Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

9. Sayı - Ocak 1993

Bugünlerde iktidar sahipleri bir "Zonguldak fırtınası"nı kazasız belasız atlatmanın keyfini yaşıyorlar. Bir kuyruklu yıldız gibi, Zonguldak belli periyotlarla gelip kapıya dayanıyor ve uykuları kaçırıyor. Her yeni toplu sözleşme döneminin gelip dayanmasıyla birlikte, devletin yüksek katlarında gözle görülür bir huzursuzluk yaşanmaya başlıyor ve huzursuzluk bir "sendrom" biçiminde ortalığı sarıyor.
İşin doğrusu Zonguldak, bir kent olarak uzun süredir iktidar sahiplerinin başına beladır. Bir yandan artık verimli olmayan işletmeler öte yandan bu işletmelerle yaşayan, bütün varlığı ona bağlı koca bir kent… "Yeni sömürge kalkınması"nın uzun (ve tatlı!) yılları boyunca bu ucuz enerji kaynağını hoyratça kullanan tekeller, şimdi hiçbir şey katmadan hep aldıkları bu kaynağı ne yapacaklarını bilemiyorlar. Bir zamanlar kendilerini ihya etmiş olan kentin şimdi adını bile duymak istemiyorlar. Büyük yatırımlarla üretimi rasyonelleştirmek kimseye cazip gelmiyor ve tekelci patronlarla devlet yöneticileri bir ağızdan Zonguldak kentini "lüzumsuz" ilan eden söylevler veriyorlar.
Mümkün olsa, koca bir kenti bir gecede yokedebilseler, çok rahatlayacaklar!
En büyük rahatsızlık da bugünkü koalisyon ortaklarının iki yıl önce bol keseden atıp tuttukları sözlerden kaynaklandı. Muhalefet laf etmemişlerdi doğrusu! O günlerde İnönü neredeyse "grev gözcüsü" önlüğüyle nöbet bile tutacaktı. Demirel ise "bu vicdansızlıktır" diye haykırıyordu.
Aradan iki yıl geçti. Süreç içerisinde "Zonguldak'ta başka üretim alanları açmak" türünden projeler de fiyasko ile sonuçlandı.
Ve gelip yine Zonguldak'a dayanıldı. Belki iki yıl öncesi gibi değildi ama kent yeniden kıpırdandı. Daha fazla kıpırdanmaması için önlemler arandı uzun süre. Bu kez ortada "işçi babası" bir koalisyon vardı ve daha da önemlisi şiddet Zonguldak'ı tam ters yönde etkileyebiliyordu. Sonunda çare bulundu. Sendikacılar ve iktidar ortakları meydanlar fazla ısınmadan, ortalık karışmadan bir şekilde uzaklaşmaya vardılar ve toplu sözleşme imzalandı.

İki Yıl Öncesine Bakınca…
Oysa iki yıl önce çok önemli şeyler olmuştu Zonguldak'ta. Önemli ve heyecan verici şeylerdi… Yüzbine yaklaşan insan seli adeta bir ordu gibi yürüyüşe geçmişti ve sosyalist sol neredeyse "15-16 Haziran" günlerinden beri yaşamadığı duyguları yaşıyordu. 12 Eylül'ün karanlık günleri henüz tazeydi ve öte yanda koca bir sosyalist sistemin çatırdadığı günlerdi. Ve bu koşullarda Türkiye'de belki de dünya çapında şaşkınlık yaratan bir fırtına yaşanıyordu.
Devrimciler, sosyalistler açısından kuşkusuz sözkonusu olan sevinçti. Ve üstelik böyle bir zemin çok özel bir çabanın sonucu olarak da oluşmamıştı. Heyecanlı yazılar yazıldı, paraşütvari bir biçimde de olsa olaya katılma gayreti gözlendi…
Sonra, Mengen yaşandı. Ve sonra Eski Çağa… Düzenin tahammül sınırları zaten fazlasıyla zorlanmıştı ve sonunda bu işe bir "dur" deme gereği duyuldu. Barikatlar kuruldu, güçler yığıldı, o noktadan ötesi artık kesin bir çatışma gerektiriyordu. Bir uç noktaya gelip dayanmıştı herkes. Düzen ve işçiler tam uç noktalara ulaşmışlardı.
Tam bu uç noktada, geri dönüş ya da "geri döndürülme" olayı yaşandı. Ancak bizzat yaşayanların bilebileceği müthiş bir hüzün ve öfkeydi bu, sınıf hareketinde ya da her kitle hareketinde yenilgiler olur ama Eski Çağ'da yaşanan bundan da farklı bir şeydi. Günlerdir, haftalardır soğuk, açlık demeden direnen ve bu süreçte akıl almaz bir dayanıklılık gösteren insanlar bu direnme güçlerini yitirmiş değillerdi. Fiziksel saldırıyla dağıtılmış, güçten düşürülmüş bir kitle sözkonusu değildi. Sözkonusu olan, hırsla, inatla yürüyen, coşkusunu yitirmemiş, bir insan seliydi.
