"İtirafçılık
Yasası" ya da "Pişmanlık Yasası"
denilen yasa, yaklaşık olarak 7. yılını doldurdu
ve geçenlerde iki yıl daha uzatılmasına karar verildi.
Siyasal süreçlerde her şey genel rasyonel ölçülere
ve mantığa çok fazla uymayabiliyor. Özellikle burjuvazinin
siyasi temsilcileri bazen kendi düzenlerinin sürmesi
açısından çok akıllıca (belki de "kurnazca"
demek daha doğru olur) görünen politikalar üretebiliyorlar.
Ama bazen de varolan durumu sırf daha yararlı bir
çözüm bulamadıkları için sürdürüyorlar. Açıkça çıkmaz
bir sokağı gördükleri ve itiraf ettikleri halde
başka bir sokak bulamamaları, onları yine aynı yönde
yürümeye itiyor. Örneğin artık Ulusal Kurtuluş Mücadelesini
durdurmakta etkili olamadığı bilinen Olağanüstü
Hal Kurumu'nun sürdürülmesi de böyle bir olgudur.
İtirafçılık yasası da giderek, bu türden, mecburen
sürdürülen ama artık ismini havası ölçüsünde yararı
olmayan bir uygulama haline gelmiştir.
Elbette süreç içerisinde burjuvazi açısından bütünüyle
yararsız ve etkisiz olduğu söylenemez. Hiç kuşkusuz
yasa, ciltler dolusu yasa-tüzük vb. karmaşasında
basit bir madde olarak kalmamış ve son yılların
siyasal ortamında çok etkili olmuştur. Özellikle
oligarşinin iletişim araçlarıyla da desteklenen
ilk furya günlerinde, devrimci hareketlerin artık
tükendiği, insanların akın akın itirafçılığa yöneldiği
ve "devlete sığındığı" izlenimi yaratılmıştı.
Ki, bu izlenim, kaçınılmaz olarak, sıradan vatandaşın
gözünde devrimci hareket hakkında yanılsamalar oluşturmuştu.
11 Haziran 1985'te, 3216 sayıyla kabul edilen yasanın
süresi iki yıl olarak saptanmıştı. Ama daha sonra
bu "iki yıl"lar hiç bitmedi. Hep birbiri
ardına eklendi, uzatmalarla bu güne dek gelindi.
Arada, yasaya eklemeler getirildi, itirafçılığı
biraz daha özendiren önlemler alındı, ceza indirimleri
daha avantajlı hale getirildi. Bu önlemlerin alınmasında,
itirafçıların kamuoyuna yansıyan sızlanmaların etkisi
olduğu gibi, bizzat yasayı hazırlayanların da sonuçlardan
pek memnun olmaması etkili oldu. Örneğin yasanın
mimarı olan eski askeri savcı ve şimdilerin milletvekilleri
Fayik Tarımcıoğlu'nun söyledikleri ilginçtir; Tarımcıoğlu'na
göre yasa itirafçı sayısını artırmış, ama buna karşılık
"pişman olan kişiler topluma kazanılmamış"tır.
"Topluma kazanmak"tan Tarımcıoğlu'nun
neyi kastettiği aslında çok nettir. Ve devlet, bu
insan posalarını sahiplenme konusunda da çok "vefasız"
(!) davranmıştır. "Verdikleri bütün hizmetlere"
karşın (!) bir çoğu açıkça kaderine terkedilmiştir.
Cumhuriyet Gazetesi'nin verdiği bilançoya göre,
yasadan bugüne kadar 875 kişi yararlanmış, bunların
itirafları sonucunda 1434 olay "aydınlanmış"
(!) ve 474 "örgüt üyesi" böylece yakalanmıştır.
Oysa rakamlar çok aldatıcıdır. Gerçekte, bu sayının
hatırı sayılır bir bölümünü ilk furyanın itirafçıları
oluşturmaktadır. Yani yasa çıktığında cezaevlerinde
zaten fiilen hain konumunda olan ya da bu yönde
eğilimleri olup devrimci yaşamdan uzak duran bir
kesim vardı. Ve bunlar yasanın yarattığı unsurlar
değildir, yasa çıkar çıkmaz durumlarını ortaya koymuşlardır.
