Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

Toplumsal Bir Hizmet Kurumu Olarak İHD ve Devrimci Hareket



İHD'de ( özellikle çok önemli bir konum arzeden İstanbul Şubesi'nde) seçimler yaklaştığında politik hareketlerin kuruma karşı ilgilerinin artması artık alıştığımız bir durum oldu. Seçimler öncesi toplantılarda, daha önce İHD'de pek çalıştığı görülmeyen ya da az ilgi gösteren insanlar ve gruplar bile ortaya çıkıyorlar ve tartışmaların müdavimi oluyorlar. Tabii aslında bu anlaşılabilir bir durum ve zaten ülkemizdeki yaygın bir geleneğe denk düşüyor. Siyasi etkinlik ile yönetimde mutlak hakimiyeti birbirine eşitleyen, kendini "en doğru"nun mihenk taşı saydığı için de "doğru" nun ancak kendisinin tam egemen olduğu yerde mümkün olduğuna inanan anlayış biçimi, benzeri her yerde olduğu gibi İHD'de de "yüklenip bir şeyler koparma" mantığıyla davranıyor.
Ve, kanımızca, geçmişten bu yana varlığını sürdüren bir "İHD'yi anlamama" zaafiyeti de bu mantalitenin özünü oluşturuyor.
Böyle bir noktada bir perspektif açmak,İHD olgusuna nasıl baktığımızı kendi tarzımızca ortaya koymak bir zorunluluk olmaktadır... Aslında bu, bizim açımızdan bir eksikliğin de giderilmesi anlamını taşıyor.

DARBE KOŞULLARINDA, DARBENİN BİR ÜRÜNÜ...

İHD, 80 sonrasının bilinen baskı koşullarında, bu baskının bir sonucu olarak doğdu. Doğuşu sırasındaki sancıları ve ayrışmaları ele almayı gereksiz buluyoruz. Bu süreçte, tasvip etmediğimiz bir sekter yaklaşımın ortaya çıktığı biliniyor. Biz, sonradan sendikalardan derneklere kadar her alanda "kimseyle birlikte olmama" şeklinde genişleyen bu anlayışı benimsemediğimiz ve başındanberi İHD formunda bir yapılanışı tercih ettiğimiz için zaten sözkonusu yaklaşım şu anda yazımızın kapsamı dışında kalıyor.
İHD baskı koşullarında, baskının sonucu olarak doğdu. Ve kuşkusuz "İnsan Hakları" örgütü kurmak hiç de bizim ülkemize özgü bir icat değildi.Özellikle son çeyrek yüzyılda üç ana eğilim üzerinde toparlayabileceğimiz bir "İnsan Hakları" söylemi olgunlaşmıştı.
Bunlardan, özellikle dönemin "sosyalist" ülkelerini, bu ülkelerdeki uygulamaları hedefleyen birincisi, açıkça soğuk savaş döneminin bir ürünü olarak anti-komünizmçizgisinde seyrediyor ve yapılanışı-finansmanı vb. açısından çok şaibeli nitelikler gösteriyordu. Dönemin "sosyalist" ülkelerindeki çarpıklıkların doğru bir eleştirisinden çok, bizzat sosyalizmin kendisini hedefleyen bu CIA destekli yapıların bugün artık "başarı"ya ulaştıkları, sonunda özledikleri "İnsan Hakları Cenneti" ne(!) kavuştukları söylenebilir... Ve artık bütün sorun şimdi kapitalizmin bu "cennet"inden nasıl kurtulunacağı sorunu haline gelmiştir.
İkinci eğilim ise daha çok gelişmiş kapitalist ülkelerde, bu "gelişme" nin yarattığı kokuşmuşluğun sonuçlarına karşı sosyalist olmayan çözümlerin üretilmesine dayanıyordu. Çevre örgütlerinden yardımlaşma derneklerine, mültecilere yardım kurumlarından açlığa-ırkçılığa karşı insiyatiflere kadar geniş bir alan, marksistlerin politika üretmekteki olağanüstü yeteneksizlikleri sayesinde (ki bu yeteneksizliğin ileri kapitalist ülkelere yönelik genel bir sosyalist yeteneksizliğin parçası olduğu söylenmelidir) bir şekilde doldurulmuştu, dolduruluyordu.
Ve nihayet üçüncü bir eğilim, özellikle cuntaların sıkça yaşandığı Latin Amerika ülkelerinde doğup gelişti. Darbelerin gelenekleştiği, ölüm mangalarının sokakları kana buladığı çok sert koşullarda genellikle kendini gerilla tarzında ifade eden marksist hareketin etkisi altında gelişen bu "İnsan Hakları" hareketi çok daha farklı özellikler gösteriyordu. Çoğu kez kent orta ve küçük burjuvazisinin ve yoğun olarak din adamlarının organize ettiği hareket oluşturucularının sınıfsal özlemleri ne olursa olsun ortamın özelliği gereği, oligarşilere karşı yürütülen devrimci mücadelenin bir parçası haline geliyor, zamanla sağlıklı bir rotaya oturabiliyordu. Devrimci hareketin süreçteki etkinliği ölçüsünde bu örgütlerin de sağlık düzeyi yükseliyordu.
Ülkemizdeki insan hakları hareketinin daha çok bu üçüncü eğilimden esinlendiği söylenebilir. 12 Eylül'le somutlanan bir baskı atmosferinde insanlar, bugün beğenelim ya da beğenmeyelim biraraya gelip bir hareket yaratmışlardır. Özellikle cezaevlerindeki baskıları baz alan ve bu baskılardan en çok etkilenen kesime, ailelere dayanan hareket, süreç içinde gelişmiş, belli bir noktaya ulaşmıştır.
Kuşkusuz, zaaflarıyla birlikte...
İnsan Hakları mücadelesinin ülkemize özgü koşullarda gelişip kurumlaşmasının nasıl bir "el yordamı" na dayandığı, süreci bizzat yaşayanlar tarafından biliniyor. Özellikle devlet terörünü çok somut biçimde kendi gündelik hayatlarında yaşayan tutuklu aileleri sürecin bu diliminde sürekli ön plandadırlar. Ancak bunun yanında derneği giderek bir danışma bürosuna dönüştürmek isteyen, elit bir tavrı hakim kılmak isteyen anlayış da uzun süre gücünü (özellikle yönetici konumlarda) korumuştur. İstanbul açısından konuşulursa, özellikle bugünkü yönetimden önceki dönemde sözkonusu tavrın çok belirgin olduğu söylenebilir. İki yıl önceki kongreyle birlikte başlayan sürecin bu açıdan daha fazla olumluluklar ve canlılık içerdiği de eklenmelidir. Böylece tutuklu aileleri yanında, devrimci, demokrat, yurtsever, feminist vb. birçok kesimin çok sesliliği yaşadığı, sokakta birlikte olabildiği süreçler bir ölçüde yaşanabilmiştir.
