Anadolu
Hareketinin
Anlamı-Niteliği ve Kemalizm-5
|
Anadolu hareketinin tarihsel seyrini yer yer kısa saptamalarla
birlikte genel olarak gözden geçirdikten sonra onun
niteliğine özellikle yer vermek gerekiyor. Bilindiği
gibi bir hareketin niteliğini belirtirken; onun sınıfsal
doku, önderliğin durumu, program ve hedefleri gözönünde
bulundurulur. Ki, 1919-30 Ağustos 1922 döneminde ülkenin
çeşitli yerlerinde işgalcilerle çarpışmayı soyutlayarak
Anadolu Hareketini salt işgal güçleriyle vuruşmaya indirgemesi
içinde ele alarak olaya 'savaş' demek de olası değildir.
Çünkü durum, gerek bizzat kendi sürecinde savaşa koşut
olarak gündeme sokulan, gerekse de daha sonra genel
olarak aynı paralelde sürdürülen politikalarla siyasal
sosyal, ekonomik, vb. çok yönlü bir eklemlenişin kapsamını
sunmaktadır. Dolayısıyla hareketi genelde nitelemeden
önce nitelemenin öğeleri olmak üzere, bazı soruların
yanıtlarının saptanması gerekmektedir.
Öncelikle, Anadolu Hareketi'nin bir sınıf ideolojisi
temelinde gelişmektedir, yoksa bu şekilde gelişmeyen,
bu şekilde gelişme koşullan olmayan veya bu şekilde
gelişmeye tarihsel ve siyasal elverişlilik ortamı olmayan
çeşitli hareketler gibi, görünümdeki çeşitli özgürlüklerine,
yüzeysel farklılıklara rağmen esasta bir sınıf ideolojisine
bağlı, onun köklerinden sürgün vermiş ve sonuçta ona
hizmet eden bir çizgi midir? Başta egemen sınıflar olmak
üzere, ülkemizin-bugünkü kapsamı itibarıyla-sol literatürüne
kadar uzanmış 'Kemalizm' kavramı, kendi özel niteliği
olan bir ideoloji midir? ideolojiden öte, bir ekol bir
çizgi olarak özgünlük taşımakta mıdır? Şu kavramın böylesine
geniş bir yelpaze içinde yerleşikliğinin nedenleri neleridir?
Ve ideoloji nedir?
Ekonomik, siyasal, sosyal normlara sahip sınıfların
düşüncelerinin sistemli biçimlenişi olarak genel bir
soyutlama yapmak olasıdır. Ne var ki, ideolojiler bu
genellemenin kapsamında ama bunlar çok daha yüklü anlamlar
içerir. Elbette düşünce, maddi koşullarca belirlenir.
Maddi koşullar düşüncenin kendi sistematiği içinde ciddi
aşamalar, nitelik sıçramaları yapabilmesinin koşullarını
da tarihsel boyutu içinde yine maddi yaşam sunar, maddi
yaşamın gelişme dinamiği olur. Fakat önemli bir noktayı
tam da burada gözden kaçırmak olasıdır. Bu gerçekliklerin
yanısıra, belli bir dokuya, kendi kendine yaşama örgenliğine
kavuşan düşünce, o andan itibaren maddi yaşamdan göreceli
bir bağımsızlık kazanır. Yaşamın verilerini alarak kavramak
tanımlamak basit denklemi, artık karmaşık çok bilinmeyenli
problemleri düşünme gündemine almakla yer değiştirmiştir.,
işte eğer bu tablo sınıfsal boyutlar içinde çiziliyorsa,
o devinimine koşut ya da ona karşı... Ama bir ideolojidir.
Ayrıca yine eklemek gerekir ki, bir düşünce sistematiğinin
ideoloji olabilmesi için biçimsel olması şart değildir.
Tıpkı idealizm gibi bilime aykırı, onu yadsıyan özelliklerle
de bezeli olabilir, ama bu onun bir sınıfın varlık koşullarını
tanımlamasına engel olmadığı için ideoloji olmaması
anlamanı da gelmez. Konuya ilişkin olarak Engels'in
14 Temmuz 1893'de Franz Mehring'e yazdığı mektubu anımsatmak
çok yararlı olacak Engels, sıradan soyutlamalardan öte,
ideoloji üzerinde çok yönlü olarak düşünerek diyor ki:
”ideoloji, sözde düşünürün herhalde bilinçli olarak,
ama yanlış bir bilinçle gerçekleştirdiği bir süreçtir.