Yani, bu kadar cazip hediyelere karşın "davete
katılanların" sayısı hiç de fazla olmamıştır.
Oligarşinin sözcüleri istedikleri kadar şişinsinler,
gerçek budur.
Öte yandan, itirafçılık olayının yasanın doğrudan
bir sonucu olup olmadığı da çok tartışmalıdır.
Gerçekte "böyle bir yasa varolduğu için mi
insanlar yasadan yararlanıyor yoksa zaten varolan
ihanet eğilimleri böylece yasal kılıfını mı buluyor"
biçiminde bir soru sorulabilir.
Ve burada doğru olan, ikincisidir. Yani insanlar,
böyle bir yasa var, öyleyse itirafçı olayım diye
düşünmüyorlar. Gerçekte sözkonusu olan şey, zaaflarıyla-çarpıklıklarıyla
birlikte gelip devletin eline geçen kişilik erimesidir.
O noktada belirleyici olan, filan sayılı yasanın
varlığından çok, yaşanan hesaplaşmanın kendi sürecidir.
Bir hesaplaşma sürecinden geçilmekte ve o süreçte
şu ya da bu eğilim ağır basmaktadır. Yasa, bu duruma
bir şekilde sübjektif biçim kazandırmaktadır.
Yani, yasa sonrasında devrimci hareketin içinde
direnme unsurunun zayıfladığı yolundaki demagojik
propaganda aslında son derece koftur. Direniş ya
da çeşitli düzeylerdeki yanlış tavırlar belirli
bir orantıyla yine yürüyüp gitmektedir ve direniş
tavrı bu orantıda hatırı sayılır bir ağırlığa sahiptir.
Yasanın Esas Sonucu: Çürüyen Kişilikler…
Gerçekte yasa, asıl ondan yararlananlar açısından
büyük trajediler yaratmıştır. Çarpılan kimlikler,
çocuklarının iğrenerek baktığı insanlar, piskopatik
bozukluklar, "pişman olmaktan pişman oluşlar"…
Aslında manzara tam bir faciadır. Al Pacino'nun
oynadığı "Yaralı Yüz" filmi burada anımsanabilir.
Film, Küba'dan kaçarak mülteci kampında, Miami'de
yaşayan bir serserinin, kokain kralı oluşunu anlatır.
Al Pacino tipik bir paranoyak-psikopat karakteri
usta bir oyunculukla çizer filmde. Aynı karakter
bugün "devlete sığınmış, vatansever çocuklar"
(!) arasında çok yaygındır. Hapçılara özgü deri
kesikleriyle, haraç mafyalarına yaptıkları "askerlik"
hizmetiyle ve daha başka bir yığın tiksindirici
olguyla birlikte yaşayan bir psikopat takımı bugün
eski itirafçıların kesimini oluşturmaktadır. Geçen
yıl, "polis arkadaşlarıyla birlikte"
haraç toplarken "yanlışlık" sonucu öldürülen
Orhan Özay bunlardan yalnızca biridir.
Ayrıca, yaşadıkları tam bir paranoyadır. Çok sıradan
insanlar olmadıkları, devrimci hareketin geleneklerini
az çok bildikleri için kendilerini bekleyen sonun
farkındadırlar. Devrimci adaletin eninde sonunda
bir yerde yakalarına yapışacağı kesindir ve bu
kesinlik daha büyük psikolojik dengesizliklerin
kaynağı olur.
Öte yandan bu süprüntü takımı çok kısa sürede
oligarşinin "geleneklerini" de kendi
acı deneyimleriyle öğrenmiştir. İlk zamanların
tatlı günleri kısa sürede bitmiş ve "kullanım
süresi" dolanlar sokağa terkedilmişlerdir.
Devletten medet umma gibi trajik bir hataya düşenler,
onun kendine sığınmış olanı bile "harcama"
eğilimini somut olarak görmüşlerdir. Çürümüş kişilikleri
ve serseri yaşantılarıyla kısa sürede devlette
de yok olmuşlardır.
Sonuçta, 8 yılda üretilmiş olan, bir dizi köksüz,
geleceksiz, çürümüş yaratıktır.