Öfkeliydiler, hüzünlüydüler. Çünkü, kalabalık olduklarını biliyorlardı. Karşılarındaki güç ise ne kadar silah donanımlı olursa olsun fiziksel anlamda-siyasal anlamda zayıftı.
Oysa kendileri de zayıftılar. Kalabalıktılar, hırslı ve inatçıydılar. Ama yine de zayıftılar ve bir anlamda çaresizdiler…
O günlerde çok şey yazılıp çizildi. Bunun bir satış olduğu söylendi. Denizer suçlandı vb…
Kuşkusuz ortada bir satış vardı. Denizer'in bir şekilde gözü korkmuş ya da varılan noktada şöyle ya da böyle yelkenleri suya indirmişti. Sonradan izlediği çizgi de bunun kanıtlarını fazlasıyla sundu. Walesa şişirmelerinin arkasındaki kocaman boşluk ortaya çıktı. (Her işçi hareketinde Walesa aramak zaten burjuva basının son üç-beş yıldaki modasıdır. Her şeyi böylece sağcı bir renge bulamayı pek seviyorlar.) Sonuç olarak, aslında Denizer açısından Eski Çağa'da bir değişim yaşanmadığı, işi başından beri sıradan bir sendikacıyla karşı karşıya olduğumuz netleşti. Üstelik sonradan Denizer'in mali açıdan da "işini iyi bildiği" en azından iddia düzeyinde yazıldı. Bugünlerde Türk-İş'te kazandığı konum da kuşkusuz bu özelliklerinin bir sonucudur. Ama bu tek başına olayın bütününü açıklayan bir şey midir?
Hem kalabalık, hem bir anlamda zayıf olmak; hem inatçı hem de çaresiz olmak nasıl açıklanabilir ?
Sorular sormak gerekiyor. Ve bu sorulardan biri "Devrimci bir Denizer olsaydı" biçiminde sorulabilir. Ya da barikatı aşmanın o andaki pratik yollarının gerçekten "çıkar yol"lar olup olmadığı sorulabilir. Olayın içindekilerinin söylediği, Denizer'in pazarlıkları sırasında işçilerin önemlice bir bölümünün zaten yan taraflardan geçip E-5 üzerine çıktığıdır. Ama o zaman yeniden sormak gerekiyor: Bu gerçek bir çözüm müydü?
İşin doğrusu, o konjonktürde o noktada yaşanan artık net bir yetersizlik ve çaresizliktir. Dalganın önünde itilen sendikacılar kadar yürüyen işçi yığını da çaresiz durumdadır. Çünkü, sorun fiziksel değildir. Yoksa az ya da çok bir kayıpla her barikat aşılabilir. Ama aşılmasının şartları nedir? Sorun budur.
Sorun, 90'ın Ocak ayında (ve bugün) siyasaldır. Ne kadar politik renkler kazanırsa kazansın sonuçta ekonomik-kendiliğinden bir eylem olan Zonguldak olayı, büyük bir siyasal boşluğun ortasına düşmüştür. 90 Ocak ayında (ve bugün) Türkiye bir sosyalist irade yetersizliği ve boşluğu yaşamaktadır ve işte bütün sorular bu durum göz önüne alınarak yanıtlanmak zorundadır. Ne kadar geniş çaplı ve heyecan verici olursa olsun, Zonguldak eylemi eninde sonunda mevzi bir durumdur ve bütünün içindeki aykırı bir parça olarak belli sınırlara mahkumdur.
