Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

9. Sayı - Ocak 1993


"Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir" diyordu Marks, yaklaşık yüzelli yıl önce. Ve bu yüzelli yıl, sözü geçen "yorumlama-değiştirme" olgularının birbirini nasıl bütünlediği, aralarındaki ilişkinin ne olduğu konusunda yoğun tartışmalar ve eğrisiyle-doğrusuyla somut pratikleri içerdi. Gerçekte, yorumlama-değiştirme uğraşının da birbirinden yalıtık "ayrı" işlemlerden oluşmadığı, ortada ayrı ayrı "hal ve durumların" değil, ancak süreklilik içinde kavranabilen bir "hareket"in bulunduğu; dünyayı anlamanın, onu değiştirme eylemi içinde mümkün olduğu, devrimci pratikte defalarca kanıtlandı. "Yorumlama" işi, filozofların puslu dünyasından, gerçek dünyaya, yeryüzüne inip "değiştirme" eylemiyle bütünleşirken, aynı zamanda bu eylemin sürükleyiciliği için yetenekli tek sınıf olan işçi sınıfıyla da bütünleşti. Üstelik, bu bir ve bölünmez sürece, o süreçte yer alan insanların "değişimi"nin de denk düştüğü Marks tarafından esaslı şekilde fark edilmişti.
Zaten bu farkına varılan şey, Marksizmi kendisini önceleyen bir dizi "kurtarıcı" teoriden ayırıyordu. Daha doğrusu, Marksizm, ortaya bilinen anlamda "kurtarıcı" (Mesihçi) bir teori koymuyordu. Aslında tabi bu tartışma, adeta insanlık tarihi kadar eski bir tartışmaydı. Tarihin her tıkanma noktasında nasıl bir gereksinme doğmuşsa, bu gereksinme de şu ya da bu şekilde düşünsel ifadelenişler yaratmıştır. Sonuçta, "insanlığı kurtarmak için koşulları değiştirmek" ve koşulları değiştirmek için insanoğlunun bilincini değiştirmek biçiminde genel olarak karşılıklı olarak konumlanan felsefi akımlar, politikada da her dönemeçte kendi açılımlarını yaratmışlardır. Somut olarak son biçimlenişlerinde ya Blanquist komplocu teoriye, ya da saf "Mesihçi" filozofların sırça saraylarına varan bu iki yönelim, eninde sonunda yine insanları "tanrının kuzuları" olarak gören idealist düşünceye yaslanıyordu.
İşte tam bu noktada Marks'ın yaptığı, böyle bir ikilemin içine sıkışmayı reddetmek oldu. "Ortamın değiştirilmesi ile insan faaliyetinin ya da kendini değiştirmenin çakışması, yalnız devrimci pratik olarak kavranabilir ve ussal biçimde anlaşılabilir" diyerek, o, devrimci kavramını ortaya koydu. Bu, Marks-Engels ikilisinin en az iktisadi alanda getirdikleri yeni kavramlar ve bakış açısı kadar önemliydi. Çünkü, değiştirenin de değişmesi gerektiği, daha doğrusu hem ortamın değiştirilmesini, hem de bu pratik içinde ezilenlerin kendi deneyleriyle kendi eski bilinçlerinden sıyrılmalarını tek bir süreçte birleştiren bir devrim anlayışı… Bu yüzdendir ki onlar, devrim denen şeyden, salt bir iktidar fethini değil, bir sürekliliği anladılar, eski darbeci-ikameci geleneğin ütopyasından kendilerini kurtardılar. Gözlerini "seçkin kişilerden" ayırıp, "verili koşullar içinde" tarihi bizzat yapan "bilinçli insan eylemi"ne diktiler, devrimi "işleri düzeltecek akıllı bir grubun başa getirilmesi" için bir mecburiyet olarak görmediler. "… Gerek bu komünist bilincin yığın ölçeğinde üretimi, gerek bizzat davanın gerçekleşmesi için insanların yığınlar halinde değiştirilmesi gereklidir ki, bu da ancak pratik bir hareket içinde, bir devrim içinde olabilir; öyleyse devrim, egemen sınıfı başka yoldan devirmek olanaklı bulunmadığı için değil, aynı zamanda, onu devirmekte olan sınıf ancak bir devrimle geçmişin tüm kirinden kurtulmayı ve toplumun yeniden kurulmasına yetenekli duruma gelmeyi başarabileceği için gereklidir." (Alman İdeolojisi/Fes. İncelemeleri sf 99) sözleri bunun vurgulanmasıydı.
