Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

Anadolu Hareketinin
Anlamı-Niteliği ve "Kemalizm"-3

3) HALK FIRKASI
1921 yılı başında, temel hak ve özgürlüklerden sözedilmeyen ve Cumhuriyet Dönemi'nin ilk nüvelerini taşıyan yeni Anayasa'nın ilanı üzerine, saltanatın ve hilafetin kaldırılacağını sezinleyen birçok Müdafa-i Hukuk Cemiyeti tepki göstermiş, Erzurum Müdafa-i Hukuk, Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk'undan ayrılarak "Muhafaza-ı Mukaddesat Cemiyeti"ni oluşturmuştur. Mustafa Kemal'le saltanat ve hilafet yanlısı kişiler arasındaki yeni düzenin kurumlaştırılmasına yönelik bakış açısı farklılıklarına karşın Mustafa Kemal'in bunlara da saltanat ve hilafetin kaldırıldığını ilan etmesi dönemine kadar açık bir tavır almadığı görülür. Meclis'te 1921'de Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Grubu'nun oluşturulmasının akabinde, 1922 ortalarında da saltanat ve hilafet yanlılarının bir ikinci grup oluşturdukları görülür. Kazım Karabekir'in bu grup dolayısıyla duyduğu endişe nedeniyle Mustafa Kemal Karabekir'e çektiği telgrafta halkçılık ilkesini savunarak, bir program yapmanın zorunluluğunu, bunun da o koşullarda ancak grup tarafından yapılabileceğini biliyordu ve "Türkiye'nin başında Halifiye-i İslam olacak ve bir hükümdar sultan bulunacaktır" güvencesini veriyordu.
Söz konusu iki farklı grup, ileride kurulacak olan HF ve TPCF'nin nüveleridir. İkinci gurubun nüveleri, 1923 Nisan başında erken seçim kararından sonra yapılan seçimlerde meclise giremezler. Erken seçim kararının alınmasından bir hafta sonra ise, Mustafa Kemal, meclisteki gurubun Halk Fırkası'na dönüşeceğini açıklayan "Dokuz Madde" bildirisini yayımlar.
Mustafa Kemal, ülke işgalden kurtarıldıktan sonra 7 Aralık 1922 tarihinde Ankara Gazetesi'ne verdiği bir demeçte, barış sağlanınca Halk Fırkası adında bir parti kurulacağını açıklamıştır. Bu kararı açıklamasından sonra ise 15 Ocak 1923'de başlayan ve Mart sonuna kadar süren bir yurt gezisine çıkarak, özellikle piyasa ilişkileri gelişmiş, kapitalist üretime daha elverişli ve yatkın bölgeleri gezerek, bu bölgelerin varlıklı kesimleriyle kuracağı parti konusunu görüşmüş ve büyük tüccarlardan, arazi sahiplerinden, kendisini ve kuracağı partiyi desteklemelerini istemiş, onların çıkarlarını savunacağını bildirmiştir. Adana bölgesindeki büyük arazi sahiplerince Türk Ocağı'nda onuruna verilen yemekte şunları söylemektedir: "Vicdanı saf ve nazik kalbli... muhterem çiftçiler... millet beni tekrar intihab ederse bu yeni meclise dahil olurum... vazifemi emniyetle yapabilmek için bir halk fırkası teşkili emelindeyim. Fırkanın programını... bütün millete bildireceğim. Memnun olursanız, iyi bulduğunuz yerler olursa onu kabul, memnun olmadığınız yerleri... tahsip ederim" Tarsus'da da bu arazi sahiplerine güvence vererek şunları söyler: "Şimdiye kadar sizi anlayan, sizin büyük ruhunuzu takdir eden bu arkadaşınızın sizin için, sizin refahınız ve istikbaliniz için..." Büyük toprak sahiplerine ve tüccarlara bu yönde güvenceler verildikten bir süre sonra da partinin programı ilan edilmiş, seçimler yenilenmiş ve 9 Eylül 1923'de HF resmen kurulmuştur.
Yeni bir partinin kurulacağı açıklandıktan sonra adının 'Halk Fırkası' olmasına ilişkin çeşitli tartışmaların gündeme geldiğini görüyoruz. Halkı, toplumun ezilen ve sömürülen yoksul kesimi işçi ve köylüleri ifade etmesinden ötürü özellikle İstanbul ticaret burjuvazisi konuyu endişeyle yaklaşmış ancak Mustafa Kemal, "mesele programdır, isim tebdiliyle kimseyi kandırmayız" diyerek gerçeğe açıklık getirmiştir.
Halkçılık kavramı, daha önceki süreçlere dayanmaktadır. 1920 sonbaharında benimsenen halkçılığın temel amacı, bolşevizm sempatisini törpülemek, o sırada mecliste bulunan halk zümresini denetim altına almak ve hala görece Sovyetler'in etkisi altında bulunan bazı İttihat Terakkicilerin radikal program ve düşüncelerini kendi lbünyelerinde eritmektir. Nitekim 16 Eylül 1920 tarihinde, Ali Fuat Paşa'ya yazdığı mektubunda Mustafa Kemal şunları söylüyor: "Mecliste yeni olarak meydana çıkan Halk Zümresi bizim tanıdığımız arkadaşlardı. Bunlar memlekette bir sosyal devrimin -kısmen olsun- gereğine inananlardır. Bu teşebbüsün nedenini sarmalayamamışlardır. Hükümetten ayrı bir zümre yapmaktan vazgeçmek istedik, mümkün olmadı. Fakat şimdi halkçılık programı adı altında hükümetçe bir program kabul ettik. Halk Zümresi Kendiliğinden dağılmış gibidir."
Görüldüğü üzere, soldaki güçleri ve oluşumları etkisizleştirmek amacıyla gündeme getirilen bu ilke, daha sonraki süreçlerde de 'sınıfsız toplum' 'kaynaşmış bir ulus' 'tüm ulusun partisi' türünden demogojilerle sınıf mücadelesinin gelişiminin önüne geçilmek üzere sürekli taşınan bir öğe haline gelecektir.
Halk Fırkası'nın oluşturulma sürecindeki gelişmeler, Fırka'nın niteliği ve programının dayandığı güçlerin ifade ettiği anlam, programının kapsamı; TC Devlet olgusunun ve yürütmenin temel etmenlerinin anlaşılması açısından büyük önem taşır. Bu nedenle sözkonusu ünlü '9 Madde'yi buraya olduğu gibi almadan önce özellikle vurgulayalım ki, bu ilkeler İzmir İktisat Kongresi'nin sonuçları uyarınca biçimlendirilmiştir.
"1-Ulusal egemenliğe bağlılık, yönetimle ilgili şu yeni yasalar çıkarılacaktır: Bakanlar Kurulu'nun görev ve sorumlulukları. (1921 Anayasası gereği) Şuralar-Genel Müfettişlikler-Bucaklar.
2- Saltanatın kaldırılması kararın değişmezliği. TBMM'ne dayanan halifeliğin islamlar arası yüksek bir makam olduğu.
3- İç güvenlik ve asayişin sağlanması.
4- Mahkemelerin hızlı işlemesi yeni yasalar yapılması.
5- Alınacak ekonomik ve toplumsal önlemlerin-on maddi halinde:
(1) Aşarın sakıncalarının düzeltilmesi
(2) Tütün, tarım ve ticaretin desteklenmesi
(3) Tarım, endüstri ve ticaretin desteklenmesi
(4) Ziraat Bankası'nın sermayesinin artırılması
(5) Tarım makineleri
(6) Endüstrinin teşviki
(7) Demiryolları yapımı
(8) İlkokullarda öğretimin birleştirilmesi ve bütün okulların geliştirilmesi
(9) Genel sağlık ve toplumsal yardımlaşma
(10) Orman, madencilik ve hayvancılık

6- Zorunlu askerlik süresinin kısaltılması, Okur-yazarlığa göre daha azaltılması, orduda görevli kişilerin gelirlerinin sağlanması.
7- Yedek subaylara, malül gazilere, emeklilere, dul ve yetimlere yardım
8- Bürokrasinin düzeltilmesi, aydınlardan, kamu görevlilerinden yararlanılması.
9- Bayındırlık işleri için ortaklıklar kurulmasının sağlanması ve kişisel girişimlerin kollanması."
Bildiri doğrudan doğruya ticaret ve sanayi burjuvazisinin istemlerinin bir özetidir. Emekçilerin hiçbir gereksinimini ve istemini içermediği görülmektedir. Bu biçimde, Halk Fırkası'nın burjuva ideolojusu temelinde, dönemin ekonomik-siyasmal ve toplumsal koşulları üzerinde 'kendi kavlince' yükselen/yükselmeye çalışan yine dönemin sağlıklı ve kendi öz normlarına sahip bir burjuva egemenlik oluşturmaya da tam elverişli olmayan ülke verileri temelinde geliştirilen komprador burjuvazi, büyük toprak sahipleri ittifakının siyasal örgütlenmesi olduğu somutlaşmış bulunmaktadır. Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti'nin Halk Fırkası'na dönüştürülerek yasama, yürütme, yargı çerçevesinde ülkeye kendi ilkelerini koyan bu kesime yönelik olarak egemenliğini resmileştirmesi üzerine ülkenin verdiği herhangi bir tepki olmamış mıdır? Ne yazık ki hayır. Çünkü öteden beri sistemli bir program dahilinde, başka bir konuda bu denli nitelikli bir biçimde gösterilmeyen bilinç, kendici dışındaki bütün eğilim ve çizgileri safdışı bırakmak konusunda gösterilmiştir. Görüldüğü gibi başarıya da ulaşmıştır.

4) SOVYETLER BİRLİĞİ İLE İLİŞKİLER:

Sovyetler Birliği ile ilişkiler, Mustafa Kemal'in Anadolu'ya geçtiği dönemde K.Karabekir'e çektiği 23 Haziran 1919 tarihli telgrafında, daha o zamandan bu ülke ile ilişkilerinden ne beklediğini, dönem dönem değişik görünümler gösteren ve hatta bazı 'solcularımız' için bir hayli ciddi yanılgılar ve yanlış sonuçlar çıkarılmasına neden olan yakınlaşmanın gerçek nideliğini açıkça ortaya koymaktadır; "Mesulü bazı murahhasların kabulü ve müstakbel vaziyetlerimiz, silahlar, mühimmat, teknik araçlar, para ve ihtiyaç olduğunda insan vermek gibi işler üzerinde görüşmeler yapılabilir. Bu surette anlaştıktan sonra kendilerini hudutta tutmak ve itilaf kuvvetlerinin memleketi terketmesi için silah olarak kullanmak... pek münasip olur..."
