Yok aslında birbirlerinden fakları… Pıtrak gibi
birbiri ardından çıktılar ortaya. Çıktılar ve
yaşamımızı birdenbire işgal ettiler. Her şeyimize
ama her şeyimize karışır, yön verir oldular…
Adına "demokrasi" dendi, "çok seslilik"
dendi… Ve "çok kanallılık" ile "çok
seslilik" artık özdeşmiş gibi anılmaya başlandı.
Ama "demokrasi" ve "çok seslilik"
konularında ne kadar çarpıksak, bu konuda da o
kadar çarpık olduğumuz kesindi. Çarpıklığın özünde
de aslında "çok" kanallı düzenin "tek"
kafanın ürünü olması yatıyordu.
Önceleri, yani bu ülkenin son miladından önceki
yıllarda, TV tekeli devlet babanın kesin denetimi
altındaydı. Kuşkusuz devlet babanın da "baba"ları
vardı ama o malum "baba"lar bazı alanlara
doğrudan girmezlerdi. Bu işleri belki pek kârlı
da bulmazlardı ve zaten kendileri de o kadar palazlanmış
değillerdi. Bu geçmiş zaman "baba"ları
ağır işleyen, hantal ve çok yatırım gerektiren
işleri devlete, yeni mafya deyimiyle "capo"suna
bırakır, kendileri daha çok "yükte hafif,
pahada ağır" işleriyle uğraşırlardı. "Racon"
böyleydi o zamanlar… Örneğin kimse ağzını açıp
"KİT'ler sırtımızda yüktür, satılsın"
gibi laflar etmez, etse de pek anlamı olmazdı.
Gel zaman git zaman, palazlandılar, tatlı cunta
günleri hepsine yaradı. Eski, kaşarlanmış "aile
şerefleri" gelişip yerlerini korurlarken,
yeni dönemin yırtıcı çocukları "yuppie"ler
türedi… Bu arada TV kutusunun aslında düpedüz
bir para kasası olduğu da keşfedildi. Ve herkes
birden bu kurtlar sofrasına saldırıya geçti, kim
neyi kaparsa!
Tam doğrusunu söylemek gerekirse, her şey bir
Eylül ayında başladı… 12 Eylül "Türkiye'yi
uçurumun eşiğinden kurtarma bayramı"ndan
sonra artık herkesin ezberlemiş olduğu gibi, "huzur"
günlerine kavuştu!... Sokaklar temizlendi, çok
konuşanlar susturuldu, ortalık -elbette olabildiğince-
süt liman yapıldı ya da yapılmaya çalışıldı. Sendikasız-grevsiz
YHK günleriydi o günler. Halit Narin'in dediği
gibi artık "gülme sırası" patronlara
gelmişti.
Elbette bu durumun doğal sonucu korkunç bir kârlılık
patlamasıydı. Sömürü oranlarının müthiş yükselişine
tanık olundu. İşler bu kadarla da kalmadı, daha
önce varolan sömürücüler ailesi yeni yetme çocuklarla
kalabalıklaştı. Cuma günleri aynı zamanda "iş
bitiricilik" günleriydi ve TC tarihinin en
kanlı soygunu bu dönemde gerçekleşti. Kanı devlet
döküyor, malı ise onlar götürüyorlardı.
Böylece ortaya çıkan yeni kuşak hırsızları para
getirecek her ne varsa onun üzerine büyük bir
hırsla atıldılar ve işte tam bu noktada, eskiden
bu devlete bırakılan bir dizi alanın da aslında
pekala yeni bir avanta kapıları olabileceği keşfedildi.
Hem zaten artık işe sıfırdan başlanmayacaktı.
Son 30 yılda her zaman yapıldığı gibi devletin
yaratmış olduğu alt yapıdan yararlanılabilirdi.
Ortada zaten PTT'nin ve başka kurumların oluşturmuş
olduğu uygun bir zemin vardı.
Ayrıca, siyasal zeminde çok uygundu. Cunta günlerinin
sonrasında başlayan "demokrasi" baharı
(!) böylesi şatafatlı ama içi boş bir "özgürlükler"
(!) ortamını hem gerekli kılıyor, hem de zeminini
yaratıyordu.