İstanbul bir yana, kuruluşundan bu yana İHD'nin genel düzeyde sürekli bir perspektif bulanıklığı yaşadığı, zaman zaman devletle şu ya da bu dozda uzlaşan eğilimlerin etkisi altında kaldığı bilinen bir şeydir. "Uzlaşıcılık"tan kastettiğimiz elbette şu çok kullanılan ve kullanıldıkça içi boşalan anlam değildir. Nihayetinde İHD yasal bir muhalif odaktır ve yasallık da bir yana, kendi doğası gereği o mevcut düzen sınırları içinde devinme durumundadır. Ama sorun şuradadır ki, mevcut düzen sınırları içinde olmakla düzen dışı bir perspektife sahip olmak ve davranmak ayrı şeylerdir. "Uzlaşıcılık"tan kastımız, insan hakları gasplarına karşı kitlelerin duyarlılığına ve insiyatifine güvenmek yerine, bizzat sorunun kaynağı olan devlet yöneticileriyle kapalı görüşmeler yolunun seçilmesidir. Elbette her düzeyde görüşmeler her zaman mümkündür. İHD'nin devlet yöneticileri tarafından "mecburen" muhatap alınması, böyle bir muhataplık ilişkisinin oluşması da çok önemli bir kazanımdır. Sorun bunlar değildir. Sorun, insan hakları gaspı gibi devlet kaynaklı bir problemde hakkı gaspedilen İNSAN'a değil, "devlet katındaki ilişkilere" veya "devlet yönetimindeki ılımlı unsurlara" dayanma mantığıdır. Benzetmeler çoğu kez eksiklik içerir ama yine de yapmak gerekirse bu durum, "işçilerin üretimden gelen gücünü pazarlık masasına koyup bu güce dayanan" sendikacılık biçimi ile "kapalı kapılar ardında iş bağlayan" malum sendikacılık tarzı arasındaki farka benzetilebilir. Bu, İHD'nin kuruluşundanberi çok ciddi bir sorun olmuştur ve bir çok şube düzeyinde etkisini yitirmekle birlikte sorun olmaya devam etmektedir. Çünkü bu durum İHD'yi bir toplumsal hareket olmaktan alıkoymakta, onu gaspları tesbit eden, raporlarını hazırlayan bir edilgenliğe itmektedir. Baskıya karşı toplumsal tepkinin ifadesi olması gereken İHD, böylece salt "sorun iletici" konuma düşebilmektedir. Esasen bu yaklaşım, bir türlü devletçi olmaktan vazgeçmeyen, (özellikle tutuklu ailelerinin başlangıçtaki yetersizliklerinden faydalanarak) "vatandaşın derdini devlet katına arzuhal eylemeyi" görev edinen "safdilliği" de yansıtır. Ama bu "safdillik",(eğer buna safdillik denilebilirse, ki pek denilemez,çünkü derinliklerinde resmi ideolojinin izlerini yansıtır) çok da masum sayılamaz. Çünkü böylece başlangıçta tutuklu ailelerinin alttan gelen hareketiyle başlayan İnsan Hakları mücadelesi çok ciddi şekilde "bir bürokratik parça olarak" devlete eklemlenme tehlikesi geçirmiştir ve halen de bu tehlike geçmiş değildir.
Böyle bir anlayış, İHD'nin kuruluşundaki "el yordamı" niteliğinden ötürü uzun süre etkili olmuş ve ancak bir süre önce kırılmaya başlanmıştır.
Bu böyledir,ama doğrusunu söylemek gerekirse devrimci hareketlerin de bu konuda çok atıp-tutmaya hakkı olmadığı ifade edilmelidir. İHD kuşkusuz kendi tarihi içinde genel bir manzaranın parçası olmuştur, o manzaradan daha "fazla" ve "farklı" olmasını beklemek de bir tür yanılgıdır. Şu gerçek bütün çıplaklığıyla görülmeli ve kabul edilmelidir : İHD, devrimci hareketin yoğun şekilde darbelenip geriletildiği koşullarda oluşmuş ve bundan kaynaklanan bir sağlıksızlığı üzerinde taşımak zorunda kalmıştır. Devrimci hareketin baskıya ve zulme karşı koyma mekanizmalarının zayıfladığı, devrimci adaletin araçlarının törpülendiği koşullarda İHD zaman zaman toplumsal muhalefetin adeta en belli başlı odağı konumuna girmiş, hatta bir dönem cezaevi direnişleriyle birlikte bütün diğer formların önüne çıkmıştır. Sosyalist bir hareketin sürece damgasını vuramıyor oluşu, bir koordinat belirsizliği yaratmış, İHD türü yapıların çerçevesi tam çizilmemiş bir boşlukta devinmesine neden olmuştur. Kendi etkisini toplumsal ortama ve İHD türü yapılara dek yaygınlaştıramayan sosyalist hareket, bu yapıların başka etkilere karşı bağışıksız olmasına yol açmıştır. Yukarıda sözünü ettiğimiz "arzuhalci" anlayış, insana değil sorunun kaynağı olan devlete güvenen anlayış böyle bir ortam içinde kendine yer bulabilmiştir.Oysa, '80 sonrasında devrimci hareket, bütün darbelere karşın, yükselen bir ivmeyi yakalayabilmiş ve böylece siyasal ortamın çerçevesini çizebilecek bir konum tutabilmiş olsaydı, böyle bir çerçeve ve etki alanı içinde İHD türü kurumların işlevleri renklenebilir, daha sağlam bir radikal zemine oturabilirdi. Üstelik, bunun için sosyalistlerin İHD yönetiminde bizzat hakim olmaları hiç de gerekmezdi. Ama yaşanan çok farklı olmuştur. Ortamın çerçevesini çizmek bir yana, devrimci hareketler çoğu kez salt yasa-dışı alana sıkışmışlıkları ve açılımsızlıkları nedeniyle bizzat kendileri "kitlesellik bunalımından bir çıkış yolu" olarak İHD'yi görmüşler, böylece varoluşun bir ürünü olması gereken İHD, varolabilmenin (özellikle legalitede varolabilmenin) bir alanı olarak konum kazanmış ve o nedenledir ki paylaşılamaz olmuştur.
Yani denebilir ki İHD, bir mozayiğin parçasıdır ve onun dününü ya da bugününü iri kavramlarla eleştirmeden önce aynı mozayiğin bir başka parçası olan devrimcilerin de çok ciddi bir biçimde aynaya bakmaları gerekmektedir. Uzlaşmacılık-pasifizm tesbiti yapmak kuşkusuz önemlidir ve bir çok durumda bu tesbit doğrudur da, ama öte yandan ortamı radikalleştirmekte eksik kalanların bu ortamda devinen kurumlardan ortalamanın üstünde bir davranış temposu beklemeleri de gerçekçi değildir.


İNSAN HAKLARI...NASIL BAKILMALI?

İnsan Hakları'nın ne olduğu ne olmadığı konusunda derin bir felsefi tartışmanın sürdürüldüğü ve İHD bünyesinde de çoğu kez yumurta-tavuk öyküsünü andıran bir iç bayıltıcılığa dek ulaşıldığı biliniyor. Biz böyle bir tartışmanın içine uzun boylu girecek değiliz.Ayrıca, böyle karmaşık bir sorunda "bütün hakikatların" bir çırpıda "ifşa" edilebileceğini de zaten sanmıyoruz. Ayrıntılar hayata aittir ve hayat tarafından üretilir. Bize düşen, bir çerçeve çizmek ve hayatın önümüze çıkardığı her sorunda bu çerçeveyi yeniden gözden geçirmektir.
Aslında sorunun özü, sınıf mücadelesi ve İnsan Hakları mücadelesi arasındaki ilişkinin yorumlanışından, bu ilişkinin netleştirilmesi ihtiyacından kaynaklanıyor. Doğaldır, insanlar bu ilişkiyi anlamak ve net olarak belirlemek istiyor. Ve, -zaten sorun biraz buradadır- bu fazla netlik isteği de (reçete anlamında netliği kastediyoruz) başka yönden bir sorun yaratıyor.
