İnsan
Hakları (Didar Abla) Gecesi Vesilesiyle Bir Kez
Daha Yöntem Üzerine
|
Siyasette bir şeylerin dobra dobra söylenmesi çoğu
kez ters sonuçlar doğurabiliyor. Sosyalist siyasetin
zaten dobra bir iş olduğu söylenebilir belki ama yine
de açıkça konuşulduğunda, bu, bir ustalık eksikliği
sayılabiliyor. Somut gerçekliğin ifadesi, bu gerçeklik
herkes tarafından aslında bilinse de akıllıca sayılmıyor.
Ama bazen, ne olursa olsun bu "eksikliği"
ve tepkileri göze almak, bunlara rağmen bir yarayı deşmek
gerekli oluyor.
Şu malum "ajitasyon serbestliği" olayından
sözediyoruz. Daha doğrusu aslında sözü edilen şey "ajitasyon
serbestliği" ilkesinin kendisi de değil, esasen
özünde doğru olan bu ilkenin hoyratça eskitilip kötüye
kullanılmasıdır, ilke, esası itibarıyla doğrudur ve
doğruluğun ötesinde zorunludur da. Ajitasyon, siyasi
çalışmanınn bir biçimiyse ve siyasi çalışma siyasi akım
olmanın kaçınılmaz gereğiyse, elbette bunu herhangi
bir biçimde yasaklamak ne mümkündür, ne de doğrudur.
Ama artık bunun biraz ötesinde bir şey sözkonusudur.
Yalnızca Didar Abla gecesi değil, genel olarak her yerde
yaşanan bir karışıklık ve artık insanları sıkan bir
ucuzlatma vardır. Bugün bir çok insandan "slogan
yarışı" üzerine yakınmalar duymak mümkündür ve
hatta bu konuda zaman zaman esprili yakıştırmalar da
işitilmektedir. Bu hiç de kulak tıkanabilecek bir durum
değildir.
Aslında, çok genel içeriği olan bir eylemlilik ya da
etkinlikte bu konu o kadar sorun olmayabiliyor. Örneğin1
Mayıs gibi bir eylemlilik sırasında her siyasi hareketin
o günkü konjonktür açısından öne çıkarma gereği duyduğu
konular olabilmektedir. Bir hareket o yılın 1 Mayıs'ında
anti-şovenist karekterli sloganları öne çıkarmak isterken,
bir diğeri sosyalizm inancının ifadesini çok elzem bulabilmektedir
ve bu da çok anormal değildir. Ortak slogan ve kaygılara
da özen gösterilmek koşuluyla yapılabilecek bütün bu
özel vurgular eylemliliğin zenginliği bile sayılabilir.
Ama öte yandan çok özgün amaçları olan etkinliklerde
de aynı şey ifrata varan ölçülerde karşımıza çıkabiliyor.
O çok ciddi özel anlam bile arada kaynatabiliyor. Çoğu
kez kimsenin kimseyi duyamadığı garip bir yarış içersinde
oraya niye gelindiği kuşkusuna yol açabilecek ölçüde
karışıklık yaşanıyor. Bunu özel olarak son "gece"
için söylemiyoruz, son "gece" yalnızca bir
vesile oluyor. Kanayan bir yaramız bu ve birşeyleri
artık düzene sokmak gerekli.
Özellikle "gece"lerin bir başka niteliği var.
"Gece'ler, bizim kendimizi sanatsal olarak ifade
edişimiz de oluyor. Böyle bir orijinalitesi var. Orada,
eksiğiyle aksağıyla bizim içimizden ürettiğimiz sanatçı
insanlarımız kendi üretimlerini bize sunmak istiyorlar
ve bunu biz de istiyoruz. Onlardan birini, bir kaçını
az ya da çok sevebilir, az ya da çok benimseyebiliriz.
Ama sonuçta bizim insanlanmızdır ve oraya bizim için
"hünerlerini sergilemeye", gelmişlerdir. Ve
"gece" ler bizim değerlerimizin, çok yıpratılıp
horlanan değerlerimizin, yeniden üretildiği, insanların
coşkulandırıldığı zeminlerdir. Elbette bu bakımdan CSO
konserlerinin ön sıra protokolü gibi bir "devletlu
ciddiyeti"ni kimse istemiyor. Elbette coşku yaratılan
bir ortamdır ve zaten özündeki amaçlarından biri de
budur. Ama bunun da "küçük" bir koşulu var:
bizi coşkulandırmasını beklediğimiz müziğin, şiirin,
vb. birazcık duyulması gerekiyor...
Yani bir karar vermek gereklidir. karşımızdaki bir sanat
olgusu ve eksiğiyle aksağıyla bizim sanatımız sergileniyor
olmasının anlamı nedir? Bizi coşkulandırıp bu coşkuyu
sloganlarla haykırmaya zorlayan bir ortamı mı yaşıyoruz,
yoksa önceden aldığımız kendi kararlarımızı her koşulda
uygulamayı mı seçiyoruz? Atılan slogan "gece"
nin özel anlamının ve bize sunduğu heyecanın bir dışavurumu
mu oluyor, yoksa oraya "slogan atmak" (ve
kuşkusuz başkalarından daha çok slogan atmak!) için
mi gidiyoruz.
