Bugünlerde iktidar sahipleri bir "Zonguldak
fırtınası"nı kazasız belasız atlatmanın keyfini
yaşıyorlar. Bir kuyruklu yıldız gibi, Zonguldak
belli periyotlarla gelip kapıya dayanıyor ve uykuları
kaçırıyor. Her yeni toplu sözleşme döneminin gelip
dayanmasıyla birlikte, devletin yüksek katlarında
gözle görülür bir huzursuzluk yaşanmaya başlıyor
ve huzursuzluk bir "sendrom" biçiminde
ortalığı sarıyor.
İşin doğrusu Zonguldak, bir kent olarak uzun süredir
iktidar sahiplerinin başına beladır. Bir yandan
artık verimli olmayan işletmeler öte yandan bu
işletmelerle yaşayan, bütün varlığı ona bağlı
koca bir kent… "Yeni sömürge kalkınması"nın
uzun (ve tatlı!) yılları boyunca bu ucuz enerji
kaynağını hoyratça kullanan tekeller, şimdi hiçbir
şey katmadan hep aldıkları bu kaynağı ne yapacaklarını
bilemiyorlar. Bir zamanlar kendilerini ihya etmiş
olan kentin şimdi adını bile duymak istemiyorlar.
Büyük yatırımlarla üretimi rasyonelleştirmek kimseye
cazip gelmiyor ve tekelci patronlarla devlet yöneticileri
bir ağızdan Zonguldak kentini "lüzumsuz"
ilan eden söylevler veriyorlar.
Mümkün olsa, koca bir kenti bir gecede yokedebilseler,
çok rahatlayacaklar!
En büyük rahatsızlık da bugünkü koalisyon ortaklarının
iki yıl önce bol keseden atıp tuttukları sözlerden
kaynaklandı. Muhalefet laf etmemişlerdi doğrusu!
O günlerde İnönü neredeyse "grev gözcüsü"
önlüğüyle nöbet bile tutacaktı. Demirel ise "bu
vicdansızlıktır" diye haykırıyordu.
Aradan iki yıl geçti. Süreç içerisinde "Zonguldak'ta
başka üretim alanları açmak" türünden projeler
de fiyasko ile sonuçlandı.
Ve gelip yine Zonguldak'a dayanıldı. Belki iki
yıl öncesi gibi değildi ama kent yeniden kıpırdandı.
Daha fazla kıpırdanmaması için önlemler arandı
uzun süre. Bu kez ortada "işçi babası"
bir koalisyon vardı ve daha da önemlisi şiddet
Zonguldak'ı tam ters yönde etkileyebiliyordu.
Sonunda çare bulundu. Sendikacılar ve iktidar
ortakları meydanlar fazla ısınmadan, ortalık karışmadan
bir şekilde uzaklaşmaya vardılar ve toplu sözleşme
imzalandı.
İki Yıl Öncesine Bakınca…
Oysa iki yıl önce çok önemli şeyler olmuştu Zonguldak'ta.
Önemli ve heyecan verici şeylerdi… Yüzbine yaklaşan
insan seli adeta bir ordu gibi yürüyüşe geçmişti
ve sosyalist sol neredeyse "15-16 Haziran"
günlerinden beri yaşamadığı duyguları yaşıyordu.
12 Eylül'ün karanlık günleri henüz tazeydi ve
öte yanda koca bir sosyalist sistemin çatırdadığı
günlerdi. Ve bu koşullarda Türkiye'de belki de
dünya çapında şaşkınlık yaratan bir fırtına yaşanıyordu.
Devrimciler, sosyalistler açısından kuşkusuz sözkonusu
olan sevinçti. Ve üstelik böyle bir zemin çok
özel bir çabanın sonucu olarak da oluşmamıştı.
Heyecanlı yazılar yazıldı, paraşütvari bir biçimde
de olsa olaya katılma gayreti gözlendi…
Sonra, Mengen yaşandı. Ve sonra Eski Çağa… Düzenin
tahammül sınırları zaten fazlasıyla zorlanmıştı
ve sonunda bu işe bir "dur" deme gereği
duyuldu. Barikatlar kuruldu, güçler yığıldı, o
noktadan ötesi artık kesin bir çatışma gerektiriyordu.
Bir uç noktaya gelip dayanmıştı herkes. Düzen
ve işçiler tam uç noktalara ulaşmışlardı.
Tam bu uç noktada, geri dönüş ya da "geri
döndürülme" olayı yaşandı. Ancak bizzat yaşayanların
bilebileceği müthiş bir hüzün ve öfkeydi bu, sınıf
hareketinde ya da her kitle hareketinde yenilgiler
olur ama Eski Çağ'da yaşanan bundan da farklı
bir şeydi. Günlerdir, haftalardır soğuk, açlık
demeden direnen ve bu süreçte akıl almaz bir dayanıklılık
gösteren insanlar bu direnme güçlerini yitirmiş
değillerdi. Fiziksel saldırıyla dağıtılmış, güçten
düşürülmüş bir kitle sözkonusu değildi. Sözkonusu
olan, hırsla, inatla yürüyen, coşkusunu yitirmemiş,
bir insan seliydi.
