"Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde
yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir"
diyordu Marks, yaklaşık yüzelli yıl önce. Ve bu
yüzelli yıl, sözü geçen "yorumlama-değiştirme"
olgularının birbirini nasıl bütünlediği, aralarındaki
ilişkinin ne olduğu konusunda yoğun tartışmalar
ve eğrisiyle-doğrusuyla somut pratikleri içerdi.
Gerçekte, yorumlama-değiştirme uğraşının da birbirinden
yalıtık "ayrı" işlemlerden oluşmadığı,
ortada ayrı ayrı "hal ve durumların"
değil, ancak süreklilik içinde kavranabilen bir
"hareket"in bulunduğu; dünyayı anlamanın,
onu değiştirme eylemi içinde mümkün olduğu, devrimci
pratikte defalarca kanıtlandı. "Yorumlama"
işi, filozofların puslu dünyasından, gerçek dünyaya,
yeryüzüne inip "değiştirme" eylemiyle
bütünleşirken, aynı zamanda bu eylemin sürükleyiciliği
için yetenekli tek sınıf olan işçi sınıfıyla da
bütünleşti. Üstelik, bu bir ve bölünmez sürece,
o süreçte yer alan insanların "değişimi"nin
de denk düştüğü Marks tarafından esaslı şekilde
fark edilmişti.
Zaten bu farkına varılan şey, Marksizmi kendisini
önceleyen bir dizi "kurtarıcı" teoriden
ayırıyordu. Daha doğrusu, Marksizm, ortaya bilinen
anlamda "kurtarıcı" (Mesihçi) bir teori
koymuyordu. Aslında tabi bu tartışma, adeta insanlık
tarihi kadar eski bir tartışmaydı. Tarihin her
tıkanma noktasında nasıl bir gereksinme doğmuşsa,
bu gereksinme de şu ya da bu şekilde düşünsel
ifadelenişler yaratmıştır. Sonuçta, "insanlığı
kurtarmak için koşulları değiştirmek" ve
koşulları değiştirmek için insanoğlunun bilincini
değiştirmek biçiminde genel olarak karşılıklı
olarak konumlanan felsefi akımlar, politikada
da her dönemeçte kendi açılımlarını yaratmışlardır.
Somut olarak son biçimlenişlerinde ya Blanquist
komplocu teoriye, ya da saf "Mesihçi"
filozofların sırça saraylarına varan bu iki yönelim,
eninde sonunda yine insanları "tanrının kuzuları"
olarak gören idealist düşünceye yaslanıyordu.
İşte tam bu noktada Marks'ın yaptığı, böyle bir
ikilemin içine sıkışmayı reddetmek oldu. "Ortamın
değiştirilmesi ile insan faaliyetinin ya da kendini
değiştirmenin çakışması, yalnız devrimci pratik
olarak kavranabilir ve ussal biçimde anlaşılabilir"
diyerek, o, devrimci kavramını ortaya koydu. Bu,
Marks-Engels ikilisinin en az iktisadi alanda
getirdikleri yeni kavramlar ve bakış açısı kadar
önemliydi. Çünkü, değiştirenin de değişmesi gerektiği,
daha doğrusu hem ortamın değiştirilmesini, hem
de bu pratik içinde ezilenlerin kendi deneyleriyle
kendi eski bilinçlerinden sıyrılmalarını tek bir
süreçte birleştiren bir devrim anlayışı… Bu yüzdendir
ki onlar, devrim denen şeyden, salt bir iktidar
fethini değil, bir sürekliliği anladılar, eski
darbeci-ikameci geleneğin ütopyasından kendilerini
kurtardılar. Gözlerini "seçkin kişilerden"
ayırıp, "verili koşullar içinde" tarihi
bizzat yapan "bilinçli insan eylemi"ne
diktiler, devrimi "işleri düzeltecek akıllı
bir grubun başa getirilmesi" için bir mecburiyet
olarak görmediler. "… Gerek bu komünist bilincin
yığın ölçeğinde üretimi, gerek bizzat davanın
gerçekleşmesi için insanların yığınlar halinde
değiştirilmesi gereklidir ki, bu da ancak pratik
bir hareket içinde, bir devrim içinde olabilir;
öyleyse devrim, egemen sınıfı başka yoldan devirmek
olanaklı bulunmadığı için değil, aynı zamanda,
onu devirmekte olan sınıf ancak bir devrimle geçmişin
tüm kirinden kurtulmayı ve toplumun yeniden kurulmasına
yetenekli duruma gelmeyi başarabileceği için gereklidir."
