Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

9. Sayı - Ocak 1993

"İtirafçılık Yasası" ya da "Pişmanlık Yasası" denilen yasa, yaklaşık olarak 7. yılını doldurdu ve geçenlerde iki yıl daha uzatılmasına karar verildi.
Siyasal süreçlerde her şey genel rasyonel ölçülere ve mantığa çok fazla uymayabiliyor. Özellikle burjuvazinin siyasi temsilcileri bazen kendi düzenlerinin sürmesi açısından çok akıllıca (belki de "kurnazca" demek daha doğru olur) görünen politikalar üretebiliyorlar. Ama bazen de varolan durumu sırf daha yararlı bir çözüm bulamadıkları için sürdürüyorlar. Açıkça çıkmaz bir sokağı gördükleri ve itiraf ettikleri halde başka bir sokak bulamamaları, onları yine aynı yönde yürümeye itiyor. Örneğin artık Ulusal Kurtuluş Mücadelesini durdurmakta etkili olamadığı bilinen Olağanüstü Hal Kurumu'nun sürdürülmesi de böyle bir olgudur.
İtirafçılık yasası da giderek, bu türden, mecburen sürdürülen ama artık ismini havası ölçüsünde yararı olmayan bir uygulama haline gelmiştir.
Elbette süreç içerisinde burjuvazi açısından bütünüyle yararsız ve etkisiz olduğu söylenemez. Hiç kuşkusuz yasa, ciltler dolusu yasa-tüzük vb. karmaşasında basit bir madde olarak kalmamış ve son yılların siyasal ortamında çok etkili olmuştur. Özellikle oligarşinin iletişim araçlarıyla da desteklenen ilk furya günlerinde, devrimci hareketlerin artık tükendiği, insanların akın akın itirafçılığa yöneldiği ve "devlete sığındığı" izlenimi yaratılmıştı. Ki, bu izlenim, kaçınılmaz olarak, sıradan vatandaşın gözünde devrimci hareket hakkında yanılsamalar oluşturmuştu.
11 Haziran 1985'te, 3216 sayıyla kabul edilen yasanın süresi iki yıl olarak saptanmıştı. Ama daha sonra bu "iki yıl"lar hiç bitmedi. Hep birbiri ardına eklendi, uzatmalarla bu güne dek gelindi. Arada, yasaya eklemeler getirildi, itirafçılığı biraz daha özendiren önlemler alındı, ceza indirimleri daha avantajlı hale getirildi. Bu önlemlerin alınmasında, itirafçıların kamuoyuna yansıyan sızlanmaların etkisi olduğu gibi, bizzat yasayı hazırlayanların da sonuçlardan pek memnun olmaması etkili oldu. Örneğin yasanın mimarı olan eski askeri savcı ve şimdilerin milletvekilleri Fayik Tarımcıoğlu'nun söyledikleri ilginçtir; Tarımcıoğlu'na göre yasa itirafçı sayısını artırmış, ama buna karşılık "pişman olan kişiler topluma kazanılmamış"tır.
"Topluma kazanmak"tan Tarımcıoğlu'nun neyi kastettiği aslında çok nettir. Ve devlet, bu insan posalarını sahiplenme konusunda da çok "vefasız" (!) davranmıştır. "Verdikleri bütün hizmetlere" karşın (!) bir çoğu açıkça kaderine terkedilmiştir.
Cumhuriyet Gazetesi'nin verdiği bilançoya göre, yasadan bugüne kadar 875 kişi yararlanmış, bunların itirafları sonucunda 1434 olay "aydınlanmış" (!) ve 474 "örgüt üyesi" böylece yakalanmıştır.
Oysa rakamlar çok aldatıcıdır. Gerçekte, bu sayının hatırı sayılır bir bölümünü ilk furyanın itirafçıları oluşturmaktadır. Yani yasa çıktığında cezaevlerinde zaten fiilen hain konumunda olan ya da bu yönde eğilimleri olup devrimci yaşamdan uzak duran bir kesim vardı. Ve bunlar yasanın yarattığı unsurlar değildir, yasa çıkar çıkmaz durumlarını ortaya koymuşlardır.