Ve, 12 Eylül çocuğu, gencecik "demokrasi"mizin
ergenlik sivilceleri birbiri ardına çıkmaya başladı;
STAR, TELEON, SHOW TV, KANAL 6, HBB ve diğerleri…
Artık bunca büyük gelişmeden sonra ülkemizde demokrasinin
olmadığını, kim iddia edebilirdi?... Yıllarca,
her önüne gelen TRT'yi iktidar borazanlığıyla
suçlamıştı ve işte bu büyük bir atılımla böyle
itirazların da önü tıkanmış oluyordu.
Zaten yanılgının büyüğü de esas bu alanda yaşandı.Yıllardır
kısmen solun da katkısıyla politik iktidar ile
sistem olguları birbirinden öylesine ayrıştırılarak
sunulmuş ve düzen içi iktidar farkları öylesine
öne çıkarılmıştı ki, zamanla tam bir toz duman
oluşmuştu. Düzen içi politika labirentlerinde
sağa sola savrulan insanımızın, partilerin ve
güncel değişikliklerin ötesindeki esas unsuru
"sistem"i algılaması ustalıkla önlenmişti.
TRT açısından da bir yığın gümbürtülü tartışma
konusu, ne kadar ANAP (ya da bir başka iktidar)
propagandası yaptığı, muhalefete kaç dakika yer
ayırdığı gibi kısır noktalara çok bilinçli olarak
sıkıştırılıyordu.
İşte tam bu noktada gündeme gelen özel TV olgusu
aynı yanılsamalı kısırlığın ortasına düştü ve
çok derdin çok ilacı gibi algılandı, ya da algılanması
istendi.
İlk günlerdeki kavga anımsanabilir. O ne tartışmalardı
öyle! Bir yanda onca yıllık "namuslu",
"muhafazakar" televizyonumuz vardı (ki
bir yılbaşı dansözü bile nasıl sorun olurdu o
zamanlar!), öte yandan ise yasal boşluklardan
sıyrılıp çıkmış bir şımarık çocuk! Hem şımarık,
hem terbiyesiz…İçki, kumar, açık saçık filmler
tam bir sokak çocuğu!...
Öyle bir kördöğüşü yaşandı ki, kim nerede duracağını
şaşırdı. İşin içine Ahmet Özal faktörü girince,
resmi solcu takımı mevcut statükoyu savunma çizgisine
geçti. Diğer yanda ise özel kanalları birçok "seslilik"
kanıtı sayan neo-liberaller vardı. Ve tabi bu
arada kimsenin aklına mevcut TV ile özel kanal
arasında temelde ne fark olduğunu sormak gelmiyordu.
Ama bu sorunun yanıtı zaman içerisinde somut olarak,
kendiliğinden ortaya çıktı. Anlaşıldı ki, özel
TV furyasında sözkonusu olan şey bir özgürlük
rüzgarı değildi. Sözkonusu olan "her şeyin
özgürce tartışılabildiği", her şeyin konuşulabildiği
ve tarafsızca anlatıldığı (tarafsızlık ne demekse)
bir serbest kürsü filan değil, yalnızca kadın
gövdesini "özgürleştirilmesi"ydi (!)
İşin düğüm noktası hiç kuşkusuz yayıncılığın temeli
olan haberler ve haber programlarıydı. Ve zaten
cilalanıp parlatılan çok seslilik yalanı esas
açığını bu noktada verdi.
Kısa sürede anlaşıldı ki, yapılmak istenen hiç
de sözü edildiği gibi "bağımsız habercilik"
değildi. Belki spikerler sakallıydı ya da daha
rahat davranışlar sergiliyorlardı ama sonuçta
sundukları ürün farklı değildi. Sonuçta, Kozakçıoğlu'nun
bir zamanlar icat ettiği "milli takım ruhu"
kavramı bu alanda da geçerliydi. Sıralama ve okunuş
tarzı değişmekle birlikte, verilen haberin özü
aynıydı. Hatta anti-PKK ve anti-sosyalist propaganda
da özel kanalların çoğu kez TRT'yi solladığı bile
söylenebilir. Son derece sağlam süzgeçler oluşmuştur
ve bu süzgeçlerden sistemi sarsıntıya uğratacak
tek bir sözcüğün bile geçmesi mümkün değildir.
Üstelik, özellikle şovenist kışkırtıcılık konusunda
özel kanallar çok daha pervasız ve utanmaz bir
tutumdadır.
Özel "haber programlarının" bu genel
çizgide bir farklılık yarattığı ise hiç söylenemez.