En ciddi soru da şudur: Emeğe saygı gösterecek miyiz,
göstermeyecek miyiz?
Düşünün ki, ülkemiz aydınlarının yüzakı olan insanlardan
biri, sözgelimi bir tiyatro oyuncusu çıkıp bir şiir
okuyor ya da oyunlarından parça sergiliyor. (Geçen yıl
Caferağa'daki İHD gecesinde Zafer Diper'in Brecht'ten
okuduğu şiir anımsansın, ya da son gecede Jülide Kural'ın
o nefis "Tanya" sı...) Bu insanlar bizim için
gelmişler; bir alay rezil herif kendini Neo-liberalizmin
kollarına fırlatmış "değişen dünya" üzerine
zevzeklikler yaparken, bu insanlar bize kendi içtenliklerini
sunmuşlar.
Üstelik, "nolur işte çıkar okurum" da dememişler,
profesyonelce, ciddi olarak hazırlanıp gelmişler, yani
olayı hafife almamışlar...
Ve... Biz, o yansımız içinde dinlemek zahmetine bile
katlanmıyoruz! Belki de bazıları o anda "yoğun
meşguliyetten ötürü!" sahnede birinin oluduğunu,
bir şeyler sunmaya çalıştığını bile farketmiyor! Dahası,
böylce salt kendini ilgilendiren bir davranış da koymuş
olmuyor, başkalarının da dinelmesini fiilen önlemiş
oluyor...
Düşünün ki bir DİA hazırlayıcısı, geceler boyu çalışıp
belli filmleri biraraya getiriyor, bunlara müzikler
seçip uyum için provalar yapıyor... Bütün bunları gösterinin
etkisini maksimum seviyeye yükseltmek için yapıyor.
Kuşkusuz sloganlara da yol açacak bir coşku yaratmak
istiyor. Ama bazılarının buna hiç ihtiyacı yok! Onlar,
sloganlarını bile saptamış haldeler ve durum ne olursa
olsun onlan atacaklardır.
Örneğin, Musa Amca'yı yaşatmak için çok tatlı bir sürpriz
hazırlanıyor. Kızılırmak grubu sahnedeyken aniden ışıklar
sönecek, sahneye Musa Amca'nın görüntüsü .yansıyacak
ve aynı anda kendi sesi salona yayılacaktır... Çok vurucu
bir şekilde katillere inat Musa Amca o gün, o salonda
bize seslenecektir.
Ama ne mümkün! Bütün heves kursakta kalıyor! Daha DİA
görünür görünmez birilerinin aklına "burada kürt
sorununa bakış açımızı koyan bir slogan atılmalı"
fikri geliyor olmalı ki, bir şehidin sesi bile dinlenmiyor...
Hüzün vericidir. Ama daha da önemlisi artık fena halde
sıkıcıdır.
Ve bir yanıyla sorun yanlış bir marksist kavrayışın
da ürünü sayılabilir. "En doğru benim, geriye kalanlar
teferruattır" biçimindeki mantık, doğal olarak
kendi dışındaki etkinlikleri "gidip yararlanılacak"
zeminler olarak görüyor. Böylece de bu türden etkinliklere
en bir has ve öz marksist-leninist politika taşınmış
oluyor, kitleler revizyonist,oportünist,vs. lerin elinden
kurtarılmış oluyor!
Elbette herkesin kendi başına yaşadığı klasörler dünyasında
değiliz ve elbette devrimciler her türden etkinlik ve
eyleme katılırlar, üstelik kendi perspektifleriyle katılırlar.
Ama mantık ve sorumluluk duygusu çok önemlidir. Katıldığınız
yeri ne olarak gördüğünüz önemlidir.
Örneğin bu grupların bir çoğu kendi manyetik alanlarında
düzenledikleri etkinliklerde hiç de böyle "geniş"
bir düşünceyle davranmazlar. Belki de bir açıdan bunun
bir haklı yanı vardır. Her politik yapı kendi alan çalışmasının
hesabını uzun , vadeli yapar ve dışsal faktörlerin o
çizdiği eğriye müdahalesini pek istemez. Bu böyledir
ama çoğu kez yalnızca orada böyledir. Aynı grup bir
başka yerde bütün bunları zerre kadar dikkate almayabilir!
Örneğin siz bir grup işçi ya da öğrenciyle bir etkinlik
düzenliyorsunuz diyelim; bu insanların içinde çok geri
unsurlar, devrimcilerin içinde bulunmaktan tedirginlik
duyanlar, salt arkadaşlık duygularıyla gelenler, vb.
vardır... Sizin amacınız bu heterojen bileşimin içinden
yavaş yavaş uzun vadede birşeyler yaratmak olabilir.
Böyle düşünebilirsiniz.
