"Komünizm Hayaleti…"
Yeniden mi Geliyor?
Bütün şişinmelerine ve "dünyalar hakimi"
havalarına karşın '92 yılının emperyalist sistem
savunucularına, sosyalizm düşmanlarına olumlu işaretler
verdiği söylenemez. Aksine '92 yılı, kapitalist
düzen açısından belki önemi daha sonraki yıllarda
daha net kavranacak sinyaller vermiştir.
Her şeyden önce "sosyalist" ülkelerdeki
dramatik çöküşün tamamlanması yaşanmıştır ve bu
tamamlanma sırasında aşağıya doğru inen eğrinin
en son inebileceği bir alt sınırın olduğu da anlaşılmıştır.
'92, bu bakımdan, duvarların bir isteri nöbetiyle
yıkıldığı, sokakların soytarılar karnavalına döndüğü
'91 yılından çok farklıdır. Neo-liberal döneklerin
91 yılındaki büyük heyecan ve hevesleri bugün durulmuş,
yer yer boşluk duygusuyla bezenen bir "sarhoşluk
sonrası dönemi"ne girilmiştir. 91 yılında her
yanda esen "iyimser" (!) fırtınanın etkisiyle
"artık bu işin bittiği", "tek kutuplu
çağdaş bir dünyaya doğru hızla gidildiği" düşünülüyordu.
Bütün Avrupa ve Sovyetler derinden gelen depremlerle
sarsılırken, haber ajansları birbiri ardına "atlatma"
haberleri geçerken, gerçekten de sıradan insanlar
bile böyle düşünüyordu. Onlarca yıllık "esaret"
(!) artık sona ermişti ve milyonlarca insan "özgürlüğün"
(!) tadını keyfince çıkarabilirdi.
Ama sonunda, her şey artık en becerikli CIA ajanının
bile pek bir şey yapamayacağı bir tıkanma noktasına
geldi dayandı. Ortada ne yırtılacak bayrak kaldı,
ne de dizilecek devlet başkanı… Heykeller de yıkılacağı
kadar yıkılmıştı artık.
Artık, küstah "doğu uzmanları"nın yüzleri
yavaş yavaş buruşmaya başladı. Gitgide daha sık
olarak "ufukta otoriter komploların göründüğü"nden,
"eski komünistlerin hızla canlanıp organize
olduğu"ndan söz edilmeye, yazılmaya başlandı.
İnsanlar bir türlü özgürlüğün değerini anlamıyorlardı.
Bir zaman bu durumun nedeni "yeni özgürleşen
insanların uyumsuzluğu" biçiminde açıklandı.
Cahil koyun sürüleri kendilerine sunulan nimetleri
anlamıyorlardı!
İşin doğrusu kapitalizmin bu "nimetleri"nin
(!) değerini bilmek de pek kolay değildi. Kapitalizm,
sonuçta "parası olanın düdüğünü öttürdüğü"
bir düzendi ve bazıları hiç düdük sahibi olamıyordu.
Yaldızlar dökülmeye başladı… Bol keseden vaatlerin
sonu geldi… İnsanlar ilk girdikleri ışıklı caddelerin
ötesini, ara sokakları da fark etmeye başladılar.
Çözülen SSCB'nin yurttaşları bugün bunu kavrıyorlar
ve kavrayacaklar. Serbest piyasa düzeninin insanları
içine ittiği istikrarsızlık ve güven boşluğu gitgide
daha derin çalkantılara yol açmaktadır.
Kuşkusuz, bugünkü protestoları ve sık sık görülen
Lenin-Stalin posterli gösterileri çok fazla abartmak
doğru değildir. "Bazen on yıllar birkaç aya
sığar" deyişi gerçekten çok önemlidir. Gerçekten
on yılların bataklığında biriken sorunlar yığını
birden patlamış ve yıkıcı etkilerini göstermiştir.
