Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

9. Sayı - Ocak 1993

Susmak, bazen suç oluyor; bazen ise onur…
Bazen herkes susarken konuşmak gerekiyor; bazen ise herkes çok çok konuşurken susmak en onurlucası oluyor.
Aradaki sınırı saptamak hem zor, hem de aslında pek kolaydır. Çok sağlam ölçütler var çünkü, yalnızca düşmanın bir konudaki tavrını dikkatlice gözlemlemek yetiyor.
Bu ülke gariptir!... 12 Eylül sabahında "artık rahatça sokağa çıkabildikleri" (!) için mutluluklarını ifade edenler, halkın en yiğit evlatları sokak ortasında katledilirken darbecilere alkış tutanlar, spor salonlarının işkencehane yapıldığı koşullarda "milli takım" ruhuyla Avrupalı kuruluşlara karşı aslanlar gibi cuntayı savunanlar, her bir paşanın her bir parmağında onlarca "fazilet" keşfedenler, Marmaris'te keyif süren malum şahıs hakkında en çok "netekim"li fıkra anlatanlardır. En çok onlar konuşurlar bugün, demokrasi sevgisini en çok haykıranlar onlardır.
Dün için bu böyledir. Uzak geçmiş için de böyledir. Artık her şey geçmişte bir yerlerde silik anılar olarak kalmıştır ya, gönüller ferahlamıştır.
Şu, '68 hikayesinden sözediyoruz; şu bağışlanmış "yaramazlık" günlerinden… Tanrı korusun, artık geçip gitti her şey, uzakta kaldı. Evet, bir dönemdi işte, hani şu kavak yelleri denilen şeyler filan… Şimdi geçip gitti… Beatles, Fransa öğrenci ayaklanmaları, Commer'in arabası, vs…
Tanrıya şükürler olsun! Tanrıya, papaya, Gorbaçov yoldaşa ve bütün diğerlerine… Artık "tek kutuplu" dünyamızda huzur içindeyiz; "yepyeni", "gıcır gıcır" bir dünya düzenimiz var, duvarları filan da hallettik, ortalık dümdüz olsun diye, Nikolay'la Elena'yı da kurban ettik, ölmek üzere olan Honecker'i bir güzel yargılıyoruz.
Gerçi o günden beri herkes birbirini boğazlayıp duruyor ama olsun, o kadar zayiat normaldir. "Özgürlük" fazlası böyle şeylere yol açabiliyor!
Henüz biraz pürüz var, şurada burada komünistler seçim kazanıyor, gösteriler düzenliyor… Bir de şu "adayı batırırım, satmam" diyen sakallı şahıs var…
Ufak pürüzler bunlar… Keyif kaçırmamalı…
Bütün bunlar olup bitti, şimdi tam zamanı. Artık geçmişin "haylaz çocukları" bağışlanabilir; artık herkes göğsünü gere gere '68 kuşağından olduğunu söyleyebilir, Commer'in arabasını nasıl yaktığını sağda solda anlatabilir…
Zaten bu "Commer'in arabası" hikayesi de çok karışıktır. Ortada bir tek araba var ve kundakçı sayısı müthiş kalabalık! Bu araba yakma işi, neredeyse yüzyılın en kalabalık eylemi haline geldi birdenbire…
Neyse sorun değil tabii bunlar… Zaten Clinton bile '68'li ! Hatta Keçeciler bile!...
Belki de sosyalizmin bitip tükenmediğini en iyi onun düşmanları biliyor. Bunu çok iyi biliyorlar ve şu andaki zaaf günlerinde "yapılması gerekeni" yapıyorlar.
"Yapılması gereken" ve halihazırda yapılan şey belli: her şeyin içini boşaltmak, her şeyi tarihe gömmek… Her zaman bizden bir adım önde ve daha deneyimliydiler. Bugün de bu deneyimi kullanıyorlar.