Yani, bu kadar cazip hediyelere karşın "davete katılanların" sayısı hiç de fazla olmamıştır. Oligarşinin sözcüleri istedikleri kadar şişinsinler, gerçek budur.
Öte yandan, itirafçılık olayının yasanın doğrudan bir sonucu olup olmadığı da çok tartışmalıdır.
Gerçekte "böyle bir yasa varolduğu için mi insanlar yasadan yararlanıyor yoksa zaten varolan ihanet eğilimleri böylece yasal kılıfını mı buluyor" biçiminde bir soru sorulabilir.
Ve burada doğru olan, ikincisidir. Yani insanlar, böyle bir yasa var, öyleyse itirafçı olayım diye düşünmüyorlar. Gerçekte sözkonusu olan şey, zaaflarıyla-çarpıklıklarıyla birlikte gelip devletin eline geçen kişilik erimesidir. O noktada belirleyici olan, filan sayılı yasanın varlığından çok, yaşanan hesaplaşmanın kendi sürecidir.
Bir hesaplaşma sürecinden geçilmekte ve o süreçte şu ya da bu eğilim ağır basmaktadır. Yasa, bu duruma bir şekilde sübjektif biçim kazandırmaktadır.
Yani, yasa sonrasında devrimci hareketin içinde direnme unsurunun zayıfladığı yolundaki demagojik propaganda aslında son derece koftur. Direniş ya da çeşitli düzeylerdeki yanlış tavırlar belirli bir orantıyla yine yürüyüp gitmektedir ve direniş tavrı bu orantıda hatırı sayılır bir ağırlığa sahiptir.

Yasanın Esas Sonucu: Çürüyen Kişilikler…
Gerçekte yasa, asıl ondan yararlananlar açısından büyük trajediler yaratmıştır. Çarpılan kimlikler, çocuklarının iğrenerek baktığı insanlar, piskopatik bozukluklar, "pişman olmaktan pişman oluşlar"…
Aslında manzara tam bir faciadır. Al Pacino'nun oynadığı "Yaralı Yüz" filmi burada anımsanabilir. Film, Küba'dan kaçarak mülteci kampında, Miami'de yaşayan bir serserinin, kokain kralı oluşunu anlatır. Al Pacino tipik bir paranoyak-psikopat karakteri usta bir oyunculukla çizer filmde. Aynı karakter bugün "devlete sığınmış, vatansever çocuklar" (!) arasında çok yaygındır. Hapçılara özgü deri kesikleriyle, haraç mafyalarına yaptıkları "askerlik" hizmetiyle ve daha başka bir yığın tiksindirici olguyla birlikte yaşayan bir psikopat takımı bugün eski itirafçıların kesimini oluşturmaktadır. Geçen yıl, "polis arkadaşlarıyla birlikte" haraç toplarken "yanlışlık" sonucu öldürülen Orhan Özay bunlardan yalnızca biridir.
Ayrıca, yaşadıkları tam bir paranoyadır. Çok sıradan insanlar olmadıkları, devrimci hareketin geleneklerini az çok bildikleri için kendilerini bekleyen sonun farkındadırlar. Devrimci adaletin eninde sonunda bir yerde yakalarına yapışacağı kesindir ve bu kesinlik daha büyük psikolojik dengesizliklerin kaynağı olur.
Öte yandan bu süprüntü takımı çok kısa sürede oligarşinin "geleneklerini" de kendi acı deneyimleriyle öğrenmiştir. İlk zamanların tatlı günleri kısa sürede bitmiş ve "kullanım süresi" dolanlar sokağa terkedilmişlerdir. Devletten medet umma gibi trajik bir hataya düşenler, onun kendine sığınmış olanı bile "harcama" eğilimini somut olarak görmüşlerdir. Çürümüş kişilikleri ve serseri yaşantılarıyla kısa sürede devlette de yok olmuşlardır.
Sonuçta, 8 yılda üretilmiş olan, bir dizi köksüz, geleceksiz, çürümüş yaratıktır.