Kuşkusuz sınıflı bir toplumda, kapitalizmde yaşıyoruz ve dahası (Türkiye sözkonusu olduğunda) kendini sık sık askeri diktatörlüklerle açığa vuran ama sürekliliğini yitirmeyen bir faşizm biçimiyle karşı karşıyayız. Ve bütün bunlar İnsan Hakları kavramına zorunlu olarak sosyalist ve anti-faşist bir içerik kazandırıyor. Eğer İnsan Hakları'ndan NATO belgelerinde bile sözü edilebilen yüzeysel-iki yüzlü bir bulanıklığı değil de, insanın yaşamını özgürce ve onurluca sürdürebilmesini, bunun için kendi kaderine egemen olmasını ve öyleyse sömürülmüyor-sömürmüyor olmasını kastediyorsak, kuşkusuz sınıfsız ve sınırsız bir dünyadan sözediyoruz demektir. Bu anlamda marksizmin nihai hedefi ile insan hakları mücadelesi -ki buna insanın tamamlanmamış "insanlaşma" süreci de denilebilir- birbiriyle çelişmiyorlar.
Öte yandan, sınıflı bir toplumda yaşadığımızı söylüyorsak eğer, hiç bir toplumsal olgunun sınıflardan, sınıf mücadelesinden ve onun siyasal yansımalarından bağımsız ele alınamayacağını da söylüyoruz demektir.
Bütün bunları söylediğimizde doğru söylemiş oluruz. Daha doğrusu, tek bir yanlış içermeyen ama pratik olarak yararlı da olmayan sözler söylemiş oluruz. Olaya düz bakıldığında bütün bir hayatı bir ya da en çok iki kavramla ifade edebilmek mümkün olur. Mümkün olur, ama eksik olur ve yararsız olur. Çünkü hayat karmaşıktır ve her güncel durumda önümüze yeni kavramlarla ifade edilmesi gereken yeni durumlar çıkarır. Önümüze çıkan çeşitli olguların, özünde aynı zeminden kaynaklanıyor olması, bu ilişkilerin irdelenip saptanması ve çözümler üretilmesi gereğini ortadan kaldırmaz. Nasıl felsefi, ahlaki, kültürel bir dizi unsur ile iktisadi köken arasındaki bağlar doğrudan değil de karmaşık bir dolaylılık içinde ise, toplumda beliren yığınla olumsuzlukla, bu olumsuzlukların dayandığı sınıfsal kökenler de dolaylı bir ilişki icindedir. Bunları birebir ilişkiler içine sokmaya çalışmak ve bu çerçeveye sığmadığına hükmedilenleri de yok saymak, onları birer mücadele alanı olarak görmemek doğru değildir. Kadın sorunundan, çevre sorununa ve insan haklarına dek bir dizi alan böyle bir konumdadır. Sosyalistlerin kapsayıcı politikalar üretememiş olmaları nedeniyle bu alanlarda düzen-içi çözümlerin yaygın olması yalnızca bir eksiklik olarak düşünülebilir.
Yani "indirgemeci" bir metodla "nasıl olsa tümü sınıflı toplumdan kaynaklanıyor,öyleyse hepsini ancak sınıflı toplumda çözebiliriz" demek mümkün değildir. Hayata müdahale etmek, bu müdahale içinde insanı dönüştürmek gibi bir derdimiz vardır. Bu müdahale sürecinde klasik olmayan örgüt biçimlerinin oluşması da sorun değildir. Sosyalistler, burjuvazinin yaygınlaştırmak istediği atomizasyondan ürkmelidirler, "değişik" de olsa örgütlülük biçimlerinden değil...
Sınırdışı edilmek istenen bir İranlı mülteci... Kocasından dayak yemiş bir kadın... Sevgilisinin elinden tuttuğu için karakola çekilmiş bir delikanlı... Okul müdürünün bekaret muayenesine gönderip onurunu kırdığı öğrenci... Irzına geçilmesi yasayla "serbest" bırakılmış fahişe... İbadeti engellenmiş bir süryani vatandaş... Bütün bunlar, bu toplumda, her gün yaşanan şeylerdir ve belirli bir çerçeveye birebir tarzda sığmadıkları için bakış açımızın kapsamı dışında kalamazlar. Bütün bunlar bugünkü toplum tarafından üretilmişlerdir ve kökleri bugünkü toplumun binlerce yıllık tarihi içindedir. Bu kökler ile önümüzde gördüğümüz olgular arasında doğrudan bir ilişki yoksa ya da ilişki çok belirgin değilse, bu "ihmal edilebilir" bir durum yaratmaz.
Ve burada saçma bir "ne, ne kadar çözülebilir?" tartışmasınının hiç bir anlamı yoktur. Bütün bunların "ancak şu zamanda çözülebileceği" gibilerden inciler yumurtlamak, işin doğrusu biraz da insanların aklını fazla küçümsemek olur. Aklı başında bir vatandaş herhalde bütün bunların ne zaman çözüleceğini bilmese de bugün çözülemeyeceğini bilir. Ve zaten bir açıdan bakıldığında, mevzi mücadele denilen şey de aslında "mevzi mücadele"nin bizzat kendisinin yetersizliğinin o mücadele sürecindeki insan tarafından kavranması yönüyle önemlidir. Yani, bir bakıma örneğin bir "sendikal" mücadelenin de bir yönü, bizzat "sendikal" mücadelenin yetersizliğinin, daha başka bir düzeyin gerekliliğinin pratikte görülmesine dayanır.
Sorun bugün neyin çözülebildiği neyin çözülemediği, neyin ne kadar sınıfsal olduğu vb. değildir. Bu bakımdan herşeyi mahşer gününe erteleyen anlayış ya da son yıllarda pek moda olan"hemen! şimdi!" söylemi bu fasılda çok anlam ifade etmiyor. Böyle her konuya uyarlanan bir "Hemen! Şimdi!" sloganı belki insanlara çok çekici ve süslü gelmektedir ama bir yanıyla da daha üst düzeydeki iktidar perspektifli merkezi birsavaşımı ertelemeye, yerelliğe-kendiliğindenliğe kapı açılmış olmaktadır.
Oysa, süslü laflara hiç gerek yoktur. Sorun açıktır. Eğer İHD gibi bir kurum yoluyla insan hakları savaşımı vermeye niyetliyseniz, işiniz Cizre'de kurşuna dizilen köylüden, İstanbul'da "kaybedilen" öğrenciye, gecekondusu elinden alınan insandan ezilen kadına kadar her alanda ve her konuda insan duyarlılığını ayağa kaldırmak, atomizasyonu kırmak, tavır koymaktır. Bu saydıklarımız, kendine-çevresine duyarlı insanlar üretmek anlamında, zaten sosyalist mücadelenin hedefleri ile de uyum içersindedir. Öte yandan bütün bu olayları devrimin gerekliliği için kanıtlar haline getirerek kitlelere anlatmak, klasik deyimle "siyasi gerçekleri açıklamak" ise devrimci partilerin işidir. Yaparsınız, yapmazsınız, bu sizin görevleriniz konusundaki ciddiyetinize ilişkin bir sorundur. Ama bunu yapmasını İHD' den isteyemezsiniz... Bunu İHD'nin çalışması sürecinde yapabilir, bu süreçten yararlanabilirsiniz ama sonuçta İHD'nin değil, sizin asli işiniz olduğunu da unutamazsınız.

