Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

9. Sayı - Ocak 1993

Yok aslında birbirlerinden fakları… Pıtrak gibi birbiri ardından çıktılar ortaya. Çıktılar ve yaşamımızı birdenbire işgal ettiler. Her şeyimize ama her şeyimize karışır, yön verir oldular…
Adına "demokrasi" dendi, "çok seslilik" dendi… Ve "çok kanallılık" ile "çok seslilik" artık özdeşmiş gibi anılmaya başlandı. Ama "demokrasi" ve "çok seslilik" konularında ne kadar çarpıksak, bu konuda da o kadar çarpık olduğumuz kesindi. Çarpıklığın özünde de aslında "çok" kanallı düzenin "tek" kafanın ürünü olması yatıyordu.
Önceleri, yani bu ülkenin son miladından önceki yıllarda, TV tekeli devlet babanın kesin denetimi altındaydı. Kuşkusuz devlet babanın da "baba"ları vardı ama o malum "baba"lar bazı alanlara doğrudan girmezlerdi. Bu işleri belki pek kârlı da bulmazlardı ve zaten kendileri de o kadar palazlanmış değillerdi. Bu geçmiş zaman "baba"ları ağır işleyen, hantal ve çok yatırım gerektiren işleri devlete, yeni mafya deyimiyle "capo"suna bırakır, kendileri daha çok "yükte hafif, pahada ağır" işleriyle uğraşırlardı. "Racon" böyleydi o zamanlar… Örneğin kimse ağzını açıp "KİT'ler sırtımızda yüktür, satılsın" gibi laflar etmez, etse de pek anlamı olmazdı.
Gel zaman git zaman, palazlandılar, tatlı cunta günleri hepsine yaradı. Eski, kaşarlanmış "aile şerefleri" gelişip yerlerini korurlarken, yeni dönemin yırtıcı çocukları "yuppie"ler türedi… Bu arada TV kutusunun aslında düpedüz bir para kasası olduğu da keşfedildi. Ve herkes birden bu kurtlar sofrasına saldırıya geçti, kim neyi kaparsa!
Tam doğrusunu söylemek gerekirse, her şey bir Eylül ayında başladı… 12 Eylül "Türkiye'yi uçurumun eşiğinden kurtarma bayramı"ndan sonra artık herkesin ezberlemiş olduğu gibi, "huzur" günlerine kavuştu!... Sokaklar temizlendi, çok konuşanlar susturuldu, ortalık -elbette olabildiğince- süt liman yapıldı ya da yapılmaya çalışıldı. Sendikasız-grevsiz YHK günleriydi o günler. Halit Narin'in dediği gibi artık "gülme sırası" patronlara gelmişti.
Elbette bu durumun doğal sonucu korkunç bir kârlılık patlamasıydı. Sömürü oranlarının müthiş yükselişine tanık olundu. İşler bu kadarla da kalmadı, daha önce varolan sömürücüler ailesi yeni yetme çocuklarla kalabalıklaştı. Cuma günleri aynı zamanda "iş bitiricilik" günleriydi ve TC tarihinin en kanlı soygunu bu dönemde gerçekleşti. Kanı devlet döküyor, malı ise onlar götürüyorlardı.
Böylece ortaya çıkan yeni kuşak hırsızları para getirecek her ne varsa onun üzerine büyük bir hırsla atıldılar ve işte tam bu noktada, eskiden bu devlete bırakılan bir dizi alanın da aslında pekala yeni bir avanta kapıları olabileceği keşfedildi. Hem zaten artık işe sıfırdan başlanmayacaktı. Son 30 yılda her zaman yapıldığı gibi devletin yaratmış olduğu alt yapıdan yararlanılabilirdi. Ortada zaten PTT'nin ve başka kurumların oluşturmuş olduğu uygun bir zemin vardı.
Ayrıca, siyasal zeminde çok uygundu. Cunta günlerinin sonrasında başlayan "demokrasi" baharı (!) böylesi şatafatlı ama içi boş bir "özgürlükler" (!) ortamını hem gerekli kılıyor, hem de zeminini yaratıyordu.