Şu Eski "Kandırılma" Öyküsü…
Çok tipik özellikler gösterirler. İfadeleri, söyledikleri, tavırları, sanki hepsi bir tek kalıptan çıkmıştır.
Şemsi Özkan, tipik bir örnektir. Yakalandıktan birkaç saat sonra devletle pazarlığa oturuyor. Aslında buna pazarlık da denemez arkadaşlarını satmaya karar veriyor, bunu yapabilecek kadar alçalıyor ve bu alçalma noktasında devletle buluşuyor. Ve artık bir kez başlayınca doyamıyor, durmak bilmiyor. Önce, bütün arkadaşlarını satıyor, 4 MLSPB gerillasının öldürülmesini sağlıyor.
Daha sonra, bununla yetinmiyor, bütün belleğini zorlayarak ne varsa kusuyor, şemalar, krokiler, birbiri ardına geliyor. Tarımcıoğlu'yla iç içe geçiyor, kişilikleri kaynaşıyor. Sıra örgütün siyasi görüşlerine geldiğinde, Özkan "yanlış anlaşılıp gürültüye gitme riskini" gidermek için şöyle başlıyor: "Sayın mahkeme heyetinin isteği üzerine öz geçmişim ve örgütün görüşlerini belirten yazının hemen başında benim için önemli olan konuyu belirtmem gerekiyor; örgütün siyasi görüşlerini anlatırken yazacağım şeyleri, o görüşleri savunmak amacıyla değil, mahkeme isteği üzerine yazdığımı belirtmek isterim."
Sonraki bölümleri ise, adeta Kenan Evren'in çeşitli konuşmalarının özetinden oluşuyor. "Gençliğe Atatürk'ün sevdirilmediği"nden tutun, "ithal ideoloji" edebiyatına kadar her şey var. Ve tabii kendisi bunalımlı ailenin bir çocuğudur, sol örgüt üyeleri komplekslerinden yararlanmışlardı vs. vs…
Şaban Taşçı'nın edebiyatı da çok farklı değil "Devlet gücünü zaafa uğratmadan kullanabilseydi sol ideolojiler bu kadar taban bulamazlardı" diyor. Ayrıca, Selanik'te doğmuş olmasını, iyi Türkçe konuşamamasının yarattığı "kompleks"leri de solcu olmasının sebepleri arasında sayıyor.
Taşçı'nın itirafçı süreci şubede başlamıyor. Cezaevi'nde de hemen başlamıyor. Onun için 1984 ölüm orucu dönüm noktası oluyor. O da arkadaşlarını satıyor. Ve geç kalmışlığını da farklı kılıflarla açıklıyor.
Erdinç Yeşilbağ ise, geçmişini geleceğini işkencecilere satmayı onurlu bir meslek sayıyor. Yaptığı şeyin huzurlu günler için olduğunu söylüyor ve "12 Eylül öncesini özleyenler" nakaratını generallerden kopya çekip tekrarlıyor.
İsmail Ayar, en yakın arkadaşını, hem kendisine yardım etmek için geldiği randevuda yakalatıyor. Pastaneye polisleri getiriyor ve arkadaşının direnirken nasıl sağa sola savrulduğunu, yaralandığını bizzat izliyor. Bütün siyasi süreci içinde birlikte çalıştığı, hatta uzaktan tanıdığı herkesi satıyor. Kendisine insani yardım yapmış, çok sıradan insanları bile işkencecilere teslim ediyor.
Hepsinin de hikayesi aynı. Hepsi çocukluklarını, gençliklerini, yaşamlarında anlamlı olan her şeyi aşağılıyorlar. Birden hepsi diplomasız birer Freud kesiliyorlar ve çocukluklarına dek inen kişilik analizlerine dalıyorlar. Kandırılmış olduklarına, aslında saf-temiz çocuklar olduklarına birilerini inandırmaları gerekiyor; bunun için de kendi yaşamlarında "zayıf dönem"ler arıyorlar. "Kandırılmak" için "zayıf" olmak zorunlu. Bu nedenle de zayıflık arıyorlar, aradıkça da gençliklerine yöneliyorlar. Kimi "baba şefkatinden yoksun büyüdüm" diyor, kimi "çocukken çok çirkin" olduğunu söylüyor. Böylece aile çevresini aşağılıyorlar ve sonra örgüt faslına sıra geliyor. Tam bu noktada "örgüt" devreye giriyor ve bütün bu zaaf noktalarından yararlanıp "saf-temiz" gencimiz kandırılıyor.