Proudhon'dan Bakunin'e ya da Dühring'e kadar bütün o hesaplaşmaların kökeninde bir yanıyla hep Marks'ın bu birkaç cümlede özetlenmiş tezinin yoğun içeriği vardı. Madde-bilinç ilişkisine getirilen yeni bakış tarzının ışığında gelişen bu anlayış, elbette bu türden bir değişim için kullanılacak araçları ve organizasyonu da faklı kılıyordu. Böylece, amaç ve araçlar arasında bir diyalektik ilişki kurulmuştu. Artık, sözkonusu olan, bir komplocular örgütü ya da "insanlık için iyi şeyler tasarlayan" filozoflar değildi. Marksist düşüncede, proletaryanın politik örgütü hiçbir zaman ezilenler adına düşünüp-davranan, kendilerini onların yerine ikame eden bir yapı olarak tasarlanmadı. Pratikte belki çoğu kez böyle yorumlandı ve hazin sonuçlara ulaşıldı ama gerçek bu değildi. Yani esasında "proletaryanın kurtuluşunun kendi eseri olacağı" düşüncesi basit bir sloganın ötesinde Marksist teorinin temeliydi. Ve politik örgüt, bu teorinin içinde bilincin eşitsiz gelişimi gerçeğinden doğan bir öncülük misyonu yükleniyordu. Öncülük, değişimi kendi başına yapmak ya da kitlelerin bir grubu basitçe desteklemesini sağlamak değil, bu işi yapabilecek gücü yine kendi pratiği içinde eğitmek, onun bu pratik içinde bilincini değiştirebilmesini sağlamaktı. Tezin özü, bu anlamda, kendiliğindencilikten uzaktır; bilincin değişimi sürecine yönlendirici irade girer, pratiğin bu değişime imkan verecek şekilde geliştirilmesi iradi bir çabanın ürünüdür. Devrimler "olan" değil, "yapılan" şeylerdir. Genellikle siyasi tartışmalarda "sol sapma"lara karşı bilgiççe bir tavırla slogan düzeyinde tekrarlanan "kitleler kendi deneyleriyle öğrenirler" sözü ancak böyle bir çerçevede anlamlıdır. Her tek insan kuşkusuz kendi deneyimleriyle kendince bir bilince ulaşırlar. Bu anlamda hiçbir zaman "saf bir kendiliğindenlik" zaten yoktur. İnsanoğlunu, içgüdüsüyle davranan hayvandan ayırdığınız anda bu ayrımı fark edersiniz. Ancak, bizim "değiştirme bilinci" ile kastettiğimiz daha farklı olgudur. İnsanlar, salt kendi dar çıkarlarıyla çerçevelenmiş kendi günlük "deneyleri"yle böyle bilince ulaşmazlar. Bu deneyimleri günlük dar pratiğin dışına taşıyıp genel ile bağlayan bir devrimci pratiği örgütlemek ve böylece deneylerin sağlam bir bilince dönüşmesini sağlamak iradi bir çabayı gerekli kılar.
