Susmak, bazen suç oluyor; bazen ise onur…
Bazen herkes susarken konuşmak gerekiyor; bazen
ise herkes çok çok konuşurken susmak en onurlucası
oluyor.
Aradaki sınırı saptamak hem zor, hem de aslında
pek kolaydır. Çok sağlam ölçütler var çünkü, yalnızca
düşmanın bir konudaki tavrını dikkatlice gözlemlemek
yetiyor.
Bu ülke gariptir!... 12 Eylül sabahında "artık
rahatça sokağa çıkabildikleri" (!) için mutluluklarını
ifade edenler, halkın en yiğit evlatları sokak
ortasında katledilirken darbecilere alkış tutanlar,
spor salonlarının işkencehane yapıldığı koşullarda
"milli takım" ruhuyla Avrupalı kuruluşlara
karşı aslanlar gibi cuntayı savunanlar, her bir
paşanın her bir parmağında onlarca "fazilet"
keşfedenler, Marmaris'te keyif süren malum şahıs
hakkında en çok "netekim"li fıkra anlatanlardır.
En çok onlar konuşurlar bugün, demokrasi sevgisini
en çok haykıranlar onlardır.
Dün için bu böyledir. Uzak geçmiş için de böyledir.
Artık her şey geçmişte bir yerlerde silik anılar
olarak kalmıştır ya, gönüller ferahlamıştır.
Şu, '68 hikayesinden sözediyoruz; şu bağışlanmış
"yaramazlık" günlerinden… Tanrı korusun,
artık geçip gitti her şey, uzakta kaldı. Evet,
bir dönemdi işte, hani şu kavak yelleri denilen
şeyler filan… Şimdi geçip gitti… Beatles, Fransa
öğrenci ayaklanmaları, Commer'in arabası, vs…
Tanrıya şükürler olsun! Tanrıya, papaya, Gorbaçov
yoldaşa ve bütün diğerlerine… Artık "tek
kutuplu" dünyamızda huzur içindeyiz; "yepyeni",
"gıcır gıcır" bir dünya düzenimiz var,
duvarları filan da hallettik, ortalık dümdüz olsun
diye, Nikolay'la Elena'yı da kurban ettik, ölmek
üzere olan Honecker'i bir güzel yargılıyoruz.
Gerçi o günden beri herkes birbirini boğazlayıp
duruyor ama olsun, o kadar zayiat normaldir. "Özgürlük"
fazlası böyle şeylere yol açabiliyor!
Henüz biraz pürüz var, şurada burada komünistler
seçim kazanıyor, gösteriler düzenliyor… Bir de
şu "adayı batırırım, satmam" diyen sakallı
şahıs var…
Ufak pürüzler bunlar… Keyif kaçırmamalı…
Bütün bunlar olup bitti, şimdi tam zamanı. Artık
geçmişin "haylaz çocukları" bağışlanabilir;
artık herkes göğsünü gere gere '68 kuşağından
olduğunu söyleyebilir, Commer'in arabasını nasıl
yaktığını sağda solda anlatabilir…
Zaten bu "Commer'in arabası" hikayesi
de çok karışıktır. Ortada bir tek araba var ve
kundakçı sayısı müthiş kalabalık! Bu araba yakma
işi, neredeyse yüzyılın en kalabalık eylemi haline
geldi birdenbire…
Neyse sorun değil tabii bunlar… Zaten Clinton
bile '68'li ! Hatta Keçeciler bile!...
Belki de sosyalizmin bitip tükenmediğini en iyi
onun düşmanları biliyor. Bunu çok iyi biliyorlar
ve şu andaki zaaf günlerinde "yapılması gerekeni"
yapıyorlar.
"Yapılması gereken" ve halihazırda yapılan
şey belli: her şeyin içini boşaltmak, her şeyi
tarihe gömmek… Her zaman bizden bir adım önde
ve daha deneyimliydiler. Bugün de bu deneyimi
kullanıyorlar.