Anadolu Hareketinin başından beri anti-komünist tavırlarını belirtmiş olan önderleri, Sovyet Rusya'ya, anti-emperyalist tavırlarını (açık işgalin son bulması yolundaki istemlerini) desteklediği ve çıkarlarının gerektirdiği çerçevede ilgi duymuşlardır. Rusya'nın ise o dönem hiçbir çıkar ve olanak beklemeden gerçekleştirdiği yardımlar, bir noktada, Türkiye topraklarında gerçekleştirilecek nitelikli bir anti-emperyalist mücadelenin genç Sovyet iktidarının emperyalistler tarafından kuşatılmışlığını da parçalayacak, belli ölçülerde etkisizleştirecekti. Yine aynı dönemde Sovyetler'in ulusal mücadelenin demokratik bir halk devrimine dönüştürüleceğine, iktidarın sosyalistlerce kucaklanabileceğine ilişkin herhangi bir beklentisi olmamasına karşın, 3. Enternasyonal'in bağımlı ülkelere ilişkin "emperyalizme darbe vuran her ulusal hareket desteklenir" temel görüşü kapsamında Anadolu Hareketine destek vermiştir. Emperyalizmin açık işgaline karşı mücadeleyi öngören önderlik, Sovyet Rusya ile ilişkilerinde tamamen faydacı bir yaklaşım geliştirdiği gibi, bu ilişkilerin aynı zamanda emperyalizme karşı bir koz, bir denge materyali, tehdit aracı olarak kullanmıştır. Sovyetler Birliği açısından ise, Türkiye'nin anti-emperyalist bir çizgide tutulması önemliydi. Boğazların, emperyalistlerin denetimi altında tutulması, Rusya'da iç savaş ve Vrangel'in bu yolla desteklenmesi, Karadenizin denetimi ve Sovyet limanlarının işgalinin yanı sıra Sovyet Rusya'ya düşman Kafkas hükümetlerinin (Taşnak Ermenistanı ve Gürcistan) desteklenmesi ve buralardaki petrol bölgelerinin tutulması, Sovyetlerin önemli rahatsızlıklarındandı. Kafkasya'nın ve Karadeniz'in emperyalistlerin denetiminden kurtarılması, Sovyetler'in Türkiye'ye yardımın da önünde engel teşkil ediyordu, ve bütün bunlardan ötürü öncelikle Kafkasya'nın işgalinin kırılması gerekiyordu.
Biraz daha geriye gidip, o süreçteki gelişmelerin bazı yönleri ni daha iyi kavramak amacıyla, Bolşeviklerin Çarlığa karşı kazandıkları zafer günlerine dönerek Türk-Sovyet ilişkilerini irdelemek gerekiyor. Çünkü Sovyet Rusya'nın hangi nedenlerle Anadolu hareketini desteklediğinin ve yardım ettiğinin, Türk-Rus ilişkilerinin dönüm noktasını oluşturan, bu ilişkilerin Türkiye egemen sınıf ve katmanlarınca nasıl çarpıtıldığının ve kullanıldığının bazı kesimlerce de niçin anlaşılmadığının görülmesi önemlidir.
1917 Ekim Devrimi ile Çarlığı yıkarak iktidara gelen bolşevikler bir yandan sosyalizmin inşasını sürdürürken, diğer yandan da Çarlık Rusya'sının Türkiye ve diğer ülkeler üzerindeki paylaşım planlarını dünya kamu oyuna açıklayarak bu planların yırtıldığını ve artık geçerliliğinin kalmadığını, tüm ulusların kendi kaderlerini kendilerinin tayin edeceğini ilan ediyorlardı. Bu kapsamda Çarlık Rusya'sı zamanında işgal edilmiş olan topraklardan da zaman geçirmeden çekileceğini bildirmiş oluyordu. Nitekim 3 Mart 1918'de imzalanan Brest Litovsk anlaşmasının 4. maddesi gereğince Rusya "Doğu vilayetlerini boşaltarak Ardahan, Kars ve Batum bölgelerinden birliklerini çekiyor, bu bölgelerin yeniden örgütlenmesi ni başta Türkiye olmak üzere komşu devletlere ve bu bölgede yaşayanlara bırakıyordu.
Kendisine ait olmayan topraklardan hiç bir koşul öne sürmeden ayrılan ve Osmanlı İmparatorluğunun emperyalistler tarafından paylaşılmasına karşı çıkan Sovyet Rusya, dış işleri bakanı Çiçerin aracılığıyla da 13 Eylül 1919 günü Türkiye işçi ve köylülerine bir çağrı yayınlayarak, emperyalist işgale karşı Sovyet Rusya Hükümetinin kendilerini destekleyeceğini ilan ediyordu. Bununla da yetinmeyen Sovyetler, emperyalistlerin ve kapitalistlerin boyunduruğundan kurtulmak için uğraşan veya uğraşacak olan Şark milletlerine her türlü maddi ve manevi yardımı yapacağını söylüyordu. Nitekim Sıvas Kongresinden (4 Eylül 1919) bir-iki ay sonra Kafkasya Bolşevik orduları Komutanı Chalva Eliava'yı Osmanlı İmparatorluğunun son durumunu incelemek ve Türk milli teşkilatı ile ilişki kurarak emperyalistlerin karşısında Türkiye'nin milli haklarını savunacaklarını ve bu uğurda her türlü yardımı yapacaklarını bildirmek için İstanbul'a göndermiştir. Fakat emperyalizmle bütünleşmek emelleri ile dolu olan Anadolu'daki önderliğin niteliğinden dolayı Sovyetlerin bu çabalarından sonuç almaları mümkün olmamıştı.
Ancak 16 Mart 1920'de İstanbul'un emperyalistler tarafından işgali ve ardından 11 Mayıs 1920'de Sevr anlaşmasının gündeme gelmesi önderliğin emperyalizmle bütünleşme rüyalarını boşa çıkarıyordu. Böylelikle emperyalistlerden umduklarını bulamayan 'kurtuluşun önderleri' hemen aynı gün Sovyet Rusya'ya heyet gönderiyorlar ve Moskova'ya giden Türk heyetinin başkanı Bekir Sami, amaçlarını şöyle açıklıyordu: "Sovyetler'le bir dostluk anlaşması yapmak imkanı araştırmak ve ihtiyacımız olan para ve her türlü malzeme yardımını temin etmekti!"
Söylenen sözler ve yazışmalar, yapılacak mher türlü yorum ve anlatımdan çok daha somut bir biçimde gereken bütün verileri sunduğu için durumu nitelemeyi izlediğimiz bu yöntemle sürdürelim. Mustafa Kemal yine aynı dönemde Kazım Karabekirle olan yazışmalarında, Moskova'ya gidecek olan heyetin oraya götürmesini gerekli gördüğü mantığı da izah eder: "Memleketimiz kapitalist değildir. Çiftçi memleketidir. Fabrikalarımız da yoktur. Emperyalist olan Fransa ve İngiltere islam dünyasını Asya ve Afrika'da boğmuş ve her yerde esir mertebesine getirmiştir. Dolayısıyla Bolşevik amaçlarında bir tahribatın yıkılarak tüm milletleri kardeş gibi yaşatmak varsa biz emperyalist olan bu devletlerin ve özellikle İngilizlerin düşmanıyız. Ve bu nokta da Bolşeviklerle sonuna kadar birlikteyiz. İslam kuralları tümüyle özgür ve özerk bırakılmalı. Çünkü Kuran-ı Kerim yoksulların işçi ve emekçilere ait ve bizce bilinen ne kadar Bolşevik ilke varsa içeriyor." Savaşın önderleri, bu şekilde bir taraftan emperyalistlerle uzlaşma olanaklarını ararken öte yandan Bolşevikten çok Bolşevik geçinerek abartmalı ve yapay yaklaşımlarla da Sovyetler'e övgüler düzmektedirler. Elbette bu yaklaşımın altında, özündeki bütün anti-komünist düşüncelere rağmen, ülkedeki sosyalist hareketlenmeyi denetim altına almak ve Sovyetler'le ilişkide olan Enver Bey ve diğerlerine yapılan yardımları kendilerine kanalize etmek amacı yatmaktadır.
Ankara Hükümeti, Sovyetlerle yapılacak anlaşmanın görüşmelerin uzaması üzerine Moskova'daki delegelerle şu kararı gönderir: "Moskova'daki Murahhas heyetimizin en son 29 Ağustos 1920'de vasıl olan rapordan ve ahvali umumiyeden anlaşıldığına göre Bolşevik Rusya'nın daha kalbinde İstirdati mafet İslam ve Türk memalikinde hakimiyeti mutlaka arzuları hükümran olmaktadır. Türkiye'nin bakışını ve bühanü memaliki İslamiyet ile Coğrafi ve siyasi irtibatını tesbitten tevaki etmektedir. Bir de sayyihi harbiye ve fennice pek fakirleşmiş olduğundan bu hususta kısmı küllüsi müslüman olmak üzere dünyanın her tarafından vuku bulan murvakatları ısraf edemeyecek bir halde bulunmaktadır. Ancak dahili vaziyeti itibarıyla islam alemini tatmin etmek ihtiyacından henüz mütağni olmadığı gibi Garp devletleriyle muvazeneyi kuvva husula getirmek için islam alemlerine tahribat yapmak iktidarını muhafaza ve izhar mecburiyeti de Garp'lılarla ittifak husulüne kadar bakidir." Buradan da anlaşılacağü üzere Ankara hükümeti Sovyet Rusya'nın kendilerine duyduğu yakınlığı ve dostluğu Rusya'nın sadece İngiltere ile pazarlığında kullanacağı blir malzeme olarak görmektedir. Ayrıca kendilerine yardım edemeyecek kadar da yoksul olduklarını söylemektedir. Oysa aynı dönemde, Sovyet devriminin büyük önderi Lenin, kendileri hakkında söylenen ve alınan karardan habersiz Türkiyeye büyük elçi olarak göndereceği Aralov'a şunları söylemekteydi: "Kuşkusuz Mustafa Kemal Paşa sosyalist değil ama görünüşe göre iyi br örgütçü, yetenekli bir kumandan, ulasal burjuva devrimini yönetiyor. İlerici tabiatlı bir insan ve akıllı bir devlet adamı. Bizim sosyalist devrimimizin önemini anlıyor ve Sovyet Rusya'ya olumlu bir biçimde yaklaşıyor. kİstilalara karşı kurtuluş savaşını yönetiyor. Ve ben emperyalistlerin burnunu kıracağına ve saltanatı da tüm çetesiyle temizleyeceğine inanıyorum. Halkın da ona güvendiğini söylüyorlar, ona yardım etmeliyiz. Ona yardım etmek gerekir. Türk halkına saygılı davranınız. Büyüklük taslamayınız, işlerine müdahele etmeyiniz. İngiltere, onların üzerine Yunanlıları saldırttı. Aynı İngiltere ve ABD bizim üzerimize de bir sürü ülke saldırttı."