Şu '68 hikayesinden sözediyoruz; şu "gençlik aşkı"ndan… Bunca yıl sonra, bazıları için '68 uzakta kalmış, silik bir anı gibidir… Bir takım yiğit insanların öfke parlaması, zorbalık koşullarına olan haklı isyanı… Belki saygı duyulması gereken, ama izlenmesi mantıksız olan, bugüne bir etki taşımayan soylu bir protesto… Tarihte kalmış ve zaten orada kalması gereken bir sosyal olgu… Zaten o günler karışık günlerdir, Fransa'da filan bir şeyler vardır ve bizim çocuklar da komşu çocuklarından biraz etkilenmişlerdir, hepsi bu kadar!
Aradan yirmi yıl geçince, bazılarına öyle görünüyor o süreç, nostaljik değeri olan bir hatıra eşyası gibi, yaşanıp bitmiş bir aşk gibi…
Üstelik, bu "nostaljik" yaklaşım da seçmecidir. Hiçbir şekilde dürüst değildir. Ve işin en dürüst olmayan yanı da 68'in "aşkla geçen günlerine gösterilen muhabbetin, bu aşkın doğurduğu çocuğa; 71'e hiç gösterilmemesidir.
Onu hiç anımsamak istemiyorlar. Çocuğu "reddetmek" filan değil bu, düpedüz çocuğu yok sayıyorlar… Bir süreç yaşanıyor, 1960'lardan sonra bir yerlerden bir yerlere geliniyor ve o gelinen noktada Türkiye'nin 60 yıllık tarihinde doğmuş olan en sağlıklı gürbüz çocuk ortaya çıkıyor; ve onlar doğumu da yok sayıyorlar, çocuğu da…
Ve bir yığın boş laf…
Çok seviliyor '68 ve aslında hiç sevilmiyor. Saf devrimci duyguların, arı solculuğun şahikası sayılıyor, dönemin kabaran kitleselliğine övgüler düzülüyor. Yalnızca '68'e bakılıyor ve yalnızca 68'in bir bölümüne, yüzeyine bakılıyor. Derinde varolan şeyler bu açının dışında kalıyor.
Yarım sevmek, sevmek değildir kuşkusuz…
71 konusunda da böyle… Deniz'ler, Mahir'ler…
Pek seviliyor hepsi, sever gibi yapılıyor. İçten içe kızılıyor oysa, o saf, o temiz protesto ruhunu bozdukları için, bu süreçten süzülüp bir iktidar perspektifine vardıkları ve ciddi ciddi iktidar savaşımına girip '68'in güzelliğine "gölge düşürdükleri" için kızılıyor. Kendiliğinden gelişen o sürece müdahale edip o müthiş iradelerini ortaya koydukları için hiç sevilmiyorlar.
Ama tabii bir sevgi var yine de. Öğrenci lideri olarak, yakışıklı posterler olarak seviyorlar onları.
Azizler gibi, azizleştirerek içini boşaltarak seviyor herkes, bir zamanlar bu insanlarla selamlaşmış olmanın rantını yiyerek kendilerinde konuşma hakkını buluyorlar. Kendi kafalarındaki duvarlar dururken yıkılan başka duvarların önünde secde eden bu soytarı takımı, "kişi kendinden bilir" kuralına uygun olarak bu insanlarımızı da kendi saflarına el çabukluğuyla katmayı beceriyorlar. Sanki onların yiğitlikleri, özverileri ve bütün nitelikleri savundukları düşünceden bağımsızmış gibi hikayeler uyduruyor ve sevgilerini seçmeci bir tarzda kuruyorlar.
Geçmiş günleri, dostluklarını ve yoldaşlıklarını tatlı bir anı gibi saklayan yorgun devrimcileri, belki ve yalnızca bir ölçüde anlamak mümkündür.
Ama soytarılar…
Soytarıları anlamak mümkün değildir.