Ve, 12 Eylül çocuğu, gencecik "demokrasi"mizin ergenlik sivilceleri birbiri ardına çıkmaya başladı; STAR, TELEON, SHOW TV, KANAL 6, HBB ve diğerleri…
Artık bunca büyük gelişmeden sonra ülkemizde demokrasinin olmadığını, kim iddia edebilirdi?... Yıllarca, her önüne gelen TRT'yi iktidar borazanlığıyla suçlamıştı ve işte bu büyük bir atılımla böyle itirazların da önü tıkanmış oluyordu.
Zaten yanılgının büyüğü de esas bu alanda yaşandı.Yıllardır kısmen solun da katkısıyla politik iktidar ile sistem olguları birbirinden öylesine ayrıştırılarak sunulmuş ve düzen içi iktidar farkları öylesine öne çıkarılmıştı ki, zamanla tam bir toz duman oluşmuştu. Düzen içi politika labirentlerinde sağa sola savrulan insanımızın, partilerin ve güncel değişikliklerin ötesindeki esas unsuru "sistem"i algılaması ustalıkla önlenmişti. TRT açısından da bir yığın gümbürtülü tartışma konusu, ne kadar ANAP (ya da bir başka iktidar) propagandası yaptığı, muhalefete kaç dakika yer ayırdığı gibi kısır noktalara çok bilinçli olarak sıkıştırılıyordu.
İşte tam bu noktada gündeme gelen özel TV olgusu aynı yanılsamalı kısırlığın ortasına düştü ve çok derdin çok ilacı gibi algılandı, ya da algılanması istendi.
İlk günlerdeki kavga anımsanabilir. O ne tartışmalardı öyle! Bir yanda onca yıllık "namuslu", "muhafazakar" televizyonumuz vardı (ki bir yılbaşı dansözü bile nasıl sorun olurdu o zamanlar!), öte yandan ise yasal boşluklardan sıyrılıp çıkmış bir şımarık çocuk! Hem şımarık, hem terbiyesiz…İçki, kumar, açık saçık filmler tam bir sokak çocuğu!...
Öyle bir kördöğüşü yaşandı ki, kim nerede duracağını şaşırdı. İşin içine Ahmet Özal faktörü girince, resmi solcu takımı mevcut statükoyu savunma çizgisine geçti. Diğer yanda ise özel kanalları birçok "seslilik" kanıtı sayan neo-liberaller vardı. Ve tabi bu arada kimsenin aklına mevcut TV ile özel kanal arasında temelde ne fark olduğunu sormak gelmiyordu.
Ama bu sorunun yanıtı zaman içerisinde somut olarak, kendiliğinden ortaya çıktı. Anlaşıldı ki, özel TV furyasında sözkonusu olan şey bir özgürlük rüzgarı değildi. Sözkonusu olan "her şeyin özgürce tartışılabildiği", her şeyin konuşulabildiği ve tarafsızca anlatıldığı (tarafsızlık ne demekse) bir serbest kürsü filan değil, yalnızca kadın gövdesini "özgürleştirilmesi"ydi (!)
İşin düğüm noktası hiç kuşkusuz yayıncılığın temeli olan haberler ve haber programlarıydı. Ve zaten cilalanıp parlatılan çok seslilik yalanı esas açığını bu noktada verdi.
Kısa sürede anlaşıldı ki, yapılmak istenen hiç de sözü edildiği gibi "bağımsız habercilik" değildi. Belki spikerler sakallıydı ya da daha rahat davranışlar sergiliyorlardı ama sonuçta sundukları ürün farklı değildi. Sonuçta, Kozakçıoğlu'nun bir zamanlar icat ettiği "milli takım ruhu" kavramı bu alanda da geçerliydi. Sıralama ve okunuş tarzı değişmekle birlikte, verilen haberin özü aynıydı. Hatta anti-PKK ve anti-sosyalist propaganda da özel kanalların çoğu kez TRT'yi solladığı bile söylenebilir. Son derece sağlam süzgeçler oluşmuştur ve bu süzgeçlerden sistemi sarsıntıya uğratacak tek bir sözcüğün bile geçmesi mümkün değildir.
Üstelik, özellikle şovenist kışkırtıcılık konusunda özel kanallar çok daha pervasız ve utanmaz bir tutumdadır.