Şu '68 hikayesinden sözediyoruz; şu "gençlik
aşkı"ndan… Bunca yıl sonra, bazıları için
'68 uzakta kalmış, silik bir anı gibidir… Bir
takım yiğit insanların öfke parlaması, zorbalık
koşullarına olan haklı isyanı… Belki saygı duyulması
gereken, ama izlenmesi mantıksız olan, bugüne
bir etki taşımayan soylu bir protesto… Tarihte
kalmış ve zaten orada kalması gereken bir sosyal
olgu… Zaten o günler karışık günlerdir, Fransa'da
filan bir şeyler vardır ve bizim çocuklar da komşu
çocuklarından biraz etkilenmişlerdir, hepsi bu
kadar!
Aradan yirmi yıl geçince, bazılarına öyle görünüyor
o süreç, nostaljik değeri olan bir hatıra eşyası
gibi, yaşanıp bitmiş bir aşk gibi…
Üstelik, bu "nostaljik" yaklaşım da
seçmecidir. Hiçbir şekilde dürüst değildir. Ve
işin en dürüst olmayan yanı da 68'in "aşkla
geçen günlerine gösterilen muhabbetin, bu aşkın
doğurduğu çocuğa; 71'e hiç gösterilmemesidir.
Onu hiç anımsamak istemiyorlar. Çocuğu "reddetmek"
filan değil bu, düpedüz çocuğu yok sayıyorlar…
Bir süreç yaşanıyor, 1960'lardan sonra bir yerlerden
bir yerlere geliniyor ve o gelinen noktada Türkiye'nin
60 yıllık tarihinde doğmuş olan en sağlıklı gürbüz
çocuk ortaya çıkıyor; ve onlar doğumu da yok sayıyorlar,
çocuğu da…
Ve bir yığın boş laf…
Çok seviliyor '68 ve aslında hiç sevilmiyor. Saf
devrimci duyguların, arı solculuğun şahikası sayılıyor,
dönemin kabaran kitleselliğine övgüler düzülüyor.
Yalnızca '68'e bakılıyor ve yalnızca 68'in bir
bölümüne, yüzeyine bakılıyor. Derinde varolan
şeyler bu açının dışında kalıyor.
Yarım sevmek, sevmek değildir kuşkusuz…
71 konusunda da böyle… Deniz'ler, Mahir'ler…
Pek seviliyor hepsi, sever gibi yapılıyor. İçten
içe kızılıyor oysa, o saf, o temiz protesto ruhunu
bozdukları için, bu süreçten süzülüp bir iktidar
perspektifine vardıkları ve ciddi ciddi iktidar
savaşımına girip '68'in güzelliğine "gölge
düşürdükleri" için kızılıyor. Kendiliğinden
gelişen o sürece müdahale edip o müthiş iradelerini
ortaya koydukları için hiç sevilmiyorlar.
Ama tabii bir sevgi var yine de. Öğrenci lideri
olarak, yakışıklı posterler olarak seviyorlar
onları.
Azizler gibi, azizleştirerek içini boşaltarak
seviyor herkes, bir zamanlar bu insanlarla selamlaşmış
olmanın rantını yiyerek kendilerinde konuşma hakkını
buluyorlar. Kendi kafalarındaki duvarlar dururken
yıkılan başka duvarların önünde secde eden bu
soytarı takımı, "kişi kendinden bilir"
kuralına uygun olarak bu insanlarımızı da kendi
saflarına el çabukluğuyla katmayı beceriyorlar.
Sanki onların yiğitlikleri, özverileri ve bütün
nitelikleri savundukları düşünceden bağımsızmış
gibi hikayeler uyduruyor ve sevgilerini seçmeci
bir tarzda kuruyorlar.
Geçmiş günleri, dostluklarını ve yoldaşlıklarını
tatlı bir anı gibi saklayan yorgun devrimcileri,
belki ve yalnızca bir ölçüde anlamak mümkündür.
Ama soytarılar…
Soytarıları anlamak mümkün değildir.
Çünkü, tarih diye bir olgu vardır. Ve tarihin
gezegenlerde olduğu gibi karanlık bir yüzü yoktur.
