Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

KATİLLERİN GECESİYDİ


BURJUVA BASINI:
BİR SORGUYA GİRMEDİKLERİ KALDI...


17 Nisan operasyonunun bir başka yönü,burjuva basının bilinen çamurunun bir kez daha su yüzüne çıkmış olmasıydı.
Savaşlar ölümleri doğuruyor ,ölüler ise kuzgunların iştahını kabartıyor...Yani ölmekle kurtulamıyorsunuz;kurşunlar artık vızıldamıyor,bombalar patlamıyor ama bu kez kalemler didikliyor şehitlerin her yanını,daktilo tuşlarıyla her şey yeniden "yaratılıyor".
Kim kiminle "devrim nikahlı",kim ne kadar "kanlı katil",çarşafları ne marka,buzdolaplarında ne yemek var...Hızlı gazeteciler paçalarına kan bulaşmasın diye dikkat ederek ölülerin üzerinden atlayıp bütün bu meraklarını gidermeye ugraşıyorlar.Yarısı aç ve cebi delik gezen bu ülkenin insanlarına "teröristlerin buzdolaplarında havyar olduğunu "anlatmak kuşkusuz pek akıllıca oluyor.Böylece en kutsal ,"halkı bilgilendirme"görevi ifa edilmiş oluyor.
Okullarda ne öğretilirse öğretilsin,burada geçerli olan labirent sistemidir.Labirentin içinde boynunda makinesi ,ellerinde bloknotları koşuşturup duruyorlar ve geçilmesi gereken kapılar ,uygun yerlere konulmuş peynirler hep başkaları tarafından gösterilir.
Bu bir yöntemdir.
Ertürk Yöndem tipi yada Uğur Dündar tipi "gazeteciliğe"artık herkes alıştı bu ülkede. MİT 'le işbirliği marifet sanılıyor, böylece sağlanan "kolaylıklar"ı herkes içine sindirebiliyor. Yadırganmıyor ve işin kötüsü bütün yeteneksizler gibi bunların da yapa yapa bir şeyler öğrendiği oluyor, bazen çok "becerikli" davranabiliyorlar.Karşı-enformasyonu MİT-CİA okullarında öğrenenler ,halkın duyarlı noktalarının nasıl vurulabileceği üzerine pratikte de deneyimler kazanıyorlar.
Bir prototiptir bu .Gerçeği aramak ,gerçeği bulmak için riske girmek gibi bir derdi yoktur. Olgunun bütün cephelerini değil,kendisine"gösterilen "cephesini, "görmesine izin verilen" cephesini görmeyi baştan kabullenmiştir. Çoğu kez bu durum ,"kabullenme "sözcüğü ile hafifiletilemiyecek ölçüde vahimdir. Papaz rolünden bile vazgeçilmekte ve cellatla bütünleşilerek sözcülük üstlenilmektedir.
Bir prototiptir. Kendi yüzü, kendi rengi ve dili yoktur. ..Üniforma rengindedir ve sesinde hep telsiz cızırtısı duyulur...
Kendi dili yoktur...Resmi jargonu kullanır. "Öldürülenler" ve "şehitler" vardır bu jargonda. Sıradan vatandaşların "cesetleri"olur örneğin, devletlu büyüklerin ise "naaş"ları... "Teröristler"vardır, "güvenlik kuvvetleri vardır... Yıllar geçtikçe terimler değişir , "şehir şakileri " terimi daha alafrangalaşıp "terörist" olur, ama kaynak değişmez, o hep aynıdır: DEVLET!..
Bir prototiptir. Yalancılığının sınırı yoktur.
Örneğin 18 Nisan 1992 günü gazeteleri açarsınız. Ortalık kan deryasıdır, en kanlı resimleri basmak için adeta yarışmışlardır. Ve bu kan deryasının altında müthiş bir haber gözünüze çarpar: "Dursun Karataş mı ihbar etti?."