Lenin, Mustafa Kemal ve Anadolu Harekatı için bunları söylerken yardım konusunda ise çok daha açık konuşuyordu: "Biz fakir isek de Türkiye'ye maddi yardım yapabiliriz ve yapmalıyız." Fakat aynı dönemde Ankara Hükümeti saldıralırını sürdürüyordu: "Garp devletleri ile anlaşma mukabilinde Türkiye'nin tek ve fedası imkanını muhafaza için bizimle katı bir taahhüde girişmemek, İslam milletleri Türkiye'nin tersine düşmemek için aralarında irtibata mani olmak Ermeni'ler sebebiyle Garp Hırıstiyan alemi nezninde Türkiye aleyhinde yerleşen telkinat-ı muzarayı tahrik etmekten tevakki eylemek kendilerine ve Garp devletlerine karşı Türkiye'nin müstakil bir politika ittihasına mani olmak için Bolşevizmi Türkiye dahilinde emrivaki hale getirip Türkleri müstakilen uyuşmayacak bir hale sokmak memleketin müdürrarını bertaraf ederek Türkiye mhareketinin idaresini Moskova'ya rapteylemek gibi husustan ibarettir." Türkiye hakim sınıfları emperyalizmin açık işgaline karşı tavır alırken bile onlarla nasıl uzlaşacağının yollarını aramaktadır. Bu arada da Rusya kozunu çok yönlü olarak kullanmaktadır.
Sovyetlerin ise Türkiye'den herhangi bir çıkar sağlamak ya da emperyalizmle ilişkilerinde Türkiye üzerinde bir ödünleşmeye girmek tarzında herhangi bir niyet ve tavrı olmadığı halde, Ankara hükümeti tarafından 2 Eylül 1920'de, Sovyet Rusya'nın İngiltere ile Türkiye üzerinde pazarlık yapacağı öne sürülerek şöyle deniyordu: "İşte bu programı takip eden bolşevikler, şimdiye kadar hiçbir fedakarlık mukabilinde olmayarak Türkiye'nin kendi ellerinde bulunduğu propagandasını yapmışlar ve bu propagandayı İngilizlere pazarlıkta kıymetli bir mücadele metası olarak kullanmışlardır. Türkiye'ye bir kuruş vermeyerek onu avutabilmişlerdir." Oysa bu dönemde Sovyet Rusya, bir atılım, İngiltere'ye karşı savaşan başta Türkiye olmak üzere İran, Afganistan, Hindistan gibi ülkeleri desteklemiş ve onlara dostluk elini uzatmıştır. Anti-komünist Ankara hükümetinin kararları, gerçekleri hiçbir biçimde yansıtmamaktadır.
Sovyet Rusya'nın, "Türkiye enkazı üzerine" İngilizlerle pazarlığa oturacağının söylendiği dönemde Sovyetler Birliği Kominist Partisi'nin önderlik ettiği Komünist Enternasyonal bunun tam tersini söylemektedir. Komünistler "sömürgecilik ve ulusal politika Sorunları ve 3. Enternasyonal " adıyla çıkardıkları kitapta şöyle demektedirler: "Sovyet Rusya'ya karşı savaş ihtilalci doğuya karşı savaş demektir. Ve bunun tersi de doğrudur. Doğuya karşı saveş Sovyet Rusya'ya karşı savaş demektir." Yine aynı kitapta şu görüşler yer almaktadır: "İngiltere ve Fransa için Rusya'da sosyalist iktidarın kalıcı olarak kurulması doğudaki ve hepsinden de önce Küçük Asya'daki tüm İngiliz ve Fransız emperyalist palanlarının yıkılması demektir. Bu yüzden Sovyet Rusya'ya karşı kudurmuş Leh köpeklerinin uyanan Türkiye'ye karşı da Klikya ve Suriye'deki Fransız birlikleriyle Mezopotamya'daki İngiliz kuvvetlerine yardım etmek için Yunan köpeklerinin zincirlerinden serbest bırakılmalarının aynı zamana gelmesi boşuna değildir." Bu şekilde, emperyalistlerin Türkiye ve Rusya üzerine oynamak istedikleri ve oynadıkları oyunu bir yönüyle ortaya koyuyorlardı.
Nitekim emperyalistler Vrangel'i destekleyerek ve karadeniz'i kontrol altında tutarak Sovyet Rusya'nın denizden Türkiye'ye yardım yapmasını engelleyeceklerdi. Ayrıca Kafkasya'da Menşevik Gürcistan'ı ve Taşnak Ermenistan'ı destekleyerek denetim sağlanmış, Sovyet Rusya, Türkiye ve Hindistan tehdit edilerek birbirleriyle ilişkilerini kurmaları engellenmeye çalışılmıştır.
1920 Eylül ayının Bakü'de toplanan ve Türkiye'nin de resmi delegelerle katıldığı Doğu Halkları Kongresi'nin açış konuşmasında Zinovyev, Mustafa Kemal'in neden desteklenmesi gerektiğini şöyle dile getiriyordu: "Bizimle beraber olmayan hatta bazı nedenlerle bize karşı olan grupları sabırla destekleyeceğiz. Mesela Türkiye'nin durumu böyledir. Bildiğimiz üzere Sovyet Hükümeti Kemal Paşa'yı desteklemektedir. Kema'in yöneteceği hareket düşmanların elinden halifeliğin kutsal kişiliğini kurtarmak istiyor. Bu bir komünist görüş müdür? Hayır... Bir daha tekrarlayalım. Türkiye'de halka dayalı hükümetin siyaseti bizim siyasetimiz değildir. Ama biz yine şu anki İngiltere hükümetine karşı devrimci her türlü mücadeleyi desteklemeye hazırız." Doğu Halkları Kurultayı'nda bu görüşler dile getirilirken "Türkiye'nin enkazı üzerine " İngilizlerle anlaşmaya oturacaklar diye feryat eden Ankara Hükümeti 1921 başlarında Londra Konferansına gönderdiği Bekir Sami başkanlığındaki Türk heyeti, İngiltere Başbakanı Loyd George ile görüşerek İngilizlerin güdümünde Sovyet Rusya'ya karşı savaşma önerisinde bulunuyordu. Yine 1921 yılında Fransızlarla bir imtiyaz antlaşması imzalanan, Fransızların Romanya, Polanya ve Türkiye'yi Sovyet Rusya'ya saldırtma durumları söz konusu olmuştur. Tüm bunlar Sovyet Rusya'nın Türkiye 'ye kuşkulu bakmasına yol açıyordu. Ne var ki, bütün endişelere rağmen, bir yandan Enver Paşa ile de ilişkilerin sürdürülmesi denenirken öbür yandan, Ankara hükümetine çeşitli biçimlerde yardım edilir ve itici davranılmamaya çalışır. Fakat nitelikleri konusundaki yargıdan ötürü, söz gelimi Ankara'nın 1920-21 yıllarındaki birlikte askeri ittifak girişimleri güvensizlik temelinde geri çevrilir.
Ankara Hükümeti'nin 1921 Şubatında Moskova'ya 'dostluk ve barış anlaşması' yapmak üzere bir heyet gönderilmesiyle gündeme gelen gelişmelerde, bu durumu çeşitli yönleriyle ifade etmektedir. Görüşmeler sırasında Sovyet yetkilileri Türklerin tutumunu hiç de güven verici bulmadıklarını bildirirler. Çiçerin Türk yönetimini gümrüğü işgal etmekle, ermenistan da ayaklanarak Erivan'ı ele geçiren batı yanlısı Taşnaklar'a yardım etmekle, Sovyetlerden Ankara'ya gitmek üzere yola çıkan TKP önderi Mustafa Suphi ve 14 yoldaşının öldürülmesiyle ve Ankara'daki komünistlere baskı yapmak ve tutuklamakla suçlar. Bu durum karşısında dostluk anlaşması yapılamayacağı, ancak bir barış antlaşması imzalanabileceği bildirilir. Bu arada bu anlaşmaya yanaşılmamasının da aynı dönem İngiltere ile yapılmaya çalışılan bir ticaret anlaşmaslının da rol oynamış olduğun belirtmek gerekir. Stalin Ali Fuat Cebesoy'a şöyle der: "İttifak yapamayız. Çünkü İngilizlerle ticaret anlaşması yapacağız. Fakat asıl amacımız olan mücadeleye kapalı veya açık olarak devam edeceğiz. Biz muhtaç olduğumuz maddeleri İngiltere'den alır ve İtilaf devletlerinin birliğini parçalarsak önemli bir başarı elde etmiş oluruz. Binaenaleyh, bu ticaret anlaşmasına zarar verecek bir şey yoktur." Fakat Sovyetler, Türkiye'ye ilişkin bütün endişe ve güvensizliklerine rağmen, yukarıda vurguladığımız nedenler kapsamında almış olduğumuz Anadolu Hareketine ilişkin tutumunu değiştirmemiştir. Yine bu konudaki bir ikincil faktör olarak, Yunanlıların Anadoluda yeniden ilerlemeye başlamalarını ve askeri açıdan emperyalist tehlikenin artmaya başlamasını da saymadan geçmeyelim. Sonuçta 16 Mart 1921'de bir dostluk anlaşması imzalanır. Bu anlaşmaya göre, Sevr anlaşması uluslararası düzeyde Sovyetler Birliği tarafından geçersiz kılınır ve Sovyetler, daha o tarihte, Misak-ı Milli sınırları içide Ankara hükümetini tanıyan ilk ülke olur. Aynı zamanda anlaşmadan sonra Türkiye'ye yardımı daha da artırır. Sovyetler bu anlaşmayı imzaladığı aynı gün İngilizlerle de biraz önce değindiğimiz ticaret anlaşmasını imzalar. Londra'da yapılan görüşmelerde İngiltere Başbakanı Lloyd George, söz konusu anlaşmayı 'Sovyetlerin Kemalistlere yardım etmemesi" koşulunu koymak istemişse de bu istek Sovyetler Birliği tarafından reddedilmiştir.
Ankara, Sovyetlerin kendilerine yönelik tutumuna ilişkin ne düşünüyordu? Ali Fuat Cebesoy'un sözcükleriyle dile getirelim. Cebesoy yapılan yardımın büyük bir özveriden kaynaklandığını vurguluyordu: "İttifak antlaşmasında ısrarımızın nedeni, fazlaca sağlamayı düşündüğümüz yardımı bir yükümlülüğe bağlamak içindi. Bir hükümetin ötekine yapacağı yardımı bir ittifak anlaşmasına yüklemenin emperyalist bir devlete karşı müdahele durumunda bulunan bir millete yapılacak bir prensip yardımından daha önemli olacağı kuşkusuzdu. Çok çetin mücadelelerden sonra para, silah ve savaş malzemeleri bakımından yapılacak yardımın Sovyet Dışişleri Komiseri'yle Türkiye Büyükelçisi arasında karşılıklı olarak gizlice verilecek mektuplarla sağlanması ve bu gizli mektupların da imzalanacak dostluk anlaşmasının ayrılmaz bir parçası sayılması kararlaştırıldı. Kısa zamanda birkaç taksitle verilmek koşuluyla 10 milyon altın ruble ve iki tümeni tamamen silahlandırabilecek miktarda tüfek, süngü, mitralyöz, top, cephane kesim hayvanları sağlanmıştır. O tarihlerde Polonya yenilgisi üzerine Polonyalılara 30 milyon ruble gibi önemli bir savaş tazminatı verilmesi yükümlülüğü ve Kızıl Ordunun Polonya savaşındaki silah ve cephane kaybı göz önüne getirilirse bizim elde edebileceğimiz para ve silah yardımların Ruslar için büyük bir özveri olacağından şüphe edilemezdi."