Onu harekete geçiren gerçek güçler kendisi için meçhuldür,
öyle olmasaydı zatenideolojik bir süreç olmazdı. Bu
yüzden sözde düşünür, yanlış yada görünüşte kalan itici
güçler tasarımlar. Düşünsel bir süreç olmasına bakarak,
ister kendisinin ister kendisinden öncekinin düşüncesi
olsun, ondan saf düşüncenin içeriğini ve biçimini çıkarır
ve sadece düşünce gereçleriyle uğraşır, işin temeline
bakmadan bu gereçleri düşünceden çıkmış sayar ve daha
uzaklarda düşünceden bağımsız kökenleri olup olmadığını
araştırmak zahmetine katlanmaz. Onun gözünde bu doğaldır;
çünkü düşüncenin aracılığıyla gerçekleşen her insan
eylemi ona son çözümlemede, temelini düşünceye dayamış
olarak, görünür. Sanki tarihsel ideoloji, her özel alanda,
daha önceki kuşakların zihnin de bağımsız olarak meydana
gelmiş ve birbirlerini izleyen bu kuşakların beyninde
kendine özgü bir dizi bağımsız gelişmeyi geçirmiştir.
işte her özel alandaki ideolojik görüşlerin bu görünüşte"
bağımsız tarihleridir ki, insanların çoğunu aldatmaktadır.
Luther ve Calvin resmi katolik dininin hakkından geliyorlarsa,
vb. bu, herhalde düşünce alanından çıkmayan olaylar
nedeniyledir ve değişmiş ekonomik koşulların düşünsel
bir yansısıdır. Aslan yürekli Richard ve Philippe Auguste,
haçlı seferlerine girişecekleri yerde serbest ticaretigerçekleştirmiş
olsalardı bizi beş yüzyıllık yoksulluktan ve budalalıktan
kurtarırlardı. Buna ideologların şu aptalca düşüncesi
de ekleniyor: Tarihte bir rol oynayan çeşitli ideolojik
alanlara bağımsız bir tarihsel gelişme tanımadığımıza
göre, anlara hiçbir tarihsel etkililik de tanınmamalı...Bu
iddia, diyalektiğe aykırı basit bir görüşe, karşılıklı
etki üstünde kesin bir bilgisizliğe dayanmaktadır. Bu
baylar, ekonomik olgular tarafından yaratılır yaratılmaz
her tarihsel etkenin kendisinin de biretki yarattığı
ve kendi nedenlerine etken olabileceği (olgusunu, çoğu
zaman maksatlı olarak unutuyorlar. Eğer gerçeğin bu
biçimde çıkarımların yapılabileceği Aristo çağından
günümüze kadar düşüncenin karakterinin
üzerinden de çok fazla su aktı."
O halde ideoloji, sınıfsal karakterde, sınıfın maddi
yaşam koşullarınca belirlenen, bu bağlamda onun çıkarlarını
amaçlayan, dolayısıyla maddi hareket noktası üzerinde
biçimlenendüşünsel olgular temelindeyükselip, koşul-düşünce
ikileminde bir sürekli alış veriş içine giren, komünizme
kadar da sınıfsalkarakterini yitirmeyen sistematiktir.
(Komünizm ise bir sınıf ideolojisi değil, ilk kez toplumsal
ideolojidir. Bu temelde, ideolojinin karakteri, başat
özelliği komünizmle değildir.) Onun dışında komünizme
kadar sınıf dışında, sözgelimi ara tabakalarına ilişkin,
sözgelimi bir erk bileşimine ilişkin va da ezilen katmanların
bileşimine ilişkin ‘özgün’ ideolojiler yaratmak materyalizmin
temel biçimsel kıstaslarını tepelemekle eş ve anlamlıdır.
Ve küçük burjuvazinin ideolojisi olamaz. Onun düşüncesi,
düzen statükoculuğu kapsamında burjuva ideolojisinin
alt türevi, bir dipnotudur. Aynı biçimde çağımızın devrimlerini
tanımlarken sosyalizm aynı zamanda köylülüğün ezici
nicel bölümüne hitap ettiği ve onun koşullarını, çıkarlarını
tanımladığı halde, sosyalizm proletarya ideolojisidir.
Sonuçta Kemalizm diye bir ideoloji olmayacağı/ olmadığı
halde Türkiye egemenleri tarafından 'sınıflarüstü devlet
politikası' demogojisinin içini kendi programlarıyla
dolduracağı, doldurduğu bir egemenlik ve muhalefet gömleği
olarak sürrealist varlığını korumuştur.