Ve bu irade, politik örgüt, insanların bilinçlerinin değişmesine imkan veren bir devrimci pratiği geliştirirken, aynı pratik içinde kendisini de değişime uğratır, geliştirir; öyleyse o kendisi de bir değişen nesnedir. Esasen, nihai anlamda, bu politik irade, parti kalıcı değildir. Varlığı uzun bir zaman dilimine yayılsa da sonuçta bir araçtır. Yığınların bilincini değiştiren, bu arada kendisini oluşturan insanların da içinde değiştikleri, yenilendikleri, eski bilinç biçimlerinin izlerinden arındıkları bir araç. Basit bir araç değil, nihai hedefle belirlenen bir araçtır ve demek ki basit olarak "işlerin yapılması için zorunlu bir teknik aygıt" da değildir. Dünyayı değiştirme bilincindeki insanların, bu bilinci ve kendilerini yeniden üretebildikleri bir yaşam tarzıdır örgüt ve denilebilir ki bunu sağlayan tek yaşam tarzıdır. Bunca yıldır yaşananlardan çıkarmamız gereken en önemli ders, dünyayı değiştirmeye soyunan insanın, bu işe karar verip kendini "sosyalist" ilan ettiği anda, salt bu karar ve ilandan ötürü değişmiş ve dönüşmüş olmadığıdır. Devrimci insanlar arasında böyle yanlış bir "ön kabul" olmakla birlikte, gerçekte insanın "sosyalist mücadeleye katılma kararı"nın anlamı yalnızca bir ilk adımdır. Ve ancak, örgütlü bir pratik içinde, devrimci bir yaşam tarzı ile sosyalist nitelikler kazanılabilir.
Sözünü ettiğimiz şey, böyle bir yaşam tarzıdır. Ve bu anlamıyla örgüt fikrinin özü, insan ilişkileridir, insanların gelişmelerinin genele hizmet etmesinin bir biçimde organize edilmesi ve böylece eyleme dönüşebilen yoğunlaşmış bir iradenin yaratılmasıdır.
Öte yandan, politik partinin, benzer biçimde içindeki ve çevresindeki insanların bilincini etkileyip yönlendiren sendika, dernek vb. gibi bütün diğer örgütlerden farklı, insanların bilinç ve davranışlarını şu ya da bu kısa vadeli amaç yönünde değil, dünyayı nihai olarak değiştirmek için dönüştürüyor olmasıdır. Ki, bu durum, onun içindeki insanların niteliklerini de bütün diğer örgütlerdeki niteliklerden farklı kılar. Dolayısıyla, bu insanların formasyonu ve aralarındaki ilişkilerin düzeyi, biçimi de farklıdır. Parti ile diğer her tür örgüt biçimi arasındaki nitelik farkı, bu nitelikleri oluşturan nihai amaçtan kaynaklanır ve disiplin ile homojenlik vb. bu farkın bir sonucu olarak ortaya çıkarlar.
Dolayısıyla, "parti ilkeleri" diye formüle edilen kurallar sistemi, salt aygıt iyi düzenli çalışsın diye konulmuş bir "idari personel düzenlemesi" olarak değil, aygıtı oluşturan insanlar kendilerini nihai amaç yönünde dönüştürüp birlikte davranabilsinler diye vardır. Aygıtın iyi çalışması ve insanların komünist niteliklerinin yükseltilmesi (ki bundan salt teorik formasyon anlamıyoruz) birbirini tamamlayan ve birbirlerini zorunlu kılan olgulardır. Yoksa, en basitten en karmaşığa her türden örgütün insan ilişkilerini düzenleyen kuralları vardır ve bu kurallar salt biçimsel olarak alınırlarsa parti kurallarına epey benzerler. Sözgelimi, her örgüt esasen "belli bir işi birlikte kararlaştırıp yapma" gibi temel bir ihtiyaçtan doğar ve bu ihtiyaç da "karar alma" ve "kararı merkezi olarak uygulama" anlamında demokratik merkeziyetçilik unsurlarını zorlar, getirir. Ancak, fark şuradadır ki, nihai amacı ve içinde yer alan insanların (bu nihai amaca bağlı olan) nitelikleri açısından parti, bütün kavramları da güncel, kısa vadeli işlerin yapılmasına yeten dar anlamlarından kurtarır ve onların niteliğini yükseltir.