Şu Eski "Kandırılma" Öyküsü…
Çok tipik özellikler gösterirler. İfadeleri, söyledikleri,
tavırları, sanki hepsi bir tek kalıptan çıkmıştır.
Şemsi Özkan, tipik bir örnektir. Yakalandıktan
birkaç saat sonra devletle pazarlığa oturuyor.
Aslında buna pazarlık da denemez arkadaşlarını
satmaya karar veriyor, bunu yapabilecek kadar
alçalıyor ve bu alçalma noktasında devletle buluşuyor.
Ve artık bir kez başlayınca doyamıyor, durmak
bilmiyor. Önce, bütün arkadaşlarını satıyor, 4
MLSPB gerillasının öldürülmesini sağlıyor.
Daha sonra, bununla yetinmiyor, bütün belleğini
zorlayarak ne varsa kusuyor, şemalar, krokiler,
birbiri ardına geliyor. Tarımcıoğlu'yla iç içe
geçiyor, kişilikleri kaynaşıyor. Sıra örgütün
siyasi görüşlerine geldiğinde, Özkan "yanlış
anlaşılıp gürültüye gitme riskini" gidermek
için şöyle başlıyor: "Sayın mahkeme heyetinin
isteği üzerine öz geçmişim ve örgütün görüşlerini
belirten yazının hemen başında benim için önemli
olan konuyu belirtmem gerekiyor; örgütün siyasi
görüşlerini anlatırken yazacağım şeyleri, o görüşleri
savunmak amacıyla değil, mahkeme isteği üzerine
yazdığımı belirtmek isterim."
Sonraki bölümleri ise, adeta Kenan Evren'in çeşitli
konuşmalarının özetinden oluşuyor. "Gençliğe
Atatürk'ün sevdirilmediği"nden tutun, "ithal
ideoloji" edebiyatına kadar her şey var.
Ve tabii kendisi bunalımlı ailenin bir çocuğudur,
sol örgüt üyeleri komplekslerinden yararlanmışlardı
vs. vs…
Şaban Taşçı'nın edebiyatı da çok farklı değil
"Devlet gücünü zaafa uğratmadan kullanabilseydi
sol ideolojiler bu kadar taban bulamazlardı"
diyor. Ayrıca, Selanik'te doğmuş olmasını, iyi
Türkçe konuşamamasının yarattığı "kompleks"leri
de solcu olmasının sebepleri arasında sayıyor.
Taşçı'nın itirafçı süreci şubede başlamıyor. Cezaevi'nde
de hemen başlamıyor. Onun için 1984 ölüm orucu
dönüm noktası oluyor. O da arkadaşlarını satıyor.
Ve geç kalmışlığını da farklı kılıflarla açıklıyor.
Erdinç Yeşilbağ ise, geçmişini geleceğini işkencecilere
satmayı onurlu bir meslek sayıyor. Yaptığı şeyin
huzurlu günler için olduğunu söylüyor ve "12
Eylül öncesini özleyenler" nakaratını generallerden
kopya çekip tekrarlıyor.
İsmail Ayar, en yakın arkadaşını, hem kendisine
yardım etmek için geldiği randevuda yakalatıyor.
Pastaneye polisleri getiriyor ve arkadaşının direnirken
nasıl sağa sola savrulduğunu, yaralandığını bizzat
izliyor. Bütün siyasi süreci içinde birlikte çalıştığı,
hatta uzaktan tanıdığı herkesi satıyor. Kendisine
insani yardım yapmış, çok sıradan insanları bile
işkencecilere teslim ediyor.
Hepsinin de hikayesi aynı. Hepsi çocukluklarını,
gençliklerini, yaşamlarında anlamlı olan her şeyi
aşağılıyorlar. Birden hepsi diplomasız birer Freud
kesiliyorlar ve çocukluklarına dek inen kişilik
analizlerine dalıyorlar. Kandırılmış olduklarına,
aslında saf-temiz çocuklar olduklarına birilerini
inandırmaları gerekiyor; bunun için de kendi yaşamlarında
"zayıf dönem"ler arıyorlar. "Kandırılmak"
için "zayıf" olmak zorunlu. Bu nedenle
de zayıflık arıyorlar, aradıkça da gençliklerine
yöneliyorlar. Kimi "baba şefkatinden yoksun
büyüdüm" diyor, kimi "çocukken çok çirkin"
olduğunu söylüyor. Böylece aile çevresini aşağılıyorlar
ve sonra örgüt faslına sıra geliyor. Tam bu noktada
"örgüt" devreye giriyor ve bütün bu
zaaf noktalarından yararlanıp "saf-temiz"
gencimiz kandırılıyor.