Anadolu Hareketi sırasında düşüncede, ekonomide, Kemalizmin
ve idealizmin (burjuva ideolojisinin) arayışı içinde
olan, bunu gerçekleştirmek için çırpınan, uluslararası
ilişkilerinde de daha o günden bu temelde varoluşun
eklemlenişlerini arayan fakat tarihsel sürecinden ötürü
ne proletarya ideolojisine, ne de burjuva ideolojisine
ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel olarak egemen
olma, onunla doğrudan buluşma olanağı olmayan önderlik,
hem kendi kimliği, hem de programları açısından sürekli
bu doğrultuda çırpınıp durmuş, otodinamiğinin verilerinin
farkında olduğu için de kendisi emperyalizmi aramıştır.
Marks'ın farklı bir konuda, burjuvazisinin tarihsel
görevinin sona erdiğini belirtirken ifade ettiği gibi
artık onun, "kendisinin çağırdığı bu cehennem güçlerinin
maşası olarak" kendi ülkesini, alacağı işbirliği
rüşveti karşılığı emperyalizmin ayakları alfana döşediği
aşikardır.
Bugün düşünce planında burjuvazi ve proletaryanın dışında
bir sistematik kurulabilmesi eşyanın tabiatına aykırıdır.
Ve elbette 'Kemalizm'e bir felsefe akımı demek hiç bir
anlamda sözkonusu olmasa da 'Kemalizm'in toplumsal boyutlar
çerçevesindeki etkinliklerini düşünürken, Fransız Regar
Garaudy'nin 'mızmız felsefeler' diye adlandırdığı burjuva
akımlarını (3) anımsamamak olası değil. Burjuva ideolojisinin
genel karakterinden kaynaklanan bu mızmızlık, onun bir
takım temel normlarına karşı çıkarak yola çıkıp ona
hizmet etmeye kadar varan çeşnidir. Ne var ki, bütün
bu görünürdeki çeşniye karşın, son çözümlemede çağımız
iki büyük kamptan ibarettir. Burjuvazi ve proletarya.
"Günümüze kadar varolagelen bütün toplumların tarihi
sınıf savaşımları tarihidir. Özgür yurttaş ve köle partisi
ve plep, derebeyi ve serf, lonca ustası ve kalfa, tek
sözle ezen ve ezilen her an birbirlerine karşı olmuşlar
ve kimi zaman alttan alta, kimi zaman da açıktan açığa
sürekli bir kavga sürdürmüşlerdir. Bu kavga, her seferinde,
ya bütün toplumun dönüşmesiyle ya da çatışan sınıfların
birlikte mahvolmalarıyla sonuçlanmıştır... Feodal toplumun
yıkıntılarından fışkıran çağdaş burjuva toplumu yeni
baskı koşullan ve yeni kavga biçimleri getirmiştir.
Burjuva çağı, şu ayırdedici özelliği taşır: Sınıf çelişkilerini
basitleştirmiştir. Bütün toplum giderek iki büyük topluma
bölünmüştür. Burjuvazi ve proletarya. Ortaçağın toprak
köleleri arasından kasabaların ayrıcalıklı halkı türemiştir.
Bunların arasından da burjuvazinin ilk biçimleri gelişmiştir...
Burjuvazi, tarihsel süreçte son derece devrimci bir
rol oynamıştır. Nerede üste çıkmışsa orada bütün feodal
ataerkil ilişkilere son vermiştir. Feodal bağları hoyratça
koparıp atmış, insanla insan arasında yalın çıkar ve
peşin para bağından başka hiçbir ilişki bırakmamıştır.