Şimdi, her şeyin yeniden, birkaç günde düzelebileceğini
varsaymak doğru değildir. Her şey o kadar basit
olmayacaktır. Ama, bugün olanları yarın olacakların
ipuçları ve birikimi saymak mümkündür.
Bu açıdan Rusya'daki gösteriler kadar, Litvanya'daki
milliyetçi Lajidus'un seçimleri kaybetmesi, Tacikistan'da
olanlar vb. de önemlidir. Polonya sosyalist partinin
oy oranı, eski "grevci" Walesa'nın bugün
"grevler ekonomiyi felç ediyor" biçiminde
işçilere seslenmesi önemlidir. Şüphesiz her şey
değildir, belki çok fazla şey de değildir ama "kapitalizmin
nimetleri" karşısında gösterilen tepkinin ifadesi
olarak ipuçları anlamında önemlidir.
Emperyalizm: Yanılsama Sona Eriyor…
'80'li yılların ortalarında burjuva ve ekonomistler
bile 90'larda kapitalist sistemin çok güç günler
yaşayacağına emindiler. Bir dizi tıkanıklık her
yönden sistemi zora sokuyor, gelişme trendleri
düşme potansiyelini barındırıyor ve bütün bu sıkıntı
Reagan'ın "kamp içinde bir numara olma"
politikasıyla, yani doğrudan saldırganlık politikası
ile aşılmayla çalışılıyordu. Devasa askeri projeler
müttefiklerin ilişkilerini zorlarken, jandarmalık
statüsü de artık can sıkmaya başlıyordu.
Avrupa'daki gelişmeler bu açıdan sisteme adeta
bir can simidi gibi hizmet etti. Sonuçta gerçekleşen
şey yeni pazarların, iş alanlarının açılması değildi
-ki bu yeni alanlar aynı zamanda yeni külfetler
de getiriyordu- aynı zamanda sorun bir siyasal
imaj sorunuydu. Avrupa'daki çöküşler sonucunda
emperyalist sistem her şeyden önce bir "üstünlük"
imajı yakalamıştı. "Yeni Dünya Düzeni"
markasıyla piyasaya sürülen bu imaj, sistemin
alternatifsiz ve ebedi olduğu, alternatif olarak
ortaya çıkanların da ömürsüz olduğu yanılsamasının
pompalanmasıyla oluştu.
Kuşkusuz bu durum, bir ölçüde bu imaja da bağlı
olarak oynayan ekonomik trendleri geçici bir süre
için yukarıya çekti. Ve gerçekte büyük sıkıntıların
eşiğinde yaşayan kapitalist sistem, bir süre bu
durumun tatlı avantajlarıyla oyalandı.
Ama şimdi yeniden gerçeklik kendini duyurmaya
başlamıştır. Yıldızlarla donatılıp medya ile şişirilen
düzen ciddi çatlaklara gebe olduğunun ilk işaretlerini
vermektedir. Önümüzdeki yıllar bu açıdan çok önemli
göstergeler sunmaya adaydır.
Ve kuşkusuz salt kendiliğinden bir süreç değil
bu; yeni sosyalist atılımlar ile emperyalizmin
krizleri ile hep denk düşmüştür ve gelecekte de
kuralın bu biçimde işleyeceğini ummak boş bir
iyimserlik değildir.
1992… Irkçılığın, Milliyetçi Cinayetlerin
Altın Yılı
1991'in o ateşli günleri yaşanırken, onca yıllık
işçi emeği yıkılırken, bundan dolayı küstah bir
sevince kapılan anti-komünist ideologlar, bir
"özgürlük baharı" yaşandığını iddia
ediyorlardı.
Ama "bahar" (!) dan sonra beklenen mevsim
yaz gelmedi. Tam anlamıyla bir karakış Avrupa'yı
boydan boya kapladı. Uzun yıllar boyunca çözülmediği,
yavaş yavaş biriktiği bugün acıyla fark edilen
ulusal sorunlar ekseni çarpılmış bir dünyada gün
yüzünde çıkmakta gecikmedi.
