Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

9. Sayı - Ocak 1993

"Komünizm Hayaleti…" Yeniden mi Geliyor?
Bütün şişinmelerine ve "dünyalar hakimi" havalarına karşın '92 yılının emperyalist sistem savunucularına, sosyalizm düşmanlarına olumlu işaretler verdiği söylenemez. Aksine '92 yılı, kapitalist düzen açısından belki önemi daha sonraki yıllarda daha net kavranacak sinyaller vermiştir.
Her şeyden önce "sosyalist" ülkelerdeki dramatik çöküşün tamamlanması yaşanmıştır ve bu tamamlanma sırasında aşağıya doğru inen eğrinin en son inebileceği bir alt sınırın olduğu da anlaşılmıştır. '92, bu bakımdan, duvarların bir isteri nöbetiyle yıkıldığı, sokakların soytarılar karnavalına döndüğü '91 yılından çok farklıdır. Neo-liberal döneklerin 91 yılındaki büyük heyecan ve hevesleri bugün durulmuş, yer yer boşluk duygusuyla bezenen bir "sarhoşluk sonrası dönemi"ne girilmiştir. 91 yılında her yanda esen "iyimser" (!) fırtınanın etkisiyle "artık bu işin bittiği", "tek kutuplu çağdaş bir dünyaya doğru hızla gidildiği" düşünülüyordu. Bütün Avrupa ve Sovyetler derinden gelen depremlerle sarsılırken, haber ajansları birbiri ardına "atlatma" haberleri geçerken, gerçekten de sıradan insanlar bile böyle düşünüyordu. Onlarca yıllık "esaret" (!) artık sona ermişti ve milyonlarca insan "özgürlüğün" (!) tadını keyfince çıkarabilirdi.
Ama sonunda, her şey artık en becerikli CIA ajanının bile pek bir şey yapamayacağı bir tıkanma noktasına geldi dayandı. Ortada ne yırtılacak bayrak kaldı, ne de dizilecek devlet başkanı… Heykeller de yıkılacağı kadar yıkılmıştı artık.
Artık, küstah "doğu uzmanları"nın yüzleri yavaş yavaş buruşmaya başladı. Gitgide daha sık olarak "ufukta otoriter komploların göründüğü"nden, "eski komünistlerin hızla canlanıp organize olduğu"ndan söz edilmeye, yazılmaya başlandı. İnsanlar bir türlü özgürlüğün değerini anlamıyorlardı. Bir zaman bu durumun nedeni "yeni özgürleşen insanların uyumsuzluğu" biçiminde açıklandı. Cahil koyun sürüleri kendilerine sunulan nimetleri anlamıyorlardı!
İşin doğrusu kapitalizmin bu "nimetleri"nin (!) değerini bilmek de pek kolay değildi. Kapitalizm, sonuçta "parası olanın düdüğünü öttürdüğü" bir düzendi ve bazıları hiç düdük sahibi olamıyordu.
Yaldızlar dökülmeye başladı… Bol keseden vaatlerin sonu geldi… İnsanlar ilk girdikleri ışıklı caddelerin ötesini, ara sokakları da fark etmeye başladılar.
Çözülen SSCB'nin yurttaşları bugün bunu kavrıyorlar ve kavrayacaklar. Serbest piyasa düzeninin insanları içine ittiği istikrarsızlık ve güven boşluğu gitgide daha derin çalkantılara yol açmaktadır.
Kuşkusuz, bugünkü protestoları ve sık sık görülen Lenin-Stalin posterli gösterileri çok fazla abartmak doğru değildir. "Bazen on yıllar birkaç aya sığar" deyişi gerçekten çok önemlidir. Gerçekten on yılların bataklığında biriken sorunlar yığını birden patlamış ve yıkıcı etkilerini göstermiştir. Şimdi, her şeyin yeniden, birkaç günde düzelebileceğini varsaymak doğru değildir. Her şey o kadar basit olmayacaktır. Ama, bugün olanları yarın olacakların ipuçları ve birikimi saymak mümkündür.
Bu açıdan Rusya'daki gösteriler kadar, Litvanya'daki milliyetçi Lajidus'un seçimleri kaybetmesi, Tacikistan'da olanlar vb. de önemlidir. Polonya sosyalist partinin oy oranı, eski "grevci" Walesa'nın bugün "grevler ekonomiyi felç ediyor" biçiminde işçilere seslenmesi önemlidir. Şüphesiz her şey değildir, belki çok fazla şey de değildir ama "kapitalizmin nimetleri" karşısında gösterilen tepkinin ifadesi olarak ipuçları anlamında önemlidir.