Bütün programların ruhuna "Uğur Dündar tipi
habercilik" sinmiştir. Bu haber biçiminin
en önemli özelliliği kapitalist düzenin yan ürünleriyle,
marjinal sorunlarıyla ilgilenip temeldeki gerçeğin
önüne bir perde çekmektir. Örneğin bu habercilik
anlayışında, eşek etinden sucuk yapan bir imalathaneyi
teşhir etmek ya da dolandırıcı bir bankeri açığa
çıkarmak çok önemlidir. Rüşvetçi gümrük memurları,
yakınlarına çıkar sağlayan belediye görevlileri,
hatta hayali ihracatçılar bu haberciliğin hedefleri
arasındadır. Ama her zaman sistemin kendisi ve
sistemin esas unsurları olan kapitalist tekeller
bu çerçevenin dışında tutulur. Saygın iş adamlarımızı,
böyle "çirkin dolandırıcılar"dan ayırmak
gerektiği hep vurgulanır.
Böylece bir yandan düzen kutsanır ve korunurken,
aynı taşla bir ikinci kuş vurulmuş olur. Küçük,
marjinal unsurlar teşhir edilerek toplum, büyük
bankalara ve büyük şirket markalarına yönlendirilmiş
olur.
Dikkatli bir gözle izlenirse, haberlerde varolan
bir parçacık siyasi eleştiri dozunun da aslında
burjuva fraksiyonlar arası çekişmenin ürünü olduğu
farkedilir. Sahiplerinin finans kaynakları ya
da güncel çıkarları ile bağlantılı olarak özel
TV'ler zaman zaman belli güçlere ve iktidarlara
vb. saldırırlar. Ama bu saldırılar bile güncel
çıkar ilişkilerinin dalgalı seyriyle sınırlıdır.
Bugün iktidarı eleştiren bir TV, yarın (örneğin
şirketin sahibi devletten birkaç ihale koparmışsa)
bu tutumunu kolaylıkla değiştirebilir ya da tersi
olabilir.
* Haberler dışında ise durum tam bir rezalettir.
Tamamen Amerikan TV'lerinden kopya edilen Talk
Show programları asıllarından da berbat düzeyde
bir görünüm sergiler. Seviyesizlik, argo bu programların
artık yapısal özelliğidir. Üstelik, insanı (ve
özellikle kadınları) aşağılayan bin çeşit edepsizlik
"sansür yokluğu" aldatmacasının altına
sağdırılır. Oysa halkın sersemletilerek uyutulması
konusunda TC tarihinde hiçbir zaman sansür olmamıştır.
Değişen sadece yöntemlerdir, hepsi o kadar.
Pornografi konusunda henüz temkinli adımlar atılmakla
birilikte, bu "temkinlilik" tamamen
toplumsal yapının özellikleriyle ilgilidir ve
bir "ısıtma" devresine denk düşmektedir.
Yakın gelecekte bu konuda çok seviyesiz bir furyanın
başlayacağı hemen hemen kesin gibidir. Çünkü,
toplumsal yapının özellikleri aslında iyi bilinmektedir,
özel TV'ci "yuppie" takımı tabularla
kuşatılmış insanların cinsel açlığının farkındadır
ve bu sektörün Türkiye'deki en karlı sektör olduğunu
bilmektedir.
* Zaten bir yönüyle başka türden bir pornografi
yürürlüktedir. İnsanların beyinlerine çok daha
sinsice yapılan bir saldırı sözkonusudur. Sınıf
atlama hayalini güçlendiren yarışma programları
ve artık sayısı belirsiz hale gelen 900'lü telefonlar
bu saldırının en somut araçlarıdır.
* Ama belki de özel TV furyasıyla gündemimize
giren en sinsi saldırı "Plastip-Show"
ve "Turgutlu Sultanlığı" türünden programlarla
gerçekleşmektedir. Bu programların en belirgin
özelliği mevcut siyasi liderlerin gırgıra alınmasıdır
ve ilk bakışta gerçekten Türkiye'de bir hoşgörü
ortamının varlığının kanıtı gibidirler. Zaten
programların bir amacı da böyle bir algılama yaratmaktadır.