(Alman İdeolojisi/Fes. İncelemeleri sf 99) sözleri
bunun vurgulanmasıydı.
Proudhon'dan Bakunin'e ya da Dühring'e kadar bütün
o hesaplaşmaların kökeninde bir yanıyla hep Marks'ın
bu birkaç cümlede özetlenmiş tezinin yoğun içeriği
vardı. Madde-bilinç ilişkisine getirilen yeni
bakış tarzının ışığında gelişen bu anlayış, elbette
bu türden bir değişim için kullanılacak araçları
ve organizasyonu da faklı kılıyordu. Böylece,
amaç ve araçlar arasında bir diyalektik ilişki
kurulmuştu. Artık, sözkonusu olan, bir komplocular
örgütü ya da "insanlık için iyi şeyler tasarlayan"
filozoflar değildi. Marksist düşüncede, proletaryanın
politik örgütü hiçbir zaman ezilenler adına düşünüp-davranan,
kendilerini onların yerine ikame eden bir yapı
olarak tasarlanmadı. Pratikte belki çoğu kez böyle
yorumlandı ve hazin sonuçlara ulaşıldı ama gerçek
bu değildi. Yani esasında "proletaryanın
kurtuluşunun kendi eseri olacağı" düşüncesi
basit bir sloganın ötesinde Marksist teorinin
temeliydi. Ve politik örgüt, bu teorinin içinde
bilincin eşitsiz gelişimi gerçeğinden doğan bir
öncülük misyonu yükleniyordu. Öncülük, değişimi
kendi başına yapmak ya da kitlelerin bir grubu
basitçe desteklemesini sağlamak değil, bu işi
yapabilecek gücü yine kendi pratiği içinde eğitmek,
onun bu pratik içinde bilincini değiştirebilmesini
sağlamaktı. Tezin özü, bu anlamda, kendiliğindencilikten
uzaktır; bilincin değişimi sürecine yönlendirici
irade girer, pratiğin bu değişime imkan verecek
şekilde geliştirilmesi iradi bir çabanın ürünüdür.
Devrimler "olan" değil, "yapılan"
şeylerdir. Genellikle siyasi tartışmalarda "sol
sapma"lara karşı bilgiççe bir tavırla slogan
düzeyinde tekrarlanan "kitleler kendi deneyleriyle
öğrenirler" sözü ancak böyle bir çerçevede
anlamlıdır. Her tek insan kuşkusuz kendi deneyimleriyle
kendince bir bilince ulaşırlar. Bu anlamda hiçbir
zaman "saf bir kendiliğindenlik" zaten
yoktur. İnsanoğlunu, içgüdüsüyle davranan hayvandan
ayırdığınız anda bu ayrımı fark edersiniz. Ancak,
bizim "değiştirme bilinci" ile kastettiğimiz
daha farklı olgudur. İnsanlar, salt kendi dar
çıkarlarıyla çerçevelenmiş kendi günlük "deneyleri"yle
böyle bilince ulaşmazlar. Bu deneyimleri günlük
dar pratiğin dışına taşıyıp genel ile bağlayan
bir devrimci pratiği örgütlemek ve böylece deneylerin
sağlam bir bilince dönüşmesini sağlamak iradi
bir çabayı gerekli kılar.
Ve bu irade, politik örgüt, insanların bilinçlerinin
değişmesine imkan veren bir devrimci pratiği geliştirirken,
aynı pratik içinde kendisini de değişime uğratır,
geliştirir; öyleyse o kendisi de bir değişen nesnedir.
Esasen, nihai anlamda, bu politik irade, parti
kalıcı değildir. Varlığı uzun bir zaman dilimine
yayılsa da sonuçta bir araçtır. Yığınların bilincini
değiştiren, bu arada kendisini oluşturan insanların
da içinde değiştikleri, yenilendikleri, eski bilinç
biçimlerinin izlerinden arındıkları bir araç.