Emperyalizm: Yanılsama Sona Eriyor…
'80'li yılların ortalarında burjuva ve ekonomistler bile 90'larda kapitalist sistemin çok güç günler yaşayacağına emindiler. Bir dizi tıkanıklık her yönden sistemi zora sokuyor, gelişme trendleri düşme potansiyelini barındırıyor ve bütün bu sıkıntı Reagan'ın "kamp içinde bir numara olma" politikasıyla, yani doğrudan saldırganlık politikası ile aşılmayla çalışılıyordu. Devasa askeri projeler müttefiklerin ilişkilerini zorlarken, jandarmalık statüsü de artık can sıkmaya başlıyordu.
Avrupa'daki gelişmeler bu açıdan sisteme adeta bir can simidi gibi hizmet etti. Sonuçta gerçekleşen şey yeni pazarların, iş alanlarının açılması değildi -ki bu yeni alanlar aynı zamanda yeni külfetler de getiriyordu- aynı zamanda sorun bir siyasal imaj sorunuydu. Avrupa'daki çöküşler sonucunda emperyalist sistem her şeyden önce bir "üstünlük" imajı yakalamıştı. "Yeni Dünya Düzeni" markasıyla piyasaya sürülen bu imaj, sistemin alternatifsiz ve ebedi olduğu, alternatif olarak ortaya çıkanların da ömürsüz olduğu yanılsamasının pompalanmasıyla oluştu.
Kuşkusuz bu durum, bir ölçüde bu imaja da bağlı olarak oynayan ekonomik trendleri geçici bir süre için yukarıya çekti. Ve gerçekte büyük sıkıntıların eşiğinde yaşayan kapitalist sistem, bir süre bu durumun tatlı avantajlarıyla oyalandı.
Ama şimdi yeniden gerçeklik kendini duyurmaya başlamıştır. Yıldızlarla donatılıp medya ile şişirilen düzen ciddi çatlaklara gebe olduğunun ilk işaretlerini vermektedir. Önümüzdeki yıllar bu açıdan çok önemli göstergeler sunmaya adaydır.
Ve kuşkusuz salt kendiliğinden bir süreç değil bu; yeni sosyalist atılımlar ile emperyalizmin krizleri ile hep denk düşmüştür ve gelecekte de kuralın bu biçimde işleyeceğini ummak boş bir iyimserlik değildir.