Özel "haber programlarının" bu genel çizgide bir farklılık yarattığı ise hiç söylenemez. Bütün programların ruhuna "Uğur Dündar tipi habercilik" sinmiştir. Bu haber biçiminin en önemli özelliliği kapitalist düzenin yan ürünleriyle, marjinal sorunlarıyla ilgilenip temeldeki gerçeğin önüne bir perde çekmektir. Örneğin bu habercilik anlayışında, eşek etinden sucuk yapan bir imalathaneyi teşhir etmek ya da dolandırıcı bir bankeri açığa çıkarmak çok önemlidir. Rüşvetçi gümrük memurları, yakınlarına çıkar sağlayan belediye görevlileri, hatta hayali ihracatçılar bu haberciliğin hedefleri arasındadır. Ama her zaman sistemin kendisi ve sistemin esas unsurları olan kapitalist tekeller bu çerçevenin dışında tutulur. Saygın iş adamlarımızı, böyle "çirkin dolandırıcılar"dan ayırmak gerektiği hep vurgulanır.
Böylece bir yandan düzen kutsanır ve korunurken, aynı taşla bir ikinci kuş vurulmuş olur. Küçük, marjinal unsurlar teşhir edilerek toplum, büyük bankalara ve büyük şirket markalarına yönlendirilmiş olur.
Dikkatli bir gözle izlenirse, haberlerde varolan bir parçacık siyasi eleştiri dozunun da aslında burjuva fraksiyonlar arası çekişmenin ürünü olduğu farkedilir. Sahiplerinin finans kaynakları ya da güncel çıkarları ile bağlantılı olarak özel TV'ler zaman zaman belli güçlere ve iktidarlara vb. saldırırlar. Ama bu saldırılar bile güncel çıkar ilişkilerinin dalgalı seyriyle sınırlıdır. Bugün iktidarı eleştiren bir TV, yarın (örneğin şirketin sahibi devletten birkaç ihale koparmışsa) bu tutumunu kolaylıkla değiştirebilir ya da tersi olabilir.
* Haberler dışında ise durum tam bir rezalettir. Tamamen Amerikan TV'lerinden kopya edilen Talk Show programları asıllarından da berbat düzeyde bir görünüm sergiler. Seviyesizlik, argo bu programların artık yapısal özelliğidir. Üstelik, insanı (ve özellikle kadınları) aşağılayan bin çeşit edepsizlik "sansür yokluğu" aldatmacasının altına sağdırılır. Oysa halkın sersemletilerek uyutulması konusunda TC tarihinde hiçbir zaman sansür olmamıştır. Değişen sadece yöntemlerdir, hepsi o kadar.
Pornografi konusunda henüz temkinli adımlar atılmakla birilikte, bu "temkinlilik" tamamen toplumsal yapının özellikleriyle ilgilidir ve bir "ısıtma" devresine denk düşmektedir. Yakın gelecekte bu konuda çok seviyesiz bir furyanın başlayacağı hemen hemen kesin gibidir. Çünkü, toplumsal yapının özellikleri aslında iyi bilinmektedir, özel TV'ci "yuppie" takımı tabularla kuşatılmış insanların cinsel açlığının farkındadır ve bu sektörün Türkiye'deki en karlı sektör olduğunu bilmektedir.
* Zaten bir yönüyle başka türden bir pornografi yürürlüktedir. İnsanların beyinlerine çok daha sinsice yapılan bir saldırı sözkonusudur. Sınıf atlama hayalini güçlendiren yarışma programları ve artık sayısı belirsiz hale gelen 900'lü telefonlar bu saldırının en somut araçlarıdır.
* Ama belki de özel TV furyasıyla gündemimize giren en sinsi saldırı "Plastip-Show" ve "Turgutlu Sultanlığı" türünden programlarla gerçekleşmektedir. Bu programların en belirgin özelliği mevcut siyasi liderlerin gırgıra alınmasıdır ve ilk bakışta gerçekten Türkiye'de bir hoşgörü ortamının varlığının kanıtı gibidirler. Zaten programların bir amacı da böyle bir algılama yaratmaktadır.
Burjuva politikacıları da o her zamanki uyanıklıklarıyla durumu kısa sürede kavramışlardır. Bir zamanların asık suratlı "ağır-adam" tipini hızlı terk edip Amerikan tipi hafifliklerle şirinlik numaralarına adapte olmuşlardır. Hakkında karikatür çizeni mahkemeye veren eski ilkel politikacı tipi bugün artık hiç akılcı bulunmamaktadır. Böylece 60'lı, 70'li yıllarda Ali Avaz türü komedyenlerin plaklarında ya da gazino programlarında yapılan politikacı taklitleri ve diğer bütün şaklabanlık örnekleri TV ekranına taşınmıştır.