Batılı "kardeşlerin" süslü vaatleri
fiyasko ile sonuçlanınca eski Doğu Almanya halkı
çok acı gerçeği fark etti. Yeni düzen daha fazla
sıkıntı, daha fazla yoksulluk demekti. Üstelik
bu kez en küçük bir güvenlikten yoksun olarak
doğrudan vahşi kapitalist ormanın içinde kalmışlardı.
Ve onlara yeni bir hedef göstermekte gecikmediler:
Yabancılar, özellikle de Türkler… Batıda zaten
varolan neo-nazi çeteler, doğudaki sıkıntıdan
da yararlanarak en çok da bu dönemde geliştiler
ve en kanlı eylemleri bu dönemde sergilediler.
Öte yandan eski sosyalist ülkelerde çözülen yapıların
yerinde en uç noktada milliyetçilik mayalanıp
gelişti. Esprili bir deyişle 1992, bir araya gelen
üç kişinin devlet kurmaya giriştiği uğursuz bir
yıl oldu. Azerbaycan'da doğrudan kışkırtılan,
Türkiye'nin de burnunu soktuğu iç savaş geçen
yıl en kanlı boyutlarını yaşadı. Kafkaslardaki
ateş hala sürüyor ve yeni cephelerde yeni körüklerle
canlandırılıyor.
Ve hiç de Türk medyasında anlatıldığı gibi bazı
şeyler tek taraflı olmuyor. Irkçılık zehri dünyanın
bir köşesine bulaştığı andan itibaren orada "temiz"
hiçbir şey kalmıyor. Sıradan savaşlarda pek gözlenmeyen
korkunç bir vahşet, sivillere yönelik katliamlar
iki tarafın gırtlağına kadar gömüldüğü bir çukur
oluyor.
Irkçılık savaşları, dünyanın en vahşi savaşlarıdır.
Cephedeki askerlerin savaştığı başka durumlardan
esas farkı halkların bütününe uygulanan katliamlardır.
Bosna, bunun çok somut örneği ve bütün insanlığın
yüzkarasıdır.
Yakın geçmişe dek "uyumlu" görünen federal
işleyiş dağıldığında geleceğin çatışmalarının
ipuçları da aslında görünüyordu. Sorun yalnızca
başkanlık seçimi ve sıra sorunu değildi, Yugoslavya
halkları ekonomik-sosyal-kültürel vb… açılardan
derin farklılıklar ve uçurumlar yaşıyordu. Federal
mozaik dağılınca ve herkes kendi hesabına bir
düzen tutturmaya çalışınca çatışma kaçınılmazdı.
Bütün emperyalist güçlerin burunlarını soktukları
yeni konjonktür son yılların en kanlı iç savaşının
da koşullarını hazırladı. Gerçekten de böyle kanlı
bir sivil katliamı ve bu vahşetin bütün dünya
tarafından seyredilmesi şimdiye dek az görülmüştür.
Milliyetçiliğin iğrenç zehriyle bütün sağduyusunu
yitirmiş insanlar dünkü komşusunun kanını içme
noktasına sürüklenmiştir. Sırpların Bosna'da yaptıkları
üzerine geçilen haberlerin yalnızca onda birinin
doğru olduğunu bile düşünsek, yine de ortaya bir
vahşet ortaya çıkmaktadır.
Üstelik bizdeki ırkçı basının tek yanlı gösteriminden
de uzaklaşıp olaya baktığımızda boyutlar daha
da büyüyor. Çünkü, milliyetçi boğazlaşmaların
karakteri gereği, cinayetler de hiçbir zaman tek
yanlı işlememektedir. Korkunç bir kaos içerisinde
adeta insan aklının inkarı denebilecek ölçüde
katliamlar yaşanmaktadır.