Kandırılmaktan kurtulunca önce ödüller veriliyor. Diyarbakır KAWA davasından Vedat Gönenç'in öyküsü böyle. "Şubedeyken 7. Kolordu komutanı Kemal Yamak ziyaretime geldi" diyor Gönenç. "Alnımdan öptü ve şerefli bir ailenin çocuğu olarak bana yakışan tek davranışın her şeyi kabul etmek, vatana, millete yararlı bir insan olmak gerektiğini söyledi…"
Kemal Yamak, öpüyor öpmesine ama sonra her şey bir öpücükle kalıyor. Eski Diyarbakır AP Milletvekili Necmettin Gönenç'in oğlu olan Vedat Gönenç, itirafları sonucu cezaevinden çıktığında İçişleri Bakanlığı Terörle Mücadele Dairesi'ne memur olmak için başvuruyor. Ama sığındığı devlet onu sahiplenmiyor, oyalıyor. Oysa Vedat, düzmece ifadelerle Suriye ve Lübnan'ı kötülemiş, büyük hizmetlerde bulunmuştur. Yine de sahiplenilmiyor ve kez bunalıma düşüp "pişman olmaktan pişman" oluyor. Herşeyi anlatıyor. Yaşadığı açmazı ise şöyle tanımlıyor: "Devlet sizi cezaevinden çıkarıyor ama daha büyük bir cezaevinin içine koyuyor… Hiç kimsenin benim gibi olmasını istemiyorum…"

Rezil Bir Yaşantı, Düşürülmüş Kişilikler
"Kandırılmış" olanlar, böylece "doğru yolu" bulduklarında onları berbat bir yaşam bekliyor. İtirafçı koğuşları bütün cezaevlerinin en rezil koğuşları oluyor. Ağalık, kumar vb. bütün pislikler burada yaşanıyor. Hatta çocuk yaştaki itirafçıların "taciz" edildiği iddia ediliyor.
Devlet de, özellikle Diyarbakır Cezaevi'nde belli bir kesimi tutuyor. Bu konumdakiler zaman zaman dışarıda operasyonlara, sorgulara katılıyorlar, zaman zaman ise "pavyon ve genelev" maceraları yaşıyorlar. Örgütüne en çok zarar vermiş olanlar ve ailesi biraz güçlüce olanlar ağalık yaşıyorlar ve artık her şeyin sınırları aşılıyor. İtirafçılığa doyamayanlar koğuştakiler için de ispiyonda bulunuyorlar.
Korku, hepsini felç etmiştir. Korkuları büyüdükçe daha da iğrenç yanları açığa çıkıyor. Leyla Akbaş "sürüngenleştiğimi hissettim" diyor. Sürüngenlik yaşanıyor. Onca yıl içinde yaşadığı dersleri inkar etmek insanı insanlıktan çıkarıyor. Leyla Akbaş örneğinde olduğu gibi insanın kızı bile kendine yabancılaşıyor. İtirafçı bir anlamda çevresini de dengesizleştiriyor.
Siğbetullah Batur'u da ailesi reddediyor. Aile, çocuklarını sahiplenmekle, insanlık değerleri arasında sıkışıp kalıyor. Ziyaretlerde kendisine "seni biz vuracağız" deniyor.
Başkaları iyice azıtıyor. Şahin Dönmez, Yıldırım Merkit bizzat işkencelere katılıyorlar, Adil Özbek kendi TİKB'li arkadaşlarına bizzat işkence yapıyor.