Ne dehşetengiz bir haber...Akıllara durgunluk veren bir "araştırmacı gazetecilik " başarısı... Ama savaşta bile düşmana saygı duyulurmuş , hiç önemli degil! Eşini , onca yıllık yaşam arkadaşını katliamda yitirmiş bir insana bunu yakıştırmak , eşini veı yoldaşlarını öldürtmekle suçlamak ne ahlaka , ne vicdana sığarmış, hiç önemli değil! Ahlaksızlık kuraldır , ahlak bir istisna!
Örneğin, sağ kalan bir küçük çocuk vardır evde. Annesi ve babası devlet güçlerince katledilmiştir. Ve bir gazetede manşet okursunuz : "çocuk Dursun'un mu?" Haberin içeriğini ve devamını okuduğunuzda aslında böyle bir şeyin anlatılmadığını görürsünüz.. Ama olsun , manşet yetiyor!.. İnsanların %90'ının salt manşeti okuduğu biliniyor. Biliniyor ve ustaca oynanıyor.
Bu bir prototiptir.
Ve ahlaksızlığının en ufak bir sınırı yoktur.
Ğeçmişte de yaşadık. Bu ülkenin insanları boyalı basın sayesinde az "akrep". "yılan", "çıyan" tanımadılar.. .Her yakalanan -öldürülen kadın yoldaşa bir hayvan ismi takmak için az mı kafa patlattılar... Ahtapot mu ararsınız ,çakal mı, Tilki mi.?.. Yaratıcılığın sınırı hiç yoktu. Bu gün de yok...
Geçmişi anımsıyoruz. Bir suç ortaklığı tarihidir bu.
3 Kasım 1984 tarihli Tercüman gazetesi... Gazeteci Tokay Gözütok (aslında Politzer ödülünü hak eden) müthiş bir basın harikası yaratıyor: "Kominist örgütün kanlı oyunu..." Manşetin altında MLSPB militanı Fehmi Gökçek'in nasıl Dev-Yol'a geçmek istediği, "bundan kuşkulanan arkadaşlarının onu nasıl kurşuna dizmek istedikleri ballandırıla ballandırıla anlatılıyor. Üstelik MLSP-B'nin "arkadaş katilleri" bununla da yetinmiyorlar , daha sonra "Gökçek'in ölümünü bahane edip " MHP İl Başkanı Recep Haşatlı'yı öldürüyorlar. Böylece bir taşla iki kuş vurmuş oluyorlar...
İş Gözütokla kalsa iyi .GÜNAYDIN'ın aynı tarihli manşeti daha kanlı canlı: "Arkadaşımızı nasıl idam ettik?.."
Peki ya gerçek?
O biraz farklı.
MLSPB militan ve yöneticilerinden Fehmi Gökçek 1978 Ağustosunda polis tarafından gözaltına alınır .Ve birdaha kendisi üzerine hiç bir şey öğrenilemez. Gökçek , faşizmin işkencehanelerinde kaybolur gider. MLSPB bu yoldaşın akibeti hakkında açıklama yapılması için polisi uyarır ve bu doğrultuda Haşatlı'yı cezalandırır. Polis yine inkar halindedir.
Baba Gökçek 10 yıl uğraşır .Yüzlerce dilekçe ,başvuru ...Fehmi, yoktur...
Ve sonra 1984 yılı gelir. Bir itirafçı, bir insan posası bulunur. İşte o zaman Tokay Gözütok gibi hızlı gazetecilere gün doğar. Mezarı bile bulunamayan bu değerli devrimcinin ölümü, ahlaksızca yoldaşlarının üzerine yüklenmek istenir.
Bir gazetecilik harikasının özeti işte budur.
Tek tek örnekler bunlar ve örnekler çok.
Bu bir prototiptir çünkü.Ahlaksızlığın prototipi.
Ve sınırları yoktur...
60'larda da böyleydi. 70'lerde de, 90'larda da sürdürüyorlar.
