennem zebanilerinin karşısına dikilip,
"İnsanlara böyle davranamazsınız!" diyerek
üzerlerine yürüyordur. Tıpkı her cumartesi Galatasaray
Lisesi'nin önünde, elinde kayıpların resimleri,
"Kaybettiğiniz elbise düğesi değildir !"
diye bağıran ve polisler saldırdıklarında, "Direnin
arslanlarım, direnin yiğitlerim! " diye yumruğunu
sıkıp, bir adım geri atmayan beyaz giysili Didar'lar
gibi...
|