Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

9. Sayı - Ocak 1993

BEYAZ ÖLÜMÜN GÜNCESİ - Özcan Sapan

Beyaz Ölümün Güncesi, Türkiye'de yaşanan olayları, dönemleri, koşulları ve tanıklarıyla ortaya seriyor.
Türkiye… Demokrasi naralarının çok sık atıldığı, ama kendisinin hiç ortada görünmediği ülke…
Bütün bunların boş laf olduğunu, özellikle 80 sonrasında yaşananların yalnızca bir kurumlaşmadan ibaret olduğunu biliyoruz. Özellikle işkence artık bir açıdan iyice netleşmiş, sağlam hukuk zeminleriyle güvence altına alınmıştır. Bugün polis denildiğinde her sıradan insanın kafasında bir filmin şeridi gibi yaşanmışlar ve yaşanabilecekler geçmektedir. Öte yandan, bugün işkence sadece bir odada gözler bağlanarak yapılan bir işlem olmaktan da çıkmıştır. Artık çok rahat bir şekilde insanlar katledilebilmektedir. İşkence sırasında ölüm, önceden planlayarak infaz etme yöntemiyle yer değiştirmiştir. Özellikle Kürdistan'da yaşananları zaten artık devlet yetkilileri bile inkar etmiyorlar. Sorgusuz, sualsiz yapılan katliamlar, öldürülen insanların cesetleri başında çektirilen fotoğraflar, her günlük işler haline geldi. Bir yandan bunlar olurken, öte yandan demokrasi vaatleri sürüyor, CMUK çıkarılıyor, sorguda avukat komedileri oynanıyor.
Özcan Sapan, bütün bu karmaşanın arasına girip, demokrasi perdesinin arkasında ne olduğunu göstermeye çalışmış. Kuşkusuz sınırlı bir çalışma. Zaten Türkiye'de işkence olgusu öyle yaygın ki, bu konuda yapılan her çalışma ister istemez sınırlı kalıyor. Ama yine de perdeyi şöyle bir aralamak bile korkunç bir manzarayı açığa çıkarıyor. 80'li yıllıyla başlayan süreç günümüze dek uzanıyor…
Ekim 1980'den verdiği örnek en uç olaylardan biri… Sait Şimşek'in öyküsü…Sait Şimşek, ayaklarından asılıyor ve tam kafasının altında bir piknik tüpü yakılıyor. Böyle katlediliyor. Ailesi tarafından sorulduğunda verilen yanıt, bugün verilenin aynı: "böyle bir şahsı gözaltına almadık." Daha sonra, farklı bir zamanda yeniden sorulduğunda ise farklı bir yanıt çıkıyor: "kaçmaya çalışırken öldü". Ve sonra, yine farklı bir zamanda, yine farklı bir yanıt: "iç kanamadan öldü…"
Artık çok alıştığımız bir öykü bu… Ve Beyaz Ölümün Güncesi, bu öykülerin çok sınırlı bir bölümünden oluşuyor.
İşin bir başka yönü ise doktorlarla ilgili… İşkencecilere kılıf hazırlayan doktorlar… Hatta bizzat işkenceye katılan doktorlar… Kitap sorunun bu bölümünü de unutmamış. Özellikle TTB Konseyi Başkanı Ata Soyer'in söyledikleri çok ilginç: "İşkenceye göz yummak veya bizzat uygulamak biçiminde bu sürece atılan hekim, her şeyden önce işkencecilerin hizmetçisidir, suç ortağıdır. Çünkü yalnızca hastalarını ve insanlığın acılarını dindirmek ve onlara zarar vermemek amacıyla kullanabileceği tıbbi yeteneklerini işkencecilerin yeteneğine sunmuştur."
Yargısız infazlar ve kayıplar bölümüne gelindiğinde ise oldukça eksik bir listeyle karşılaşıyoruz. Gerek 12 Eylül sürecinde, gerekse onun öncesinde ve sonra bugüne dek gelinen süreçte kitapta yer alan olaylar dışında daha bir dizi olay var. Ve belki de kitap bu eksikliği yüzünden daha da önemli oluyor. Kitabın -ve tür kitapların- belki de en önemli yanı bize yeniden "ne yapmalı?" sorusunu anımsatmasıdır. Toraman'ın annesi, büyük bir çaresizlikle şöyle yazıyor devlet yetkililerine:
"Benim aklım ermez pek ama bir ana olarak şöyle düşünüyorum. Siz o oğlumu alan polislere bir sordursanız, nereye bıraktılar oğlumu? O bıraktıkları yerdeki polislere de sorsanız nerede oğlum diye. Size mutlaka söylerler, büyüklerimiz, sizden saklamazlar. Biz kime sorduysak söylemiyorlar, sanki oğlum hiç bu dünyada yaşamamış gibi davranıyorlar…" (sf. 214)
Peki ama bütün bu soruları sorma işini yalnızca Toraman'ın annesine mi bırakmalıyız?...
Kayıplar konusunda söylenebilecekler yalnızca böylesi acılı dilekçelerle mi sınırlı kalmalıdır? Ya da bir başka deyişle ateş her zaman "düştüğü yeri" mi yakacaktır?