Çünkü, tarih diye bir olgu vardır. Ve tarihin gezegenlerde olduğu gibi karanlık bir yüzü yoktur. Birazını seçip birazını bırakamazsınız. Bu insanların ve onları yaratan sürecin bütünlüğünden birkaç parça koparıp böylece bugünkü onursuz yaşantınıza rasyonel bir açıklama üretemezsiniz. Tarih bir bütünlüktür ve tarih içindeki olgular kendi koşullarında, bir bütün olarak kavranırlar. Ve tarihte "eğer" sözünün de çok fazla bir anlamı yoktur. Bugünkü durduğumuz yerden bakıp "eğer yaşasaydılar…" diyerek fanteziler üretemezsiniz. "Akıllı çocuklardı, durumu kavrarlardı…" deyip kendi kahrolası "akıl" ölçütlerinizi o insanlara dayatamazsınız. Ne tarih, ne bilim, ne de ahlak bütün bunlara izin verir.

"Tercihli Sevgi" Reformizmin de Özelliğidir.
Yalnızca yılışık bir unutkanlıkla düzene yamanmış "eski solcu"lar mı yapıyor bunu?
Hiç de değil. Kendisini sosyalist sol içinde konumlandırmış olan kesimlerde de çok ciddi örnekleri var.
Örneğin şu satırlar çok ciddidir: "68 ile '71 olayı karıştırılıyor Türkiye'de. '71, '68'in ricat etmesi sonucunda ortaya çıkan, '68'e ters bir olaydır. '68, binlerin, onbinlerin hareketiydi. '70'ten sonra ise kitle hareketinde bir yorgunluk, mecalsizlik başlayınca, küçük intihar eylemleri doğdu. '71'de bir aşırı bencillik, topluma kendini dayatma, anti-demokratiklik vardı. '68'de ise esaslı bir toplumsallık, kitle inisiyatifi, demokratlık vardı ve insanlar gözyaşları içinde gençliği seyrediyordu, bağrına basıyordu. Gençlik, hakikaten Türkiye'nin gözbebeğiydi. '71 ise aslında bu imajı yıkmaya başladı. Tam yıkamadı ama bunun yerine, banka soyan, Hakan Duman'ı kaçıran, toplumda hiçbir şekilde haklılık duygusu uyandırmayan saçma sapan işler yapıldı. Bazıları işin ucuzluğuna kaçıp '71 ile '68'i birbirine karıştırarak veriyorlar basında. İşin enteresan tarafı '71'de parlatılarak sunulan kahramanların hiçbiri, Deniz Gezmiş hariç, öğrenci lideri değildi. Deniz Gezmiş hakikaten '68'li bir gençlik lideriydi, çok sağlıklı şeyler almıştı ve yaşamasını çok isterdim. Yaşasaydı yüzde milyon eminim bu söylediklerimize katılacaktı. Akıllı bir adamdı…" Doğu Perinçek/Playboy ile söyleşi/Saçak 54, sayı)
Doğrusu insanın aklı duruyor. Tam Perinçek tipi (ve yüzde milyon garantili!) bir el çabukluğu... Öyle ki, onca yıl sonra Deniz Gezmiş, (akıllı olduğu için! Çünkü akıllı olmak Perinçek tayfasına mahsustur!) küçük bir fırça darbesiyle PDA'cı oluyor…
İşin yalan dolan kısmını geçiyoruz. Örneğin bir İbo'nun Çapa'da çok etkin bir öğrenci lideri olduğunu herkes bilir. Ama onun PDA çevresini yadsıyıp devrimciliğe yönelmesini hiç hazmedememiş olan Perinçek bu ayrıntıyı "unutmayı" tercih ediyor.
Bunları geçiyoruz. Ama şu çok önemlidir ve gerçekten mihenk taşıdır: '68den '71'e evrilen süreci bir "ricat" olarak değerlendiriyorsanız bu ayrı bir konumlanıştır, "aşma" olarak değerlendiriyorsanız bu da ayrıdır.
Perinçek, '68'i seviyor (!) çok çok seviyor (!), o zamanlar "temiz" çocuklar var, milletin gözyaşlarıyla izlediği gençler var… Her şey pırıl pırıl !...