Gerçekten de, kapitalizm için "insan aklının
mükemmel inkârı" diyen filozof, son derece
haklıdır. Yugoslavya, Kafkaslar ve dünyanın dört
bir köşesi bugün "kapitalizmin nimetleriyle"
karşı karşıyadır. "Komünist doktrin"in
pençesinden kurtarılan halklar boylu boyunca bir
mezarlık çukurunda boğazlaşmaktadırlar.
Somali, Irak Ve Yeni Dünya Düzeni
Ve üstelik, ortada bu trajedi sürerken "Yeni
Dünya Düzeni"nin jandarması ABD, kendisini
yine de "adalet dağıtımı" ile görevli
saymaktadır. Tam bir mafya çetesi edasıyla kimi
zaman "yoksulları koruma", kimi zaman
"yanlış yapanı cezalandırma" tavrıyla
ortaya çıkmakta ve sonuç olarak yine mafyavari
"bu dünya bizden sorulur" çizgisinde
davranmaktadır.
Afrika uzun yıllar açlığın pençesindedir. Geçen
yüz yıl boyunca sömürgeciler ve bugünkü talancılar
işe yarar ne varsa silip süpürmüşler ve Afrikalılara
yoksulluk ve cehaletten başka hiç bir şey bırakmamışlardır.
Ayrıca kapitalist sistemin doğrudan ürünü olan
ekolojik bozulma Afrika'yı günden güne çölleştirmektedir.
Örneğin Sahra Çölü'nün her yıl biraz daha büyüdüğü
bilimsel olarak tespit edilmiştir. Öte yandan,
Afrika'da bağımsızlık eğilimi ile sosyalizmi birleştirmeyi
amaçlayan deneyler de uzun yıllar boyunca SBKP'nin
abuk-sabuk teorileriyle güdükleştirilmiş ve bugün
bu ülkeler de iflas noktasına gelmiştir.
Bütün bu gerçekler on yıllardır vardır ve orada
durmaktadır…
Ancak, sorun çok büyüdüğünde, emperyalist efendiler
bu yoksul akrabalarını düşünürler ve sadaka vermek
için ellerini ceplerine atarlar.
Somali'deki durum budur. Açlık büyümüş, açlıkla
birlikte ülke bir kargaşa içine düşmüştür. İşte
tam bu noktada "Haydut başı" ve çetesi
duruma müdahale kararı alırlar. Askerleriyle "vaziyeti
düzeltmek" için Somali'ye girerler…
Özetle, Somali'de yapılan şey, aç insanlara yardım
değildir; söz konusu olan sistemin gücünün kanıtlanmasıdır.
Çetenin gücü her şeye ve her yere yeter! İşte,
sorun bunun altının çizilmesidir. Ve Türk ordusu
birlikleri de böyle bir oyunun durumundadır. (Kuşkusuz
"Kürdistan tecrübesi" bu görevde TC
birliklerine çok yardımcı oluyordur)
Kaldı ki, yardım olgusunun kendisi de tartışılır.
Bu ülkelerin bütün zenginliklerini talan eden
ve bugünkü zenginliklerini bu hırsızlık üzerine
inşa eden emperyalist ülkelerin böyle yardımdan
söz etmeleri düpedüz iki yüzlülüktür. Doğru dürüst
kendini yeniden üretecek işletmeleri olmayan bu
bölgelere yalnızca bir süre tok tutacak birkaç
çuval tahıl gönderilmesi bu iki yüzlülüğün başka
bir boyutudur.
Asıl ikiyüzlülüğün sergilendiği konu ise Irak'tır.
Yine tam bir "mafya çetesi" tavrıyla
ültimatomlar verilmiş ve sonra bombalar yağdırılmıştır.
Bosna'daki insan kıyımı konusunda aylardır tek
bir karar almayan emperyalist mekanizma, Irak
konusunda hiç tereddüt bile etmemiştir. Çünkü,
bu kez söz konusu olan, çetenin prestijini zayıflatacak
bir "kafa tutma" olayıdır. Herkes dünyanın
hakiminin kim olduğunu iyi bilmelidir.