Öfkeliydiler, hüzünlüydüler. Çünkü, kalabalık
olduklarını biliyorlardı. Karşılarındaki güç ise
ne kadar silah donanımlı olursa olsun fiziksel
anlamda-siyasal anlamda zayıftı.
Oysa kendileri de zayıftılar. Kalabalıktılar,
hırslı ve inatçıydılar. Ama yine de zayıftılar
ve bir anlamda çaresizdiler…
O günlerde çok şey yazılıp çizildi. Bunun bir
satış olduğu söylendi. Denizer suçlandı vb…
Kuşkusuz ortada bir satış vardı. Denizer'in bir
şekilde gözü korkmuş ya da varılan noktada şöyle
ya da böyle yelkenleri suya indirmişti. Sonradan
izlediği çizgi de bunun kanıtlarını fazlasıyla
sundu. Walesa şişirmelerinin arkasındaki kocaman
boşluk ortaya çıktı. (Her işçi hareketinde Walesa
aramak zaten burjuva basının son üç-beş yıldaki
modasıdır. Her şeyi böylece sağcı bir renge bulamayı
pek seviyorlar.) Sonuç olarak, aslında Denizer
açısından Eski Çağa'da bir değişim yaşanmadığı,
işi başından beri sıradan bir sendikacıyla karşı
karşıya olduğumuz netleşti. Üstelik sonradan Denizer'in
mali açıdan da "işini iyi bildiği" en
azından iddia düzeyinde yazıldı. Bugünlerde Türk-İş'te
kazandığı konum da kuşkusuz bu özelliklerinin
bir sonucudur. Ama bu tek başına olayın bütününü
açıklayan bir şey midir?
Hem kalabalık, hem bir anlamda zayıf olmak; hem
inatçı hem de çaresiz olmak nasıl açıklanabilir
?
Sorular sormak gerekiyor. Ve bu sorulardan biri
"Devrimci bir Denizer olsaydı" biçiminde
sorulabilir. Ya da barikatı aşmanın o andaki pratik
yollarının gerçekten "çıkar yol"lar
olup olmadığı sorulabilir. Olayın içindekilerinin
söylediği, Denizer'in pazarlıkları sırasında işçilerin
önemlice bir bölümünün zaten yan taraflardan geçip
E-5 üzerine çıktığıdır. Ama o zaman yeniden sormak
gerekiyor: Bu gerçek bir çözüm müydü?
İşin doğrusu, o konjonktürde o noktada yaşanan
artık net bir yetersizlik ve çaresizliktir. Dalganın
önünde itilen sendikacılar kadar yürüyen işçi
yığını da çaresiz durumdadır. Çünkü, sorun fiziksel
değildir. Yoksa az ya da çok bir kayıpla her barikat
aşılabilir. Ama aşılmasının şartları nedir? Sorun
budur.
Sorun, 90'ın Ocak ayında (ve bugün) siyasaldır.
Ne kadar politik renkler kazanırsa kazansın sonuçta
ekonomik-kendiliğinden bir eylem olan Zonguldak
olayı, büyük bir siyasal boşluğun ortasına düşmüştür.
90 Ocak ayında (ve bugün) Türkiye bir sosyalist
irade yetersizliği ve boşluğu yaşamaktadır ve
işte bütün sorular bu durum göz önüne alınarak
yanıtlanmak zorundadır. Ne kadar geniş çaplı ve
heyecan verici olursa olsun, Zonguldak eylemi
eninde sonunda mevzi bir durumdur ve bütünün içindeki
aykırı bir parça olarak belli sınırlara mahkumdur.