Bütünüyle iğrenç bir yaşam, onları her yandan sarıyor. Bir yandan korkunç bir paranoya, öte yanda suçlara eklenen yeni suçlar… Kemal Emlik ve Saniye Emlik birlikte itirafçı oluyorlar. İtirafçı karı-koca cezaevinde bir dönem aynı koğuşta birlikte kalıyorlar. Diğer itirafçılar da koğuşa gidip geliyorlar, herkes olan bitenleri biliyor, tecavüz iddiaları her yerde geziyor. Hatta bir ara Saniye bir başka cezaevine gittiğinde, "istek üzerine" yerinden getiriliyor.
Böyle bir rezalet sürüp gidiyor.

İtirafçılığın Kaynakları Sorunu ve Devrimci Hareket
Şüphesiz devrimci süreç her zaman kahramanlar ve hainler yaratarak yürümüştür ve bu, gelecekte de böyle olacaktır. Çünkü, sonuçta, yapılan iş siyasal iktidara, hatta siyasal iktidarın ötesinde koca bir sisteme kafa tutmak, onu değiştirmeye çalışmaktır ve böyle kesin bir kavga, sağlam unsurları olduğu gibi, dönüşleri de içinde barındırır. Sürecin sertliği ve keskinliği oranında, geriye dönüşler de keskin olur. İtirafçının sıradan polisten daha fazla "düzen savunucusu" olması da böyle açıklanabilir.
Yani, itirafçılık olgusu ve bugün-yarın devrimci hareket içinden yeni itirafçıların üremesi çok şaşırtıcı sayılmamalı, hayal kırıklıkları yaratmamalıdır. Sonuçta, devrimci hareketler insan unsurundan oluşurlar ve insan unsurunun varolduğu her yerde zaaflar ve sağlamlıklardan meydana gelen çok karmaşık bir yumak vardır.
Ama yine de, bu prototipin ürediği bir toprağın varlığı tartışılmaz. Belli bir sağlıksızlığın üzerinde yalnızca uç noktada bir olumsuzluk olarak itirafçılık değil, başka bir sorun da üremektedir. İtirafçılığa dek varmayan yanlışlar ya da "devrimci süreçten çekilme" biçiminde daha farklı kopuş biçimleri yaşanabilmektedir. İtirafçılık, kaynağı itibarıyla açıklanmaya muhtaç bir olgudur ama öte yandan 8-10 yıl devrimcilik yapmış insanların daha "zararsız" dönüşleri de farklı türden açıklamaları gerektirir.
Bu noktada, sorunun özünün, sosyalist formasyonla ilgili olduğu rahatlıkla söylenebilir. Sosyalist formasyondan kastımız ise, salt bir bilgi birikiminin hatim edilmesi değil, sosyalist düşüncenin bir yaşam biçimi olarak içselleştirilmiş olmasıdır. Sosyalizmi, örgütlülüğü, bir ruhsal şekilleniş, bir yaşam tarzı biçiminde içine sindirmemiş olmak şu ya da bu kuşakta büyük eksiklikler yaratmıştır. Zaman içerisinde, belli bir örgüt bünyesinde iş yapan, çalışan ama gerçekte (yukarıda belirtilen anlamda) sosyalist olmayan bir "eylemci" tipinin oluştuğu bütün sosyalist hareket açısından inkar edilemez bir gerçekliktir. Böyle bir "pratik militan" tipolojosi içinden, sonradan kendini aşıp gelişen unsurlar çıktığı gibi, çok sağlıksız unsurlar da türemiştir. Gerçekten, sosyalist insan tipi, sosyalizmi yaşayan insan olarak sistemde cepheden karşı karşıya gelmeye daha hazırdır, kendi yaşamının her parçasında böyle bir karşı karşıya gelme halindedir. Çıplak dövüşlerde de ayağını daha sağlam zemine basar. Oysa örgüt unsuru olduğu halde gerçekte örgütlü yaşamayan, sosyalist şekilleniş olmayan insan türü, doğrudan bir karşı karşıya gelişte zorlanır. Arkası ya da altı doldurulmamış çürük yapı düşmanın çok net saldırısına direnemez.