1992… Irkçılığın, Milliyetçi Cinayetlerin Altın Yılı
1991'in o ateşli günleri yaşanırken, onca yıllık işçi emeği yıkılırken, bundan dolayı küstah bir sevince kapılan anti-komünist ideologlar, bir "özgürlük baharı" yaşandığını iddia ediyorlardı.
Ama "bahar" (!) dan sonra beklenen mevsim yaz gelmedi. Tam anlamıyla bir karakış Avrupa'yı boydan boya kapladı. Uzun yıllar boyunca çözülmediği, yavaş yavaş biriktiği bugün acıyla fark edilen ulusal sorunlar ekseni çarpılmış bir dünyada gün yüzünde çıkmakta gecikmedi.
Batılı "kardeşlerin" süslü vaatleri fiyasko ile sonuçlanınca eski Doğu Almanya halkı çok acı gerçeği fark etti. Yeni düzen daha fazla sıkıntı, daha fazla yoksulluk demekti. Üstelik bu kez en küçük bir güvenlikten yoksun olarak doğrudan vahşi kapitalist ormanın içinde kalmışlardı.
Ve onlara yeni bir hedef göstermekte gecikmediler: Yabancılar, özellikle de Türkler… Batıda zaten varolan neo-nazi çeteler, doğudaki sıkıntıdan da yararlanarak en çok da bu dönemde geliştiler ve en kanlı eylemleri bu dönemde sergilediler.
Öte yandan eski sosyalist ülkelerde çözülen yapıların yerinde en uç noktada milliyetçilik mayalanıp gelişti. Esprili bir deyişle 1992, bir araya gelen üç kişinin devlet kurmaya giriştiği uğursuz bir yıl oldu. Azerbaycan'da doğrudan kışkırtılan, Türkiye'nin de burnunu soktuğu iç savaş geçen yıl en kanlı boyutlarını yaşadı. Kafkaslardaki ateş hala sürüyor ve yeni cephelerde yeni körüklerle canlandırılıyor.
Ve hiç de Türk medyasında anlatıldığı gibi bazı şeyler tek taraflı olmuyor. Irkçılık zehri dünyanın bir köşesine bulaştığı andan itibaren orada "temiz" hiçbir şey kalmıyor. Sıradan savaşlarda pek gözlenmeyen korkunç bir vahşet, sivillere yönelik katliamlar iki tarafın gırtlağına kadar gömüldüğü bir çukur oluyor.
Irkçılık savaşları, dünyanın en vahşi savaşlarıdır. Cephedeki askerlerin savaştığı başka durumlardan esas farkı halkların bütününe uygulanan katliamlardır.
Bosna, bunun çok somut örneği ve bütün insanlığın yüzkarasıdır.
Yakın geçmişe dek "uyumlu" görünen federal işleyiş dağıldığında geleceğin çatışmalarının ipuçları da aslında görünüyordu. Sorun yalnızca başkanlık seçimi ve sıra sorunu değildi, Yugoslavya halkları ekonomik-sosyal-kültürel vb… açılardan derin farklılıklar ve uçurumlar yaşıyordu. Federal mozaik dağılınca ve herkes kendi hesabına bir düzen tutturmaya çalışınca çatışma kaçınılmazdı.
Bütün emperyalist güçlerin burunlarını soktukları yeni konjonktür son yılların en kanlı iç savaşının da koşullarını hazırladı. Gerçekten de böyle kanlı bir sivil katliamı ve bu vahşetin bütün dünya tarafından seyredilmesi şimdiye dek az görülmüştür. Milliyetçiliğin iğrenç zehriyle bütün sağduyusunu yitirmiş insanlar dünkü komşusunun kanını içme noktasına sürüklenmiştir. Sırpların Bosna'da yaptıkları üzerine geçilen haberlerin yalnızca onda birinin doğru olduğunu bile düşünsek, yine de ortaya bir vahşet ortaya çıkmaktadır.
Üstelik bizdeki ırkçı basının tek yanlı gösteriminden de uzaklaşıp olaya baktığımızda boyutlar daha da büyüyor. Çünkü, milliyetçi boğazlaşmaların karakteri gereği, cinayetler de hiçbir zaman tek yanlı işlememektedir. Korkunç bir kaos içerisinde adeta insan aklının inkarı denebilecek ölçüde katliamlar yaşanmaktadır.
Gerçekten de, kapitalizm için "insan aklının mükemmel inkârı" diyen filozof, son derece haklıdır. Yugoslavya, Kafkaslar ve dünyanın dört bir köşesi bugün "kapitalizmin nimetleriyle" karşı karşıyadır. "Komünist doktrin"in pençesinden kurtarılan halklar boylu boyunca bir mezarlık çukurunda boğazlaşmaktadırlar.

Somali, Irak Ve Yeni Dünya Düzeni
Ve üstelik, ortada bu trajedi sürerken "Yeni Dünya Düzeni"nin jandarması ABD, kendisini yine de "adalet dağıtımı" ile görevli saymaktadır. Tam bir mafya çetesi edasıyla kimi zaman "yoksulları koruma", kimi zaman "yanlış yapanı cezalandırma" tavrıyla ortaya çıkmakta ve sonuç olarak yine mafyavari "bu dünya bizden sorulur" çizgisinde davranmaktadır.
Afrika uzun yıllar açlığın pençesindedir. Geçen yüz yıl boyunca sömürgeciler ve bugünkü talancılar işe yarar ne varsa silip süpürmüşler ve Afrikalılara yoksulluk ve cehaletten başka hiç bir şey bırakmamışlardır. Ayrıca kapitalist sistemin doğrudan ürünü olan ekolojik bozulma Afrika'yı günden güne çölleştirmektedir. Örneğin Sahra Çölü'nün her yıl biraz daha büyüdüğü bilimsel olarak tespit edilmiştir. Öte yandan, Afrika'da bağımsızlık eğilimi ile sosyalizmi birleştirmeyi amaçlayan deneyler de uzun yıllar boyunca SBKP'nin abuk-sabuk teorileriyle güdükleştirilmiş ve bugün bu ülkeler de iflas noktasına gelmiştir.
Bütün bu gerçekler on yıllardır vardır ve orada durmaktadır…
Ancak, sorun çok büyüdüğünde, emperyalist efendiler bu yoksul akrabalarını düşünürler ve sadaka vermek için ellerini ceplerine atarlar.
Somali'deki durum budur. Açlık büyümüş, açlıkla birlikte ülke bir kargaşa içine düşmüştür. İşte tam bu noktada "Haydut başı" ve çetesi duruma müdahale kararı alırlar. Askerleriyle "vaziyeti düzeltmek" için Somali'ye girerler…
Özetle, Somali'de yapılan şey, aç insanlara yardım değildir; söz konusu olan sistemin gücünün kanıtlanmasıdır. Çetenin gücü her şeye ve her yere yeter! İşte, sorun bunun altının çizilmesidir. Ve Türk ordusu birlikleri de böyle bir oyunun durumundadır. (Kuşkusuz "Kürdistan tecrübesi" bu görevde TC birliklerine çok yardımcı oluyordur)
Kaldı ki, yardım olgusunun kendisi de tartışılır. Bu ülkelerin bütün zenginliklerini talan eden ve bugünkü zenginliklerini bu hırsızlık üzerine inşa eden emperyalist ülkelerin böyle yardımdan söz etmeleri düpedüz iki yüzlülüktür. Doğru dürüst kendini yeniden üretecek işletmeleri olmayan bu bölgelere yalnızca bir süre tok tutacak birkaç çuval tahıl gönderilmesi bu iki yüzlülüğün başka bir boyutudur.
Asıl ikiyüzlülüğün sergilendiği konu ise Irak'tır. Yine tam bir "mafya çetesi" tavrıyla ültimatomlar verilmiş ve sonra bombalar yağdırılmıştır. Bosna'daki insan kıyımı konusunda aylardır tek bir karar almayan emperyalist mekanizma, Irak konusunda hiç tereddüt bile etmemiştir. Çünkü, bu kez söz konusu olan, çetenin prestijini zayıflatacak bir "kafa tutma" olayıdır. Herkes dünyanın hakiminin kim olduğunu iyi bilmelidir.
İşte bütün sorun budur…