Kandırılmaktan kurtulunca önce ödüller veriliyor.
Diyarbakır KAWA davasından Vedat Gönenç'in öyküsü
böyle. "Şubedeyken 7. Kolordu komutanı Kemal
Yamak ziyaretime geldi" diyor Gönenç. "Alnımdan
öptü ve şerefli bir ailenin çocuğu olarak bana
yakışan tek davranışın her şeyi kabul etmek, vatana,
millete yararlı bir insan olmak gerektiğini söyledi…"
Kemal Yamak, öpüyor öpmesine ama sonra her şey
bir öpücükle kalıyor. Eski Diyarbakır AP Milletvekili
Necmettin Gönenç'in oğlu olan Vedat Gönenç, itirafları
sonucu cezaevinden çıktığında İçişleri Bakanlığı
Terörle Mücadele Dairesi'ne memur olmak için başvuruyor.
Ama sığındığı devlet onu sahiplenmiyor, oyalıyor.
Oysa Vedat, düzmece ifadelerle Suriye ve Lübnan'ı
kötülemiş, büyük hizmetlerde bulunmuştur. Yine
de sahiplenilmiyor ve kez bunalıma düşüp "pişman
olmaktan pişman" oluyor. Herşeyi anlatıyor.
Yaşadığı açmazı ise şöyle tanımlıyor: "Devlet
sizi cezaevinden çıkarıyor ama daha büyük bir
cezaevinin içine koyuyor… Hiç kimsenin benim gibi
olmasını istemiyorum…"
Rezil Bir Yaşantı, Düşürülmüş Kişilikler
"Kandırılmış" olanlar, böylece "doğru
yolu" bulduklarında onları berbat bir yaşam
bekliyor. İtirafçı koğuşları bütün cezaevlerinin
en rezil koğuşları oluyor. Ağalık, kumar vb. bütün
pislikler burada yaşanıyor. Hatta çocuk yaştaki
itirafçıların "taciz" edildiği iddia
ediliyor.
Devlet de, özellikle Diyarbakır Cezaevi'nde belli
bir kesimi tutuyor. Bu konumdakiler zaman zaman
dışarıda operasyonlara, sorgulara katılıyorlar,
zaman zaman ise "pavyon ve genelev"
maceraları yaşıyorlar. Örgütüne en çok zarar vermiş
olanlar ve ailesi biraz güçlüce olanlar ağalık
yaşıyorlar ve artık her şeyin sınırları aşılıyor.
İtirafçılığa doyamayanlar koğuştakiler için de
ispiyonda bulunuyorlar.
Korku, hepsini felç etmiştir. Korkuları büyüdükçe
daha da iğrenç yanları açığa çıkıyor. Leyla Akbaş
"sürüngenleştiğimi hissettim" diyor.
Sürüngenlik yaşanıyor. Onca yıl içinde yaşadığı
dersleri inkar etmek insanı insanlıktan çıkarıyor.
Leyla Akbaş örneğinde olduğu gibi insanın kızı
bile kendine yabancılaşıyor. İtirafçı bir anlamda
çevresini de dengesizleştiriyor.
Siğbetullah Batur'u da ailesi reddediyor. Aile,
çocuklarını sahiplenmekle, insanlık değerleri
arasında sıkışıp kalıyor. Ziyaretlerde kendisine
"seni biz vuracağız" deniyor.
Başkaları iyice azıtıyor. Şahin Dönmez, Yıldırım
Merkit bizzat işkencelere katılıyorlar, Adil Özbek
kendi TİKB'li arkadaşlarına bizzat işkence yapıyor.
