BEYAZ ÖLÜMÜN GÜNCESİ -
Özcan Sapan
Beyaz Ölümün Güncesi, Türkiye'de yaşanan olayları,
dönemleri, koşulları ve tanıklarıyla ortaya seriyor.
Türkiye… Demokrasi naralarının çok sık atıldığı,
ama kendisinin hiç ortada görünmediği ülke…
Bütün bunların boş laf olduğunu, özellikle 80
sonrasında yaşananların yalnızca bir kurumlaşmadan
ibaret olduğunu biliyoruz. Özellikle işkence artık
bir açıdan iyice netleşmiş, sağlam hukuk zeminleriyle
güvence altına alınmıştır. Bugün polis denildiğinde
her sıradan insanın kafasında bir filmin şeridi
gibi yaşanmışlar ve yaşanabilecekler geçmektedir.
Öte yandan, bugün işkence sadece bir odada gözler
bağlanarak yapılan bir işlem olmaktan da çıkmıştır.
Artık çok rahat bir şekilde insanlar katledilebilmektedir.
İşkence sırasında ölüm, önceden planlayarak infaz
etme yöntemiyle yer değiştirmiştir. Özellikle
Kürdistan'da yaşananları zaten artık devlet yetkilileri
bile inkar etmiyorlar. Sorgusuz, sualsiz yapılan
katliamlar, öldürülen insanların cesetleri başında
çektirilen fotoğraflar, her günlük işler haline
geldi. Bir yandan bunlar olurken, öte yandan demokrasi
vaatleri sürüyor, CMUK çıkarılıyor, sorguda avukat
komedileri oynanıyor.
Özcan Sapan, bütün bu karmaşanın arasına girip,
demokrasi perdesinin arkasında ne olduğunu göstermeye
çalışmış. Kuşkusuz sınırlı bir çalışma. Zaten
Türkiye'de işkence olgusu öyle yaygın ki, bu konuda
yapılan her çalışma ister istemez sınırlı kalıyor.
Ama yine de perdeyi şöyle bir aralamak bile korkunç
bir manzarayı açığa çıkarıyor. 80'li yıllıyla
başlayan süreç günümüze dek uzanıyor…
Ekim 1980'den verdiği örnek en uç olaylardan biri…
Sait Şimşek'in öyküsü…Sait Şimşek, ayaklarından
asılıyor ve tam kafasının altında bir piknik tüpü
yakılıyor. Böyle katlediliyor. Ailesi tarafından
sorulduğunda verilen yanıt, bugün verilenin aynı:
"böyle bir şahsı gözaltına almadık."
Daha sonra, farklı bir zamanda yeniden sorulduğunda
ise farklı bir yanıt çıkıyor: "kaçmaya çalışırken
öldü". Ve sonra, yine farklı bir zamanda,
yine farklı bir yanıt: "iç kanamadan öldü…"
Artık çok alıştığımız bir öykü bu… Ve Beyaz Ölümün
Güncesi, bu öykülerin çok sınırlı bir bölümünden
oluşuyor.
İşin bir başka yönü ise doktorlarla ilgili… İşkencecilere
kılıf hazırlayan doktorlar… Hatta bizzat işkenceye
katılan doktorlar… Kitap sorunun bu bölümünü de
unutmamış. Özellikle TTB Konseyi Başkanı Ata Soyer'in
söyledikleri çok ilginç: "İşkenceye göz yummak
veya bizzat uygulamak biçiminde bu sürece atılan
hekim, her şeyden önce işkencecilerin hizmetçisidir,
suç ortağıdır. Çünkü yalnızca hastalarını ve insanlığın
acılarını dindirmek ve onlara zarar vermemek amacıyla
kullanabileceği tıbbi yeteneklerini işkencecilerin
yeteneğine sunmuştur."
Yargısız infazlar ve kayıplar bölümüne gelindiğinde
ise oldukça eksik bir listeyle karşılaşıyoruz.
Gerek 12 Eylül sürecinde, gerekse onun öncesinde
ve sonra bugüne dek gelinen süreçte kitapta yer
alan olaylar dışında daha bir dizi olay var. Ve
belki de kitap bu eksikliği yüzünden daha da önemli
oluyor. Kitabın -ve tür kitapların- belki de en
önemli yanı bize yeniden "ne yapmalı?"
sorusunu anımsatmasıdır. Toraman'ın annesi, büyük
bir çaresizlikle şöyle yazıyor devlet yetkililerine:
"Benim aklım ermez pek ama bir ana olarak
şöyle düşünüyorum. Siz o oğlumu alan polislere
bir sordursanız, nereye bıraktılar oğlumu? O bıraktıkları
yerdeki polislere de sorsanız nerede oğlum diye.
Size mutlaka söylerler, büyüklerimiz, sizden saklamazlar.
Biz kime sorduysak söylemiyorlar, sanki oğlum
hiç bu dünyada yaşamamış gibi davranıyorlar…"
(sf. 214)
Peki ama bütün bu soruları sorma işini yalnızca
Toraman'ın annesine mi bırakmalıyız?...
Kayıplar konusunda söylenebilecekler yalnızca
böylesi acılı dilekçelerle mi sınırlı kalmalıdır?
Ya da bir başka deyişle ateş her zaman "düştüğü
yeri" mi yakacaktır?