Basit bir araç değil, nihai hedefle belirlenen
bir araçtır ve demek ki basit olarak "işlerin
yapılması için zorunlu bir teknik aygıt"
da değildir. Dünyayı değiştirme bilincindeki insanların,
bu bilinci ve kendilerini yeniden üretebildikleri
bir yaşam tarzıdır örgüt ve denilebilir ki bunu
sağlayan tek yaşam tarzıdır. Bunca yıldır yaşananlardan
çıkarmamız gereken en önemli ders, dünyayı değiştirmeye
soyunan insanın, bu işe karar verip kendini "sosyalist"
ilan ettiği anda, salt bu karar ve ilandan ötürü
değişmiş ve dönüşmüş olmadığıdır. Devrimci insanlar
arasında böyle yanlış bir "ön kabul"
olmakla birlikte, gerçekte insanın "sosyalist
mücadeleye katılma kararı"nın anlamı yalnızca
bir ilk adımdır. Ve ancak, örgütlü bir pratik
içinde, devrimci bir yaşam tarzı ile sosyalist
nitelikler kazanılabilir.
Sözünü ettiğimiz şey, böyle bir yaşam tarzıdır.
Ve bu anlamıyla örgüt fikrinin özü, insan ilişkileridir,
insanların gelişmelerinin genele hizmet etmesinin
bir biçimde organize edilmesi ve böylece eyleme
dönüşebilen yoğunlaşmış bir iradenin yaratılmasıdır.
Öte yandan, politik partinin, benzer biçimde içindeki
ve çevresindeki insanların bilincini etkileyip
yönlendiren sendika, dernek vb. gibi bütün diğer
örgütlerden farklı, insanların bilinç ve davranışlarını
şu ya da bu kısa vadeli amaç yönünde değil, dünyayı
nihai olarak değiştirmek için dönüştürüyor olmasıdır.
Ki, bu durum, onun içindeki insanların niteliklerini
de bütün diğer örgütlerdeki niteliklerden farklı
kılar. Dolayısıyla, bu insanların formasyonu ve
aralarındaki ilişkilerin düzeyi, biçimi de farklıdır.
Parti ile diğer her tür örgüt biçimi arasındaki
nitelik farkı, bu nitelikleri oluşturan nihai
amaçtan kaynaklanır ve disiplin ile homojenlik
vb. bu farkın bir sonucu olarak ortaya çıkarlar.
Dolayısıyla, "parti ilkeleri" diye formüle
edilen kurallar sistemi, salt aygıt iyi düzenli
çalışsın diye konulmuş bir "idari personel
düzenlemesi" olarak değil, aygıtı oluşturan
insanlar kendilerini nihai amaç yönünde dönüştürüp
birlikte davranabilsinler diye vardır. Aygıtın
iyi çalışması ve insanların komünist niteliklerinin
yükseltilmesi (ki bundan salt teorik formasyon
anlamıyoruz) birbirini tamamlayan ve birbirlerini
zorunlu kılan olgulardır. Yoksa, en basitten en
karmaşığa her türden örgütün insan ilişkilerini
düzenleyen kuralları vardır ve bu kurallar salt
biçimsel olarak alınırlarsa parti kurallarına
epey benzerler. Sözgelimi, her örgüt esasen "belli
bir işi birlikte kararlaştırıp yapma" gibi
temel bir ihtiyaçtan doğar ve bu ihtiyaç da "karar
alma" ve "kararı merkezi olarak uygulama"
anlamında demokratik merkeziyetçilik unsurlarını
zorlar, getirir. Ancak, fark şuradadır ki, nihai
amacı ve içinde yer alan insanların (bu nihai
amaca bağlı olan) nitelikleri açısından parti,
bütün kavramları da güncel, kısa vadeli işlerin
yapılmasına yeten dar anlamlarından kurtarır ve
onların niteliğini yükseltir.