Öyleyse, sosyalistlerin, bizim, hiç aynaya bakmadan
Denizer'i suçlayıp "rahatlama"mız pek
sağlıklı olmamaktadır. Denizer olayında klasik
bir "sendikacı numarası"yla karşılaştığımız
doğrudur, ama esas sorun sağlıklı işçi önderleri
yetiştirmekte ya da varolanları dönüştürmekte
yetersiz kalan politik bir ortamdır, bu ortamda
sosyalist solun hanesindeki büyük boşluktur. Sebepleri
başka yazılarda tartışılabilir, tartışıyoruz ama
ortamı devrimcileştirecek, ülkenin üstündeki ölü
toprağını silkeleyecek, elindeki bütün politik
araçları, mücadele biçimlerini kullanarak kendi
gündemini dayatabilecek bir devrimci iradenin
eksikliği -zayıflığı-, aynı zamanda bir güç israfıdır
da. Gerçekten böyledir. Eski Çağ'da insanların
yürüme hırsı vardır, inadı vardır ve "gemileri
yaktık" sözüyle de ifade edildiği gibi binlerce
insan ekonomik umutlarını da bu yürüyüşün yaratacağı
ürküntüye bağlamıştır. İşin ta başından beri madenler
ve bütün kent (biraz da ticari-ekonomik sebeplerle)
bütünleşmiş, kent doğal ve meşru bir miting alanı
haline gelmiştir. Oysa, Zonguldak'ta esen bu büyük
fırtınaya karşın ülkenin bütününde küçük esintilerden
başka bir şey yoktur ya da bu esintileri hiç olmazsa
rüzgarlara dönüştürecek bir müdahalenin imkanları
çok zayıftır. Evet, belki Eski Çağ'da bir şekilde
bir yol bulunup E-5'e çıkılabilirdi. Böylece E-5
korkusuyla iktidar güçleri daha fazla geri bastırılabilirdi.
(Ki, o günler anımsansın, daha yürüyüşçüler Mengen'deyken
Çankaya sırtlarında "güvenlik önlemleri"
artırılıyordu…) Ama sonuçta her ne olursa olsun
yaşanan politik yetersizlik ortamında bu hareketten
beklenebilecek ürün yine de sınırlıydı. Bütün
bunların bugün yeniden anımsanması birkaç açıdan
önem taşıyor;
İlkin; solun, devrimci güçlerin, Zonguldak ya
da başka bir olayda suçu "kötü sendikacı"ların
üstüne yıkıp kurtulması pek sağlıklı değildir.
Bu çok net olarak kavranmalıdır.
İkincisi; "kendiliğindenlik" sorunu
bu vesileyle yeniden sorgulanmalıdır. O günlerde
özellikle SP 2000'e Doğru çevresinden pompalanan
o akıl almaz uvriyerist (işçi dalkavukluğu) hava
anımsanabilir. İşçilerin Özal ve Çankaya ile ilgili
politik sloganlar kullanmalarından hareketle,
eyleme "kendiliğinden" denilemeyeceği,
bunun bal gibi politik bir kalkışma olduğu o zaman
çok yazılıp çizilmişti. SP'yi tabii ki çok ciddiye
almak yersiz, marksizmi zorlayıp şekilsizleştirmek,
o cephede bir alışkanlık olmuştur; ama "kendiliğindenlik"
ve "iradi politik eylem" konularında
yaygın bir kafa karışıklığının varlığı da inkar
edilemez.
Bu, biraz da ülkenin yapısından kaynaklanıyor.
Yaşadığımız ülkenin koşulları öyledir ki, bir
konfeksiyon atölyesi grevi bile zorunlu olarak
hemen politik renkler kazanır. Gelişkin kapitalist
ülkelerden bir ölçüde farklı olarak sermaye sahipleri
ile politik alan arasındaki bağlar çok doğrudandır
ve devletin terör güçleri de çok net şekilde en
küçük olayda bile konumunu ortaya koyar. Dolayısıyla
her türden eylemde sığ da olsa bir politik muhteva
gözlenir.
Ama bunun dozunun fazla olması eylemi "kendiliğinden"
olmaktan çıkarır mı? Örneğin "Özal İstifa",
hatta "Savaşa Hayır" denmesi böyle bir
fark yaratır mı? Ya da şöyle sorulabilir: Kendiliğinden
olup olmamanın ölçüsü atılan sloganlar mıdır?
Kanımızca, Lenin'in net biçimde "Ne Yapmalı"
da tanımladığı "kendiliğindenlik-kendiliğindencilik"
kavramları bu çerçeveye denk düşmüyor. Kendiliğindenlik
olayı aslında, eylemin politik renginin baskın
olup olmamasından çok, belirli bir merkezi uyarınca
iktidar savaşımının bir parçası olarak yapılıp
yapılmamasıyla ölçülmelidir. Lenin'in "kendiliğindenlik"
kavramını üzerine ördüğü temel, daha çok yerellik,
yöresellik ve merkezi yönlendirme yokluğudur.
Dolayısıyla, merkezi politik eylemden anlaşılması
gereken de, eylemin iktidar savaşımı eksenine
bağlı olarak ve bu savaşımın günceldeki hedeflerine
uygun gelişiyor olmasıdır.
Zonguldak ya da bir başka olaya böyle bakılmalıdır.
İşçileri pohpohlayan çığlıklarla yapılan şey gerçekte
"iyilik" de değildir. Değildir, çünkü
eksik-yetersiz bir durumu böylece yeterli, mükemmel
göstermek, salt sınıfa yaranmak uğruna mevcut
durumu idealize etmek aslında gerçeğin üstünü
örtmektir.