Belki yetersiz… Belki sınırlı… Ama Beyaz Ölümün Güncesi yine de okunmalı. Okunmalı ve ciddi sorular sorulmalı.
Çünkü, sorunun boyutlarını kavramak alınacak tavrın önemini ve boyutlarını da açığa çıkarıyor, en azından bu konuda ipuçları veriyor.
**
HIDIR VE İLYAS - ATEŞİNDE GÖZLERİN - A. Kadir Konuk
Şair, romancı, makale yazarı, devrimci, hapishane firarisi… A. Kadir Konuk için bunların hepsi söylenebilir ve hepsi de doğru olur.
Belgesel anlatıcılık ise bunların en sonuncusu ve aslında çok önemli saydığımız bir unsur. Hıdır ve İlyas'ı seçmiş A. Kadir, en yakın olduklarını, en yankıdan izlediği, hücrelerde birlikte yaşadığı insanları…
Eylül vahşetinin aramızdan koparıp aldığı iki insanı anlatmış, mektuplarla, kendi anılarıyla…
Böylesi belgesel anlatımların çok önemli olduğuna inanıyoruz. Özellikle idam sehpalarında katledilen insanlarımızın, ama yalnızca onların da değil genel olarak sosyalizm uğruna şehit verdiklerimizin yaşamları üzerine mutlaka bir şeyler üretilmeli. Kendi tarihimizin her parçası sıcak tutulmalıdır. Özellikle başka idamlıklar üzerine hala çok az şey yazılmış olması aslında üzüntü vericidir. Denizlerden akıp gelen bir geleneği en soylu bir biçimde sürdüren bu insanlar, devrimci tarihimizin gerçek kahramanlarıdır. Ve hem siyasi hareketlerin, hem de bu insanlarla kişisel yakınlıkları olan devrimcilerin önünde bu açıdan çok önemli bir görev vardır. Bu görev, boynumuzun borcudur.
A. Kadir, kendi boynuna borç olanı yapıyor. Bu, çok sevindiricidir.
***
Günü, saati, dakikası belli bir ölüm…
Bir çınarın yaprakları gibi düştüler onlar, görkemli bir gövdenin parçaları olarak… Yeni yapraklar, yeni filizleri sezerek, bilerek…
Ağırlaşan, katılaşan bir zamanı, mücadeleyle, yaşam sevinciyle süslediler. Özgürlük, barış, sömürüsüz bir dünya mücadelesi ve bu mücadelenin bir parçası olmanın tarifsiz sevinci, onuru…
Onları ölüme gönderenleri kimse anımsamayacak. O gecenin cinayetine ancak zil zurna sarhoş olarak katlanabilen savcıları, müdürleri kimse anımsamayacak. Buca Cezaevi'nin avlusuna girildiğinde "Mahir, Hüseyin, Ulaş…" diye sloganına başlayan İlyas ve onun ağzını kapatmayı vazife bilen işgüzar Albay… İlyas'ın ağzını kapatmak o gece de işe yaramamıştı, bütün hücreler sesi çok net duymuştu. Bugün de işe yaramıyor, bugün de çok net bir ses kulaklarımızdadır…
İlyas hakkında A. Kadir Konuk'un eksik bıraktıkları var. Onları tamamlamak gerekiyor.
Gece yarısı geldiler 3. koğuş koridoruna. Herkes uyuyordu. Müthiş bir telaş ve korkulu bir aceleyle doluştular. Hücre kapısını açmayı bile dakikalarca beceremediler. Öyle ki, sonunda İlyas onları yatıştırmak zorunda kaldı, sözcüğü sözcüğüne şöyle söyledi o kalabalığa: "Niye telaşlanıyorsunuz, bakın ben hiç telaşlanıyor muyum, sakin olun biraz !"
Sakin olmadılar ama. Diğer hücrelerdeki arkadaşlarıyla vedalaşmasına bile izin vermeden karga tulumba götürdüler.
İlyas'ın yürüyecek gücü vardı. Onların yoktu ama… O güce ve güçten kaynaklanan sakinliğe katlanamadılar.
Alelacele sehpaya götürdüler. İlyas'ı ve böylece korkularından kurtulduklarını sandılar…
***
Biz bir filme ağlayan adamlar, asılan arkadaşlarımız için ağlamamıştık… Hıdır da, İlyas da, daha önce asılanlar da arkalarından ağlamanın kendilerini inciteceğini söylemişlerdi" diyor A. Kadir.
Doğru… Ağlamadık…
Ama hücrelerin "çatlak" takımı onları hiç unutmadı.
Ve unutturmamak gerekiyor.
A. Kadir Konuk'un kitabı okunmalı. Mutlaka okunmalı ama daha da önemlisi bu tür kitaplar çoğaltılmalı, varolanlara da katkılar yapılmalı.
Çünkü, bütün bu anlatılanlar yalnızca iki devrimcinin ölüme güle güle gidişlerinin öyküsü değildir.
Aynı zamanda bu, bizim tarihimizdir.
Tarihsel belleğimiz hiç zayıflamamalı…


 


 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92