O güne dek el üstünde tutulan, baştacı edilen ne kadar
meslek varsa hepsinin kutsal halesini yıkıp atmış; hekimi,
hukukçuyu, papazı, ozanı, bilim adamını, ücretli işçileri
yapmıştır. (4)
Önderliğin niteliğine, yapısına ve konumuna gelince;
bir hareketin, önder kadroların sınıfsal kökenine bağlı
olarak nitelenmeyeceğini, önemli olan bu kadroların
hangi sınıftan, kattan gelirse gelsinler, o hareketin
sürecinde hangi sınıfsal temellerden kaynaklanan amaç
ve programlara hizmet ettikleridir. Evet, çokça söylenegeldiği
üzere Anadolu hareketinin önder kadroları ordu ve bürokrasiden
gelmektedirler. Buradan yola çıkarak devletin iki temel
kurumu olan bürokrasi ve militarizm kökenli kadroların,
bürokrat ve askerlerin genellikle küçük burjuva karakter
arzetmesini hareketin “ideolojik, sınıfsal’ yapısını
ve o anlamda niteliğini belirlediği söylenemez. Küçük
burjuva “ideolojiler’ değil ama,küçük burjuva karakterli
çizgilerin tipik ‘mızmız”lıkları, yalpalamaları, burjuvazinin
gücünü kollamaları ve kovalamaları ihtilal ve yukarıdan
aşağıya girişimcilik-darbecilik tablolarıyla küçük burjuvanın
çözebileceği çeşitli çizgiler çekmiştir döneme. Ne var
ki, olayın sınıfsal niteliği bu çizgilerle değil, dayandığı
temel ekonomik ve siyasal olgularca belirlenir ve o
belirlemeler burjuva rotayı ortaya
koymaktadır. Önderliğin amaçları, toprak ağaları ve
Anadolu komprador burjuvazisi ile, azınlık burjuvazisinin
işlevlerini devralmak isteyen istanbul ticaret burjuvazisinin
amaçlarıyla buluşmuş, programın esası devlet yönetiminde
varlık çıkarları esasında bürokrat ve askerlerin bu
amaçlarıyla bütünleşerek oluşmuştur. (5) Önderlik söz
konusu kesimlerin siyasal ifadesi haline gelmiştir.
Bu durum, bürokrat kesimin hakimiyet güçleriyle ittifakı
tarzında şekillenmiyor, tam tersine bu kesimin görece
bağımsızlığına rağmen bir buluşma gündeme geliyordu.
Savaştaki ve savaşın organizasyonundaki misyonları ile
söz konusu 'bağımsızlık' artmış, yeni devletin inşaasında
da önemli rol oynamıştır, onların rahatlığı ve işlevlerindeki
hızına hizmet ermiştir.
Durumu kuramsal açıdan da ifade etmek gerekirse, bilindiği
gibi devlet en genel tanımıyla bir sınıfın diğer sınıflar
üzerindeki baskı aracıdır. Ancak bu durum her zaman
ve her koşulda bu denli yalın ve kaba çizgiler içinde
değildir. Ve kendi içinde komplikasyonlar taşır. Devlet
sınıfsal bir baskı örgütlenmesi olduğu ve bu durum uzun
vadeli programlarla belirlendiği halde, güncel anlamda
toplumdaki diğer kesimlerin varlık koşullarına (nicel
ve nitel durumlarına göre) onlara karşı da yükümlüdür
ve bazı işlevler ortaya koymak durumundadır. Öte yandan
devletin iki başat kurumu olan ordu ve bürokrasi de
kendi içlerinde kurumlaşır. Özellikle kapitalizmin güçlerini
daha da geliştirip karmaşık bir hale getirdiği bu kurumlann
yönlendirilmesi, aralarında eşgüdümün sağlanması mekanizması
siyasal iktidarın yönetim ve yürütme organıdır. Ve her
siyasal iktidar gücünü toplumun egemen sınıflardan aldığı
gibi hakim sınıfların bürokrasi, militarizm ve siyasal
iktidarla ilişkileri karmaşık dengeler üzerinde biçimlenmiştir.
Bu biçimlenme, hakim sınıflarla ilişkilerin kuruluş
biçimine, tarihsel gelişimine, toplumun ideolojik-politik,
hukuksal, kültürel vb. evrimleriyle toplumdaki güçler
dengesine oturur. Günümüzün kapitalist devletlerinde
birçok ku-
rumlaşma özde aynı olsa da, söz ettiğimiz olguların
durumuna göre farklılaşan çizgiler, ağırlık noktalan
da taşırlar. Toplumsal evrimdeki farklılıklar, devletin
şekillenmesine de yansır. Ancak temelde bir sınıfın,
burjuvazinin devleti olma niteliği değişmez.
Devletin yapısındaki kar maşıklık, doğal olarak üst
yapı kurumlarına göreceli özellikler vermektedir. Hakim
sınıfların devlet içindeki konumlanışına, devletin biçimlenişindeki
etkinlik ve rollerine göre özerklikler de şekillenir.
Öte yandan kimi ülkelerde devlet kurumları daha karmaşık
bir karakter arzetmekteyken kimlerinde daha yalındır.
Kimi ülkelerde ise siyasal mekanizmayla hakim sınıfların
ilişkileri daha karmaşık ve dolaylı iken kimilerinde
daha açık ve nettir.