Politika ve devlet adamlarının "engin hoşgörüsü"ne sığınan TV'lerde artık herkesin kuklası, çizgi filmi ya da -çoğu yeteneksizce yapılan- taklitleri mümkün olabilmiştir. Böylece sıradan insanın da çok duyarlı bir yanına hitap etme imkanı doğmuştur. Hele sayın devlet büyükleri ile onları parodileştiren komedyenleri bir araya getiren özel talk-show'lar oyunun tam anlamıyla son perdesidir. Komedyen ile sayın büyüğümüz bir araya gelirler, sayın devletlü büyük adam engin hoşgörüsünden örnekler verir. Komedyen aslında sağda-solda ilerici falan diye bilinir ama olsun, yine de saygıyla önünü ilikler, iltifatlar yağdırır. Sayın büyüğümüz yaramaz bir çocuğun başını okşar gibidir, sanki işlenilen büyük bir kabahati affediyormuş gibi pozlar takınır.
Ve böylece her şey "mutlu son"la biter. Programı izleyen sıradan vatandaş ise, Türkiye'nin siyasal ortamının ne kadar değiştiğini düşünür. Ülkemiz demokratikleşmiş, her yanda çiçekler açmıştır!
Oysa aynı gün, aynı saatlerde bir insan daha gözaltında kayıplara karışmıştır ya da bir izinli miting sonrası insanlar yerlerde sürüklenmiştir. Ve yine aynı günün gazeteleri tankların arkasında sürüklenen Kürt insanlarının fotoğraflarıyla bezenmiştir.
İşte yanılsama buradadır. Ve zaten "hoşgörüyle karşılandığı" söylenen komedinin dozu da belirli sınırlar içindedir. Çizmeden yukarı çıkmak hem yasaktır hem de zaten bu piyasa oyuncuları çizmeden çıkmayı hiç düşünmezler bile! Onlar oyunun kurallarını iyi bilirler. Bilirler ki, kendilerine tanınan "özgürlüğün" (!) çok net sınırları vardır ve o sınırları aşmamak gerekir. Böylece gerçekten bir "komedi" oynanır…
"Demokrasi komedisi"…
Yani şu bildiğimiz, yıllardır oynanan, aktörleri değişen ama senaryosu aynı kalan oyun…
Sonuç olarak; Sezar'ın hakkını Sezar'a vermek anlamında burjuvazinin uyanıklığını teslim etmek gerekiyor. Kendileri açısından uygun bir dünya ve ülke konjonktüründe, uygun zamanlamayla, ortaya iyi bir oyuncak koymuşlardır. Zaten varolan ideolojik hegemonyayı böylece daha perçinleyip, her köşeye dek yaygınlaştırmışlardır. Böylece "bilinç çarpılması" Marks'ın bir zamanlar sözünü ettiği içeriğinden daha da üst düzeye çıkmış, düzeltme işlemi de çok daha zorlaşmıştır. Ülke insanı öylesine deforme edici bir bombardıman altındadır ki, bu süreçte devreye girip durumu değiştirmek çok büyük politik atılımları gerekmektedir.
Egemen medyanın etki alanına girebilmek, çarpılanı düzeltebilmek ise hiç de öyle mütevazı adımlarla yapılabilecek bir iş değildir. Sorun, basitçe "karşı medya yaratılmalı" biçiminde de ele alınamaz. Daha doğrusu böyle bir karşı-medya salt bizim isteğimizle bugünden yarına ulaşamaz ya da ciddiye alınır bir niteliğe ulaşamaz. Bugünün sorunu çok net, çok anlaşılabilir hedeflere yönelen bir bütünsel politik mücadeleyle ülke gündeminde ciddiye alınır bir güç olma sorunudur. Kitleler için yeni bir bilgi-edinme kaynağı yaratmak ancak böyle mümkündür.
Doğru politikalar üretmek koşuluyla, devrimci hareketin böyle bir şansı vardır.


 


 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92