Sovyetlerin Kurtuluş savaşına kendi zor koşullarına rağmen, en ateşli anti-komünistlerin dahi 'Sovyetler, Milli Mücadeleye askeri malzeme ve para yardımında bulunmuştur' yüzeyselliği içinde değinmek zorunda kaldıkları katkının son derece önemli boyutları olduğu gerçeğinin altını çizmek gerekir. Şu saptama, bu durumun en yakın ifadesidir. BMM Hükümetinin 1920 ve 1921 yılları içinde mecliste onayladığı Milli Savunma giderlerinin toplamı, Sovyetlerin iki yıl içerisinde Ankara Hükümetine yaptığı para yardımına denk düşüyordu. (2)
Anadolu Hareketi boyunca alınan tek dış kaynaklı yadımı gerçekleştiren Sovyetler'in bu dostluk tavrını bir yetkili şöyle temellendiriyordu: "M. Kemal hareketi bir kurtuluş hareketidir. Ve şu ana kadar elimizden geldiği kadar desteklememizin sebebi de bu özelliğidir. Ama bu hareket başarıldıktan sonra Türkiye'deki eski gericilerin, ağaların ve beylerin iktidarı yeniden ele geçiremeyeceklerine dair hiçbir garantiye şahit değiliz. 1908 Jön Türk ihtillal hareketi örneği önümüzde duruyor. Şu anda M.Kemal milletin saygı ve sevgisini kazanmış durumda ama bir karşı müstesna onu desteklemeyen genaraller ve politikacılar gericidir. Daha şimdiden elimizde Fransız kapitalistleri ve emperyalistlerle ilişkiler bulunulduğuna dair işaretler değil kesin deliller var. Yarın eğer harbi kazanır ve Yunanlıları Anadolu'dan ve Trakya'dan kovarlarsa başında M.Kemal bulunsun bulunmasın Türkiye Batı'ya yönelecektir."
Bu öngörü, çok fazla zaman geçmeden gerçeklik kazanmış ve 1922 yılında, "Büyük Taarruz" dan önce Başbakan Rauf Orbay, savaşın kazanılacağı olasılığı kuvvetlenince Sovyetler'le ilişkiler konusunu kendileri açısından gereken açıklığı bütün vurgulamalarıyla dile getirmiştir: " Bolşeviklerle gösterilen dostluk, onlardan alınan para ve savaş araçları yardımından ötürüdür. Son Bolşevik armağanlarıyla birlikte Sovyet Dostluğu bitecektir." Ve Büyük Taarruz'dan sonra, Türkiye'nin savaşı kazandığı kesinlik kazanınca, Batı ile ilişkilerini açığa vurma konusunda tümüyle özgürleşmiş olarak, Sovyetler'in daha dün büyük özverilerle gönderdikleri silahları, emperyalistlerle birlikte Sovyetler'e çevirmekten kaçınmazlar. Ve Rıza Nur, Lord Curzon'a işbirlikçiliğinden, emperyalizme uşaklığının dilini döker: "Biz Rus'a karşı sizin bir savunma siperiniz oluruz. Irak'ta para harcayacağınıza biz size zararsız jandarmalık ederiz."

5) EMPERYALİSTLERLE İLİŞKİLER
Emperyalizme karşı tavır almak; emperyalizmin niteliği, özellikleri ve girdiği geri kalmış ülkelerde gündeme soktuğu ilişki ve programlardan ötürü temelde onun sömürü sistemine ve yerli işbirlikçilerine tavır almak demektir. Özellikle dönemimizde 'siyasal bağımsızlık', siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel bağımsızlık bütünün bir faktörü olmaktan çıkmış, emperyalizmin sömürüsünü daha olgun ve rahat koşullar altında sürdürmesinin bizzat emperyalizm tarafından takılan yaftası haline gelen, içi boşaltılmış, suni bir kavram olmuştur. Bu nedenle emperyalizmin açık işgaline karşı verilen savaşlar, doğrudan onun sömürü sistematiğine ve ülkedeki her türlü varlığına son vermeyi amaçlamadığı, buna yönelmediği hallerde, bir işgal biçiminden başka bir işgal biçimine geçişi sağlamaktan öte bir anlam taşıyabilmesi olanaksızdır. Aksi halde, ' kurtuluş savaşları' emperyalizmin varlığından kurtulmak değil, emperyalizmin yönlendirdiği bir başka geri kalmış ülkenin işgal ordusundan kurtulmak anlamını taşır ki, bu 'kurtuluş'un da bu anlamda bir kurtuluş olması emperyalizmin tabiatına aykırıdır.
Çağımızda ulusal kurtuluş savaşlarının ancak proleterya ideolojisinin önderliğinde söz konusu olabileceği gerçeğinin gerekçesi budur. Bu karakterde bir kurtuluş, bu boyutlar ve kapsam içinde anti emperyalist tavır alış, ancak ve ancak proleterya ideolojisinin yön vermesi ve elbette aynı bağlamda proleterya ve müttefiklerinin önderlik tavrı belirleyici işlevler ile gündeme gelme şansına sahiptir.
Bizim Anadolu hareketinin seyrinde ise gerek önderliğin durumu açısından, gerekse aynı temel verilerden kaynaklanarak emperyalizmle girilen daha savaş yıllarındaki ilişkiler açısından tam tersi özellikler görülmektedir. Bu özellikler ki, ikincil nitelikli boyutlar taşımayan, hareketin egemen tayin edici karakteri olan özellikleridir. O halde Anadolu Hareketi anti-emperyalist bir içerik ve sonuç arz etmemekte, açık işgale karşı verilen bir savaş panaroması sunmaktadır. Bir hareketin tanışlanmasına yol açan neden, hareketin sunduğu çeşitli verilerin sentezi, ayin edici fonksiyonlarının niteliğidir. Bu itibarla gerek önderliğin tavırlarında, gerekse savaşın kapsadığı kesimlerin değişik amaç ve niteliklerinde homojenlik aranamayacağı gibi, bizzat savaşan güçler olsun, fiili ittifak veya destek güçlerinin olsun farklı çıkış noktalarından, amaçlarından yola çıktıkları halde bir yerde buluşmadı. Farklı sınıfsal ve politik karekterlere, yönelimlere rağmen çakışmaları yanıltıcı olmaktadır. Nitekim söz konusu çakışmaların çok geçmeden çeliştiği küçük burjuva kesimi, sınıfsal bir yapısallık arzetmeyen, Marksizmin yön verdiği hareketliliklerde proleterya, aksi halde burjuvaziye yedeklenen, burjuva ideolojisi ve tavrını temsil eden bir kesimidir.
Bu çerçeve içinde Anadolu hareketine baktığımızda, önderliğin bir yandan açık işgale karşı döğüşürken bir yandan da emperyalizmle eklemlenmenin, çizilecek ulusal sınırlar içinde emperyalizmin uluslararası sistematiğine dahil olmanın canhıraş döğüşünü verdiklerini görürüz. Savaşın başından itibaren, hatta en güçlü oldukları anda, emperyalizmin bu yönde bir girişimi olmadığı dönemlerde dahi, emperyalistlerle anlaşmanın kapılarını zorlamışlardır. Deyim yerindeyse emperyalistlerden emperyalist beğenmişlerdir. Siyasi bağımsızlığın tanınması halinde yabancı sermayeye karşı olmadıklarını, yabancı sermayenin ülkeye gelmesinden memnun olacaklarını özellikle ve sürekli olarak vurgulamışlardır. Aynı sürecin bu tarz sömürü yönetimindeki başarılı ve cazip ismi ABD olduğundan, gönülde yatan büyük aslanın ABD olması da doğaldır.
Siyasal blağımsızlığın, ülkenin alt ve üst yapısının kayıtsız özgürlüğü olduğu gerçeğinin bilincini Anadolu Hareketinin önderlerinde aramak anlamsızdır. Çünkü bu saptama materyalizmin gerçekleriyle siyasallaşan sınıfların ve önderliklerin çıkarımıdır, onların tavırlarına yön verir, ışık tutar. Siyasal bağımsızlık, askeri bağımsızlık, ekonomik bağımsızlık vb. soyutlamalar ise idealizmin safsatalarından öte emperyalizmin demogoji riyasından başka anlam taşımaz. Ve Mustafa Kemal İzmir İktisat Kongresini açış konuşmasında demektedir. ki: "Hakimiyeti Milliye, Hakimiyeti İktisadiye ile tasdik edilmelidir... Siyasi ve askeri muzafferiyetler ne kadar büyük olursa olsun iktisadi zaferler tetviç edilmezse netice payidar olmaz " Güzel! Fakat ne yazık ki Mustafa Kemal konuşmasını sürdürüyor: "Zannolmasın ki ecnebi sermayesine karşıyız... Kanunlarımıza riayet şartıyla ecnebi sermayelerine lazım gelen teminatı vermeye her zaman hazırız"... İzmir İktisat Kongresinde benimsenen, Misak'ta ise başından beri güdülen amaç açıkca görülmektedir: "Türk diline, milliyetine, toprağına... düşman olmayan milletlere daima dosttur, ecnebi sermayesine aleyhtar değildir. Ancak kendi yurdunda kendi lisanına ve kanununa uymayan müesseselerle münasebette bulunulamaz... her türlü münasebette fazla mutavassit (aracı) istemez"
Cumhuriyet'in kurulduğu ilan edilene kadar emperyalizmle ilişkiler konusunda bir hayli yol alınmıştır. Emperyalist devletlerle, hayata geçen geçmeyen bir dizi anlaşma imzalanarak çeşitli imtiyazlar tanınmıştır. Bu anlaşmalar, Anadolu Harekatının niteliğini, programını en iyi tanımlayan belgelerdir. Hemen hemen hepsinde, yapılacak yatırımlarda %50 oranına kadar Türk sermayesinin katılım öne sürülür.
1921 yılında ise Londra Konferansına katılan Bekir Sami, İtalyanlarla ve Fransızlarla teslimiyetiçilik özelliklerini taşıyan anlaşmalarla ve Fransızlarla teslimiyetçilik özelliklerini taşıyan anlaşmalar imzalanmıştır. Bu anlaşmalar M. Kemal ve Meclis tarafından reddedilmiştir. Ancak aynı tutarsızlık karakteri doğrultusunda, M. Kemal bu kez kendisinin yönlendirdiği gelişmeler sonucunda 20 Ekim 1921 tarihinde, Fransızlarla yapılan Ankara anlaşmasının devamı olan mektup alışverişi ile daha önce karşı çıkılan imtiyazların hemen hemen tamamını tekrar Fransızlara vermiştir. Olayın dikkat edilmesi gereken yönü, yapılan anlaşmada imtiyazlardan söz edilmediği halde, aynı dönemde gerçekleştirilen bir dizi gizli mektup alış-verişi; Türkiye adına Hariciye Vekili Yusuf Tengürsenk altı, Fransa adına Franklin Boulan'ın beş mektup vermesi şeklinde olur. Mektuplara göre bir Fransız grubu, Harşit vadisindeki demir, krom ve gümüş madenlerini %50'ye kadar hissesi Türk olmak üzere 99'yıl işletecektir. Ergani madenlerinin işletilmesine Fransız gruplarının da girebilmesi ve savaş öncesi Adana'da bir Fransız şirketinin almış olduğu pamuk arazi imtiyazının hayata geçirilmesinde çıkarılan zorlukların giderilmesi için çaba sarfedileceği bildiriliyor; varılan anlaşmalarla, Türkiyedeki Fransız sağlık, eğitim ve hayır kurumlarına dokunulmayacağı garantisi veriliyor. Türk sanat ve jandarma okullarında Fransız öğretmenlerden yararlanmanın arzu edildiği bildiriliyordu.