İşte bütün sorun budur…
Bosna Çığlıkları Atılırken, Burada Burnumuzun
Dibinde Neler Oluyor?
TC de en az ABD kadar ikiyüzlüdür.
Somali'ye asker gönderip Bosna için ağıtlar düzülen
bu ülkede 1992 yılı bir katliamlar ve utanç yılı
olmuştur.
Artık insanların dozerlerle gömülmesi, tankların
arkasında sürüklenmesi kanıksanmıştır.
1992 Martı'nda Newroz bir kan gölüne çevrilmiş,
özellikle Cizre, Nusaybin, Şırnak'ta doğrudan
halkın üzerine ateş açılarak onlarca insan öldürülmüştür.
Yine 1992'de koca bir il, Şırnak haritadan silinmiş
bir harabeye çevrilmiştir.
Kuşkusuz bunlar büyük ve bilinen olaylardır. Eğer
her gün sağda solda yapılan köy yakmalar, kurşuna
dizilen köylüler buna eklenirse ortaya çıkan manzara
çok daha kötü olacaktır.
Üstelik Misak-ı Milli sınırı ile de yetinilmemiş,
Güney Kürdistan'da önce milliyetçi-feodal unsurlarla
"içerden" başlatılan harekat daha sonra
doğrudan sınır ötesi saldırıyla tamamlanmıştır.
Ve dünyanın en uzak köşesindeki küçücük bir kıpırtı
karşısında ayağa kalkan dünyanın efendileri, düpedüz
bir başka ülke toprağına yapılan saldırıya hiç
tepki göstermemiştir.
Bunlar işin çok görünen kısmı, somut bölümü. Öte
yanda '92 yılı başka türlü katliamlara da sahne
olmuştur. Zonguldak grizuları ve Erzincan'ın iskambil
gibi dökülen koca resmi binaları bunun örnekleri
aldı.
1992 yılı içerisinde 40'ın üzerinde insan "çatışma"larda
öldürülürken, 21 kişi de kayıplara karıştı. Artık,
bilinen "işkence ölüm"ün yerini, "önceden
saptayarak ortadan kaybetme" taktiği oldu.
Basın için, özellikle de GÜNDEM için 1992 tam
bir "kara yıl"dı. 70'indeki Musa Anter
de içinde olmak üzere, toplam 12 gazeteci aynı
yıl içerisinde katledildi ve artık bu cinayetlere
"faili meçhul" demek anlamsızlaştı,
"faili devlet" deyimi duruma tam uyan
bir deyim haline geldi.
1992'de, hep olduğu gibi hakkını arayan insanlar
yine karşılarında devletin zor aygıtını buldular.
Her işçi-memur hareketi, her kıpırdanma gerçekleştiğinde
polis hazır ve nazırdı. Toplam 71 bin işçinin
greve çıktığı 1992'de 35 bin civarında işçi de
çeşitli türden eylemler yaptı. Yapılan her miting
sonrası coplar ortaya çıkıyor, devlete karşı gelmenin
hesabı mutlaka soruluyordu.
Bu arada yıl içerisinde 90 bin işçi işten atıldı.
Grevler ertelendi ve ILO demagojileri de (beklendiği
gibi) fiyasko çıktı.
Yine işçi hareketinde ve özellikle yeni sahneye
çıkan memur hareketinde gözle görünür bir canlanma
yaşandı ve "sosyalizm öldü" soytarılıklarının
aksine önümüzdeki yıl bu canlanmanın ivme kazanacağı
kuşkusuzdur. 1992, faşist ve islami hareketin
de palazlandırıldığı bir yıl oldu. İslami güçlerin
toplumsal muhalefetin boşluklarına sızan hamlesi
biliniyor. Ama faşistler açısından durum daha
da farklıdır. Faşist hareket, 12 Eylül'de yitirdiği
iç güvenini yavaş yavaş kazanmaya başlamış, özellikle
Bosna, Azerbaycan gibi dış olayları kullanarak
devletin zor güçleriyle işbirliği içinde güçlenmektedir.