Özetle, ülkemizde devletin kurumlaşması ve siyasal mekanizma
ile egemen sınıf ilişkilerine bakar ken sorunu bu perspektiflerle
ele almak gerekir. Ülkenin toplumsal evriminin koşul
ve verilerine ilişkin olarak kaçırılan faktörler, çözümlemenin
gerçeklikten uzak ve soyut kalmasını doğurur. Cumhuriyet
Devleti, Osmanlı Devleti'nin sunduğu tarihsel veriler
üzerinde varlık kazanmış ve onun söz konusu momentinin
kalıcı yanlarını içererek, dinamizm sunabilen yanlarında
kısmi değişiklikler yaparak biçimlenmiştir. Osmanlı
Devletinin o süreci, bürokrasinin alabildiğine palazlandığı
siyasal mekanizmanın asker-bürokrat kadrolarca oluşturulduğu,
bu kadrolann mevcut belirsizlik ve otorite-sınıfsal
etkinlik boşluğu ortamında hakim sınıf gibi davrandığı
(aynı zamanda esas olarak emekçi kitlelere karşı konumlandığı)
bir devletti. Bir önceki dönemden devraldıkları bu durum
Anadolu Hareketinin kadroların daha fazla özerklik olanağı
tanıyan bir özellikti ve ilk bakışta görece özerklik,
söz konusu kadroların egemen sınıflarıyla ilişkilerini
gizliyor, onlara bağımsız bir görünüm kazandırıyordu.
Gerek bu olgu, gerekirse de askeri-siyasi kadroların
küçük burjuva kökenli olmalarını, siyasi iktidarın ekonomik
egemenlik güçlerinden ayrı, küçük burjuvazinin elinde
olduğu, savaşın önderliğinin küçük burjuva kesimince
üstlenilmesinin yanısıra yeni devletin de ‘küçük burjuva
diktatörlüğü’ olduğu yanılgısına yol açmıştır. Bu saptama
yapılırken, en fazla dikkat edilmesi gereken olgu olan,
gelişimlerin, siyasal ekonomik ve sosyal plandaki karar
ve uygulamaların ağırlıklı olarak emekçilere mi yoksa
hakim sınıf çıkarlarına mı hizmet ettiği gözetmemiş
veya yanlış çıkarımlar yapılmıştır. Öte yandan Emperyalizmle
acil bütünleşme tavrı, devlet olanaklarının hangi kesimlerin
çıkarlarına sunulduğu nedenlerle ülkenin yobaz bir çevresince
'komünist' ilan edilmesi, (burjuva kültürünün de batı
taklitçiliği, 'batılılaşma', vb. terimlerle tanımlanan),
Bismarkvari girişimlerle işçi ve köylüleri kapsayarak,
onlara da devlet eliyle ihsanda bulunarak topluma bir
bütün olarak şırınga edilmeye çalışılması benzeri özellikler
de bu yanılgılarda (o zaman olduğu gibi) daha sonraki
dönemlerde de rol oynamıştır, ilginç olan aynı durumun
değişik dönemlerde, dönemin koşullan doğrultusunda tamamen
zıt saptamalarla tanımlanabilmesi ya da değişik çıkar
gruplarınca yadsınması veya savunulmasıdır.
Ulusal gelirin ve toplam kredilerin dağılım rakamları
durumu oldukça somut ifade ediyor: işçiler, köylüler
ulusal gelirden çok az pay alırken aslan payı toprak
ağalanna ve burjuvaziye gitmiştir. 1950'ye, kadar ücretliler
% 70-80 oranında vergi öderken, tüccar ve sanayicilerin
ödedikleri vergi tutarı ancak %10'du. Bütçe gelirlerinin
de en büyük bölümü ise geniş kitlelerin ödediği dolaylı
vergiler oluşturmaktadır. 1923-29 arasındaki bütün bütçe
gelirlerinin %38'i, 1930-34 arasında %28'i, 35-39 arasında
ise %27'si dolayh vergilerden oluşmaktaydı ve yine toplam
kredilerin 1924-38 arasında %70'i tarım dışı alana giderken
%19'u devlete gitmekteydi.
Giderek temelde farkılık arzetmeyen ama devlet müdaheleciliğinin,
liberalizmin dozajındaki anlaşmazlıklardan dolayı yola
çıkan değişik klikler olmuşsa da, oligarşik ittifakın
temelinin (oluşumunun değil) yeni devletin kuruluşunun
hemen akabinde atıldığını söyleyebiliriz. Kapitalizmin
ekonomi anlayışını rehber edinen yeni devlet, bu anlayışı
ülke koşuları ve kendi niteliği bağlanımda çarpık ve
ilkel tarzda hayata geçirmeye çalışmasının yamsıra tutarlılık
gösterdiği nerdeyse tek konunun anti-komünizm ve şovenizm
olduğu gerçeğini özellikle vurgulamalıyız.
*
|