Fransızlarla bu anlaşmaların yapıldığı sıralarda Ankara'daki yabancı trafiği bir hayli yoğundur. Bu trafik akışında Amerika'lılar dikkati çekmektedir. Daha sonraları ABD ticaret ateşesi olarak Türkiye'de bulunacak olan Julian Gillespre 1922 başında davetli olarak Ankaraya gelir. "Yusuf Kemal Bey, Fethi Bey, Dr. Adnan Bey ve Celal Beylerle tatmin edici bir çok görüşmeler"yapan bu Amerikalı Washington'a gönderdiği 2 Şubat 1922 tarihli resmi raporunda şunları yazmaktadır: "Milliyetçi Türk hükümeti, gerçekten ABD ile yakın ticari ilişkiler kurmak istiyor. Hem hükümet çevrelerinde hem de halk arasında Amerikalılara karşı uygun bir davranış var. Bu tutumun nedenleri şunlardır. 1)Milliyetçi Hükümet hemen maddi yardım istemektedir. Bu verilecek bir imtiyaz karşılığı avans, kredi ya da özel bir borç biçiminde olabilir. 2) Hükümet yetkilileri Amerikan sermayesi yatırım yaparsa Amerikalıların Misak-ı Milli'de yazılı amaçlara müdehalede bulunmayacağına, siyasal amaçlarla hareket etmeyeceğine inanmaktadır. 3)Ayrıca Avrupa'da ileride yapılacak bir barış konferansında ticaret ve iktisadi haklar konusunda sorun çıkabileceğinden çekinmektedirler. Bu durumda'şu imtiyaz ya da bu ekonomik hak başkasına verilmiştir! diyebilmek istemektedir. Açıkça ticari imtiyazların Amerika gibi siyasal bir güç tarafından desteklenen güçlü finans gruplarına verilmesinden yanadırlar"
"Klikya'da Amerika ve Amerikan iş çevreleri konusunda olumlu bir eğilim var. Anadolunun en verimli köşelerinden biri olan Adana ovasının sulama projesi daha kimseye verilmiş değil. Hükümet bu projeyi incelemekte ve şimdilik Amerikan kapitalistlerinin bir öneride bulunmasını beklemektedir. Güvenilir kişilerden öğrendiğime göre, böyle bir sulama projesi için büyük sermaye yatırımı, gerekmeyecektir. Bu yapılırsa bütün Adana vilayetini ve Mersin Limanını kapsayacak elektrik elde etmeye yeterlidir. Savaş sırasında bu konuda Alman mühendislerinin hazırladığı özel bir raporu ele geçirmeye çalışıyormuş."
Özel raporları ele geçirmeyi sağlayacak ilişkiler içinde olan Amerikalı, Rauf Orbay aracılığıyla Türk Hükümeti'ne soruyor: "Hükümet tarafından şimde ne gibi yatırım ve yapım projeleri üzerinde durulmaktadır? Bunların hangileri Amerikan sermayesinin incelemesine açıktır?" Rauf Orbay'dan aldığı yanıtı da ülkesine şu biçimde bildiriyor: "Hükümet tarafından incelenmekte olan projeler şunlardır: Mersin Limanı, Adana Ovası'nı sulama projesi, Zonguldak ve Bayburt'un elektrik projeleri... Şu projeler de hemen incelenecektir: Bütün Karadeniz limanları, bu limanları iç bölgelere bağlayacak demiryolları, bu bölgelerde madenlerin, Ankara-Sivas ve Erzurum-Sivas, Bayburt-Erzurum-Trabzon, Trablzon-Rize demiryolları, Harput-Ergani-Mardin-Diyarbakır demiryolları. Bu sayılan işler Amerikan sermayedarlarına açıktır."
Amerikan sermayesine açık olan projeler kuşkusuz yalnızca bunlar değildir. Aynı bağlamda, sözkonusu Amerikalı raporunu sürdürüyor:
"Türk miliyetçi Hükümeti, Musul Vilayeti'nin Arap değil Türk nitelikler taşıdığını bildirerek kendilerine ait olduğunu ileri sürüyor. Buralardaki ve Van Gölü çevresiyle Erzurum'daki petrol yatakları çok önemli sayılıyor. Belki de bu ülkenin işlenmemiş en büyük kaynağı olarak kabul ediliyor. Bu yönde her hangi bir Amerikan grubu girişimlerde bulunursa olumlu muamele görecektir sanırım." Julion Gillespre'nin sorusu doğru çıkıyor ve 1923 başlarında bir Amerikalı grup ile (Chester Grubu) Doğu'daki petrolleri amaçlayan bir anlaşma imzalanıyordu.
Nisan 1923 tarihinde, TBMM tarafından onaylanan Chester Anlaşmasına göre Amerikan grubu Ankara'dan Kerkük'e, Samsun ve Doğu Beyazıt'a kadar uzanan 4400 km. uzunluğunda demiryolu ile üç liman yapımını üstlenmiştir. Demiryolu ve limanların işletme hakkıyla, inşa edilecek demiryolu hatlarının her iki yanında 20'şer km. lik alanda, petrol dahil olmak üzere, tüm madenleri işletme imtiyazları 99 yıllığına bu şirkete veriliyordu. Önemli ölçüde vergiden muaf tutulacak ve özel kolaylıklardan da yararlanacak olan bu şirkete azami %50 oranında Türk sermayesinin de ortak olması öngörülmüştür. Bu grupla imzalanan ikinci anlaşmayla da Türkiye'nin ithal edeceği tarım makine ve gereçlerinin tekeli grubun tekeline verilmiştir.
Ülkemizin yeraltı kaynaklarının önemli bir kısmını 99 yıl Amerikan sermayesine teslim eden bu anlaşma hükümet çevreleri tarafından "Ekonomik zafer" olarak nitelenip, büyük coşkuyla karşılanmıştır. Başbakan Rauf Orbay, şu sözlerle meclisi de kendi coşkusuna ortak etmeye çağırmaktadır: "Cenab-ı Hak (Chester imtiyazı ile öngörülen) hududun rey ifasını Meclis-i Alinize mukadder kıldıysa... meclisten alnınız açık vicdanınız sarih olarak gidebilirsiniz."
Türk yetkililerinin "büyük başarı" olarak değerlendirdikleri bu imtiyaz anlaşmasına İngiliz ve Fransız emparyalizmi, tekel niteliği gösterdiği için karşı çıkmış, serbest rekabet şartlarının ve "açık kapı" ilkesinin ihlali olarak değerlendirerek "açık kapı" ilkesinin uygulanmasını istemişlerdir.
Anlaşma Musul petrolleri üzerinde gündeme getirildiği ve esas olarak o tarihte Türk-Irak sınırı henüz belli olmadığı, Musul'un nerede kalacağı saptanmadığından dolayı yapıldığı için, daha sonra Musul'un Türkiye sınırları dışında kalması üzerine Chester grubu anlaşmayı feshetmiş, Türkiye'ye 50.000 liralık tazminat ödetmiştir. Türkiye ile Chester grubunun anlaşmasından önce, bir başka Amerikan grubu olan Standart Oil Company de İngiliz-Fransız sermayesi ile yine Musul petrolleri üzerine anlaşmıştır. Böylece iki taraflı oynayarak durumu kendisi açısından sağlama alan Amerikan emperyalizmi, her koşulda kazançlı çıkacağı bir politika izlemiş, Musul konusunda da İngiliz görüşlerini desteklemiştir.
Türk Hükümeti bir yandan Amerikan emperyalizmini ihya ederken, Yunan işgalcilarinin babası İngiliz Emperyalizmini de unutmamıştır. Demiryollarının, limanların ve yeraltı kaynaklarının önemli bir kısmını Amerikan tekeline verirken, İngiliz emperyalizmine de dış ticaretin önemli bir kısmının tekelini vermiştir.
Londra'da yayınlanan Morning gazetesinin 6 Ocak 1923 tarihli sayısında, Leslio Urguhart, "Türkiye İnkişaf-ı İktisaliyesi" adıyla kurulan Şirket için şunları yazıyordu: "İngiliz sermayesi Türkiye iktisadiyen gelişmesine yardımda bulunabilmek için Lozan Konferansı'nın başarıyla neticelenmesini beklemektedir." Bu şirketin en önemli ortağı Russo Asiatik Corporation adlı şirkettir ve acminal sermayesi 250.000 İngiliz lirası olup, şartlar gerktirirse bir milyon veya daha fazla İngiliz Lirasına çıkarılacaktır. Şirketin amacı; madenleri-Petrol dahil-geliştirip işletmek, demiryolları, resmi ve özel taahhütlere girmek, hükümet adına iş yapmak veya takip etmektir. İdare heyeti beş İngiliz ve dört Türk'ten kurulu olacaktır. Mr. Urguhatt'ın şirketi, kapitülasyon özellikleri de taşıyan bir anlaşma imzalanıyor, yine Londra'da yayınlanan The Times (22 Haziran 1923) bu konuda şunları yazıyordu: "Türkiye ticaret şirketi veya benzer bir isim altında, 145.000 İngiliz liralık veya yaklaşık olarak bir milyon TL'lık yeni bir şirket kurulmasını kararlaştırmıştır. Bu yeni şirketle Türkiye Milli İthalat ve İhracat AŞ. birbirinin dörtte bir hissesine sahip olacaklardır. Bu iki şirket en geniş bir biçimde işbirliği yapacaklardır. Yeni şirket Millet Meclisi'nin idaresi altındaki bölgelerde yapılacak ithalat ve bu bölgelerden yapılacak ihracatta Türkiye Milli İthalat ve İhracat AŞ. tüm temsilciliğine sahip olacaktır. Millet Meclisi bu tasarıyı desteklediğinin bir bedeli olarak Cardiff'e benzediği söylenen Karadeniz'deki (Zonguldak) kömürleri işletmesini bu şirkete bırakmıştır. Türkiye'nin kalkınmasını bütün ülkenin ithalat ve ihracatını kontrol eden ve geniş ölçüde parlamento üyelerinin ortak olduğu bir şirkete vermek aslında Türkiye gibi ticaretin savaş dolayısıyla karmaşık, örgütsüz bir duruma girdiği bir ülke için dikkat çekici bir çözümdür. Şayet bu tasarı amacına ulaşırsa Türkiye ile ticaret yapmak isteyenler bunu ancak yeni şirket aracılığıyla yapabilecektir."