DÜŞÜLMEMESİ GEREKEN TUZAKLAR...
Kısacası, İHD devletle ve gerici gelenek göreneklerle başı belada olan herkesin yardımına koşmak, böylesi her konuda duyarlılığı ayağa kaldırmak, ayağa kalkana yardımcı olmak durumundadır. Yapısı gereği görevi budur. Devletin yetiştirmek istediği at gözlüklü, burnunun ucunu görmeyen insan tipinin dönüşümü sosyalist mücadelenin de asli sorunudur ve bu noktada -daha önce belirttiğimiz- kaçınılmaz bir çakışma vardır.
Ama İnsan Hakları dediğimizde çok kaygan bir kavramdan sözediyoruz demektir. Kaygan, tuzaklarla dolu bir yoldur. Safdil bir tutuma girdiğinizde, insan hakları mücadelesi çerçevesi altında bir şekilde devletin yörüngesine girebilmeniz mümkündür. Ya da aynı safdillik insan hakları mücadelesini burjuva politikasının çeşitli kesimleri arasındaki horoz döğüşünün bir parçası yapabilir. Bazen her şey medya tarafından sisler altında bulanıklaştırıldığında karar vermek zorlaşır ve sağlam ölçütler çok daha fazla ihtiyaç haline gelir.
Çok bilinen bir örnek olduğu için türban-ibadet özgürlüğü sorunundan sözedilebilir. Hiç bir örnek birebir şekilde diğer olgulara teşmil edilmez ama yine de bu olay oldukça karekteristik bir örnektir.
Kuşkusuz İHD, insanların giyim-kuşamına, inanışına müdahale edilmesine karşı çıkmak, eğitim hakkını koşullara bağlayan uygulamalara karşı tavır takınmak durumundadır. Ama aynı süreçte, bizzat devlet içinden devletin mali olanaklarıyla seferber edilen, devrimcilere karşı hazırlanan bir gücün palazlandırılması çabasının da ortağı olmak pekala mümkündür. Bu güçlerin de "devletle çelişki içinde oldukları" yanılsamasına düşemeyiz, buna hakkımız yoktur. Öz itibarıyla bu güçlerin devletle hiç de çelişkileri yoktur, islami inanışın özünde devlete "biat" ve "katlanma" vardır. Özünde katlanamadıkları ve çelişki içinde oldukları şey, toplumsal gelişme ve insanlığın aydınlanma çabasıdır. Bu toplumsal gelişmenin kapitalist pislikten kaynaklanan bazı uç noktalarını ajitasyon amacıyla öne çıkarıyor olmaları, onların, gelişmenin bütününe ve aydınlanmaya karşı olmadıkları anlamına gelmez.
Kaldı ki, aynı kesimlerin Kürdistan boyutundaki Kontr-kullanım biçimi çok öğreticidir. Yani özünde ezilen değil, desteklenen ama öte yandan da denetim altında kalması istenen bir konum vardır. Ve öyleyse İHD türü kurumlar burada hem çağdışı-zorba bir ideolojinin örgütlenmesine hizmet etmemek, hem de burjuva politikasının başka bir kesiminin yedeği olmamak gibi zor bir açmazla karşı karşıyadır. Çıkış yolu ise gerçekten akıllıca, oynanan oyunu açığa çıkarıcı politikaların üretilmesinde yatmaktadır.
Gerçekten kaygan bir kavramdır... Örneğin İHD türü kurumlar, hatta genel olarak kitle örgütleri şu malum "çifte standarta düşmemek" kaygısı adına vahim yanlışlar yapabilmektedirler.
Esasen "çifte standart" kavramı da özellikle son on yılda yanlış bir mantalitenin ürünü olarak geliştirilmiş ve dayatılmıştır. Özünde, sınıflı toplumda yaşıyor olmanın kaçınılmaz bir sonucu sayılması gereken olgu, bütün bütüne bir "facia" biçimine getirilip binbir musibetin sebebi olarak ilan edilivermiş, hemen yarın kökü kurutulması gereken bir "hastalık"mış gibi ortaya konulmuştur. Oysa, kavram, bugünkü yaşamın bir gerceğidir. Nihai olarak yokedilmesi gereken bir durumun, toplumun sınıflara bölünmüş olması durumunun ve öyleyse olgulara farklı bakış açılarının oluşmuş olmasının yaşamdaki karşılığıdır "çifte standart".. Olaylara, olgulara belli bir yerden, bir bakış noktasından bakarsınız. Belli bir sınıfın, tabakanın üyesi oluşunuz ya da kendinizi öyle konumlandırmanız, olaylara bakış konusunda da başkalarından farklı ölçütlere sahip olmanızı getirir. Gerçeklik budur ve bu gerçekliği safça reddetmeniz sizi belkemiksiz ve kişiliksiz bir duruma düşürür.
Örneğin, günlük politikanın kıvrımlarında ne söylersek söyleyelim Maraş'ın çocuk katilleri ile devrimcileri sırf mahkum oluşlarından ötürü aynı kefeye koyamayız. Ve bir devrimci de bir düzen muhalifi olarak kendisini, düzen tarafından bir süre kullanılıp köşeye fırlatılmış bu yaratıklarla kıyaslayıp aynı standartların muhatabı sayamaz, böyle bir talebi savunamaz. Aynı şekilde sırf "yaşama hakkı" adına, geceyarısı "infaz" edilen üniversiteli çocuk ile işkenceci polisi aynı kefeye koyamayız. "Yaşam hakkı"nı savunmak kuşkusuz doğrudur ve önemlidir. Yaşam hakkı dünyaya getirilmiş olan her insanın en temel hakkıdır ve sosyalistler de dünyayı değiştirme savaşımlarında kimsenin "yaşam hakkı" nın ortadan kaldırılmasını istemezler. Ama örnek olsun, Vietnamlı ile İşgalci Amerikan bahriyelisi vardır, Cizre'li köylü ile Özel Tim kasabı vardır... Bunlar bir açıdan karmaşık görünen, bir açıdan ise çok net konulardır. Sorun şudur ki, başka herhangi bir gezegende değil, burada "gerçek" insanlar olarak yaşarız ve bu "gerçek" yaşamda insana aykırı sistemi "müdafaa" edenler bunu şiddet yoluyla yaparlar. "Gerçek" mermilerle üzerinize ateş edilir ve "gerçekten" ölürsünüz... Yaşam, çok rahatça tercihlerde bulunmanıza izin verecek kadar esnek değildir. Ve "kendi tutarlılığını" koruma kaygısı insanı resmi söylemle uyum noktasına dek sürükleyebilir insanı.
Bütün değerlendirme tarzlarının ötesinde mutlak kesinliğe sahip konular olduğu da doğrudur. Örneğin "işkence" konusu böyledir. Ama özellikle daha karmaşık sorunlar sözkonusu olduğunda insan hakları mücadelesi içinde olan insanlar kendilerini kimliksiz, omurgasız bir duruma düşürecek "mutlak prensipler" den kaçınmak zorundadırlar. Kuşkusuz satılık köşe yazarları demogojik saldırılarla her fırsatta İHD türü kurumları köşeye sıkıştırmak isteyeceklerdir. İHD'nin bütün bunlara direnmekten başka şansı yoktur. İHD yönetimi ve İHD üyeleri kendilerini böylece "geri bastırmak" isteyen demogoji fırtınasına karşı net tutum almalıdırlar.