Ve nihayet, (değinmeden geçmemeliyiz) her büyük
eylem sonrasında "suni-denge" konusunda
yapılan şu gevezelikler de doğrusu fena halde
sıkmıştır. O günlerde de yürüyen işçilerden coşkuyla
sözedip sonra da THKP-C'nin tezlerinin iflasına
ilişkin edebiyat parçalamak pek moda olmuştu.
Aslında bu sorun da yukarıda anılan "dalkavukluk"
sorunuyla ilgilidir. Suni-denge kavramı (ya da
başka bir açıklayıcı kavram kullanalım fark etmez)
ne bir kıpırtısızlık ortamına ne de her sınıf
için aynı kalınlıktaki bir örtüye denk düşer.
O, yeni sömürgeci kapitalistleşme sürecinin yarattığı
nisbi gelişme ilizyonu ile aynı sürecin sonucu
olarak her köşeye yayılan merkezi otorite unsurunun
örtüşmesiyle oluşan yapay bir atmosferi ifade
eder. Başka bir deyişle -ki daha uzun açılabilir-
kitlelerin düzen dışına, devrim cephesine çekilmesi
sürecindeki bir zorlaştırıcı unsurdan sözediyoruz.
Yoksa, zaten ülke her gün derinleşen bir istikrarsızlık
içindedir ve bu sürekli durumun sonucu olarak
her gün yoğun kitle eylemlerine gebedir. Sorun,
insanların çoğunluğun kaderleri ile düzenin kaderi
arasındaki zayıf ve suni bağlantının koparılması
sorunudur. "Suni-Dengenin kırılması"
esprisi de (çok kaba olarak) budur ve bu iradi
bir müdahaleyi gerektirir. Kuşkusuz salt silah
patlatarak değil ama maddi silahlı gücü temel
alıp durmadan geliştiren, bir alternatif haline
sokan ve bunun için yaşamın bütün alanlarında
sabırla yürütülen bir çalışmayla bu iş kotarılabilir.
Yani, olaya doğru bakılmalıdır. İki yıl önce yaşanan,
ne denli politik renkler içerse de sonuçta kendiliğindenliği
ağır basan bir eylemdir. Ve politik irade kendini
donatıp (kuşkusuz bu donanma işi bu türden eylemleri
de içerecektir) sürece çatlakları büyüten kama
gibi giremedikçe, müdahalede bulunup gündemi belirleyemedikçe
yarın ki eylemlerde de durum değişmeyecektir.
Biz, önce çığlıklar atıp sonra "kötü sendikacılar"dan
yakınsak da çok fazla bir şey fark etmeyecektir.
Nihayet, son olarak eklenmeli, sürecin böyle devamı
halinde Türkiye'deki "sendikacı" tipi
de değişmeyecektir. "Sarı"sından turuncusuna
ve daha kırmızısına dek sendikacı takımının, hatta
en iyilerinin bile eninde sonunda "bozulması",
çamura bulanması elbette bir kader değildir. Ama
bunun için şu çok net olarak kavranmalıdır. Sendika
denilen şey, özü gereği bütün bu olumsuzluklara
uygun bir kurumdur. Çünkü, sonuçta, sistem-içi
bir olgudur ve daha baştan ücretli pazarlığın,
ücretin ve yasallığın kabulüdür. Sendikacı olarak
siz düzen dışı bir kafa yapısına da sahip olsanız,
içinde oynadığınız sistemin normlarının bulaşma
riski çok yüksektir. Başlangıçta çok "sağlam"
davranan bir dizi insanın, zaman içerisinde profesyonelleşip
cıvıtmaları çok rastlanan bir şeydir pek anormal
karşılanmamalıdır.
Dolayısıyla, Türkiye'de devrimci hareket, sendikalardan
sokaktaki insana dek herkesi etkisi altına alan
bir atmosfer yaratmak bu arada sistem-dışı özgün
sınıf örgütlülüklerini üretmek durumundadır. Sendikalar
elbette hep gereklidir ve gerekli olacaktır, ama
onları soludukları hava açısından etkileyen bir
ortam ve tabandan sorgulayıp denetleyen daha doğrudan
örgütler gelişmedikçe, bize çürüme örnekleri vermeye
devam edeceklerdir.
Zonguldak krateri bu kez patlamamıştır. Koalisyonun
amaçları arasında bulunan "SHP'nin yedekleyici
etkisini kullanma" planı işlemiş ve kaynamaya
başlayan kazan ısı derecesi fazla yükselmeden
soğutulmuştur. Bunun ustalıkla kotarıldığı teslim
edilmelidir.
Ama her ne olursa olsun Zonguldak'tan söz ederken
ya da genel olarak işçi hareketini yorumlamaya
çalışırken yukarıda düşülen kenar notları anımsanabilir
ve anımsamasında da yarar vardır.
|