Ama kurtuluşunuz yoktur! Birileri böyle bir grup insanın
toplanmışlığını hiç kaçırmaz... Artık kuşlamalardan
kuşlama, pankartlardan pankart beğenin! Ama sonuçta
bunun polisiye sonuçları olurmuş, duruma hazır olmayan
insanlardan bir çoğu böylece yitirilirmiş... Hiç önemli
değil! Önemli olan "görev"in ifa edilmiş olmasıdır.
Bu, devrimci çalışmanın yanlış bir kavranışıdır.
Bugün sorun ekmeğin büyütülmesi sorunudur. Ekmek büyümeli
ve herkesin alacağı dilim de bunun bir sonucu olarak
büyümelidir. isteyen itiraf etsin, isteyen “kitleler
isyana hazır” halüsinasyonu ile kendini avutsun, bugün
yaşanan kriz dönemidir. Onlarca yılın yanlışları gelmiş
bugünkü sosyalist kuşağın üstüne yıkılıp kalmıştır.
Sosyalizm fikri kitlelerin gözünde yoğun bir yıpranmaya
uğramış, bir alternatif olarak çekiciliği yine kitlelerin
gözünde yıpranmıştır. Ülkemiz açısından söylersek durum,
halkı sosyalizm fikrine ısındırmak bakımından 1960'lı
yıllan büyük ölçüde andırmaktadır. Hatta o günün bazı
avantajları da bugün yoktur. Yani birşeyler zorlukla
yürümektedir ve bir yol bulma, yeni dalgaboyları yakalayıp
kitleye ulaşma zorunluluğu vardır.
Yineliyoruz, ekmek büyümelidir...
Oysa bugün solda çoğu kez yapılan ortadaki minnacık
sandöviçin biryerlerinden kemirilmesidir. Egemen sınıfların
ideolojik bombardımanı altında boğulmuş, altı kanaldan
üstüne çullanılan insana değil, halihazırda varolan
"kitle"ye yönelinmesidir. "A grubu ne
kadar kalabalık" söylemiyle özellikle küçük burjuvazinin
"kalabalığa tapıcı" yanına oynanmakta, böyle
bir etki umulmaktadır.
Kuşkusuz, sağlam politik adımlar atanlar, iyi halkalar
yakalayıp yürüyenler başka siyasal akımlardan insanları
da etkileyecekler, kendi yörüngelerine çekebileceklerdir.Örneğin
ulusal hareketin bütün diğer yanlarını eleştiri konusu
etsek bile bu bakımdan bir başarı gösterdiği söylenebilir.
Beşikçi'den, herkesin saygıyla andığı Anter'e kadar
bir çok insanı belli bir yörünge etrafına çekebilmiştir.
Ama bu, politik atılımlar sorunudur, "gece"lerde
daha çok ses çıkararak çözülebilecek bir sorun değildir.
Ve, son olarak çok önemli bir şey daha var: Slogan da
atılabilir, herşey yapılabilir, mümkündür. Lakin, geldiğin
yere bir şey katarsın, işin yapılışında hiç olmazsa
nezaketen bir ucundan tutarsın, sürecin içinde yer alırsın.
Ama çoğu kez düşünülen, sürece hiç bir şey katmadan
yalnızca "fayda"dır...
Biz siyasetin "allah rızası" için yapılan
bir iş olduğunu' da söylemiyoruz. Elbette her olgudan
bir "fayda" sağlanır, en azından bir etki
yaratılır, bir coşku yoluyla insanlara ulaşılır, vb.
ama hiç bir şey katmadan salt "gidelim sloganımızı
atıp gelelim" demek de en azından sosyalist ölçütlere
biraz ters düşmektedir.
Sonuç nedir?
Sonuç, genişlemeye en çok ihtiyaç duyulan bir zamanda
insanların bazı şeylerden soğutulması, tepkiselliğe
itilmesidir. Coşku için gelenin bir karmaşa bulması
ve gırtlağına kadar "kuru ajitasyon'la yüklenip
evine dönmesidir.
Buna karşılık olarak "beğenmeyen gelmesin"
denebilir tabii, bu da bir "çözüm"dür! Ama
böyle bir "çözüm" yolu bizi 50 kişiyle yapılan
"sen-ben-bizimoğlan" acaipliğine götürmekten
başka bir işe yaramaz...
Peki, ne yapmak gerekiyor?
Herkesin yakındığı bu sorunun çözümü için açıkçası çok
kısa vadede bir çözüm görünmüyor.
Uzun vadede ise yol yine siyasi olgunluktan, politik
hareketlerin iç kültürel değişiminden geçiyor. Yoksa,
kendi başına yaptırımcı davranışlar çok şey ifade etmiyor.
Öte yandan her politik hareketin kendince vurgular yapma
hakkını da inkar etmek mümkün değildir.
Ama artık bir Consensus'a da ihtiyaç olduğu, bunun herkes
açısından büyük yararlar taşıdığı inkar edilemez şekilde
ortadadır.
Artık herkes oturup bunu biraz düşünmek durumundadır...
|