Birazını seçip birazını bırakamazsınız. Bu insanların
ve onları yaratan sürecin bütünlüğünden birkaç
parça koparıp böylece bugünkü onursuz yaşantınıza
rasyonel bir açıklama üretemezsiniz. Tarih bir
bütünlüktür ve tarih içindeki olgular kendi koşullarında,
bir bütün olarak kavranırlar. Ve tarihte "eğer"
sözünün de çok fazla bir anlamı yoktur. Bugünkü
durduğumuz yerden bakıp "eğer yaşasaydılar…"
diyerek fanteziler üretemezsiniz. "Akıllı
çocuklardı, durumu kavrarlardı…" deyip kendi
kahrolası "akıl" ölçütlerinizi o insanlara
dayatamazsınız. Ne tarih, ne bilim, ne de ahlak
bütün bunlara izin verir.
"Tercihli Sevgi" Reformizmin de
Özelliğidir.
Yalnızca yılışık bir unutkanlıkla düzene yamanmış
"eski solcu"lar mı yapıyor bunu?
Hiç de değil. Kendisini sosyalist sol içinde konumlandırmış
olan kesimlerde de çok ciddi örnekleri var.
Örneğin şu satırlar çok ciddidir: "68 ile
'71 olayı karıştırılıyor Türkiye'de. '71, '68'in
ricat etmesi sonucunda ortaya çıkan, '68'e ters
bir olaydır. '68, binlerin, onbinlerin hareketiydi.
'70'ten sonra ise kitle hareketinde bir yorgunluk,
mecalsizlik başlayınca, küçük intihar eylemleri
doğdu. '71'de bir aşırı bencillik, topluma kendini
dayatma, anti-demokratiklik vardı. '68'de ise
esaslı bir toplumsallık, kitle inisiyatifi, demokratlık
vardı ve insanlar gözyaşları içinde gençliği seyrediyordu,
bağrına basıyordu. Gençlik, hakikaten Türkiye'nin
gözbebeğiydi. '71 ise aslında bu imajı yıkmaya
başladı. Tam yıkamadı ama bunun yerine, banka
soyan, Hakan Duman'ı kaçıran, toplumda hiçbir
şekilde haklılık duygusu uyandırmayan saçma sapan
işler yapıldı. Bazıları işin ucuzluğuna kaçıp
'71 ile '68'i birbirine karıştırarak veriyorlar
basında. İşin enteresan tarafı '71'de parlatılarak
sunulan kahramanların hiçbiri, Deniz Gezmiş hariç,
öğrenci lideri değildi. Deniz Gezmiş hakikaten
'68'li bir gençlik lideriydi, çok sağlıklı şeyler
almıştı ve yaşamasını çok isterdim. Yaşasaydı
yüzde milyon eminim bu söylediklerimize katılacaktı.
Akıllı bir adamdı…" Doğu Perinçek/Playboy
ile söyleşi/Saçak 54, sayı)
Doğrusu insanın aklı duruyor. Tam Perinçek tipi
(ve yüzde milyon garantili!) bir el çabukluğu...
Öyle ki, onca yıl sonra Deniz Gezmiş, (akıllı
olduğu için! Çünkü akıllı olmak Perinçek tayfasına
mahsustur!) küçük bir fırça darbesiyle PDA'cı
oluyor…
İşin yalan dolan kısmını geçiyoruz. Örneğin bir
İbo'nun Çapa'da çok etkin bir öğrenci lideri olduğunu
herkes bilir. Ama onun PDA çevresini yadsıyıp
devrimciliğe yönelmesini hiç hazmedememiş olan
Perinçek bu ayrıntıyı "unutmayı" tercih
ediyor.
Bunları geçiyoruz. Ama şu çok önemlidir ve gerçekten
mihenk taşıdır: '68den '71'e evrilen süreci bir
"ricat" olarak değerlendiriyorsanız
bu ayrı bir konumlanıştır, "aşma" olarak
değerlendiriyorsanız bu da ayrıdır.
Perinçek, '68'i seviyor (!) çok çok seviyor (!),
o zamanlar "temiz" çocuklar var, milletin
gözyaşlarıyla izlediği gençler var… Her şey pırıl
pırıl !...
Daha sonra bu kendiliğinden gelişen toplumsal
muhalefet süreci kendi içinde devinen insanları
da olgunlaştırarak siyasal sonuçlara yol açıyor.