***
Demek ki, (bütün bu teorik özetten bir sonuç çıkarmak gerekirse) sorun, yalnızca basit anlamda bir iktidar sorunu değildir. Parti deneyinde salt bir iktidar elde etme aracından sözetmiyoruz. Sözünü ettiğimiz şey, daha derinlikli bir olgudur; içinde, ilişkilerinin her parçasından yeni insanın yaratıldığı, yeni bir kültürün üretildiği bir organizasyonu anlatmak istiyoruz.
Esasen Marksizm-Leninizm de salt bir iktidarı elde etmek taktiğinden ibaret değildir; bu, onu karikatürize edip kısırlaştırmak anlamına gelir. Marksizm-Leninizm bize iktidar savaşında bir ufuk zenginliği, bir bilimsel esneklik sağlamakla birlikte, aslında iktidar perspektifi ve taktikleri -sosyalist olsun olmasın- her türden muhalif güç için bir gereksinmedir. Yani, bir siyasi partinin iktidarı elde etmiş olması ya da bu yolda güçlü adımlar atmış olması, onun doğru bir strateji izlemiş olduğunu kuşkusuz kanıtlamakta, ama aynı partinin sosyalist olup olmadığı konusunda yeterli veri sayılmamaktadır. Bilimsel sosyalizm, bir siyaset, eylem kılavuzu olmanın ötesinde, içine iktisattan sanat, estetikten ahlaki normlara dek bütün hayatın bütün zenginliğini alan derinlikli bir dünya görüşüdür. Ve bir Marksist partide, sadece bir politik strateji ortaya koymak değil, bütün bu zenginliği her gün üreterek, insanları bu zenginlik içinde yoğurmakla yükümlüdür.
Bu anlamda klasik-geleneksel soldan tam bir kopuştan sözedeceksek eğer, bunu salt onlardan daha aktif oluşumuz, iktidar konusundaki samimiyetimiz ya da iktidarı elde etmenin "sırrını keşfetmemiz" olmamız gibi faktörlerle açıklayamayız. Esas farkımız sosyalizme bakışımızda ve bu yolda kullandığımız araç ve biçimlerin nihai amaca uygunluğunda düğümlenir, düğümlenmek zorundadır. Kabaca söylenirse sosyalizmi "yukarıdan lütfedilen" ve "işçilerin çok çalışıp çok üreterek desteklediği" bir düzen olarak gören mantık ile ortamın değişmesini, insanın değişmesine denk gören, ikisini birbirine diyalektik olarak bağlayan mantık arasındaki esaslı ayrılık bu farkı belirtmektedir. Ve bu Marksist anlayışın yeni ve gerçek bir tanımlanışıdır.
Aynı zamanda böyle bir tanımlayış örgüt sorununda da yeni bir tarzın (ya da aynı anlama gelmek üzere "gerçek Marksist kaynağa geri dönüş"ün) ortaya konuluşudur. Leninist örgütlenme tarzını, çok vurgulanan ama çok unutulan (unutulduğu her yenilgiden sonra fark edilen) içselleşmiş kuru ilkeler yığınından kurtarıp gerçek zemine oturtmak, yani ortamı değiştirme ve kendini dönüştürme süreçlerini çakıştıran tezlerin zenginliğine dayamak, onun ilişkilerinin referans noktası olarak sosyalist toplum ilişkilerini kılmak, böyle bir önem taşımaktadır. Günümüz toplumundan bütünüyle izole bir ilişki ütopya olmakla birlikte, bugünün örgütlenmesinin yarına ait genleri bünyesinde taşıyacağı, o ilişkilerin üretim yeri olacağı açıktır. Bunun fark edilmesi, bizim örgüt tarzımızın iktidarı ele geçirmeye daha elverişli bir biçim olmanın ötesinde, donmuş-eskimiş, yapılara bir alternatif olduğunun da fark edilmesi anlamına gelmektedir.