Özet olarak İHD, devletin ve resmi ideolojinin dışında, onunla uzlaşmayan bir konum tutmak ve bu konumunu tuzaklara düşmeden sürekli kılmak durumundadır. Kuşkusuz, özellikle İstanbul gibi kozmopolit bir kentte İHD'nin önüne her gün -bizim şu anda aklımızı bile gelmeyen- bir yığın yeni ve orijinal sorun çıkacaktır ve her yeni durumda alınacak tavırlar da yeni bir tartışmanın konusu olacaktır. Ama yine de temel kriterler vardır ve oldukça belirgindir.


BÜTÜN BUNLARA KARŞIN...
Temel kriterler vardır ama öte yandan her şeye karşın marksist-leninist örgütler ile -içinde ne kadar çok sayıda marksist olursa olsun- İHD arasında her zaman bir bakış açısı farkı olacaktır. Bu İHD'nin kendi doğası gereği böyledir. Eğer siz, İHD içindeki bir sorunda "acaba bu durum marksizm-leninizme tam tamına uyuyor mu" diye oturup derin derin düşünüyorsanız, kendinize çok ciddi olarak nerede olduğunuzu da sormanız gerekir. İHD, devlet sorununda olsun, bir dizi başka sorunda olsun, bir marksist parti gibi değil, İHD gibi pozisyon almak durumundadır. Bu, salt yasallığın zorlamasından ötürü böyle değildir; insan hakları mücadelesi ile devrim mücadelesi arasındaki farktan ötürü, bu iki sürecin insan bileşiminin farkından ötürü de böyledir.
Beğeniriz ya da beğenmeyiz, durum budur. İnsan Hakları mücadelesi ile sosyalist savaşımın çelişmediği söylenir ve doğrudur bu. Yaşam içersindeki temel sorunlarda gerçekten tutarlı bir tavrın marksist yapılarca alınabileceği de söylenebilir ve bu da doğrudur. Devrimci yapıların görevi zaten bunu yapmak ve her gün daha fazla sayıda işçiyi, öğrenciyi vb. böylesi bir tavra yöneltmektir. Ama İHD bizim bu asli işimizi yüklenmek durumunda değildir. İHD'nin tavrında bu anlamda, yani marksist bir partinin tavrıyla kıyaslandığında -ki böyle bir kıyaslama da sağlıklı değildir- hep bir eksik sözkonusu olacaktır. Ve aslında bu bir eksik de değildir. İHD olduğu için böyledir. İHD'yi zorlayarak kendinden farklı bir yere getirmek, bir parti homojenliğine çekmek mümkün değildir, daha doğrusu mümkün olup olmaması bir yana bunu yapmak özünde İHD'yi öldürmektir. Ve zaten o zaman elinizdeki farklı bir şey olur, İHD değil.
Kuşkusuz bizler, bir örnek vermek gerekirse, ulusal sorun konusunda İHD'nin çok net olmasını isteriz. Gerçekten de bugün süreç öyle bir noktaya doğru hızla akmaktadır ki, bu ülkede "kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı"nı "ayrı devlet kurma hakkı"nı da içerecek biçimde savunmadan insanın kendisini şu cıvıtılmış 'demokrat' çerçevesine bile sığdırması mümkün değildir. Ama burada sorun nedir? İHD'de yapılacak sonu gelmez - ve zaten '84 sonrası süreçte pratik olarak sona erdirilmiş- tartışmaların durmaksızın yinelenmesiyle varılabilecek bir yer var mıdır? İşin doğrusu ne kürt halkının ne de yurtsever hareketin ihtiyacı bu değildir. Asıl ihtiyaç, İdil'in X köyünde gizlice gömülen köylü cesetleri ya da Cizre'de bombayla delik deşik edilen evler konusunda belirmektedir. Bu vahşet karşısında ne yapılıp ne yapılmadığı önemlidir. İHD, kirli savaşın vahşeti konusunda ikircimsiz bir teşhir hareketi içinde olmalı ve hiç de basın açıklamaları düzeyinde kalan tavırlarla yetinmemeli, mümkün olabilen yasal çerçeveli her şeyi yapmalıdır. Bunu yapmak asli işidir, içinde, yönetiminde kürt sorununda farklı düşünenler olsa da bu böyledir. Kürt sorunu ya da bugün sürmekte olan ulusal mücadele konusunda şöyle ya da böyle düşünmeniz, eğer düpedüz şovenist değilseniz ya da hatta salt insansanız bile Cizre'de hastaneye giderken iki kez kurşunlanıp öldürülen bir çocuğu sahiplenmenizin engeli değildir. Bu konuda arkasına sığınılacak hiç bir bahane ya da politik çekince yoktur; ya yaparsınız bunu ya da yapmazsınız!.. Ve ne yaptığınız da sizin marksistliğinizden öte insanlığınızın bir göstergesi olur. Cizre'deki çocuğu ve onun savaşımını bir başka açıdan sahiplenmek ise zaten bugün partisiyle, ordusuyla, cephesiyle, belli güçler tarafından fiilen yapılmaktadır, işin ayrı bir yönüdür. Yani sonuçta, "marksist açıdan ulusal sorun" her daim sürebilecek bir teorik tartışma olarak şu ya da bu ölçüde önemlidir, ama bu tartışma devlet terörüne karşı ses yükseltmenin, yani İHD'nin asli işlevinin engeli değildir ve İHD içinde sizin de "asli işiniz" budur.
Bizim sorunumuz şu ya da bu konuda İHD'yi bütün bütüne homojenleştirmek değil, onu kendi heterojenliği içersinde doğru davranışlara yöneltmek, ısrarla ve sabırla bunun için çalışmaktır. Ve en önemlisi de bu heterojeliğin içine şu bilinen örümcek kafalı resmi ideoloji tutkunlarının, "her türlü teröre karşı" çıkma zevzekliklerinin sokuşturulmasını önlemektir. 12 Eylül şakşakçısı ordu hayranlarının, artık bir safdillikten çok başka şovenist anlamlar içeren Kemalizm savunusunun süreçte hakim olmasını her halukarda önlemektir. Örnek olsun diye söylenebilir; köşe yazılarından birinde "kontr-gerillanın Ziverbey'de ne işi var, Şemdinli'ye gitsin" diyebilen, devletin devrimcilerin nasıl "hakkından geleceği" konusunda uzmanlık taslayan bir Uğur Mumcu tipi İHD'nin kuruluş mantalitesine de, işlevlerine de en uzak tiptir.vb. vb. Böyle devlet terörüne suç ortağı olan yedeklemeci eğilim dışında insan haklarını içtenlikle savunan ve kendini İHD bünyesinde ifade etmek isteyen her insanın orada bulunma hakkı ve görevi vardır. Ardarda 10-15 tane "anti"li ilke sıralamak kuşkusuz mümkündür ama sonuçta bu kadar çok "anti" nin içine de çoraklık derecesinde az insan sığacaktır!..