Süreç içinden devrimci irade güçleri süzülüp odaklaşıyorlar.
Eğrisiyle-doğrusuyla önüne iktidar hedefi koymuş
politik örgütler çıkarıyorlar. Ve sürece bir şekilde
(bu şekli beğenirsiniz beğenmezsiniz, o ayrı!)
müdahale etme çabasına giriyorlar.
İşte tam bu noktada Perinçek'in yüzü buruşuyor.
O pırıl pırıl çocukların çamura bulanmasına çok
üzülüyor! İktidar savaşı kirletiyor onları! Aslında
işin bu bölümünü PDA'nın engin kadrolarına bırakıp
"öğrenci liderliğini" sürdürseler ne
iyi! Ama öyle yapmıyorlar işte ve Perinçek buna
çok bozuluyor.
Ve gerçekten doğrudur, '71', bir anlamda '68'e
"ters" bir olgudur ve onun "inkarıdır".
Bir olgunun aşılmasının diyalektik yolu da zaten
budur. Her aşma, bir ölçü yadsımayı gerektirir.
'71'e gelindiğinde olan da budur. Ortada kitle
hareketinin "mecalsizliği" filan değil,
doygunluğu vardır. Süreç hem siyasal anlamda,
hem de içinde yaşayanların olgunluğu anlamında
belli bir noktaya gelip dayanmış ve o noktadan
ötesi artık farklı bir sayfa açılmasını hem gerekli
kılmış hem de olanaklarını yaratmıştır. İnsanlar
bunun farkına varmışlar ve yeni bir sayfa açmışlardır.
Hem konjonktür olarak böyle olmuştur hem de ideolojik
açıdan. "Atatürk geliyor" mitinglerinden
(ki "gözyaşlarıyla" izlenen mitingler
asıl bunlardır), devlete karşı tam cepheden yürütülen
bir gerilla savaşına varılmıştır.
Eğer bunu üzüntüyle izliyor ve "aşırı bencillik"
gibi sıfatlar yakıştırıyorsanız, bu sizin Marksist-leninist
yaklaşıma uzaklığınızın bir ölçüsüdür.
Aynı dönemin bir başka tanığının çizdiği resim
bu konuda çok daha gerçekçidir: "… 8 yıl
sonra (1960 olaylarından 8 yıl sonrası kastediliyor)
sokaklara çıkanlarsa karışık ve bulanık, alacalı
sloganlarla, açık ve belirgin bir programdan yoksun
olarak dile getiriliyor olsa da, artık kategorik
olarak bütünüyle farklı bir isteme sımsıkı sarılmışlardı:
Toplumsal Devrim! O güne kadar 'devrim' sözcüğünün
anlamı hep aynı şey, ordunun egemenliği olagelmişti.
1908'de, 1923'te, 1960'daki 'devrimler' de siyasal
egemenlik her zaman generallere geçmiş, bundan
mülk sahipleri azami yararı sağlamış ama toplumun
çoğunluğuna, çalışanlara bu 'devrimden' pek az
şey düşmüştü. Şimdiyse öğrenciler devrimin bambaşka
bir anlamının ve içeriğinin bulunduğunu keşfediyorlardı:
Halkın egemenliği !
"… Kuşkusuz bu bir anda ve topyekün gerçekleşen
bir şey değildir. Eski devrimin gölgesi bir kabus
gibi yeni devrimin üzerine musallat olmuştu. Ancak,
açıkça görülebiliyordu ki, artık particilerin
zamanı tarihsel olarak dolmuş, sıra pleblere gelmişti
ve öğrencilerin büyük kitlesi eğitilmiş pleblerin
oğulları ve kızlarıydılar, yaklaşmakta olan içgüdüleriyle
sezdiler" (Ertuğrul Kürkçü/Yeni Gündem/ sayı
37)
Gerçekten de olan budur. Dönem, ard arda kopuşların
yaşandığı bir dönemdir. Önce sezgisel olarak geçmişten
kopulmuş, daha sonra da bu kopuş devletle girilen
doğrudan hesaplaşma içinde netleşmiştir ama öte
yandan bu sınırların aşılabilmesinin imkanları
artık vardır. Artık, Perinçek'in PDA'sı da içinde
olmak üzere bir dizi Marksizm-dışı unsuru geride
bırakıp yürümenin koşulları vardır.