12 Mart günlerinde devrimcilerin cesaret serumu kullandığını yazarlardı. Bugün ise Emniyet Müdürü "sanıklar hap kullanmıştır" diye bir açıklama yapınca bütün Babıali üzerine atlıyor bu müthiş haberin.
12 Mart günlerinde devrimcilerin rublelerle yakalandığını, gece gündüz alem yaptıklarını yazarlardı. Şimdi, Rublenin durumu malum ... İşi havyar ve viskiye çevirdiler...
Şimdi Deniz Gezmiş sevgisiyle coşan ,"yazık oldu delikanlıya" diyen soytarılardan ortalık geçilmiyor. Oysa çoğunun sicili kirlidir bu konuda. Basın tarihinin en akılalmaz asparagasları o dönem yapılmıştır ve bir çoğu da Deniz üzerine yapılmıştır
Utanmıyorlar. Hiç utanmadılar...
70'lerde Ergun Göze Che'yi "homoseksüel" ilan etmişti.
90'ların SABAH'ı geri kalırmı? O da güvenilir(!)bir yabancı kaynağa dayanarak "Mao'nun uyuşturucu düşkünü ve seks manyağı" olduğunu keşfediyor.
Çizgi değişmiyor.
En talihsizi ise Abdullah Öcalan'dır."Ünlü" olmanın sonuçlarına en çok o katlanmıştır, katlanıyor. Son 10 yılda ne eşiyle bozuşmaları kaldı, ne uyuşturucu ticareti , ne mersedeslerle gezmesi...
Gazetecilik bu idi Türkiye'de. Halen de budur.

Tuzlayı nasıl unutabiliriz? Önce büyük puntolarl "cezalarını buldular..." manşetleri atılmıştı. Sonra resmen kurşuna dizildikleri anlaşılınca kıvırmalar izledik.
Son Newroz'u nasıl unutabiliriz? Yüze yakın insan öldürülmüşken, "güvenlik kuvvetlerinin havaya ateş açtığı(!)" yalanını uydurabilen gazeteleri nasıl unutabiliriz? Kendi meslektaşlarının devlet kurşunuyla ölümünü bile anlatırken devrimcilere sövmeyi ihmal etmeyen saygın gazeteler unutulabilir mi?
Boyalı basın her yerde boyalı basındır.
Ama boyalı basın en çok Türkiye'de boyalıdır.
Ve işin kötüsü, Türkiye'de siyah-beyaz olanları da boya içine bulaşmıştır.
12 Eylül bu anlamda tam bir turnusol kağıdıdır. Bu ülkede salt basının "cunta yardakçılığı"nı anlatmak için kitap yazılmıştır. Yazılabilmesi mümkün olmuştur.
Bugün eski diktatörün kuyruğuna teneke bağlayanlar, köşe yazılarında "Netekim" esprileri yumurtlayanlar 12 Eylül sabahından başlayarak Cuntayı en çok alkışlayanlardır. O zamanlar bu günün Marmaris'e çekilmiş şu emekli zatında ne meziyetler keşfetmiş, ne faziletler aramışlardı. "Fedakarlık" mı , "dobra"lık mı dersiniz, "mertlik" mi dersiniz... "Huzur" gelmişti ülkeye, "terör" bitmişti artık. Yalnızca, azıcık devlet terörü vardı, köşe başlarında, işkencehanelerde yüzlerce insan ölmüş, binlercesi sakatlanmıştı, ama onlar görmezden geldiler bunu. Ve alkışlarını sürdürdüler yine. Kaldırımlardaki kanı görmediler, oğulları kaybolmuş anaların çığlıklarını duymadılar. İşkence yüzünden Türkiye'yi eleştiren Avrupalı dostların"karşısına Cunta gericilerinin avukatı olarak çıktılar, Canla başla savundular katilleri...
12 Eylül geçti gitti... Ama milli takım ruhu hiç eksilmedi, dinmedi. Dipdiri, canlı hala! Sayın Cumhurbaşkanı ve Olağanüstü Hal Valisi "güneydoğu haberlerinin dikkatli yazılmasını" mı istiyor? Başüstüne ! Basın konseyi emre amadedir...