***
Demek ki, (bütün bu teorik özetten bir sonuç çıkarmak
gerekirse) sorun, yalnızca basit anlamda bir iktidar
sorunu değildir. Parti deneyinde salt bir iktidar
elde etme aracından sözetmiyoruz. Sözünü ettiğimiz
şey, daha derinlikli bir olgudur; içinde, ilişkilerinin
her parçasından yeni insanın yaratıldığı, yeni
bir kültürün üretildiği bir organizasyonu anlatmak
istiyoruz.
Esasen Marksizm-Leninizm de salt bir iktidarı
elde etmek taktiğinden ibaret değildir; bu, onu
karikatürize edip kısırlaştırmak anlamına gelir.
Marksizm-Leninizm bize iktidar savaşında bir ufuk
zenginliği, bir bilimsel esneklik sağlamakla birlikte,
aslında iktidar perspektifi ve taktikleri -sosyalist
olsun olmasın- her türden muhalif güç için bir
gereksinmedir. Yani, bir siyasi partinin iktidarı
elde etmiş olması ya da bu yolda güçlü adımlar
atmış olması, onun doğru bir strateji izlemiş
olduğunu kuşkusuz kanıtlamakta, ama aynı partinin
sosyalist olup olmadığı konusunda yeterli veri
sayılmamaktadır. Bilimsel sosyalizm, bir siyaset,
eylem kılavuzu olmanın ötesinde, içine iktisattan
sanat, estetikten ahlaki normlara dek bütün hayatın
bütün zenginliğini alan derinlikli bir dünya görüşüdür.
Ve bir Marksist partide, sadece bir politik strateji
ortaya koymak değil, bütün bu zenginliği her gün
üreterek, insanları bu zenginlik içinde yoğurmakla
yükümlüdür.
Bu anlamda klasik-geleneksel soldan tam bir kopuştan
sözedeceksek eğer, bunu salt onlardan daha aktif
oluşumuz, iktidar konusundaki samimiyetimiz ya
da iktidarı elde etmenin "sırrını keşfetmemiz"
olmamız gibi faktörlerle açıklayamayız. Esas farkımız
sosyalizme bakışımızda ve bu yolda kullandığımız
araç ve biçimlerin nihai amaca uygunluğunda düğümlenir,
düğümlenmek zorundadır. Kabaca söylenirse sosyalizmi
"yukarıdan lütfedilen" ve "işçilerin
çok çalışıp çok üreterek desteklediği" bir
düzen olarak gören mantık ile ortamın değişmesini,
insanın değişmesine denk gören, ikisini birbirine
diyalektik olarak bağlayan mantık arasındaki esaslı
ayrılık bu farkı belirtmektedir. Ve bu Marksist
anlayışın yeni ve gerçek bir tanımlanışıdır.
Aynı zamanda böyle bir tanımlayış örgüt sorununda
da yeni bir tarzın (ya da aynı anlama gelmek üzere
"gerçek Marksist kaynağa geri dönüş"ün)
ortaya konuluşudur. Leninist örgütlenme tarzını,
çok vurgulanan ama çok unutulan (unutulduğu her
yenilgiden sonra fark edilen) içselleşmiş kuru
ilkeler yığınından kurtarıp gerçek zemine oturtmak,
yani ortamı değiştirme ve kendini dönüştürme süreçlerini
çakıştıran tezlerin zenginliğine dayamak, onun
ilişkilerinin referans noktası olarak sosyalist
toplum ilişkilerini kılmak, böyle bir önem taşımaktadır.
Günümüz toplumundan bütünüyle izole bir ilişki
ütopya olmakla birlikte, bugünün örgütlenmesinin
yarına ait genleri bünyesinde taşıyacağı, o ilişkilerin
üretim yeri olacağı açıktır. Bunun fark edilmesi,
bizim örgüt tarzımızın iktidarı ele geçirmeye
daha elverişli bir biçim olmanın ötesinde, donmuş-eskimiş,
yapılara bir alternatif olduğunun da fark edilmesi
anlamına gelmektedir.
Ve nihayet, bu bir kimlik ve biçimleniş sorudur.