Bu anlaşma iki önemli nedenden ötürü uygulamaya girmemiştir. Birincisi emperyalistlerle ilişkilerde İstanbul Ticaret Odası ağır basmıştır. Anadolu ticaret burjuvazisinin kendi yerini almaya çalışmasına ve hükümet destekli bir tekel kurmasına karşı çıkmıştır. İkinci muhalefet te Amerikan emperyalizminden gelmiştir. Amerika'nın söz konusu muhalefeti The New York Times'da (17 Haziran 1933) şu şekilde dile getirilmektedir: "Bu anlaşma tatbikatta rekabeti ortadan kaldıracak güçte olup, İngiliz ve Fransız mallarına, Türk pazarlarına girişte mutlak bir öncelik tanımaktadır... Türk hükümeti şirkete herhangi bir müdahaleyi, serbest ticaret bahanesini öne sürerek reddedebileceklerdir. Oysa yeni şirketin Türklere ait bölümünün hemen hemen tamamı Türk milletvekilleri tarafından kontrol edildiğine göre, fiiliyatta 'açık kapı' ilişkisinin uygulanacağını beklemek pek mümkün değildir." Yine ABD emperyalizminin uluslararası Standart Oil şirketi, ABD Dış İşleri Bakanlığına yazdığı 17 Mayıs 1987 tarihli mektupta şunları yazıyor: "Bize bildirilenler doğruysa, Türkiye'deki yatırımlarımızın büyük bir tehlikeyle karşılaştıklarını bildirmek isteriz." Bunun üzerine ABD Dış İşleri Bakanlığı şu açıklamayı yapıyor: "Bu anlaşma hem Amerikan ticaretine, hem de Amerika'nın desteklediği 'açık kapı' ilkesine indirilmiş önemli bir darbedir." O günkü emperyalistler arası ilişkilerde, Amerikan çıkarlarına darbe indirilmediğinden anlaşma uygulamaya girmemiştir.
Bu anlaşmaların hayata geçmemesi, Türkiye'nin emperyalizme tavrı açısından önem taşıyan bir karakter arzetmez. Önemli olan emperyalist sömürü karşısındaki anlayışı ve attığı adımlardır. Kaldı ki, anlaşmaların uygulamaya girememesinin nedenleri, o günkü koşullarda emperyalist ülkelerin birbirlerine karşı ve Türkiye'nin bunlara karşı tavır alamayışıdır.
Bu anlaşma ve verilen imtiyazların, ağırlıkla politik nedenlerden, yapılacak Lozan Anlaşması'nda destek sağlamak amacından kaynaklandığını da söyleyemeyiz. Bu anlayışla hareket edilseydi, birine veya birkaçına karşı diğerine imtiyaz verilerek destek sağlama yoluna gidilirdi. Halbuki, aynı süreçte barış anlaşması yapılacak bütün emperyalist ülkelere imtiyazlar dağıtılmıştır. Bu konuda esas olarak Anadolu hareketinin sınıfsal ve ideolojik niteliği, tali olarak da dönemin politik etkenleri rol oynamıştır. Dikkat edilmesi gereken olgu, anti-emperyalist bir hareketin-anlaşmak için, ülkeler kovduğu emperyalizme geniş imtiyazlar ve tekeller vermesidir.
Bu arada belirtmek gerekir ki, üzerinde büyük fırtınalar koparılan 'kapitülasyonların kaldırılması' sorununda, kapitülasyonların reddi, emperyalizm açısından fazlaca önem taşımıyordu. Bir anlamda, uzun yıllar devlet üzerinde ciddi bir bağlayıcılık teşkil etmiş bir sömürü mekanizması olan kapitülasyonların kaldırılması yeni devletin başarısıdır. Fakat bu başarıyı zaman aşımına uğramış, bir hayli yıpranmış bu sistemin taşıdığı anlamla birlikte değerlendirmek gerekir ki, bu durumda, azınlık burjuvazisinin eski konumunu yitirmesi dolayısıyla, emperyalizmin ülkeyi sömürmekte azınlıkları kullanmasının koşullarının da tükenmelerinden yoksun kalmış olduğu görülecektir. Dolayısıyla ne emperyalizmin kapitülasyonlar üzerinde durmasının gereklilikleri kalmış bulunmaktadır, ne de yeni devletin bunları kaldırmak konusundaki tavrında, emperyalistlerle o çok önem verdiği ilişkilerinin zaafa uğramasına ilişkin bir endişe duymasına gerek kalmıştır.
Lozan'da 29 Ekim 1914'ten önce yapılan imtiyaz anlaşmaları ile bu anlaşmalara daha sonra yapılan eklemeler kabul edilmiştir, Düyun-u Umumiye borçlarının Türkiye sınırları içinde kalan kısmının ödenmesi benimsenmiştir. Buna göre 5 Kasım 1914 yılına kadar ödenmemiş olan 139 milyon Osmanlı altınının %65' ödenecektir. Musul sorunu da daha ileride görüşülmek üzere Milletler Cemiyetine bırakılmıştır. Milletler Cemiyeti ise bir süre sonra Musul'un Irak'ta kalmasını kararlaştırmıştır.
Son olarak, emperyalizmle ilişkiler sorununun bir diğer boyutuna değinelim: Yukarıda ana hatlarının, özellikle örnekler vermek ve tarihsel seyri somut adımlarıyla aktarmak çerçevesinde değinerek nitelediğimiz ilişkilerin durumuna rağmen, Anadolu hareketinin emperyalizme hiçbir anlamda zarar verici işlevi olmamışmıdır? Kuşkusuz olmuştur. Bu soruya 'hayır' yanıtı vermek, olayı gereken kıstasları içinde anti-emperyalist konuma oturmamış olması nedeniyle ve gelişmeleri kısa zamanda emperyalizme önemli kazanımlar sunmasından yola çıkarak; emperyalizmin osmanlı düzeneğindeki, ilişkilerini planlı programlı olarak yeni devletlin yeni ilişkilerine dönüştürmesi şeklindeki açıklamaları gündeme getirir ki, durum bu değildir. Bu tarz bir açıklamanın da marksizmin tarihe yaklaşım yönteminde elbette yer bulabilmesi olası değildir. Durum, bire bir derinlikler içinde olmasa da, benzer süreçlerde benzer özelliklerle geri kalmış ülkelerin açık işgal karşısında, emperyalizmin saldırganlığına tavır alması ama sömürü, mekanizmasını parçalayarak dinemiklere sahip olmaması olayıdır. Ülkenin' geri kalmışlığı' üretim ilişkilerinin niteliği temelinde söz konusu olduğu için ve bağlantılı olarak üretici güçlerin o süreçlerdeki nitel ve nicel seviyesi, savlarının sınıfsal özü emekçi kitlelerin önderliği ele geçirilebilecek durumda olmaması şeklinde belirlendiği için az önce tanımladığımız sonuç ortaya çıkmaktadır. Yine ülkelerin dönüşümlerinde, devinimlerinde iç dinamiğin belirleyici olması evrensel gerçeği temelinde: Anadolu Harekatı esnasında olduğu gibi, ülkenin doğru tanımlanmasından, beklentilerin rasyonelliğine kadar teorideki bugün doğru saptamalara ve pratikteki ciddi katkılarıyla, bir Lenin önderliğindeki Sovyetler gibi ülkelerin bile bütün çabalarına rağmen durumun niteliğini değiştirmede fazla şansları yoktur.
Bağlarsak, Anadolu Hareketinin emperyalizmin çıkarlarına ilişkin olarak doğruluğu olumsuz sonuçlar sözkonusudur. Açık işgalin kırılmasının, diğer geri kalmış halklara da en azından bu bağlamda güç vermesi emperyalizmin o koşullarda önem verdiği bir politika olan Hindistan yolunun önüne engeller çıkması, Sovyetler'in gerçek anlamda kuşatılarak devrimin gelişiminin zaafa uğratılması, politikasının bozulması, hareketin tarihsel sürece sürdüğü önemli ve olumlu faktörlerdir.

SONUÇ
Anadolu hareketinin tarihsel seyrini yer yer kısa saptamalarla birlikte genel olarak gözden geçirdikten sonra onun niteliğine özellikle yer vermek gerekiyor. Bilindiği gibi bir hareketin niteliğini belirtirken; onun sınıfsal dokunuşuna, önderliğin durumuna, proğram ve hedefleri gözönünde bulundurulur. Ki, 1919-30 Ağustos 1922 döneminde ülkenin çeşitli yerlerinde işgalcilerle çarpışmayı soyutlayarak Anadolu Hareketini salt işgal güçleriyle vuruşmaya indirgemesi içinde ele alarak olaya 'savaş' demek de olası değildir. Çünkü durum, gerek bizzat kendi sürecinde savaşa koşut olarak gündeme sokulan, gerekse de daha sonra genel olarak aynı paralelde sürdürülen politikalarla siyasal sosyal, ekonomik, vb. çok yönlü bir eklemlenişin kapsamını sunmaktadır. Dolayısıyla hareketi genelde nitelemeden önce nitelemenin öğeleri olmak üzere, bazı soruların yanıtlarının saptanması gerekmektedir.
Öncelikle, Anadolu Hareketi'nin bir sınıf ideolojisi temelinde gelişmektedir, yoksa bu şekilde gelişmeyen, bu şekilde gelişme koşulları olmayan veya bu şekilde gelişmeye tarihsel ve siyasal elverişlilik ortamı olmayan çeşitli hareketler gibi, görünümdeki çeşitli özgürlüklerine, yüzeysel farklılıklara rağmen esasta bir sınıf ideolojisini bağlı, onun köklerinden sürgün vermiş ve sonuçta ona hizmet eden bir çizgi midir? Başta egemen sınıflar olmak üzere, ülkemizin-bugünkü kapsamı itibarıyla-sol literatürüne kadar uzanmış 'Kemalizm' kavramı, kendi özel niteliği olan bir ideoloji midir? İdeolojiden öte, bir ekol bir çizgi olarak özgünlük taşımakta mıdır? Şu kavramın böylesine geniş bir yelpaze içinde yerleşikliğinin nedenleri neleridir? Ve ideoloji nedir?