Daha sonra bu kendiliğinden gelişen toplumsal muhalefet süreci kendi içinde devinen insanları da olgunlaştırarak siyasal sonuçlara yol açıyor. Süreç içinden devrimci irade güçleri süzülüp odaklaşıyorlar. Eğrisiyle-doğrusuyla önüne iktidar hedefi koymuş politik örgütler çıkarıyorlar. Ve sürece bir şekilde (bu şekli beğenirsiniz beğenmezsiniz, o ayrı!) müdahale etme çabasına giriyorlar.
İşte tam bu noktada Perinçek'in yüzü buruşuyor. O pırıl pırıl çocukların çamura bulanmasına çok üzülüyor! İktidar savaşı kirletiyor onları! Aslında işin bu bölümünü PDA'nın engin kadrolarına bırakıp "öğrenci liderliğini" sürdürseler ne iyi! Ama öyle yapmıyorlar işte ve Perinçek buna çok bozuluyor.
Ve gerçekten doğrudur, '71', bir anlamda '68'e "ters" bir olgudur ve onun "inkarıdır". Bir olgunun aşılmasının diyalektik yolu da zaten budur. Her aşma, bir ölçü yadsımayı gerektirir. '71'e gelindiğinde olan da budur. Ortada kitle hareketinin "mecalsizliği" filan değil, doygunluğu vardır. Süreç hem siyasal anlamda, hem de içinde yaşayanların olgunluğu anlamında belli bir noktaya gelip dayanmış ve o noktadan ötesi artık farklı bir sayfa açılmasını hem gerekli kılmış hem de olanaklarını yaratmıştır. İnsanlar bunun farkına varmışlar ve yeni bir sayfa açmışlardır. Hem konjonktür olarak böyle olmuştur hem de ideolojik açıdan. "Atatürk geliyor" mitinglerinden (ki "gözyaşlarıyla" izlenen mitingler asıl bunlardır), devlete karşı tam cepheden yürütülen bir gerilla savaşına varılmıştır.
Eğer bunu üzüntüyle izliyor ve "aşırı bencillik" gibi sıfatlar yakıştırıyorsanız, bu sizin Marksist-leninist yaklaşıma uzaklığınızın bir ölçüsüdür.
Aynı dönemin bir başka tanığının çizdiği resim bu konuda çok daha gerçekçidir: "… 8 yıl sonra (1960 olaylarından 8 yıl sonrası kastediliyor) sokaklara çıkanlarsa karışık ve bulanık, alacalı sloganlarla, açık ve belirgin bir programdan yoksun olarak dile getiriliyor olsa da, artık kategorik olarak bütünüyle farklı bir isteme sımsıkı sarılmışlardı: Toplumsal Devrim! O güne kadar 'devrim' sözcüğünün anlamı hep aynı şey, ordunun egemenliği olagelmişti. 1908'de, 1923'te, 1960'daki 'devrimler' de siyasal egemenlik her zaman generallere geçmiş, bundan mülk sahipleri azami yararı sağlamış ama toplumun çoğunluğuna, çalışanlara bu 'devrimden' pek az şey düşmüştü. Şimdiyse öğrenciler devrimin bambaşka bir anlamının ve içeriğinin bulunduğunu keşfediyorlardı: Halkın egemenliği !
"… Kuşkusuz bu bir anda ve topyekün gerçekleşen bir şey değildir. Eski devrimin gölgesi bir kabus gibi yeni devrimin üzerine musallat olmuştu. Ancak, açıkça görülebiliyordu ki, artık particilerin zamanı tarihsel olarak dolmuş, sıra pleblere gelmişti ve öğrencilerin büyük kitlesi eğitilmiş pleblerin oğulları ve kızlarıydılar, yaklaşmakta olan içgüdüleriyle sezdiler" (Ertuğrul Kürkçü/Yeni Gündem/ sayı 37)
Gerçekten de olan budur. Dönem, ard arda kopuşların yaşandığı bir dönemdir. Önce sezgisel olarak geçmişten kopulmuş, daha sonra da bu kopuş devletle girilen doğrudan hesaplaşma içinde netleşmiştir ama öte yandan bu sınırların aşılabilmesinin imkanları artık vardır. Artık, Perinçek'in PDA'sı da içinde olmak üzere bir dizi Marksizm-dışı unsuru geride bırakıp yürümenin koşulları vardır.