Henüz çok boyutlu olmasa da şiddet aygıtını yeniden
kurmaktadır. Özellikle Kürt düşmanı bir şovenist
dalga yakalayıp Turan Ülküsü'yle bu dalgayı birleştirmek
ve buradan silahlı organizasyonun yolunu açmak
bugün faşist hareketin amaçları arasındadır.
Özellikle, sol güçlerin ya duyarsızlık yada politik
araçları kullanmada gösterdiği yavaşlık yüzünden
bazı konuları faşistlerin kullanımına açık hale
getirmiş olmaları bu süreçte çok önemliydi. Bosna
olaylarından, Neo-nazi eylemlerine dek bir dizi
konuda (kuşkusuz bizim de içinde yer aldığımız)
sosyalist güçler yeterince etkin olamadılar yada
egemen medya karşısında gerekli araçları yaratamadılar.
Örneğin Sırp milliyetçilerinden zırnık farkı olmayan
Türk faşistleri bu boşlukta ataklar yapabildi;
Neo-nazi şeflerin "kardeş örgüt" ilan
ettiği MÇP'nin katilleri sokaklarda ırkçılık kurbanı
olarak öldürülmüş insanları sahiplenebildi !
Devrimci hareket ise, henüz (yalnızca özel olarak
anti-şovenizm konusunda değil) genel olarak muhalefet
içinde istikrarlı konum yakalayabilmiş değildir.
İrade, İrade Daha Fazla İrade…
Oysa, konjonktürel gerilemenin etkisi, artık bir
iki-yıl öncesinden çok daha zayıftır. Son bir-iki
yıla sığan dramatik olayların dünya ölçeğindeki
yoğun psikolojik etkisinin artık atlatıldığı,
yeni bir atılım için zeminlerin giderek oluştuğu
rahatlıkla söylenebilir.
Sel gidip kum kalmıştır. İnsanlık yine bir karanlık
içinde dönemeçlere doğru ilerlemekte, yeni bir
arayışın tohumları çimlenmektedir.
Geçici olanın büyüsüne kapılanlar ise umulandan
çok daha kısa bir sürede birer soytarı olarak
ortada kalakalmışlardır. Sonuçta artık herkese
iyice bıkkınlık veren şu "yıkılan duvarlar"
edebiyatı bugün yalnızca TV maymunlarının dilinde
kalmıştır.
Solda da o furya yaşanmış bitmiştir. Bugün bir
Haydar Kutlu ismi çok anlamsızdır, bir çok insan
için hatırlanması bile güçtür. Genel çöküntüye
denk düşen likidasyon, hem bir fikir olarak çürümüş
hem de politik yapılanışlarıyla birlikte tükenip
gitmiştir.
Bugün ufukta görünen (ve hatta şu anda yaşanan)
yavaş ama kesin bir yükseliştir.
Zor ve sancılı bir yükseliş yaşayacağımız şimdiden
söylenebilir. Sancının sebebi bugünkü kritik dönemeçte
çok büyük bir irade gücünün, kararlılığının gerekiyor
olmasıdır. Ancak, çok net bir ifadeyle sürece
yüklenildiğinde ve yeni frekanslar, yeni politikalar
yakalandığında bu yeni dalgayı yaratmak mümkün
olacaktır.
Sonuç olarak, 93 başında hem hareketimiz için
hem de genel olarak devrimci hareket için acil
gereksinmenin örgütlenme olduğu ama her şeyden
önce kendi kendini örgütleme olduğu söylenebilir.
Bugün durduğumuz nokta budur ve durduğumuz noktayı
bilmek, nereye doğru yürüyeceğimizi saptamak açısından
çok önemlidir.
Kendiliğinden yada yarı organize şekilde parlayıp
sönmelere artık kimsenin tahammülü yoktur.
***
1993'ten geleceğe açılan kapıda birçok şeyi
(ve belki her şeyi) irade ve örgütlülük belirleyecektir.
|