Burjuva politikacıları da o her zamanki uyanıklıklarıyla
durumu kısa sürede kavramışlardır. Bir zamanların
asık suratlı "ağır-adam" tipini hızlı
terk edip Amerikan tipi hafifliklerle şirinlik
numaralarına adapte olmuşlardır. Hakkında karikatür
çizeni mahkemeye veren eski ilkel politikacı tipi
bugün artık hiç akılcı bulunmamaktadır. Böylece
60'lı, 70'li yıllarda Ali Avaz türü komedyenlerin
plaklarında ya da gazino programlarında yapılan
politikacı taklitleri ve diğer bütün şaklabanlık
örnekleri TV ekranına taşınmıştır.
Politika ve devlet adamlarının "engin hoşgörüsü"ne
sığınan TV'lerde artık herkesin kuklası, çizgi
filmi ya da -çoğu yeteneksizce yapılan- taklitleri
mümkün olabilmiştir. Böylece sıradan insanın da
çok duyarlı bir yanına hitap etme imkanı doğmuştur.
Hele sayın devlet büyükleri ile onları parodileştiren
komedyenleri bir araya getiren özel talk-show'lar
oyunun tam anlamıyla son perdesidir. Komedyen
ile sayın büyüğümüz bir araya gelirler, sayın
devletlü büyük adam engin hoşgörüsünden örnekler
verir. Komedyen aslında sağda-solda ilerici falan
diye bilinir ama olsun, yine de saygıyla önünü
ilikler, iltifatlar yağdırır. Sayın büyüğümüz
yaramaz bir çocuğun başını okşar gibidir, sanki
işlenilen büyük bir kabahati affediyormuş gibi
pozlar takınır.
Ve böylece her şey "mutlu son"la biter.
Programı izleyen sıradan vatandaş ise, Türkiye'nin
siyasal ortamının ne kadar değiştiğini düşünür.
Ülkemiz demokratikleşmiş, her yanda çiçekler açmıştır!
Oysa aynı gün, aynı saatlerde bir insan daha gözaltında
kayıplara karışmıştır ya da bir izinli miting
sonrası insanlar yerlerde sürüklenmiştir. Ve yine
aynı günün gazeteleri tankların arkasında sürüklenen
Kürt insanlarının fotoğraflarıyla bezenmiştir.
İşte yanılsama buradadır. Ve zaten "hoşgörüyle
karşılandığı" söylenen komedinin dozu da
belirli sınırlar içindedir. Çizmeden yukarı çıkmak
hem yasaktır hem de zaten bu piyasa oyuncuları
çizmeden çıkmayı hiç düşünmezler bile! Onlar oyunun
kurallarını iyi bilirler. Bilirler ki, kendilerine
tanınan "özgürlüğün" (!) çok net sınırları
vardır ve o sınırları aşmamak gerekir. Böylece
gerçekten bir "komedi" oynanır…
"Demokrasi komedisi"…
Yani şu bildiğimiz, yıllardır oynanan, aktörleri
değişen ama senaryosu aynı kalan oyun…
Sonuç olarak; Sezar'ın hakkını Sezar'a vermek
anlamında burjuvazinin uyanıklığını teslim etmek
gerekiyor. Kendileri açısından uygun bir dünya
ve ülke konjonktüründe, uygun zamanlamayla, ortaya
iyi bir oyuncak koymuşlardır. Zaten varolan ideolojik
hegemonyayı böylece daha perçinleyip, her köşeye
dek yaygınlaştırmışlardır. Böylece "bilinç
çarpılması" Marks'ın bir zamanlar sözünü
ettiği içeriğinden daha da üst düzeye çıkmış,
düzeltme işlemi de çok daha zorlaşmıştır. Ülke
insanı öylesine deforme edici bir bombardıman
altındadır ki, bu süreçte devreye girip durumu
değiştirmek çok büyük politik atılımları gerekmektedir.
Egemen medyanın etki alanına girebilmek, çarpılanı
düzeltebilmek ise hiç de öyle mütevazı adımlarla
yapılabilecek bir iş değildir. Sorun, basitçe
"karşı medya yaratılmalı" biçiminde
de ele alınamaz. Daha doğrusu böyle bir karşı-medya
salt bizim isteğimizle bugünden yarına ulaşamaz
ya da ciddiye alınır bir niteliğe ulaşamaz. Bugünün
sorunu çok net, çok anlaşılabilir hedeflere yönelen
bir bütünsel politik mücadeleyle ülke gündeminde
ciddiye alınır bir güç olma sorunudur. Kitleler
için yeni bir bilgi-edinme kaynağı yaratmak ancak
böyle mümkündür.
Doğru politikalar üretmek koşuluyla, devrimci
hareketin böyle bir şansı vardır.
|