Zaten sorun da buradadır. Yoksa birden beliren bu "Deniz sevgisi" hiç de iyi niyetli değildir. Söz konusu olan sevgi de değildir. Söz konusu olan şey, devrimci olan her şeyin yadsınması ve kafa karıştırmadır. Burada Deniz'in seçilmiş olmasının ise, kuşkusuz nedenleri vardır. Çayan ve İbo, Deniz'le aynı hamurun insanı olup aynı içten devrimci yaklaşıma sahip oldukları halde ayrı bir "kusur" da işlemişlerdir… Bu "kusur"ları, geleceğe net teorik belgeler bırakmış olmalarıdır. Aslında Hüseyin İnan da dahil olmak üzere dönemin bu devrimci önderleri kendi açılarından, kendi birikimleriyle yorumlayıp politika üretmişler, kalıcı türden saptamalar yapmışlardır.
Ve bu tabi ki büyük bir "ayıp"tır! Geriye hiçbir şey bırakmadan (Perinçek'in belleği dışında!) göçüp gitselerdi, belki bu daha uygun olurdu ama böyle yapmamışlardır.
Yani sevgi gösterileri için "Deniz"in seçiliyor olması hiçbir açıdan dürüst değildir.
Seçmeci sevgi anlayışında Perinçek yalnız değildir. Dönemin bir başka tanığında da aynı yönelim gözlenebilir. Mihri Belli'den sözediyoruz. Şöyle diyor o da: "Deniz ve Cihan ile kurduğumuz yakın ilişkiyi Mahir Çayan ile de kurduğumuz söylenemez. Mahir ile baş başa görüştüğümüz enderdir. Eve çok kez yanında arkadaşlarıyla gelirdi. O ve arkadaşlarının hakkında izlenimlerim pek olumlu değildi. Sonraki yıllar yanılmadığımı göstermiştir. Ama ben Mahir'i arkadaşlarıyla birlikte tutmadım. Ancak, bu dostların Mahir'le aramızda daha verimli bir diyalogun kurulmasına engel oldukları bir gerçektir…
… Deniz ve Mahir kıyaslandığında şu söylenebilir. Davaya bağlılık, kavrayış, özveri, yürek bakımlarından ikisi de üstün idiler. Deniz'in daha birleştirici bir özelliği vardı, yığınsal eylemlerin adamıydı. Ülkeyi sarsan devrimci gençliğin şahlanışının öncüsüdür. Mahir daha çok vurkaç eylemler adamıydı. (Anılar-Milliyet/11 Ağustos 89)
Bir başka hikaye de işte böyle. Üstelik bu, işin içine "kötü arkadaşlara uyan iyi çocuk" masalını da bulaştırdığı için daha da kötüsüdür.
Kıyaslama faslı ise neresinden bakarsanız bakın politika dışıdır, eski kuyruk acılarının ifadesidir. "Yığınsal eylemlerin adamıydı" yada "vurkaç eylemcisiydi" türünden keyfi nitelemeler hiçbir gerçek temele dayanmamaktadır.
Gerçekte, derindeki soru şudur: Perinçek ve Belli, ikisi de 68 ve 71 arasındaki sürecin geride bırakılmış unsurlarıdır. Devrimci hareket bu unsurları aşarak, silkeleyip omzundan atarak kendini netleştirmiştir. Onlar, olumsuz anlamda, bu "arınma" sürecinin öğeleridirler. Deniz, Çayan, İbo her üçü de farklı biçimlerde TİP, Mihri Belli, Perinçek unsurlarını aşıp kendilerini netleştirmişlerdir.