Ekonomik, siyasal, sosyal normlara sahip sınıfların düşünçelerinin sistemli biçimlenişi olarak genel bir soyutlama yapmak olasıdır. Ne var ki, ideolojiler bu genellemenin kapsamında ama bunlar çok daha yüklü anlamlar içerir. Elbette düşünce, maddi koşullarca belirlenir. Maddi koşullar düşüncenin kendi sistematiği içinde ciddi aşamalar, nitelik sıçramaları yapabilmesinin koşullarını da tarihsel boyutu içinde yine maddi yaşam sunar, maddi yaşamın gelişme dinamiği olur. Fakat önemli bir noktayı tam da burada gözden kaçırmak olasıdır. Bu gerçekliklerin yanısıra, belli bir dokuya kendi kendine yaşama örgenliğine kavuşan düşünce, o andan itibaren maddi yaşamdan göreceli bir bağımsızlık kazanır. Yaşamın verilerini alarak kavramak tanımlamak basit denklemi, artık karmaşık çok bilinmeyenli problemleri düşünme gündemine almakla yer değiştirmiştir.. İşte eğer bu tablo sınıfsal boyutlar içinde çiziliyorsa, o devinimine koşut ya da ona karşı... Ama bir ideolojidir. Ayrıca yine eklemek gerekir ki, bir düşünce sistematiğinin ideoloji olabilmesi için biçimsel olması şart değildir. Tıpkı idealizm gibi bilime aykırı, onu yadsıyan özelliklerle de bezeli olabilir, ama bu onun bir sınıfın varlık koşullarını tanımlamasına engel olmadığı için ideoloji olmaması anlamanı da gelmez. Konuya ilişkin olarak Engels'in 14 Temmuz 1893'de Franz Mehring'e yazdığı mektubu anımsatmak çok yararlı olacak Engels, sıradan soyutlamalardan öte, ideoloji üzerinde çok yönle olarak düşünerek diyor ki:
"İdeoloji, sözde düşünürün herhalde bilinçli olarak, ama yanlış bir bilinçle gerçekleştirdiği bir süreçtir. Onu harekete getiren gerçek güçler kendisi için meçhuldür, öyle olmasaydı zaten ideolojik bir süreç olmazdı. Bu yüzden sözde düşünür, yanlış ya da görünüşte kalan itici güçler tasarımlar. Düşünsel bir süreç olmasına bakarak, ister kendisinin ister kendisinden öncekinin düşünecesi olsun, ondan saf düşüncenin içeriğini ve biçimini çıkarır ve sadece düşünce gereçleriyle uğraşır. İşin temeline bakmadan bu gereçleri düşünceden çıkmış sayar ve daha uzaklarda düşünceden bağımsız kökenleri olup olmadığını araştırmak zahmetine katlanmaz. Onun gözünde bu doğaldır; çünkü düşüncenin aracılığıyla gerçekleşen her insan eylemi ona son çözümlemede, temelini düşünceye dayamış olarak görünür. Sanki tarihsel ideoloji, her özel alanda, daha önceki kuşakların zihnin de bağımsız olarak meydana gelmiş ve birbirlerini izleyen bu kuşakların beyninde kendine özgü bir dizi bağımsız gelişmeyi geçirmiştir. İşte her özel alandaki ideolojik görüşlerin bu görünüşte bağımsız tarihleridir ki, insanların çoğunu aldatmaktadır. Luther ve Calvin resmi katolik dininin hakkından geliyorlarsa, vb. bu, herhalde düşünce alanından çıkmayan olaylar nedeniyledir ve değişmiş ekonomik koşulların düşünsel bir yansısıdır. Aslan yürekli Richard ve Philippe Auguste, haçlı seferlerine girişecekleri yerde serbest ticareti gerçekleştirmiş olsalardı bizi beş yüzyıllık yoksulluktan ve budalalıktan kurtarırlardı. Buna ideologların şu aptalca düşüncesi de ekleniyor: Tarihte bir rol oynayan çeşitli ideolojik alanlara bağımsız bir tarihsel gelişme tanımadığımıza göre, anlara hiçbir tarihsel etkililik de tanınmamalı... Bu iddia, diyalektiğe aykırı basit bir görüşe, karşılıklı etki üstünde kesin bir bilgisizliğe dayanmaktadır. Bu baylar, ekonomik olgular tarafından yaratılır yaratılmaz her tarihsel etkenin kendisinin de bir etki yarattığı ve kendi nedenlerine etken olabileceği olgusunu, çoğu zaman maksatlı olarak unutuyorlar. Eğer gerçeğin bu biçimde çıkarımların yapılabileceği Aristo çağından günümüze kadar düşüncenin karakterinin üzerinden de çok fazla su aktı."
O halde ideoloji, sınıfsal karakterde, sınıfın maddi yaşam koşullarınca belirlenen, bu bağlamda onun çıkarlarını amaçlayan, dolayısıyla maddi hareket noktası üzerinde biçimlenen düşünsel olgular temelinde yükselip, koşul-düşünce ikileminde bir sürekli alış veriş içine giren, komünizme kadar da sınıfsal karakterini yitirmeyen sistematiktir. (Komünizm ise bir sınıf ideolojisi değil, ilk kez toplumsal ideolojidir. Bu temelde, ideolojinin karakteri, başat özelliği komünizmle değildir.) Onun dışında komünizme kadar sınıf dışında, sözgelimi ara tabakalarına ilişkin, sözgelimi bir erk bileşimine ilişkin ya da ezilen katmanların bileşimine ilişkin 'özgün' ideolojiler yaratmak materyalizmin temel biçimsel kıstaslarını tepelemekle eş anlamlıdır. Ve küçük burjuvazinin ideolojisi olamaz. Onun düşüncesi, düzen statükoculuğu kapsamında burjuva ideolojisinin alt türevi, bir dipnotudur. Aynı biçimde çağımızın devrimlerini tanımlarken sosyalizm aynı zamanda köylülüğün ezici nicel bölümüne hitap ettiği ve onun koşullarını, çıkarlarını tanımladığı halde, sosyalizm proletarya ideolojisidir.
Sonuçta Kemalizm diye bir ideoloji olmayacağı/olmadığı halde Türkiye egemenleri tarafından 'sınıflarüstü devlet politikası' demogojisinin içini kendi programlarıyla dolduracağı, doldurduğu bir egemenlik ve muhalefet gömleği olarak sürrealist varlığını korumuştur.
Anadolu Hareketi sırasında düşüncede, ekonomide, Kemalizmin ve idealizmin (burjuva ideolojisinin) arayışı içinde olan, bunu gerçekleştirmek için çırpınan, uluslararası ilişkilerinde de daha o günden bu temelde varoluşun eklenlenişilerini arayan fakat tarihsel sürecinden ötürü ne proletarya ideolojisine, ne de burjuva ideolojisine ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel olarak egemen olma, onunla doğrudan buluşma olanağı olmayan önderlik, hem kendi kimliği, hem de programları açısından sürekli bu doğrultuda çırpınıp durmuş, otodinamiğinin verilerinin farkında olduğu için de kendisi emperyalizmi aramıştır. Marx'ın farklı bir konuda, burjuvazisinin tarihsel görevinin sona erdiğini belirtirken ifade ettiği gibi artık onun, "kendisinin çağırdığı bu cehennem güçlerinin maşası olarak" kendi ülkesini, alacağı işbirliği rüşveti karşılığı emperyalizmin ayakları altına döşediği aşikardır.
Bugün düşünce planında burjuvazi ve proletaryanın dışında bir sistematik kurulabilmesi eşyanın tabiatına aykıdırıdır. Ve elbette 'Kemalizm'e bir felsefe akımı demek hiç bir anlamda sözkonusu olmasa da 'Kemalizm'in toplumsal boyutlar çerçevesindeki etkinliklerini düşünürken, Fransız Regar Garaudy'nin 'mızmız felsefeler' diye adlandırdığı burjuva akımlarını (3) anımsamamak olası değil. Burjuva ideolojisinin genel karakterinden kaynaklanan bu mızmızlık, onun bir takım temel normlarına karşı çıkarak yola çıkıp ona hizmet etmeye kadar varan çeşnidir. Ne var ki, bütün bu görünürdeki çeşniye karşın, son çözümlemede çağımız iki büyük kamptan ibarettir. Burjuvazi ve proletarya. "Günümüze kadar varolagelen bütün toplumların tarihi sınıf savaşımları tarihidir. Özgür yurttaş ve köle partisi ve plep, derebeyi ve serf, lonca ustası ve kalfa, tek sözle ezen ve ezilen her an birbirlerine karşı olmuşlar ve kimi zman alttan alta, kimi zaman da açıktan açığa sürekli bir kavga sürdürmüşlerdir. Bu kavga, her seferinde, ya bütün toplumun dönüşmesiyle ya da çatışan sınıfların birlikte mahvolmalarıyla sonuçlanmıştır... Feodal toplumun yıkıntılarından fışkıran çağdaş burjuva toplumu yeni baskı koşulları ve yeni kavga biçimleri getirmiştir. Burjuva çağı, şu ayırdedici özelliği taşır: Sınıf çelişkilerini basitleştirmiştir. Bütün toplum giderek iki büyük topluma bölünmüştür. Burjuvazi ve proleterya. Ortaçağın toprak köleleri arasından kasabaların ayrıcalıklı halkı türemiştir. Bunların arasından da burjuvazinin ilk biçimleri gelişmiştir... Burjuvazi, tarihsel süreçte son derece devrimci bir rol oynamıştır. Nerede üste çıkmışsa orada bütün feodal ataerkil ilişkilere son vermiştir. Feodal bağları hoyratça koparıp atmış, insanla insan arasında yalın çıkar ve peşin para bağından başka hiçbir ilişki bırakmamıştır. O güne dek el üstünde tutulan, baştacı edilen ne kadar mesek varsa hepsinin kutsal halesini yıkıp atmış; hekimi, hukukçuyu, papazı, ozanı, bilim adamını, ücretli işçileri yapmıştır.(4)
Önderliğin niteliğine, yapısına ve konumuna gelince; bir hareketin, önder kadroların sınısal kökenine bağlı olarak nitelenmeyeceğini, önemli olan bu kadroların hangi sınıftan, kattan gelirse gelsinler, o hareketin sürecinde hangi sınısal temellerden kaynaklanan amaç ve programlara hizmet ettikleridir. Evet, çokca söylenegeldiği üzere Anadolu hareketinin önder kadroları ordu ve bürokrasiden gelmektedirler. Buradan yola çıkarak devletin iki temel kurumu olan bürokrasi ve militarizm kökenli kadroların, bürokrat ve askerlerin genellikle küçük burjuva karakter arzetmesini hareketin 'ideolojik sınıfsal' yapısını ve o anlamda niteliğini belirlediği söylenemez. Küçük burjuva 'ideolojiler' değil ama, küçük burjuva karakterli çizgierin tipik 'mızmız'lıkları, yalpalamaları, burjuvazinin gücünü kollamaları ve kovalamaları ihtilal ve yukarıdan aşağıya girişimcilik-darbecilik tablolarıyla küçük burjuvanın çözebileceği çeşitli çizgiler çekmiştir döneme. Ne var ki, olayın sınıfsal niteliği bu çizgilerle değil, dayandığı temel ekonomik ve siyasal olgularca belirlenir ve o belirlemeler burjuva rotayı ortaya koymaktadır. Önderliğin amaçları, toprak ağaları ve Anadolu komprador burjuvazisi ile, azınlık burjuvazisinin işlevlerini devralmak isteyen İstanbul ticaret burjuvazisinin amaçlarıyla buluşmuş, programın esası devlet yönetiminde varlık çıkarları esasında bürokrat ve askerlerin bu amaçlarıyla bütünleşerek oluşmuştur. (5) önderlik söz konusu kesimlerin siyasal ifadesi haline gelmiştir. Bu durum, bürokrat kesimin hakimiyet güçleriyle ittifakı tarzında şekillenmiyor, tam tersine bu kesimin görece bağımsızlığına rağmen bir buluşma gündeme geliyordu. Savaştaki ve savaşın organizasyonundaki misyonları ile söz konusu 'bağımsızlık' artmış, yeni devletin inşaasında da önemli rol oynamıştır., onların rahatlığı ve işlevlerindeki hızına hizmet etmiştir.