Başta da söylediğimiz gibi, bizim marksist yaklaşımızla İHD'nin pratiği arasında her zaman bir açı olacaktır. Görevimiz bu açının mümkün olduğunca genişlememesini-daralmasını sağlamaktır. Ama bunu yaparken, sözkonusu açının hiçbir zaman tam kapanmayacağını, sosyalist iktidar mücadelesinin olgular karşısındaki tavrıyla İHD'nin tavrı arasında bir çelişme olmadığı halde bir açının da hep varolacağını, İHD'nin yapısı ve işlevi gereği böyle bir aynıyetin mümkün olmadığını ve daha da önemlisi doğru olmadığını bilmek zorunludur. İHD olayının orijinalitesi budur.


İHD: BİLDİĞİMİZ ANLAMDA BİR DERNEK Mİ?
İHD olayının özgünlüğünü ve hassaslığını bir kez böyle kavrayınca, bir adım atıp İHD'nin gerçekte ne olduğunu ya da ne olması gerektiğini de sorgulama konusu yapmak gerekiyor. Geleneksel, kalıplaşmış bakış açılarından yakamızı kolay kolay kurtulamamak ve önümüze çıkan her olguyu önceden kafamızda varolan bir forma sıkıştırmak bilindiği gibi bizim genel alışkanlığımızdır.
Örneğin İHD gerçekten şu bildiğimiz anlamda bir "dernek" midir ya da bildiğimiz anlamda bir "dernek" olmalı mıdır sorusu ciddiyetle sorulmalıdır.
Gerçekten, İHD örneğin bir öğrenci derneği ile, ya da bir sendika ile kıyaslanabilir bir olgu değildir. Öncelikle üye kapsamı açısından değildir. Belli bir alanı, örneğin metal işçileri ya da İTÜ öğrencileri gibi, kapsamamakta; her cinsten, her sınıftan çok karmaşık bir topluluğa hitabetmektedir. Evinde dayak yiyen kadından, işkence gören liseliye kadar -işkenceciler ve halk düşmanları dışında - toplumun hemen hemen bütününe yönelik hizmetleri vardır. Dolayısıyla üyeleri ve başvurucuları da böyle bir çok renklilik gösterir.
İHD, işlevleri açısından da bildiğimiz anlamında bir dernek değildir. "İnsani olan hiç bir şey bana yabancı değildir" deyişine uygun olarak, alanı sınırlanmamış (çünkü baskının alanı sınırlı değildir, hayatın bütününde kendini göstermektedir) bir işlevler demetine sahiptir ve bu işlevler bir dernek formu içine kolay kolay sığmamaktadır.
Esasen İHD'nin "dernek" oluşunu da daha çok bir hukuki zorunluluk olarak görmek gerekir. Ülkenin baskıcı yasaları İnsani- politik işlevleri birlikte barındıran yapılara izin vermemekte, onları belli mevzuat kalıpları içine girmeye zorlamaktadır. Yoksa, başka ülkelerdeki örneklerde bizdeki "dernekler yasasına göre kurulmuş cemiyet" formundan daha fazla bir şey gözlenmektedir. Ve bu anlamıyla İnsan Hakları Örgütleri, toplumsal hizmet insiyatifleri gibi daha geniş kavramlarla ifade edilmektedir.
İHD'nin klasik bir "dernek" olmadığı, olmaması gerektiği düşüncesi bir kez kavranınca ve onun yukarıda anlatmaya çalıştığımız özgün işlev alanı iyi anlaşılınca (aslında bizce bir öğrenci derneğinde de olması gereken) çok sesliliğe nasıl olağanüstü ihtiyaç duyduğu daha iyi anlaşılabilir. Sekterliğin uzakta tutulmasının gereği de yeniden ortaya çıkmaktadır. Hele dernekler konusunda çok söylenen (ve çok unutulan!) "derneklere parti gibi bakılmamalı" sözü İHD gibi örgütler için saçmalık ölçüsünde gereksizdir. İnsan Hakları Örgütleri doğası ve işlevleri gereği kapsayıcılığa, devletle sorunu olan ve bu sorunu onunla uzlaşmadan çözmek isteyen herkesin katkısına, varlığına ihtiyaç duyar. Çünkü kuraldır, herhangi bir örgütün amacı ve önüne koyduğu görevler sistematiği onun üye bileşimini, biçimini, iç ilişkilerini, işleyişini belirler. Marksist bir partinin önüne nihai hedef olarak sınıfsız bir toplumu koymuş olması elbette onun üyelerinin komünist olmalarını gerekli kılar. Aynı şekilde, önüne insan haklarının savunulmasını koymuş bir yapı da bu amacı paylaşan herkesi içinde barındırır, bu göreve talip olan herkese bir alan açar. İnsanlar gelirler, çalışırlar. Gelirlerken marksist olup olmadıklarını kanıtlama zorunlulukları yoktur; çalışırlarken de bizim marksist (ya da marksist olduğununa inandığımız) önermelerimizi benimsemek zorunda değillerdir.
İşlevleri ve üye bileşimiyle İHD bütün bunları zorunlu kılmayan bir toplumsal hizmet kurumudur.
Yani, bir orijinalite vardır. Bu orijinaliteyi Marksist literatürdeki bilinen Parti- sendikalar- dernekler vb.,sistematiği içine sığdıramayabilirsiniz, esasen sığdırmanız da gereksizdir.Bu türden yapılar sözkonusu sistematik içine sığmadıklarında, bu, böyle bir sistematiğin yanlışlığını değil, yaşanan olgunun kendine özgü doğasını gösterir.

HAKİMİYET ÇABASI NE KADAR ANLAMLIDIR?

Soruna bütün bu yukarıda söylediklerimiz ışığında bakılınca, İHD türü örgütlerin devrimci siyasal eğilimler açısından bir hakimiyet alanı olarak görülmesinin ne kadar yanlış ve tehlikeli bir düşünce olduğu kendiliğinden anlaşılır. Çünkü böyle bir hakimiyet çabasının sonuç vermesi, yani sözgelimi A siyasal hareketinin İHD 'de fiziksel egemenlik kazanması, İHD'nin doğasının da ölümü demek olacaktır.
"Fiziksel egemenlik" diye özel bir vurguyu bilerek yapıyor ve bununla "siyasi-toplumsal atılımlar yoluyla sağlanan etkinlik" biçimlerini ayırıyoruz, bu konuyu açacağız.
Açabilmek için, önce bir tesbit yapmak gerekiyor: Devrimci-sosyalist grupların bugün İHD yönetimine fiziksel olarak hakim olma isteği aslında bu grupların ve genel olarak devrimci hareketin yaşadığı derin zaafiyet durumunun bir ürünüdür. Son yıllarda uluslararası alanda yaşanan (ve artık aşılması mümkün bir uç noktaya kadar ulaşmış olan) genel gerilemenin yoğun etkisi altında ülkemiz sosyalist hareketinde açıkça görülen -ama kof böbürlenmelerle üstü örtülerek tedavisi geciktirilen- zaafiyet durumu, sosyalist grupları toplumsal yaşamı etkileyen yüksek bir prestijden, etki alanından yoksun bırakmıştır ve böylece bu gruplar açısından fiziksel hakimiyet bir zorunluluk, bir telafi yolu olmuştur. Sürece politik olarak hakim olup çevresini böylece yönlendiremeyen sosyalist hareket bu "çevre" yapılanışlarda belli "kale"ler yaratma ihtiyacını daha fazla hissetmektedir. Lafzen inkar edilse de böyle bir özlem aslında aşağı yukarı herkeste mevcuttur.