Milli takım ruhu hiç eksilmedi. Zana+Dicle' nin yemin olayı en iyi örnektir. O gün gazeteleri okuduğumuzda "Halkın isyan halinde olduğunu" ve "Zana-Dicle' nin bir kaşık suda boğulmasının an meselesi olduğunu" öğrenmedik mi?
En ilginci de şu periyodik "terörist örgütler" listeleridir. Gerçekten periyodiktir. Ayda bir gazetelerde "İstanbuldaki terör örgütleri Listesi " yayınlanır ve yasal dernekler de çoğu kez örgüt gibi gösterilir. Herkes bu haberleri MİT'in ürettiğini bal gibi bilir. Ama ne yazanın yüzü kızarır bundan ötürü, ne de basanın...
Milli takım ruhu canlıdır. Oktay Ekşi gibileri örneğin, 18 Nisan günü, daha şehitlerin kanı kurumadan polisi tebrik eden ,"işte böyle olmalı "diyen bir gazeteci -polis tipidir bu. "Bir millet uyanıyor" diye çığırtkanlık eden dönek tipolojisidir!
Basın ve devlet gizli servisleri bir çok ülkede içiçedir. Ama basın ve devlet gizli servisleri en çok Türkiye'de içiçedir . Dünyanın her yerinde inkar edilen bu bağlantılar Türkiyede bir övünç kaynağıdır.
Kendi yüzleri, dilleri renkleri yoktur onların. .Resmidirler. Öyle ki, resmi gazete yanlarında hafif kalır. Öyle bir ülkedir ki Türkiye, bir akşam yemeğinde bir devlet büyüğünün on metre uzağında oturmuş olmak gazeteci için gurur vesilesidir, aradaki uzaklık ihalelerde elde edilecek kazançların miktarını belirler.
Böyle bir ülkedir Türkiye, Türk burjuva basını böyle bir basındır.
Aynı Babıali ağalarının bugün demokrasi şampiyonluğu yapıyor olmaları kimseyi şaşırtmasın. Bu durum onların yarın omzu kalabalık biri önünde eğilmelerinin hiç mi hiç engeli değildir.
Çizgi değişmiyor ve değişmeyecek.
Çizgi değişmiyor ve değişmez.
18 Nisan tarihli gazeteler ne tek örnektir, nede son örnek. Bir utanç belgesidir hepsi, yüz kızartıcıdır. Ve yarının devrimci iktidarının yüzkızartıcı yayınlar deposuna layıktır.
Ama bu öyle zor ki...O güne dek öyle çok utanç belgesi birikecek ki...


"BİR MİLLET UYANIYOR..."
GERÇEK VE SENARYO

İlginç soruları da beraberinde getiren ilginç bazı şeyler yaşanıyor son günlerde.
"Kürt Düşmanlığı" temelinde şövenist bir dalganın bir süredir kışkırtıldığı zaten biliniyordu. Önceki sayılarımızda bu konuda örnekler vermiş, şövenizmin zemin bulması olgusunu yetersiz de olsa çözümlemeye çalışmıştık. Ama daha farklı, daha düşündürücü şeyler de var bu günlerde ve yine sorular sorup yanıtlar bulma çabası zorunlu oluyor.
Örneğin devrimcilerin katledildiği son operasyonda uzun yıllardır tanık olunmayan bir şey yaşanıyordu. Çevreye bazı kalabalıklar toplanıyor, polis "alkışlanıyor", sloganlar atılıyor... Böyle bir garip durum. Şu ya da bu sayıda insan belki ama önemli değil, sonuçta kalabalıklar toplanıyor ve bir şeyler yapılıyor.