Durumu kuramsal açıdan da ifade etmek gerekirse, bilindiği gibi devlet en genel tanımıyla bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki baskı aracıdır. Ancak bu durum her zaman ve her koşulda bu denli yalın ve kaba çizgiler içinde değildir. Ve kendi içinde komplikasyonlar taşır. devlet sınıfsal bir baskı örgütlenmesi olduğu ve bu durum uzun vadeli programlarla belirlendiği halde, güncel anlamda toplumdaki diğer kesimlerin varlık koşullarına (nicel ve nitel durumlarına göre) onlara karşı da yükümlüdür ve bazı işlevler ortaya koymak durumundadır. Öte yandan devletin iki başat kurumu olan ordu ve bürokrasi de kendi içlerinde kurumlaşır. Özellikle kapitalizmin güçlerini daha da geliştirip karmaşık bir hale getirdiği bu kurumların yönlendirilmesi, aralarında eşgüdümün sağlanması mekanizması siyasal iktidarın yönetim ve yürütme organıdır. Ve her siyasal iktidar gücünü toplumun egemen sınıflardan aldığı gibi hakim sınıfların bürokrasi, militarizm ve siyasal iktidarla ilişkileri karmaşık dengeler üzerinde biçimlenmiştir. Bu biçimlenme, hakim sınıflarla ilişkilerinin kuruluş biçimine, tarihsel gelişimine, toplumun ideolojik-politik, hukuksal, kültürel vb. evrimleriyle toplumdaki güçler dengesine oturur. Günümüzün kapitalist devletlerinde birçok kurumlaşma özde aynı olsa da, söz ettiğimiz olguların durumuna göre farklılaşan çizgiler, ağırlık noktaları da taşırlar. Toplumsal evrimdeki farklılıklar, devletin şekillenmesine de yansır. Ancak temelde bir sınıfın, burjuvazinin devleti olma niteliği değişmez.
Devletin yapısındaki karmaşıklık, doğal olarak üst yapı kurumlarına göreceli özellikler vermektedir. Hakim sınıfların devlet içindeki konumlanışına, devletin biçimlenişindeki etkinlik ve rollerine göre özerklikler de şekillenir. Öte yandan kimi ülkelerde devlet kurumları daha karmaşık bir karakter arzetmekteyken kimlerinde daha yalındır. Kimi ülkelerde lise siyasal mekanizmayla hakim sınıfların ilişkileri daha karmaşık ve dolaylı iken kimilerinde daha açık ve nettir.
Özetle, ülkemizde devletin kurumlaşması ve siyasal mekanizma ile egemen sınıf ilişkilerine bakarken sorunu bu perspektiflerle ele almak gerekir. Ülkenin toplumsal evriminin koşul ve verilerine ilişkin olarak kaçırılan faktörler, çözümlemenin gerçeklikten uzak ve soyut kalmasını doğurur. Cumhuriyet Devleti, Osmanlı Devleti'nin sunduğu tarihsel veriler üzerinde varlık kazanmış ve onun söz konusu momentinin kalıcı yanlarını içererek, dinamizm sunabilen yanlarında kısmi değişiklikler yaparak biçimlenmiştir. Osmanlı Devletinin o süreci, bürokrasinin alabildiğine palazlandığı siyasal mekanizmanın asker-bürokrat kadrolarca oluşturulduğu, bu kadroların mevcut belirsizlik ve otorite-sınıfsal etkinlik boşluğu ortamında hakim sınıf gibi davrandığı (aynı zamanda esas olarak emekçi kitlelere karşı konumlandığı) bir devletti. Bir önceki dönemden devraldıkları bu durum Anadolu Hareketinin kadroların daha fazla özerklik olanağı tanıyan bir özellikti ve ilk bakışta görece özerklik, söz konusu kadroların egemen sınıflarıyla ilişkilerini gizliyor, onlara bağımsız bir görünüm kazandırıyordu. Gerek bu olgu, gerekirse de askeri-siyasi kadroların küçük burjuva kökenli olmaları, siyasi iktidarın ekonomik egemenlik güçlerinden ayrı, küçük burjuvazinin elinde olduğu, savaşın önderliğinin küçük burjuva kesimince üstlenilmesinin yanısıra yeni devletin de 'küçük burjuva kesimce üstlenilmesinin yanısıra yeni devletin de 'küçük burjuva diktatörlüğü' olduğu yanılgısına yol açmıştır. Bu saptama yapılırken, en fazla dikkat edilmesi gereken olgu olan, gelişimlerin, siyasal ekonomik ve sosyal plandaki karar ve uygulamaların ağırlıklı olarak emekçilere mi yoksa hakim sınıf çıkarlarına mı hizmet ettiği gözetmemiş veya yanlış çıkarımlar yapılmıştır. Öte yandan Emperyalizmle acil bütünleşme tavrı, devlet olanaklarının hangi kesimlerin çıkarlarına sunulduğu nedenlerle ülkenin yobaz bir çevresince 'komünist' ilan edilmesi, (burjuva kültürünün de batı taklitçiliği, 'batılılaşma', vb. terimlerle tanımlanan), Bismarkvari girişimlerle işçi ve köylüleri kapsayarak, onlara da devlet eliyle ihsanda bulunarak topluma bir bütün olarak şırınga edilmeye çalışılması benzeri özellikler de bu yanılgılarda (o zaman olduğu gibi) daha sonraki dönemlerde de rol oynamıştır. İlginç olan aynı durumun değişik dönemlerde, dönemin koşulları doğrultusunda tamamen zıt saptamalarla tanımlanabilmesi ya da değişik çıkar gruplarınca yadsınması veya savunulmasıdır.
Ulusal gelirin ve toplam kredilerin dağılım rakamları durumu oldukça somut ifade ediyor: İşçiler, köylüler ulusal gelirden çok az pay alırken aslan payı toprak ağalarına ve burjuvaziye gitmiştir. 1950'ye kadar ücretliler %70-80 oranında vergi öderken, tüccar ve sanayicilerin ödedikleri vergi tutarı ancak % 10'du. Bütçe gelirlerinin de en büyük bölümü ise geniş kitlelerin ödediği dolaylı vergiler oluşturmaktadır. 1923-29 arasındaki bütün bütçe gelirlerinin %38'i, 1930-34 arasında %28'i, 35-39 arasında ise %27'si dolaylı vergilerden oluşmaktaydı ve yine toplam kredilerin 1924-38 arasında %70'i tarım dışı alana giderken %19'u devlete gitmekteydi.
Giderek temelde farkılık arzetmeyen ama devlet müdaheleciliğinin, liberalizmin dozajındaki anlaşmazlıklardan dolayı yola çıkan değişik klikler olmuşsa da, oligarşik ittifakın temelinin (oluşumunun değil) yeni devletin kuruluşunun hemen akabinde atıldığını söyleyebiliriz. Kapitalizmin ekonomi anlayışını rehber edinen yeni devlet, bu anlayışı ülke koşuları ve kendi niteliği bağlamında çarpık ve ilkel tarzda hayata geçirmeye çalışmasının yanısıra tutarlılık gösterdiği nerdeyse tek konunun anti-komünizm ve sövenizm olduğu gerçeğini özellikle vurgulamalıyız.

DİPNOT VE KAYNAKLAR
(I) sözkonusu çelişkiler fazla etkisi ve nüfuzu olmasına karşı Hollanda'nın da yer aldığı Türkisch Petroleum Company (TPC) içinde de sürer. Bu şirketin sermaye bileşimi %50 Natioal Bank of Türkey, %25 Deutsche Ba8k ve Anglo Sakson Petroleum Co. şeklindedir. TPC içindeki Almanya-İngiletere çekişmesini İngiltere kazanmış ve 1914'teki TPC'nin sermaye artırımında, İngiliz tekeli Anglo Parsium Oil Co. national Bank of Türkey'in %50 payını alarak Alman Deutszh Bank karşısında üstün duruma geçmiştir. TPC içindeki bu savaş Alman saldırganlığına zemin teşkil eden nedenlerden biri olarak, birinci paylaşım savaşına yansımıştır.
(2) Söz konusu yardımların dökümü şu şekildeydi: 1920 yılında 600 tüfek, 5.000.000 kadar tüfek mermisi ve 17.660 top mermisi. 1920 Eylül'ünde 200.6 kg külçe altın (Erzurum'da teslim edilmiştir.) .921 Ocak-Şubat aylarında 1.000 atımlık top barutu, 4.000 el bombası ve 4.000 şarapnel mermisi ve çeşitli türden bir kısım askeri malzeme. 1921 yılında; 33.275 tüfek, 57.986.000 tüfek mermisi 327 makineli tüfek, 54 top, 1.229.479 top mermisi, 1.500 kılıç, 20.000 gaz maskesi, 3 Ekim 19214de Nisan-1922 Mayıs arası 5 taksitle verilmiştir ve BMM Hükümetinin Milli Savunma bütçesi 1920 yılında 27.576.039 TL., 1921 yılında ise 54.160.058 Tl. idi.
(3) Varoluşçuluk, Yeni olguculuk, İnancılık, Klerikolizm, Yeni gerçekçlik, Aletçilik, Uygulayıcılık, Olay-bilimcilik, Kişilikçilik, vb.
(4) Söz konusu burjuvazinin niteliği ve tarihsel kesit açısından ele alınarak kompoze bir çıkarım yapmak istendiğinde Anadolu hareketi önderliğinin bünyesi nin amaç ve programlarla belirlendiğinin fakat o süreçte her açıdan burjuva nitelik arzedecek kapasite olmadığını söylemek gerekir. Ki bu onun son çözümlemede burjuva rotasının onda farklılaşma anlamında değiştirmez.
(5) Bu noktada Marks ve Lenin'in bürokrasiye ilişkin düşüncelerinin bazı noktalarını anımsarsak: "Toplum, ortak çıkarlarının savunulması için iş bölümü yoluyla kendi özelliklerini doğurmuştur. Ne varki devlet kurumunda uçlaşan bu gerginlikler zamanla kendi çıkarlarına hizmet eder hale gelmişlerdi, toplumun hizmetkarları durumundan kendilerinin efendileri durumuna gelmişlerdi" ( K.M. 18. Brumaire) "Bürokrasi, karşıtı olan feodalizm illetinden adil ve ceberrut biçimdir. "(Lenin)

 


 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92