Oysa, kendi doğası gereği İHD türü kapsayıcı-çok işlevli yapılar böyle bir hakimiyet durumunu hem gerektirmezler hem de böyle bir durumdan zarar görürler.
Zor ve acılarla da olsa bu tür insiyatiflerle büyük işler başarılan örneğin Latin Amerika ülkelerinde devrimci örgütler böyle bir "yönetimde fizik olarak hakim olma" kaygısını taşımışlar mıdır, doğrusu araştırılmaya değer bir konudur. Çünkü, soruna şöyle bakmak gerekir: Eğer siz toplumsal bazda bir meşruiyet ve prestij yakalar, süreci damgalayan-gündemi dönüştüren bir tempo tutturursanız, bu, bütün ülke düzeyini etkileyen bir "manyetik alan" yaratır. Artık toplumdaki bütün "baskı grupları", yerel ya da genel, mesleki ya da daha geniş bütün örgütleniş biçimleri bu alan içinde devinirler.Özellikle İnsan Hakları gibi bir konuda kent aydınlarından hatta din adamlarının bir kesimine kadar geniş bir insan yelpazesi pratikte devletle devrimci güçler arasındaki doğrudan karşılaşmada belli bir saf tutmaya zorlanırlar. Zaten devrimci güçler ile çürüyen, çürüdükçe insani olan her şeyden uzaklaşıp kokuşan devlet arasındaki ahlaki uçurum, toplumdaki herkesi belli bir tavra zorlar.
Keza, çok uzağa gitmeye gerek yok, yanıbaşımızdaki Kürdistan olgusunda durum bir ölçüde böyledir. Bu ülkenin kentlerinden herhangi birinde bugün oluşacak bir "Ayakkabı Boyacıları Derneği" bile mevcut durumdan soyut bir pozisyon tutamayacaktır. Çünkü süreç bütünüyle belli bir ritmde gelişmekte, istikrarla sürdürülen savaş toplumun en uç yerleşim birimlerindeki toplumsal dokunun en küçük gözeneklerine dek nüfuz etmektedir. Ortada böyle bir etkinlik vardır ve bu etkinlik toplumsal hayatın her alanında devrimci hareketin doğrudan müdahalesini gerektirmeyecek bir atmosfer yaratmaktadır.
Kuşkusuz, her şey öyle çok fazla da kendiliğinden değildir. Ve kuşkusuz devrimci hareket başka bir çok alanda olduğu gibi bu türden kurumlarda da belli bir çalışma yapmak durumundadır, bizim anlatmak istediğimiz böyle "kendi haline bırakma" durumu değildir. Devrimci hareketin genişleme, etki kazanma çalışması dediğimiz şey, elbette İHD türü kurumları da içeren çok yönlü bir iradi çalışmayı içerir ve bu çaba içersinde bu kurumlarda doğru davranışlar konularak fiziksel konumlar kazanılabilir, yönetici pozisyonlar alınabilir. Hayatın her alanında doğru davranış normlarını hakim kılmak devrimci hareketi güçlendirecek bir olgudur ve öte yandan bu güçlenme de doğru normları gitgide toplumsal kesimlere daha fazla yayar. Bu ayrı bir şeydir. Bizim sözünü ettiğimiz şey, politik atılımların zeminine oturmayan, zaafiyetten kaynaklanan bir "iktidar savaşı"na giriliyor olmasının sakıncalarıdır. Yani, İHD'ye bir politik çalışma alanı olarak bakabilirsiniz. Ama işte tam bu noktanın bir adım ötesi ilkel bir mantıktır ve bu mantığın sonu herkesin "kendine ait" bir İHD'sinin olması noktasıdır.
Biz, herkesin "kendine ait" birer İHD'sinin olmasını istemiyoruz. Bir tek İHD'miz var ve o İHD'nin, insan haklarını savunma amacıyla çalışmak isteyen herkesi kapsayabilecek bir genişlik ve esneklikte olmasını istiyoruz. Elbette ülkedeki devrimci hareketin ivmesi ve boyutu biraz şu esprili "ne kadar futbol varsa....." deyişine uygun bir tarzda İHD'yi etkileyecek, onun davranışlarını biçimlendirecektir. Ve elbette bizler de doğru davranışların konulabilmesi için her komisyonda, her tartışmada düşüncelerimizi savunmak durumundayız. Ama bizler, ilke olarak İHD içinde politik hareketlerin bir fiziksel hakimiyet çabası içinde olmasını doğru bulmuyoruz. Böyle bir çabanın sonuçta kazanana da, İHD'ye de bir yarar sağlamayacağını düşünüyoruz.
Biz, devrimci hareketin görevinin, kendi asli işini (geçmişten çıkardığı dersler ışığında) yaparak güçlü politik adımlar atmak, böylece İHD'nin de içinde bulunduğu toplumsal atmosferin bütünü üzerinde bir etki alanı yaratmak olduğunu düşünüyoruz. Bugünkü İHD çalışmamızı da politik etki ile altı doldurulmamış bir fiziksel hakimiyet arzusuna teksif etmeyi doğru bulmuyoruz. Kendimiz için de doğru bulmuyoruz, başkaları için de doğru bulmuyoruz.
Bugünkü Genel Kurul güncelliği içinde de, bu anlayışa uygun olarak, mümkün olan en geniş yönetim yelpazesini savunuyoruz.
Bizce, İHD bünyesinde devletle uzlaşan ("uzlaşma"dan görüşmeleri vb. kastetmiyoruz, kastımız anlayış düzeyinde uzlaşıcılıktır), iktidarların "iyileştirme-düzeltme" demogojilerine çanak tutan, sorunları "yüksek katlarda kapalı görüşmelerle çözme" eğiliminde olan anlayışlarla hesaplaşılmalı, toplumsal tepkiye ve kitlelerin ayağa kaldırılmasına güvenen bir mantık hakim kılınmaya çalışılmalıdır.
İHD'nin ruhuna uzak böylesi eğilimler dışında kalan bütün kesimler ise İHD içinde yönetimde ya da komisyonlarda ya da geçici organizasyonlarda ama mutlaka bir yerlerde konumlanmalıdırlar. İHD, bütün kesimleri kapsaması gereken, kapsaması zorunlu olan ve zaten böyle bir kapsayıcılığı yitirdiğinde kendisi de bitecek olan bir kurumdur.
Dolayısıyla seçimlerde de böyle bir kapsayıcılığa ve geniş yelpaze içinden alternatif seçebilmeye imkan sağlayan "çarşaf liste" türü uygulamalar bizce daha uygundur. Seçimler bu imkanı sağlayabilecek tarzda yapılmalı ve çeşitli eğilimler şu ya da bu tarzda kendine alan bulabilmelidir.
İHD, sonuçta bir gönüllülük örgütüdür ve gerek yöneticilik açısından olsun, gerekse de çeşitli komisyonlarda bulunmak açısından olsun en önemli ölçütlerden biri gönüllü oluş ve özveriyle kaynaşan yetenekler olmalıdır. "Bizden olsun yeteneksiz ve işlevsiz olsun" mantığı bir yana bırakılmalıdır. İstersek İHD yönetimini kendimizce en marksist saydığımız unsurlardan oluşturalım, eğer bu insanlar kapsayıcı olgunluk, gönüllü özveri ve organizasyon yeteneği gibi konularda eksikseler başarılı olamayacaklardır.
Öte yandan, somut herhangi bir politik angajmanı olmayan bir avukatın, bir öğretim üyesinin ya da bir gazetecinin vb. süreçlerde oldukça aktif olabildiği de hiç gözlenmemiş bir durum değildir.