Tek bir olayla da kalmıyor, devam ediyor. Aşağı yukarı her olayda gazetelerde "halk polisi kutladı " ya da "halk teröristi linç ediyordu" gibilerden manşetler okuyoruz. Yine kalabalıklar var ve yine alkışlı -sloganlı gösteriler... Hatta bazen cesaret edip aykırı slogan atanların hırpalandığı oluyor. Daha da ilginci, gerekli gördüğünde adamı "el değmeden" paketleyip arabaya atan polis, nedense işi biraz ağırdan alıyor ve yakaladığı devrimcilere çevredeki kalabalığın hakaret etmesine, hatta saldırmasına izin veriyor. Yaralı yakalanmış devrimcileri böylece savunmasız olarak bir süre ortalıkta tutuyor.
Örneğin bir parti binası işgalinde benzeri şeyler yaşanıyor. Operasyon biraz gecikiyor, geciktiriliyor ve yine kalabalık toplanıyor, amigolar görevlerini ifa ediyorlar. Sonra binaya giriyor polis döve döve insanları dışarıya çıkarıyor ve tabii işi yine ağırdan alıp bazı şeylere fırsat yaratıyor.
Öte yandan bir korsan mitingte benzeri şeyler aynen tekrarlanıyor. "vatandaş -polis işbirliği" nin gözyaşartıcı örneklerini gazetelerden okuyoruz.
Sonra Trabzon'da bir Grup Yorum konseri ve çevrede toplanan, polisin "hoşgörü "gösterdiği gruplar...
Stadlarda ise bir garip hengamedir gidiyor...
Ülkenin "Tosun" tabir edilen en yetenekli lümpen -şairleri,yani amigolar yakası açılmadık sloganları üretip binlerce insana attırabiliyorlar.
Ve tabii bütün bunlar, cenazelerdeki polis sloganlarıyla bütünleşiyor.Toplumdan soyutlanmışlığın yarattığı moral çöküntüsü "vatandaş insiyatifi" ile bir şekilde giderilmeye çalışılıyor...
Ğerçekten ilginç soruları beraberinde getiriyor yaşanan süreç. Birden bir "milli duyarlılık " havası oluşuverdi ortalıkta ya da oluşturuldu, oluşturuluyor. Vurdumduymazlığı adamsendeciliği üzerine mizah öyküleri yazılan Türk insanının nasıl olup da böyle birlikte "tepkiler" koyabildiği gerçekten merak konusudur. Otobüste ayağına basan adama sesini çıkarmayan "evkaf memurunun", sokağındaki çukura düşüp ayağını kırdığı halde belediyeye dilekçe yazmaktan çekinen sessiz vatandaşın elde bayrak "milli takım" havasına girmesi nasıl açıklanabilir?
Senaryo kuşkusuz var. Çok net olarak görülüyor. TV'de konuşturulan bazı "vatandaşları" pratikte çalışan devrimciler 1.Şube'den iyi tanıyorlar. Bütün bunlar biliniyor.
Ama senaryo dendiğinde bunu çok daha geniş boyutta anlamak gerekiyor. Teknik deyimler bağışlansın, bu tür tek tek olaylardaki durumu daha çok "plan çekimi" diye adlandırmak mümkün. Gerçekte ve sözcüğün gerçek anlamdaki bütünsel senaryo ise, tek tek olayların ötesinde genel bir süreç için tasarlanmıştır. Ve uygulanıyor. Bir yerlerden akıllar-fikirler alınmıştır ve sistematik şekilde genel bir plan kotarılmaya çalışılmaktadır.
Belki belleklerde 12 Mart günleri uyanabilir. Köylerde "şaki" arama ve "şehir eşkiyası" ihbar yağmurları filan anımsanabilir. Ama bu kez söz konusu olan pek aynı şey değildir. O günlerde olanlar bir anlamda belki çok daha safça sayılabilir ve çok sınırlıdır; genel bir sempati dalgası altında boğulan olgulardır. Belki bazı yerlerde eski "Komünizmle Mücadele Dernekleri" döneminin izleri olarak daha iradi özellikler göstermiştir.