Öyleyse, sosyalistlerin, bizim, hiç aynaya bakmadan Denizer'i suçlayıp "rahatlama"mız pek sağlıklı olmamaktadır. Denizer olayında klasik bir "sendikacı numarası"yla karşılaştığımız doğrudur, ama esas sorun sağlıklı işçi önderleri yetiştirmekte ya da varolanları dönüştürmekte yetersiz kalan politik bir ortamdır, bu ortamda sosyalist solun hanesindeki büyük boşluktur. Sebepleri başka yazılarda tartışılabilir, tartışıyoruz ama ortamı devrimcileştirecek, ülkenin üstündeki ölü toprağını silkeleyecek, elindeki bütün politik araçları, mücadele biçimlerini kullanarak kendi gündemini dayatabilecek bir devrimci iradenin eksikliği -zayıflığı-, aynı zamanda bir güç israfıdır da. Gerçekten böyledir. Eski Çağ'da insanların yürüme hırsı vardır, inadı vardır ve "gemileri yaktık" sözüyle de ifade edildiği gibi binlerce insan ekonomik umutlarını da bu yürüyüşün yaratacağı ürküntüye bağlamıştır. İşin ta başından beri madenler ve bütün kent (biraz da ticari-ekonomik sebeplerle) bütünleşmiş, kent doğal ve meşru bir miting alanı haline gelmiştir. Oysa, Zonguldak'ta esen bu büyük fırtınaya karşın ülkenin bütününde küçük esintilerden başka bir şey yoktur ya da bu esintileri hiç olmazsa rüzgarlara dönüştürecek bir müdahalenin imkanları çok zayıftır. Evet, belki Eski Çağ'da bir şekilde bir yol bulunup E-5'e çıkılabilirdi. Böylece E-5 korkusuyla iktidar güçleri daha fazla geri bastırılabilirdi. (Ki, o günler anımsansın, daha yürüyüşçüler Mengen'deyken Çankaya sırtlarında "güvenlik önlemleri" artırılıyordu…) Ama sonuçta her ne olursa olsun yaşanan politik yetersizlik ortamında bu hareketten beklenebilecek ürün yine de sınırlıydı. Bütün bunların bugün yeniden anımsanması birkaç açıdan önem taşıyor;
İlkin; solun, devrimci güçlerin, Zonguldak ya da başka bir olayda suçu "kötü sendikacı"ların üstüne yıkıp kurtulması pek sağlıklı değildir. Bu çok net olarak kavranmalıdır.
İkincisi; "kendiliğindenlik" sorunu bu vesileyle yeniden sorgulanmalıdır. O günlerde özellikle SP 2000'e Doğru çevresinden pompalanan o akıl almaz uvriyerist (işçi dalkavukluğu) hava anımsanabilir. İşçilerin Özal ve Çankaya ile ilgili politik sloganlar kullanmalarından hareketle, eyleme "kendiliğinden" denilemeyeceği, bunun bal gibi politik bir kalkışma olduğu o zaman çok yazılıp çizilmişti. SP'yi tabii ki çok ciddiye almak yersiz, marksizmi zorlayıp şekilsizleştirmek, o cephede bir alışkanlık olmuştur; ama "kendiliğindenlik" ve "iradi politik eylem" konularında yaygın bir kafa karışıklığının varlığı da inkar edilemez.
Bu, biraz da ülkenin yapısından kaynaklanıyor. Yaşadığımız ülkenin koşulları öyledir ki, bir konfeksiyon atölyesi grevi bile zorunlu olarak hemen politik renkler kazanır. Gelişkin kapitalist ülkelerden bir ölçüde farklı olarak sermaye sahipleri ile politik alan arasındaki bağlar çok doğrudandır ve devletin terör güçleri de çok net şekilde en küçük olayda bile konumunu ortaya koyar. Dolayısıyla her türden eylemde sığ da olsa bir politik muhteva gözlenir.
Ama bunun dozunun fazla olması eylemi "kendiliğinden" olmaktan çıkarır mı? Örneğin "Özal İstifa", hatta "Savaşa Hayır" denmesi böyle bir fark yaratır mı? Ya da şöyle sorulabilir: Kendiliğinden olup olmamanın ölçüsü atılan sloganlar mıdır?
Kanımızca, Lenin'in net biçimde "Ne Yapmalı" da tanımladığı "kendiliğindenlik-kendiliğindencilik" kavramları bu çerçeveye denk düşmüyor. Kendiliğindenlik olayı aslında, eylemin politik renginin baskın olup olmamasından çok, belirli bir merkezi uyarınca iktidar savaşımının bir parçası olarak yapılıp yapılmamasıyla ölçülmelidir. Lenin'in "kendiliğindenlik" kavramını üzerine ördüğü temel, daha çok yerellik, yöresellik ve merkezi yönlendirme yokluğudur. Dolayısıyla, merkezi politik eylemden anlaşılması gereken de, eylemin iktidar savaşımı eksenine bağlı olarak ve bu savaşımın günceldeki hedeflerine uygun gelişiyor olmasıdır.
Zonguldak ya da bir başka olaya böyle bakılmalıdır. İşçileri pohpohlayan çığlıklarla yapılan şey gerçekte "iyilik" de değildir. Değildir, çünkü eksik-yetersiz bir durumu böylece yeterli, mükemmel göstermek, salt sınıfa yaranmak uğruna mevcut durumu idealize etmek aslında gerçeğin üstünü örtmektir.