Bosna Çığlıkları Atılırken, Burada Burnumuzun Dibinde Neler Oluyor?
TC de en az ABD kadar ikiyüzlüdür.
Somali'ye asker gönderip Bosna için ağıtlar düzülen bu ülkede 1992 yılı bir katliamlar ve utanç yılı olmuştur.
Artık insanların dozerlerle gömülmesi, tankların arkasında sürüklenmesi kanıksanmıştır.
1992 Martı'nda Newroz bir kan gölüne çevrilmiş, özellikle Cizre, Nusaybin, Şırnak'ta doğrudan halkın üzerine ateş açılarak onlarca insan öldürülmüştür.
Yine 1992'de koca bir il, Şırnak haritadan silinmiş bir harabeye çevrilmiştir.
Kuşkusuz bunlar büyük ve bilinen olaylardır. Eğer her gün sağda solda yapılan köy yakmalar, kurşuna dizilen köylüler buna eklenirse ortaya çıkan manzara çok daha kötü olacaktır.
Üstelik Misak-ı Milli sınırı ile de yetinilmemiş, Güney Kürdistan'da önce milliyetçi-feodal unsurlarla "içerden" başlatılan harekat daha sonra doğrudan sınır ötesi saldırıyla tamamlanmıştır. Ve dünyanın en uzak köşesindeki küçücük bir kıpırtı karşısında ayağa kalkan dünyanın efendileri, düpedüz bir başka ülke toprağına yapılan saldırıya hiç tepki göstermemiştir.
Bunlar işin çok görünen kısmı, somut bölümü. Öte yanda '92 yılı başka türlü katliamlara da sahne olmuştur. Zonguldak grizuları ve Erzincan'ın iskambil gibi dökülen koca resmi binaları bunun örnekleri aldı.
1992 yılı içerisinde 40'ın üzerinde insan "çatışma"larda öldürülürken, 21 kişi de kayıplara karıştı. Artık, bilinen "işkence ölüm"ün yerini, "önceden saptayarak ortadan kaybetme" taktiği oldu.
Basın için, özellikle de GÜNDEM için 1992 tam bir "kara yıl"dı. 70'indeki Musa Anter de içinde olmak üzere, toplam 12 gazeteci aynı yıl içerisinde katledildi ve artık bu cinayetlere "faili meçhul" demek anlamsızlaştı, "faili devlet" deyimi duruma tam uyan bir deyim haline geldi.
1992'de, hep olduğu gibi hakkını arayan insanlar yine karşılarında devletin zor aygıtını buldular. Her işçi-memur hareketi, her kıpırdanma gerçekleştiğinde polis hazır ve nazırdı. Toplam 71 bin işçinin greve çıktığı 1992'de 35 bin civarında işçi de çeşitli türden eylemler yaptı. Yapılan her miting sonrası coplar ortaya çıkıyor, devlete karşı gelmenin hesabı mutlaka soruluyordu.
Bu arada yıl içerisinde 90 bin işçi işten atıldı. Grevler ertelendi ve ILO demagojileri de (beklendiği gibi) fiyasko çıktı.
Yine işçi hareketinde ve özellikle yeni sahneye çıkan memur hareketinde gözle görünür bir canlanma yaşandı ve "sosyalizm öldü" soytarılıklarının aksine önümüzdeki yıl bu canlanmanın ivme kazanacağı kuşkusuzdur. 1992, faşist ve islami hareketin de palazlandırıldığı bir yıl oldu. İslami güçlerin toplumsal muhalefetin boşluklarına sızan hamlesi biliniyor. Ama faşistler açısından durum daha da farklıdır. Faşist hareket, 12 Eylül'de yitirdiği iç güvenini yavaş yavaş kazanmaya başlamış, özellikle Bosna, Azerbaycan gibi dış olayları kullanarak devletin zor güçleriyle işbirliği içinde güçlenmektedir. Henüz çok boyutlu olmasa da şiddet aygıtını yeniden kurmaktadır. Özellikle Kürt düşmanı bir şovenist dalga yakalayıp Turan Ülküsü'yle bu dalgayı birleştirmek ve buradan silahlı organizasyonun yolunu açmak bugün faşist hareketin amaçları arasındadır.
Özellikle, sol güçlerin ya duyarsızlık yada politik araçları kullanmada gösterdiği yavaşlık yüzünden bazı konuları faşistlerin kullanımına açık hale getirmiş olmaları bu süreçte çok önemliydi. Bosna olaylarından, Neo-nazi eylemlerine dek bir dizi konuda (kuşkusuz bizim de içinde yer aldığımız) sosyalist güçler yeterince etkin olamadılar yada egemen medya karşısında gerekli araçları yaratamadılar. Örneğin Sırp milliyetçilerinden zırnık farkı olmayan Türk faşistleri bu boşlukta ataklar yapabildi; Neo-nazi şeflerin "kardeş örgüt" ilan ettiği MÇP'nin katilleri sokaklarda ırkçılık kurbanı olarak öldürülmüş insanları sahiplenebildi !
Devrimci hareket ise, henüz (yalnızca özel olarak anti-şovenizm konusunda değil) genel olarak muhalefet içinde istikrarlı konum yakalayabilmiş değildir.