Ve nihayet, bu bir kimlik ve biçimleniş sorudur. Kapitalist düzene karşı savaşım, salt politik-iktisadi bir çerçevede sınırlı değilse ve ahlaki kültürel vb. bütün alanları kapsıyorsa, kuşkusuz bu, sözkonusu savaşım içinde olan insanların alternatif bir kimliğe sahip olmaları anlamına gelir. Her çeşit kutsallığı ve soylu olan her şeyi yıkarak bütün toplumsal ve bireysel ilişkileri salt maddi çıkar çamuruna bulayan kapitalizm de aranmak zorundadır. Ancak, bu ilişkilerin kavranamamış olması, sözkonusu kimlik ve değerlerin, bu kez "ileride" değil "geride" aranması sonucunu doğurmaktadır ki, "geride olan" yani feodalizm "şövalyevari onur anlayışı" himayeci bağlanma tarzı, salt ahlakçılık vb. unsurlarıyla böyle bir kaynağı sunmaktadır. Böylece kavranamamış sosyalist ilişkiler ve bu ilişkilerin sosyalist insan formunda mevcut örgütsel yapıda üretilememesi, insanları geçmişe bakmaya, eski püskü bir cephanelikten eski püskü silahlar edinmeye zorlamaktadır.
Derinden bakılırsa görülür ki, örgütsel yapılarda sıkça rastlanan politik olmayan himayeci ilişkilerin, edilgenliklerin, hatta erkek egemen davranış kalıplarının gerçek kaynağı bu noktadır. Ve iradi bir çabayla bütün ilişkiler sosyalist insanı ve değerleri üreten ilişkilere dönüştürülmedikçe, örgüt denilen olguyu salt bir idari aygıt olarak kavrayan mantık kırılmadıkça solun bütününe musallat olan binbir çeşit hothotçu apparatçik tipleri hiçbir zaman eksik olmayacaktır.
Başlangıç günlerinde, yeniden yapılanış günlerinde temel sorun budur. Kişisel değerlerin ötesinde temel sorun bir bakış tarzının esaslı şekilde değiştirilmesidir.
Bu, basit ve bildik anlamda bir "eğitim sorunu" mudur? Pek o kadar basit değil. Hep bildiğimiz şeydir, biz millet olarak yerlere tükürenleri, çimleri ezenleri gördüğümüzde "bu bir eğitim sorunudur" biçiminde ukalalık etmeyi pek severiz ama şu eğitim nesnenin ne olduğunu fazla merak etmeyiz. Oysa eğitim, her gün yaşadığımız, bütün davranışlarımızda her saniye yeniden ürettiğimiz şeydir. Bir Fransız düşünürün kültür üzerine söyledikleri belki de çok öğreticidir "bir kitabı, bir romanı, bir öyküyü okuruz diye düşünür ve sonra içindeki olayları, kişileri, en azından bunların önemli kısmını unuturuz. Ama, her şey unutulup gittikten sonra yine de geriye bir şey kalır. İşte o kültür dediğimiz olgudur."
Politik süreç ve bütün insan ilişkileri de böyle işler. Yaşarız ve nasıl yaşıyorsak, nasıl ilişkiler üretiyorsak onların bütünü "birikimimiz" diye isimlendirdiğimiz belli bir potaya yığılır, biçimlenir ve artık "ben ya da biz" derken her neyi kastediyorsak işte o vardır. Kendimizi üretmemiz aynı şeydir, aynı süreçte çakışır.
Başlangıç günleri asıl bu açıdan zordur, çünkü bir dizi koordinat noktasının başlangıçta oturtulması gerekliliği vardır.
Devrimci hareketimizin her unsuru, şu ya da bu şekilde sürecimizi yaşayan herkes bütün bunları çok iyi kavramak ve üzerinde düşünmek zorundadır.
Özellikle de, devrimci kadrolar için bu böyledir. Partililik, bir kartvizit değil, eksikliğin üzerini örten bir koruyucu örtü değil, bir yeterliliktir. Bunun böyle kavranmadığı günler olmuştur ve olacaktır. Ama doğru bir yaklaşım da eninde sonunda oturtulacaktır.
Yol, arıtır… Yürümeden arınmak ise mümkün olmayacaktır.

 


 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92