Zaten sorun da buradadır. Yoksa birden beliren
bu "Deniz sevgisi" hiç de iyi niyetli
değildir. Söz konusu olan sevgi de değildir. Söz
konusu olan şey, devrimci olan her şeyin yadsınması
ve kafa karıştırmadır. Burada Deniz'in seçilmiş
olmasının ise, kuşkusuz nedenleri vardır. Çayan
ve İbo, Deniz'le aynı hamurun insanı olup aynı
içten devrimci yaklaşıma sahip oldukları halde
ayrı bir "kusur" da işlemişlerdir… Bu
"kusur"ları, geleceğe net teorik belgeler
bırakmış olmalarıdır. Aslında Hüseyin İnan da
dahil olmak üzere dönemin bu devrimci önderleri
kendi açılarından, kendi birikimleriyle yorumlayıp
politika üretmişler, kalıcı türden saptamalar
yapmışlardır.
Ve bu tabi ki büyük bir "ayıp"tır! Geriye
hiçbir şey bırakmadan (Perinçek'in belleği dışında!)
göçüp gitselerdi, belki bu daha uygun olurdu ama
böyle yapmamışlardır.
Yani sevgi gösterileri için "Deniz"in
seçiliyor olması hiçbir açıdan dürüst değildir.
Seçmeci sevgi anlayışında Perinçek yalnız değildir.
Dönemin bir başka tanığında da aynı yönelim gözlenebilir.
Mihri Belli'den sözediyoruz. Şöyle diyor o da:
"Deniz ve Cihan ile kurduğumuz yakın ilişkiyi
Mahir Çayan ile de kurduğumuz söylenemez. Mahir
ile baş başa görüştüğümüz enderdir. Eve çok kez
yanında arkadaşlarıyla gelirdi. O ve arkadaşlarının
hakkında izlenimlerim pek olumlu değildi. Sonraki
yıllar yanılmadığımı göstermiştir. Ama ben Mahir'i
arkadaşlarıyla birlikte tutmadım. Ancak, bu dostların
Mahir'le aramızda daha verimli bir diyalogun kurulmasına
engel oldukları bir gerçektir…
… Deniz ve Mahir kıyaslandığında şu söylenebilir.
Davaya bağlılık, kavrayış, özveri, yürek bakımlarından
ikisi de üstün idiler. Deniz'in daha birleştirici
bir özelliği vardı, yığınsal eylemlerin adamıydı.
Ülkeyi sarsan devrimci gençliğin şahlanışının
öncüsüdür. Mahir daha çok vurkaç eylemler adamıydı.
(Anılar-Milliyet/11 Ağustos 89)
Bir başka hikaye de işte böyle. Üstelik bu, işin
içine "kötü arkadaşlara uyan iyi çocuk"
masalını da bulaştırdığı için daha da kötüsüdür.
Kıyaslama faslı ise neresinden bakarsanız bakın
politika dışıdır, eski kuyruk acılarının ifadesidir.
"Yığınsal eylemlerin adamıydı" yada
"vurkaç eylemcisiydi" türünden keyfi
nitelemeler hiçbir gerçek temele dayanmamaktadır.
Gerçekte, derindeki soru şudur: Perinçek ve Belli,
ikisi de 68 ve 71 arasındaki sürecin geride bırakılmış
unsurlarıdır. Devrimci hareket bu unsurları aşarak,
silkeleyip omzundan atarak kendini netleştirmiştir.
Onlar, olumsuz anlamda, bu "arınma"
sürecinin öğeleridirler. Deniz, Çayan, İbo her
üçü de farklı biçimlerde TİP, Mihri Belli, Perinçek
unsurlarını aşıp kendilerini netleştirmişlerdir.