Aşılmışlar ve geride bırakılmışlardır. Dolayısıyla bugün durup olgulara baktıkları yer de orasıdır, o bırakıldıkları yerdir…
Gerçekten de dönem arınma dönemi olmuştur. Bugün, "işçi sınıfının önderliği" tartışması bir çok genç insana komik gelebilir ama o konjonktürde yaşanan tartışmalardır. Bugün "ulusal sorun misak-ı milli sınırları içinde düşünülemez" (ASD'ye Açık Mektup) sözü de artık çok önemli bir saptama gibi görünmeyebilir, ama o gün Belli'nin milliyetçi yaklaşımı karşısında bunun konmasının özel bir anlamı vardır.
Yaşanan arınmadır ve teorik boyutu daha zayıf kalmış pratik bir arınmadır. Ordu-Kemalizm vb. konularında örneğin THKP-C literatüründe çok doğru tespitler yoktur ama pratikte devletle doğrudan gerilla savaşıyla karşı karşıya geliş bir çok şeyin aşılması anlamına gelmiş, en azından bunun sağlam bir zemini yaratmıştır.
Üstelik arınma yalnızca bu yönde de değildir. Örneğin hiç de seviyeli olmayan bir "Çayan eleştirisinde" yazılan şu satırlar bir başka yönü ifade eder: "onu (Mahir Çayan'ı), 1969'lu yıllarda 'Aren oportünizminin Niteliği gibi bir çok makalesinde olumlu çizgide görmek mümkündür. O bu tarz yazılarında' bizim gibi MDD aşamasında bulunan yarı sömürge ve yarı feodal bir ülkede diyerek ülkemizin iktisadi ve sosyal yapısını sağlıklı bir temelde değerlendirmekte ve bundan hareketle içinde bulunduğumuz devrim aşamasını açıklıkla saptayarak MDD tezini savunmaktadır…" (Ferhat Ali/Mahir Çayan'ın Görüşlerinin Eleştirisi 1/Yeni Demokrasi, sayı:7)
Görüldüğü gibi, Ferhat Ali'ye göre de Mahir Çayan'ın kusuru, ilk söylediğini sonsuza kadar aynen yinelemek gibi -F. Ali'nin çevresine özgü olan- bir "tutarlılığa" (!) sahip olmamasıdır. Gerçekten de böyledir. Mahir Çayan, anılan süreçte bir noktada başladığı teorik gelişimini bir noktaya dek sürdürmüş ve sonuçta "anti-oligarşik Demokratik Halk Devrimi" kavrayışına ulaşmıştır. Bunu yaparken aşıp geride bıraktıkları ise hala oradadırlar.
***
Tarihe doğru bakmak gerekiyor. Ve tarihe doğru bakma, onu kendi bütünlüğüyle kavramakla mümkündür. Tarih, neyse odur. Onu eğip bükemezsiniz, içinden keyfi seçmeler yapıp sevgi gösterileri sergileyemezsiniz. Aynı keyfi seçmelerle olumlu-olumsuz dönemler de icat edemezsiniz.
'68'den '71'e evrilen süreç, Türkiye tarihinin son derece önemli bir dönemecidir ve kuşkusuz bu dönemeç üzerine dün olduğu gibi yarın da çok şey söylenip yazılacaktır. Ve bu elbette bir zenginliktir. '60'lı yıllarda filizlenip '70'lerde biçimlenen ve bugüne akıp gelen süreç bize daha birçok yönünü sunabilir.
Ama onu kendi koşullarından ayırıp keyfi seçmelerle kesip biçmek ne bilimsel bir yaklaşımdır ne de sağlıklıdır. Böyle bir keyfi seçim ister holding gazetecilerinin vicdanlarını rahatlatmak için yapılan ister siyasal saptırmalar için, sonuçta sözkonusu olan tarihin ters yüz edilmesidir ve buna izin verilmez.
Eğer, 68-71 sürecinden bugüne ışık tutacak bir çıkarım yapılmak isteniyorsa, ki bu çok mümkündür ve gereklidir, onun özüne, devrimci irade sorununa yönelmek gereklidir.
Bugün can alıcı olan sorun da zaten budur: Devrimci irade ve devrimci müdahale…


 


 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92