İrade, İrade Daha Fazla İrade…
Oysa, konjonktürel gerilemenin etkisi, artık bir iki-yıl öncesinden çok daha zayıftır. Son bir-iki yıla sığan dramatik olayların dünya ölçeğindeki yoğun psikolojik etkisinin artık atlatıldığı, yeni bir atılım için zeminlerin giderek oluştuğu rahatlıkla söylenebilir.
Sel gidip kum kalmıştır. İnsanlık yine bir karanlık içinde dönemeçlere doğru ilerlemekte, yeni bir arayışın tohumları çimlenmektedir.
Geçici olanın büyüsüne kapılanlar ise umulandan çok daha kısa bir sürede birer soytarı olarak ortada kalakalmışlardır. Sonuçta artık herkese iyice bıkkınlık veren şu "yıkılan duvarlar" edebiyatı bugün yalnızca TV maymunlarının dilinde kalmıştır.
Solda da o furya yaşanmış bitmiştir. Bugün bir Haydar Kutlu ismi çok anlamsızdır, bir çok insan için hatırlanması bile güçtür. Genel çöküntüye denk düşen likidasyon, hem bir fikir olarak çürümüş hem de politik yapılanışlarıyla birlikte tükenip gitmiştir.
Bugün ufukta görünen (ve hatta şu anda yaşanan) yavaş ama kesin bir yükseliştir.
Zor ve sancılı bir yükseliş yaşayacağımız şimdiden söylenebilir. Sancının sebebi bugünkü kritik dönemeçte çok büyük bir irade gücünün, kararlılığının gerekiyor olmasıdır. Ancak, çok net bir ifadeyle sürece yüklenildiğinde ve yeni frekanslar, yeni politikalar yakalandığında bu yeni dalgayı yaratmak mümkün olacaktır.
Sonuç olarak, 93 başında hem hareketimiz için hem de genel olarak devrimci hareket için acil gereksinmenin örgütlenme olduğu ama her şeyden önce kendi kendini örgütleme olduğu söylenebilir. Bugün durduğumuz nokta budur ve durduğumuz noktayı bilmek, nereye doğru yürüyeceğimizi saptamak açısından çok önemlidir.
Kendiliğinden yada yarı organize şekilde parlayıp sönmelere artık kimsenin tahammülü yoktur.

***
1993'ten geleceğe açılan kapıda birçok şeyi (ve belki her şeyi) irade ve örgütlülük belirleyecektir.

 


 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92