Bütünüyle iğrenç bir yaşam, onları her yandan
sarıyor. Bir yandan korkunç bir paranoya, öte
yanda suçlara eklenen yeni suçlar… Kemal Emlik
ve Saniye Emlik birlikte itirafçı oluyorlar. İtirafçı
karı-koca cezaevinde bir dönem aynı koğuşta birlikte
kalıyorlar. Diğer itirafçılar da koğuşa gidip
geliyorlar, herkes olan bitenleri biliyor, tecavüz
iddiaları her yerde geziyor. Hatta bir ara Saniye
bir başka cezaevine gittiğinde, "istek üzerine"
yerinden getiriliyor.
Böyle bir rezalet sürüp gidiyor.
İtirafçılığın Kaynakları Sorunu ve Devrimci
Hareket
Şüphesiz devrimci süreç her zaman kahramanlar
ve hainler yaratarak yürümüştür ve bu, gelecekte
de böyle olacaktır. Çünkü, sonuçta, yapılan iş
siyasal iktidara, hatta siyasal iktidarın ötesinde
koca bir sisteme kafa tutmak, onu değiştirmeye
çalışmaktır ve böyle kesin bir kavga, sağlam unsurları
olduğu gibi, dönüşleri de içinde barındırır. Sürecin
sertliği ve keskinliği oranında, geriye dönüşler
de keskin olur. İtirafçının sıradan polisten daha
fazla "düzen savunucusu" olması da böyle
açıklanabilir.
Yani, itirafçılık olgusu ve bugün-yarın devrimci
hareket içinden yeni itirafçıların üremesi çok
şaşırtıcı sayılmamalı, hayal kırıklıkları yaratmamalıdır.
Sonuçta, devrimci hareketler insan unsurundan
oluşurlar ve insan unsurunun varolduğu her yerde
zaaflar ve sağlamlıklardan meydana gelen çok karmaşık
bir yumak vardır.
Ama yine de, bu prototipin ürediği bir toprağın
varlığı tartışılmaz. Belli bir sağlıksızlığın
üzerinde yalnızca uç noktada bir olumsuzluk olarak
itirafçılık değil, başka bir sorun da üremektedir.
İtirafçılığa dek varmayan yanlışlar ya da "devrimci
süreçten çekilme" biçiminde daha farklı kopuş
biçimleri yaşanabilmektedir. İtirafçılık, kaynağı
itibarıyla açıklanmaya muhtaç bir olgudur ama
öte yandan 8-10 yıl devrimcilik yapmış insanların
daha "zararsız" dönüşleri de farklı
türden açıklamaları gerektirir.
Bu noktada, sorunun özünün, sosyalist formasyonla
ilgili olduğu rahatlıkla söylenebilir. Sosyalist
formasyondan kastımız ise, salt bir bilgi birikiminin
hatim edilmesi değil, sosyalist düşüncenin bir
yaşam biçimi olarak içselleştirilmiş olmasıdır.
Sosyalizmi, örgütlülüğü, bir ruhsal şekilleniş,
bir yaşam tarzı biçiminde içine sindirmemiş olmak
şu ya da bu kuşakta büyük eksiklikler yaratmıştır.
Zaman içerisinde, belli bir örgüt bünyesinde iş
yapan, çalışan ama gerçekte (yukarıda belirtilen
anlamda) sosyalist olmayan bir "eylemci"
tipinin oluştuğu bütün sosyalist hareket açısından
inkar edilemez bir gerçekliktir. Böyle bir "pratik
militan" tipolojosi içinden, sonradan kendini
aşıp gelişen unsurlar çıktığı gibi, çok sağlıksız
unsurlar da türemiştir. Gerçekten, sosyalist insan
tipi, sosyalizmi yaşayan insan olarak sistemde
cepheden karşı karşıya gelmeye daha hazırdır,
kendi yaşamının her parçasında böyle bir karşı
karşıya gelme halindedir. Çıplak dövüşlerde de
ayağını daha sağlam zemine basar. Oysa örgüt unsuru
olduğu halde gerçekte örgütlü yaşamayan, sosyalist
şekilleniş olmayan insan türü, doğrudan bir karşı
karşıya gelişte zorlanır. Arkası ya da altı doldurulmamış
çürük yapı düşmanın çok net saldırısına direnemez.