Ve nihayet, (değinmeden geçmemeliyiz) her büyük eylem sonrasında "suni-denge" konusunda yapılan şu gevezelikler de doğrusu fena halde sıkmıştır. O günlerde de yürüyen işçilerden coşkuyla sözedip sonra da THKP-C'nin tezlerinin iflasına ilişkin edebiyat parçalamak pek moda olmuştu.
Aslında bu sorun da yukarıda anılan "dalkavukluk" sorunuyla ilgilidir. Suni-denge kavramı (ya da başka bir açıklayıcı kavram kullanalım fark etmez) ne bir kıpırtısızlık ortamına ne de her sınıf için aynı kalınlıktaki bir örtüye denk düşer. O, yeni sömürgeci kapitalistleşme sürecinin yarattığı nisbi gelişme ilizyonu ile aynı sürecin sonucu olarak her köşeye yayılan merkezi otorite unsurunun örtüşmesiyle oluşan yapay bir atmosferi ifade eder. Başka bir deyişle -ki daha uzun açılabilir- kitlelerin düzen dışına, devrim cephesine çekilmesi sürecindeki bir zorlaştırıcı unsurdan sözediyoruz. Yoksa, zaten ülke her gün derinleşen bir istikrarsızlık içindedir ve bu sürekli durumun sonucu olarak her gün yoğun kitle eylemlerine gebedir. Sorun, insanların çoğunluğun kaderleri ile düzenin kaderi arasındaki zayıf ve suni bağlantının koparılması sorunudur. "Suni-Dengenin kırılması" esprisi de (çok kaba olarak) budur ve bu iradi bir müdahaleyi gerektirir. Kuşkusuz salt silah patlatarak değil ama maddi silahlı gücü temel alıp durmadan geliştiren, bir alternatif haline sokan ve bunun için yaşamın bütün alanlarında sabırla yürütülen bir çalışmayla bu iş kotarılabilir.
Yani, olaya doğru bakılmalıdır. İki yıl önce yaşanan, ne denli politik renkler içerse de sonuçta kendiliğindenliği ağır basan bir eylemdir. Ve politik irade kendini donatıp (kuşkusuz bu donanma işi bu türden eylemleri de içerecektir) sürece çatlakları büyüten kama gibi giremedikçe, müdahalede bulunup gündemi belirleyemedikçe yarın ki eylemlerde de durum değişmeyecektir. Biz, önce çığlıklar atıp sonra "kötü sendikacılar"dan yakınsak da çok fazla bir şey fark etmeyecektir. Nihayet, son olarak eklenmeli, sürecin böyle devamı halinde Türkiye'deki "sendikacı" tipi de değişmeyecektir. "Sarı"sından turuncusuna ve daha kırmızısına dek sendikacı takımının, hatta en iyilerinin bile eninde sonunda "bozulması", çamura bulanması elbette bir kader değildir. Ama bunun için şu çok net olarak kavranmalıdır. Sendika denilen şey, özü gereği bütün bu olumsuzluklara uygun bir kurumdur. Çünkü, sonuçta, sistem-içi bir olgudur ve daha baştan ücretli pazarlığın, ücretin ve yasallığın kabulüdür. Sendikacı olarak siz düzen dışı bir kafa yapısına da sahip olsanız, içinde oynadığınız sistemin normlarının bulaşma riski çok yüksektir. Başlangıçta çok "sağlam" davranan bir dizi insanın, zaman içerisinde profesyonelleşip cıvıtmaları çok rastlanan bir şeydir pek anormal karşılanmamalıdır.
Dolayısıyla, Türkiye'de devrimci hareket, sendikalardan sokaktaki insana dek herkesi etkisi altına alan bir atmosfer yaratmak bu arada sistem-dışı özgün sınıf örgütlülüklerini üretmek durumundadır. Sendikalar elbette hep gereklidir ve gerekli olacaktır, ama onları soludukları hava açısından etkileyen bir ortam ve tabandan sorgulayıp denetleyen daha doğrudan örgütler gelişmedikçe, bize çürüme örnekleri vermeye devam edeceklerdir.
Zonguldak krateri bu kez patlamamıştır. Koalisyonun amaçları arasında bulunan "SHP'nin yedekleyici etkisini kullanma" planı işlemiş ve kaynamaya başlayan kazan ısı derecesi fazla yükselmeden soğutulmuştur. Bunun ustalıkla kotarıldığı teslim edilmelidir.
Ama her ne olursa olsun Zonguldak'tan söz ederken ya da genel olarak işçi hareketini yorumlamaya çalışırken yukarıda düşülen kenar notları anımsanabilir ve anımsamasında da yarar vardır.



 


 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92