Kapitalist düzene karşı savaşım, salt politik-iktisadi
bir çerçevede sınırlı değilse ve ahlaki kültürel
vb. bütün alanları kapsıyorsa, kuşkusuz bu, sözkonusu
savaşım içinde olan insanların alternatif bir
kimliğe sahip olmaları anlamına gelir. Her çeşit
kutsallığı ve soylu olan her şeyi yıkarak bütün
toplumsal ve bireysel ilişkileri salt maddi çıkar
çamuruna bulayan kapitalizm de aranmak zorundadır.
Ancak, bu ilişkilerin kavranamamış olması, sözkonusu
kimlik ve değerlerin, bu kez "ileride"
değil "geride" aranması sonucunu doğurmaktadır
ki, "geride olan" yani feodalizm "şövalyevari
onur anlayışı" himayeci bağlanma tarzı, salt
ahlakçılık vb. unsurlarıyla böyle bir kaynağı
sunmaktadır. Böylece kavranamamış sosyalist ilişkiler
ve bu ilişkilerin sosyalist insan formunda mevcut
örgütsel yapıda üretilememesi, insanları geçmişe
bakmaya, eski püskü bir cephanelikten eski püskü
silahlar edinmeye zorlamaktadır.
Derinden bakılırsa görülür ki, örgütsel yapılarda
sıkça rastlanan politik olmayan himayeci ilişkilerin,
edilgenliklerin, hatta erkek egemen davranış kalıplarının
gerçek kaynağı bu noktadır. Ve iradi bir çabayla
bütün ilişkiler sosyalist insanı ve değerleri
üreten ilişkilere dönüştürülmedikçe, örgüt denilen
olguyu salt bir idari aygıt olarak kavrayan mantık
kırılmadıkça solun bütününe musallat olan binbir
çeşit hothotçu apparatçik tipleri hiçbir zaman
eksik olmayacaktır.
Başlangıç günlerinde, yeniden yapılanış günlerinde
temel sorun budur. Kişisel değerlerin ötesinde
temel sorun bir bakış tarzının esaslı şekilde
değiştirilmesidir.
Bu, basit ve bildik anlamda bir "eğitim sorunu"
mudur? Pek o kadar basit değil. Hep bildiğimiz
şeydir, biz millet olarak yerlere tükürenleri,
çimleri ezenleri gördüğümüzde "bu bir eğitim
sorunudur" biçiminde ukalalık etmeyi pek
severiz ama şu eğitim nesnenin ne olduğunu fazla
merak etmeyiz. Oysa eğitim, her gün yaşadığımız,
bütün davranışlarımızda her saniye yeniden ürettiğimiz
şeydir. Bir Fransız düşünürün kültür üzerine söyledikleri
belki de çok öğreticidir "bir kitabı, bir
romanı, bir öyküyü okuruz diye düşünür ve sonra
içindeki olayları, kişileri, en azından bunların
önemli kısmını unuturuz. Ama, her şey unutulup
gittikten sonra yine de geriye bir şey kalır.
İşte o kültür dediğimiz olgudur."
Politik süreç ve bütün insan ilişkileri de böyle
işler. Yaşarız ve nasıl yaşıyorsak, nasıl ilişkiler
üretiyorsak onların bütünü "birikimimiz"
diye isimlendirdiğimiz belli bir potaya yığılır,
biçimlenir ve artık "ben ya da biz"
derken her neyi kastediyorsak işte o vardır. Kendimizi
üretmemiz aynı şeydir, aynı süreçte çakışır.
Başlangıç günleri asıl bu açıdan zordur, çünkü
bir dizi koordinat noktasının başlangıçta oturtulması
gerekliliği vardır.
Devrimci hareketimizin her unsuru, şu ya da bu
şekilde sürecimizi yaşayan herkes bütün bunları
çok iyi kavramak ve üzerinde düşünmek zorundadır.
Özellikle de, devrimci kadrolar için bu böyledir.
Partililik, bir kartvizit değil, eksikliğin üzerini
örten bir koruyucu örtü değil, bir yeterliliktir.
Bunun böyle kavranmadığı günler olmuştur ve olacaktır.
Ama doğru bir yaklaşım da eninde sonunda oturtulacaktır.
Yol, arıtır… Yürümeden arınmak ise mümkün olmayacaktır.
|