Belki yetersiz… Belki sınırlı… Ama Beyaz Ölümün
Güncesi yine de okunmalı. Okunmalı ve ciddi sorular
sorulmalı.
Çünkü, sorunun boyutlarını kavramak alınacak tavrın
önemini ve boyutlarını da açığa çıkarıyor, en
azından bu konuda ipuçları veriyor.
**
HIDIR VE İLYAS - ATEŞİNDE
GÖZLERİN - A. Kadir Konuk
Şair, romancı, makale yazarı, devrimci, hapishane
firarisi… A. Kadir Konuk için bunların hepsi söylenebilir
ve hepsi de doğru olur.
Belgesel anlatıcılık ise bunların en sonuncusu
ve aslında çok önemli saydığımız bir unsur. Hıdır
ve İlyas'ı seçmiş A. Kadir, en yakın olduklarını,
en yankıdan izlediği, hücrelerde birlikte yaşadığı
insanları…
Eylül vahşetinin aramızdan koparıp aldığı iki
insanı anlatmış, mektuplarla, kendi anılarıyla…
Böylesi belgesel anlatımların çok önemli olduğuna
inanıyoruz. Özellikle idam sehpalarında katledilen
insanlarımızın, ama yalnızca onların da değil
genel olarak sosyalizm uğruna şehit verdiklerimizin
yaşamları üzerine mutlaka bir şeyler üretilmeli.
Kendi tarihimizin her parçası sıcak tutulmalıdır.
Özellikle başka idamlıklar üzerine hala çok az
şey yazılmış olması aslında üzüntü vericidir.
Denizlerden akıp gelen bir geleneği en soylu bir
biçimde sürdüren bu insanlar, devrimci tarihimizin
gerçek kahramanlarıdır. Ve hem siyasi hareketlerin,
hem de bu insanlarla kişisel yakınlıkları olan
devrimcilerin önünde bu açıdan çok önemli bir
görev vardır. Bu görev, boynumuzun borcudur.
A. Kadir, kendi boynuna borç olanı yapıyor. Bu,
çok sevindiricidir.
***
Günü, saati, dakikası belli bir ölüm…
Bir çınarın yaprakları gibi düştüler onlar, görkemli
bir gövdenin parçaları olarak… Yeni yapraklar,
yeni filizleri sezerek, bilerek…
Ağırlaşan, katılaşan bir zamanı, mücadeleyle,
yaşam sevinciyle süslediler. Özgürlük, barış,
sömürüsüz bir dünya mücadelesi ve bu mücadelenin
bir parçası olmanın tarifsiz sevinci, onuru…
Onları ölüme gönderenleri kimse anımsamayacak.
O gecenin cinayetine ancak zil zurna sarhoş olarak
katlanabilen savcıları, müdürleri kimse anımsamayacak.
Buca Cezaevi'nin avlusuna girildiğinde "Mahir,
Hüseyin, Ulaş…" diye sloganına başlayan İlyas
ve onun ağzını kapatmayı vazife bilen işgüzar
Albay… İlyas'ın ağzını kapatmak o gece de işe
yaramamıştı, bütün hücreler sesi çok net duymuştu.
Bugün de işe yaramıyor, bugün de çok net bir ses
kulaklarımızdadır…
İlyas hakkında A. Kadir Konuk'un eksik bıraktıkları
var. Onları tamamlamak gerekiyor.
Gece yarısı geldiler 3. koğuş koridoruna. Herkes
uyuyordu. Müthiş bir telaş ve korkulu bir aceleyle
doluştular. Hücre kapısını açmayı bile dakikalarca
beceremediler. Öyle ki, sonunda İlyas onları yatıştırmak
zorunda kaldı, sözcüğü sözcüğüne şöyle söyledi
o kalabalığa: "Niye telaşlanıyorsunuz, bakın
ben hiç telaşlanıyor muyum, sakin olun biraz !"
Sakin olmadılar ama. Diğer hücrelerdeki arkadaşlarıyla
vedalaşmasına bile izin vermeden karga tulumba
götürdüler.
İlyas'ın yürüyecek gücü vardı. Onların yoktu ama…
O güce ve güçten kaynaklanan sakinliğe katlanamadılar.
Alelacele sehpaya götürdüler. İlyas'ı ve böylece
korkularından kurtulduklarını sandılar…
***
Biz bir filme ağlayan adamlar, asılan arkadaşlarımız
için ağlamamıştık… Hıdır da, İlyas da, daha önce
asılanlar da arkalarından ağlamanın kendilerini
inciteceğini söylemişlerdi" diyor A. Kadir.
Doğru… Ağlamadık…
Ama hücrelerin "çatlak" takımı onları
hiç unutmadı.
Ve unutturmamak gerekiyor.
A. Kadir Konuk'un kitabı okunmalı. Mutlaka okunmalı
ama daha da önemlisi bu tür kitaplar çoğaltılmalı,
varolanlara da katkılar yapılmalı.
Çünkü, bütün bu anlatılanlar yalnızca iki devrimcinin
ölüme güle güle gidişlerinin öyküsü değildir.
Aynı zamanda bu, bizim tarihimizdir.
Tarihsel belleğimiz hiç zayıflamamalı…
|