En önemlisi, bu sağlam zeminde devrimci olma kararının
verildiği gün oluşan bir şey değildir. Devrimci
pratik içinde gerçekleşen (ve ancak böyle gerçekleşebilen)
bir dönüşümden sözedilmelidir. Ve böyle bir süreç
ise her tek insanın kendiliğinden gelişimine terk
edilemez; Marksist örgüt, bizzat kendi -insanlardan
oluşan bir bileşim olarak- içinde devinen insanlara
bu şekillenmeyi, birikimi vermeli, kapılarını
açmalıdır. "Söylenenlerin yapıldığı"
bir örgütsel işleyiş, bu anlamda insanlara çok
şey katmamaktadır.
Öte yandan aynı türden bir yanlış işleyiş, içindeki
zaaflı unsurları da açığa çıkaramamakta, gizli
halde kalan bir olumsuz potansiyeli barındırmaktadır.
Hiçbir itirafçının ya da başka türden olumsuz
insanın önceden, günlük pratik içinde yarınki
davranışlarının sinyallerini verdiği söylenemez.
Eğer, "düne kadar devrimci bir unsurdu"
diye şaşkınlık belirtiyorsak, bu aynı zamanda
kocaman bir saflıktır. Gerçekte, malum atasözünün
tam aksine her "kaza" geliyorum der
! Yarınki her yanlışın, bugünkü süreçte ipuçları
ve sinyalleri vardır. Onları görememiş olmak ise
yalnızca bizim kusurumuzdur.
Ancak, sağlıklı bir örgüt anlayışıyla bu ipuçlarının
gerçekten net anlaşılması mümkündür. Sağlıksızlık
ancak sağlıklı bir ortamda sırıtır, kendini açığa
vurur. Hiçbir zaman "kalıtımsal kötülük"
ya da "çiğ süt emmişlik" sözkonusu değildir,
gerçekten "erken teşhis" yapıldığında,
bu "teşhis"in koşulları var kılındığında
tedavide bir ölçüde mümkündür.
Bu koşulların varlığı ise, örgüt içi siyasal açıklık
olgusuna denk düşer. Şüphesiz "açıklık",
ilişkilerin isimlerin vb. açıklığı değildir. Önemli
olan her eylemlilik, her çalışma ve ilişkinin
örgüt açısından net biliniyor olmasıdır. Işık
her ücra köşeye, her birime dek yayılmalı, her
şey aydınlık olmalıdır. Merkeziyetçilik denilen
olgu, çoğu kez yanlış anlaşıldığı gibi, basit
bir alt-üst ilişkisi değil, düşmana kapalı olan
yapının tüm ayrıntılı bilgisinin tek bir merkezde
eksiksiz varolmasıdır. Ancak, böyle anlaşıldığında
bütün sürecin ve insanların kavranabilmesi mümkündür
ve ancak o zaman sağlıklı-sağlıksız unsurların
görülebilmesi, müdahale edilebilmesi mümkündür.
Yoksa sağlıksızlık her zaman kendi gizli potansiyelini
açığa vurmayacak ya da gerçekte açığa vurulmuş
olanı fark etmek mümkün olmayacaktır.
İşte, geçmişte ilk bakışta çok şaşırtıcı görünen
bir dizi çarpıklığı ve bir çarpıklık biçimi olan
itirafçılığı böyle kavrayabiliriz. Her tekil olayın
kendi özel tarihi vardır, hiç kimse itirafçılığa
bir gecelik iç muhasebe ile ulaşmamıştır. Her
olayda geçmişe dayanan ve ipuçları dolu süreçler
vardır.
Eğer bütün bunları fark etmiyorsak, yanlışları
türeten toprağı ve yanlışların görülmesini önleyen
sis bulutlarını muhafaza ediyorsak, yeni olumsuzluklara
da kendi ellerimizle zemin hazırlıyoruz demektir.
Devrimci hareket bütün bunları fark etmeli ve
yeni süreçlerden eski ürünlerin çıkmasının önüne
geçmelidir.
Belki, devrimci sürecin doğal denebilecek "safra"ları
hep olacaktır. Ama bunları asgariye indirmek de
bizim işimizdir ve bunun yapılabilmesinin koşulları
vardır.
|