Aşılmışlar ve geride bırakılmışlardır. Dolayısıyla
bugün durup olgulara baktıkları yer de orasıdır,
o bırakıldıkları yerdir…
Gerçekten de dönem arınma dönemi olmuştur. Bugün,
"işçi sınıfının önderliği" tartışması
bir çok genç insana komik gelebilir ama o konjonktürde
yaşanan tartışmalardır. Bugün "ulusal sorun
misak-ı milli sınırları içinde düşünülemez"
(ASD'ye Açık Mektup) sözü de artık çok önemli
bir saptama gibi görünmeyebilir, ama o gün Belli'nin
milliyetçi yaklaşımı karşısında bunun konmasının
özel bir anlamı vardır.
Yaşanan arınmadır ve teorik boyutu daha zayıf
kalmış pratik bir arınmadır. Ordu-Kemalizm vb.
konularında örneğin THKP-C literatüründe çok doğru
tespitler yoktur ama pratikte devletle doğrudan
gerilla savaşıyla karşı karşıya geliş bir çok
şeyin aşılması anlamına gelmiş, en azından bunun
sağlam bir zemini yaratmıştır.
Üstelik arınma yalnızca bu yönde de değildir.
Örneğin hiç de seviyeli olmayan bir "Çayan
eleştirisinde" yazılan şu satırlar bir başka
yönü ifade eder: "onu (Mahir Çayan'ı), 1969'lu
yıllarda 'Aren oportünizminin Niteliği gibi bir
çok makalesinde olumlu çizgide görmek mümkündür.
O bu tarz yazılarında' bizim gibi MDD aşamasında
bulunan yarı sömürge ve yarı feodal bir ülkede
diyerek ülkemizin iktisadi ve sosyal yapısını
sağlıklı bir temelde değerlendirmekte ve bundan
hareketle içinde bulunduğumuz devrim aşamasını
açıklıkla saptayarak MDD tezini savunmaktadır…"
(Ferhat Ali/Mahir Çayan'ın Görüşlerinin Eleştirisi
1/Yeni Demokrasi, sayı:7)
Görüldüğü gibi, Ferhat Ali'ye göre de Mahir Çayan'ın
kusuru, ilk söylediğini sonsuza kadar aynen yinelemek
gibi -F. Ali'nin çevresine özgü olan- bir "tutarlılığa"
(!) sahip olmamasıdır. Gerçekten de böyledir.
Mahir Çayan, anılan süreçte bir noktada başladığı
teorik gelişimini bir noktaya dek sürdürmüş ve
sonuçta "anti-oligarşik Demokratik Halk Devrimi"
kavrayışına ulaşmıştır. Bunu yaparken aşıp geride
bıraktıkları ise hala oradadırlar.
***
Tarihe doğru bakmak gerekiyor. Ve tarihe doğru
bakma, onu kendi bütünlüğüyle kavramakla mümkündür.
Tarih, neyse odur. Onu eğip bükemezsiniz, içinden
keyfi seçmeler yapıp sevgi gösterileri sergileyemezsiniz.
Aynı keyfi seçmelerle olumlu-olumsuz dönemler
de icat edemezsiniz.
'68'den '71'e evrilen süreç, Türkiye tarihinin
son derece önemli bir dönemecidir ve kuşkusuz
bu dönemeç üzerine dün olduğu gibi yarın da çok
şey söylenip yazılacaktır. Ve bu elbette bir zenginliktir.
'60'lı yıllarda filizlenip '70'lerde biçimlenen
ve bugüne akıp gelen süreç bize daha birçok yönünü
sunabilir.
Ama onu kendi koşullarından ayırıp keyfi seçmelerle
kesip biçmek ne bilimsel bir yaklaşımdır ne de
sağlıklıdır. Böyle bir keyfi seçim ister holding
gazetecilerinin vicdanlarını rahatlatmak için
yapılan ister siyasal saptırmalar için, sonuçta
sözkonusu olan tarihin ters yüz edilmesidir ve
buna izin verilmez.
Eğer, 68-71 sürecinden bugüne ışık tutacak bir
çıkarım yapılmak isteniyorsa, ki bu çok mümkündür
ve gereklidir, onun özüne, devrimci irade sorununa
yönelmek gereklidir.
Bugün can alıcı olan sorun da zaten budur: Devrimci
irade ve devrimci müdahale…
|