Kapsayıcı, aktif ve gerçekten çalışan bir İHD'yi istemeliyiz. Bize ait bir özel kurumu değil...


YÖNETİM SORUNUNUN ÖTESİNDE...
Böyle bir İHD ise, yönetim sorununun ötesinde bir program ve bakış açısı sorunudur. İHD'nin programı ve bakış açısı zenginleştirilmelidir. Bunun için önerilerde bulunulmalı, tartışma asıl bu alanda yoğunlaşmalıdır.
Bu anlamda, bizce yeni dönemde:
W İHD, herşeyden önce bütün kamuoyuna açık, insan duyarlılığına ve tepkisine güvenen, bu tepkiyi harekete geçiren bir mantığı benimsemeli ve başka şubelerde olsun, genel merkezde olsun bunun dışındaki bürokratik"iş bitirme" anlayışlarına karşı net tutum almalıdır.
W İHD'nin bugün en önemli sorunlarından biri, belli bir tıkanıklığa girmekte oluşudur. Hantallığa ve işlevsizliğe dek uzanan sonuçlar doğuran bir genişleyememe sorunu sözkonusudur. Örneğin, eski tutuklu ailelerinin bugün süreçten büyük ölçüde çekilmiş oldukları bir gerçektir. Ama öte yandan, bugün yine cezaevlerinde yığınla insan vardır ve bunların aileleri sözkonusudur. Oysa görünen manzara, sorunun doğrudan muhatabı olan böylesi kesimlere eskisi gibi ulaşılamadığı ve etkinliklerin çok belirgin bir çevre ile sınırlı kaldığıdır.
Bu yalnızca bir örnektir. Başka komisyonlar ve alanlarda da konunun doğrudan içinde olan kesimleri kapsamak bir zorunluluktur. Çalışma komisyonunda sendikacılar, işçiler, çocuk komisyonunda çocuklar vb. vb.
Son dönemlerde adeta "profesyonel İHD'li" diyebileceğimiz bir sınırlı kadro yavaş yavaş oluşmaya başlamıştır. Elbette bireysel yada politik hareket düzeyinde İHD'ye enerjisini aktaran insanların varlığı çok sevindiricidir ama sonuçta genişleyememe gibi bir rizikoyu da içinde barındırır.
Bu sorunun çözümü tartışılarak bulunmalı ve İHD daha kapsayıcı-canlı bir yapıya kavuşturulmalıdır.
W İHD salt rapor tutucu, basın açıklamaları yapan bir konumda kalmamalı, mümkün olan her durumda kitlesel tavrı canlandırmalı, kitlesel tepkiler harekete geçirilmelidir. Bunun için mitinglerden gecelere, duyarlı bölgelere heyet göndermekten görsel etkinliklere kadar her yol denenmelidir
W İHD bir toplumsal tepki ve hizmet kurumu olarak işlevlerini hiç bir zaman sınırlamamalı, cins, dil, din, milliyet farklılıklarına dayanan baskılardan, önceden tesbit edilemeyecek kadar çeşitli olan özgün durumlara kadar her konuda tavır belirlemeli ve bu tavrın içine insanları katmalıdır.
W İHD işçi sınıfının mücadelesine özel bir ilgi göstermeli, gecekondulardan işportacılara hakları için direnen her güç ve hatta her tek insan yanında İHD'nin varlığını hissetmelidir.
W İHD, bütün alanlarda olumsuzluklara tepki gösterirken insanları kendi alanlarında haklarını koruyabilecekleri örgütlülüklere de yöneltmelidir. Dayak yiyen liseliye sahip çıkmalı ama bir yandan da "Öğrenci Birlikleri" türü kendi örgütsel-demokratik girişimlerini özendirmeli, işten atılan işçiyi sahiplenmeli ama sendikaya da yöneltmeli...vb. vb.
W İHD Kürt sorunu ve uygulanan vahşet konusunda genel şovenist fırtınadan hiç bir şekilde ürkmeksizin tutarlı şekilde net tepkiler koymalı, demogojik saldırılar karşısında geri adımlar atmamalıdır.
W İHD özellikle "kayıp"lar konusunda çok aktif olmalı, protestoların ötesine geçmelidir. Salt kayıplar için toplumda saygınlığı olan dürüst hukuk adamlarından, gazetecilerden vb. oluşan bir "KAYIPLARI İZLEME KOMİSYONU" oluşturmalı, her tür bilginin bilginin-belgenin bu komisyona akmasını sağlamalı ve daha düzenli bir tepki odağı yaratmalıdır. "Kayıplar" konusuna olağanüstü önem verilerek her olayda toplumsal tepki ortaya koymalı, olayların kanıksanmasına izin vermemelidir.
W İHD işkence olayları için ayrı ve kurumsallaşmış bir "HUKUK BÜROSU" oluşturmalı, tek tek kanallardan yürüyen müdahale ve yardımları sistemleştirmelidir. İşkence gören hiç bir insan yardımsız ya da ekonomik gücünün yokluğu yüzünden çaresiz kalmamalıdır.
W İHD özellikle "055" aracılığıyla yaygınlaştırılmaya çalışılan ihbarcılığa karşı kampanya yürütmeli ama bununla da yetinmeyip alternatif bir proje üretmelidir. Bunun için İHD binasına salt bu amaçla yeni telefonlar alınarak "S.O.S. TELEFONU" ya da başka bir isimle kullanılmalıdır. Tele-sekreter aracıyla gece gündüz işler hale getirilen bu telefonlar yalnızca her çeşit saldırı, baskı, gözaltı gibi acil yardım taleplerine tahsis edilmelidir. Büyük bir ilan ve basın açıklamaları kampanyası ile telefon numaraları topluma lanse edilmeli, devlet terörünün aracı olan 055'e karşı insanımıza bir güvence sağlanmalıdır. Örneğin geceyarısı evinin kapısı zorlanan bir aydının böylece durumu hiç olmazsa not biçiminde belgeleyebileceği, kaldıkları ev kuşatılarak "infaz"la karşı karşıya getirilen genç insanların en azından gerçeği haykırabileceği bir olanak yaratılmış olacaktır. Bu tür olaylarda bilindiği gibi gerçek hemen tümüyle ölenlerle birlikte mezara gömülmektedir. Kanımızca bu, çok önemli bir eksiğin giderilmesi olacaktır.
W Başvuru ya da vahim olayların gelişmesi pasif şekilde beklenmemeli, müdahaleci bir tavırla sürekli olarak İnsan Hakları gasplarını geriletecek etkinlikler düzenlenmelidir.
W Kitle örgütleri, sendikalar ve sosyalist dergiler ile İHD arasındaki her türden kopukluk giderilmeli, sürekliliği olan işlevli bir platform vakit geçirmeksizin kurulmalıdır.
W Düzenli bir arşiv ve bilgi bankası çok sistemli olarak işletilmeli, düzenli bülten ve yayın faaliyeti sürdürülmelidir.
WBütün üyelerin şu ya da bu şekilde sürece katılmını mümkün kılan en esnek mekanizmalar oluşturulmalı, düzenli üye toplantıları yapılmalı, insanlara işlev kazandıran komisyon türü uygulamalar yaygınlaştırılmalı, mümkünse yerel şubeler oluşturma yoluna gidilmelidir.

 


 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92