En önemlisi, bu sağlam zeminde devrimci olma kararının verildiği gün oluşan bir şey değildir. Devrimci pratik içinde gerçekleşen (ve ancak böyle gerçekleşebilen) bir dönüşümden sözedilmelidir. Ve böyle bir süreç ise her tek insanın kendiliğinden gelişimine terk edilemez; Marksist örgüt, bizzat kendi -insanlardan oluşan bir bileşim olarak- içinde devinen insanlara bu şekillenmeyi, birikimi vermeli, kapılarını açmalıdır. "Söylenenlerin yapıldığı" bir örgütsel işleyiş, bu anlamda insanlara çok şey katmamaktadır.
Öte yandan aynı türden bir yanlış işleyiş, içindeki zaaflı unsurları da açığa çıkaramamakta, gizli halde kalan bir olumsuz potansiyeli barındırmaktadır. Hiçbir itirafçının ya da başka türden olumsuz insanın önceden, günlük pratik içinde yarınki davranışlarının sinyallerini verdiği söylenemez. Eğer, "düne kadar devrimci bir unsurdu" diye şaşkınlık belirtiyorsak, bu aynı zamanda kocaman bir saflıktır. Gerçekte, malum atasözünün tam aksine her "kaza" geliyorum der ! Yarınki her yanlışın, bugünkü süreçte ipuçları ve sinyalleri vardır. Onları görememiş olmak ise yalnızca bizim kusurumuzdur.
Ancak, sağlıklı bir örgüt anlayışıyla bu ipuçlarının gerçekten net anlaşılması mümkündür. Sağlıksızlık ancak sağlıklı bir ortamda sırıtır, kendini açığa vurur. Hiçbir zaman "kalıtımsal kötülük" ya da "çiğ süt emmişlik" sözkonusu değildir, gerçekten "erken teşhis" yapıldığında, bu "teşhis"in koşulları var kılındığında tedavide bir ölçüde mümkündür.
Bu koşulların varlığı ise, örgüt içi siyasal açıklık olgusuna denk düşer. Şüphesiz "açıklık", ilişkilerin isimlerin vb. açıklığı değildir. Önemli olan her eylemlilik, her çalışma ve ilişkinin örgüt açısından net biliniyor olmasıdır. Işık her ücra köşeye, her birime dek yayılmalı, her şey aydınlık olmalıdır. Merkeziyetçilik denilen olgu, çoğu kez yanlış anlaşıldığı gibi, basit bir alt-üst ilişkisi değil, düşmana kapalı olan yapının tüm ayrıntılı bilgisinin tek bir merkezde eksiksiz varolmasıdır. Ancak, böyle anlaşıldığında bütün sürecin ve insanların kavranabilmesi mümkündür ve ancak o zaman sağlıklı-sağlıksız unsurların görülebilmesi, müdahale edilebilmesi mümkündür. Yoksa sağlıksızlık her zaman kendi gizli potansiyelini açığa vurmayacak ya da gerçekte açığa vurulmuş olanı fark etmek mümkün olmayacaktır.
İşte, geçmişte ilk bakışta çok şaşırtıcı görünen bir dizi çarpıklığı ve bir çarpıklık biçimi olan itirafçılığı böyle kavrayabiliriz. Her tekil olayın kendi özel tarihi vardır, hiç kimse itirafçılığa bir gecelik iç muhasebe ile ulaşmamıştır. Her olayda geçmişe dayanan ve ipuçları dolu süreçler vardır.
Eğer bütün bunları fark etmiyorsak, yanlışları türeten toprağı ve yanlışların görülmesini önleyen sis bulutlarını muhafaza ediyorsak, yeni olumsuzluklara da kendi ellerimizle zemin hazırlıyoruz demektir. Devrimci hareket bütün bunları fark etmeli ve yeni süreçlerden eski ürünlerin çıkmasının önüne geçmelidir.
Belki, devrimci sürecin doğal denebilecek "safra"ları hep olacaktır. Ama bunları asgariye indirmek de bizim işimizdir ve bunun yapılabilmesinin koşulları vardır.


 


 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92