Bu gün çok daha net bir iradi çaba vardır. Adeta bir düğmeye basılmış havası seziliyor ortalıkta. Bir futbol maçını izlemeye oturmuş çeşitli politik düşüncelere sahip ya da düpedüz apolitik olan karmakarışık bir yığının Apo için sloğan atmak nereden aklına geliyor? Birden başlayan bu "polis sevgisi"nin kaynağı nerededir?
Tekil olaylardaki senaryo parçalarını geçelim. Bunun ötesinde genel bir senaryo var ve bu senaryo "İşte halk da lanetliyor" demogojisiyle, yılgın kuşağın "bu millete yaranılamaz" edebiyatını birlikte içeriyor. Sonuçta ortaya "halkla bütünleşmiş bir devletin üç beş teröristle mücadelesini" anlatan kötü bir yerli film çıkıyor ya da çıkması isteniyor. Esasen radikal politik mücadelenin kitlesel tabanını yok etmek ya da kitleselleşmesini önlemek, altını boşaltıp devlet terörünün önünde çıplak bırakmak son yıllardaki genel bir politika, bu biliniyor. 141-142 operasyonu ile başlayıp yeni hükümetin "demokrasi vaadleri" ile devam eden süreç bunun bir parçasıdır. Yukarıdaki senoryo unsurları böylece bir sürece ekleniyor ve onun tuzu biberi oluyor.
Şöyle bir tespiti yapmak gerekiyor; söz konusu olan yalnızca basit bir toplama-besleme kalabalık olayı değildir. Yanlızca MÇP güruhunun kulanılması da değildir . Bütün bunlar var, kışkırtma ve amigoluk unsurları da var. Ama bunlar sorunun yanlızca bir yanını oluşturuyor ve salt bu kadarla bıraktığımızda olayı tam kavrayamamış oluyoruz.
İşin bir başka yönü "halk " dediğimiz, çoğu kez kendi tanımından-çercevesinden kayan şu şekilsiz kavramla ilgili. Çerçevenin kayması, onun homojenliği üzerine tek tek marksistlerde olmayan ama hepsinde de gizil olarak yaşayan yanılsamaya denk düşüyor. Daha teorik bir deyimle, popülizme uzanan bir etkilenim bu. Bazen bilimsel-sınıfsal ölçütleri gölgeleyip karartan fazlasıyla genel bir "halkımız" deyimi var ki üzerinde durulması gerekiyor. Karşımızda sütten çıkmış bir kaşık, zemzemle yıkanmış bir kutsal sahabeler topluluğu bulunmuyor. Sınıflara bölünmüş, ama onunda ötesinde medyanın saldırısı altında yanlış bilincin etkisiyle çarpılmaya uğrayarak yanlış bölünmeleri yaşayan bir yığın var. Çarpık bir bölünüş bu. Halk denilen yığının mevcut düzenle şu ya da bu ölçüde çelişkisi olan insanlardan oluştuğu ama bu insanların da kendi içlerinde çeşitli sınıf ve katmanlara ayrıldığı ,dolayısıyla politik tutumlarının da aynı olmadığı, kuşkusuz her devrimci tarafından biliniyor. Ama güncel politikada bazı şeyleri açıklarken salt klasik sınıf saptamaları da yetmiyor. Çünkü sınıflar ve katmanların varlığı kendiliğinden bir şekilde bu sınıf ve katmanların üyelerinin bulundukları pozisyona göre davranmalarını getirmiyor. Sınıfsal konumlar ile güncel politikadaki davranış biçimleri böyle birebir ilişki içinde bulunmuyor. Çünkü bu sürece devletin ideolojik aygıtının müdahalesi sözkonusu ve süreç yoğun bir bombardıman altında eğilip bükülüyor, çarpılıyor. Ve zaten burjuva politikasının özünü de (özellikle bu günkü konjonktürde) insanların konumlarından farklı şekilde, global tarzda düşünmelerinin sağlanmasıdır. Medya dünyası insan zihnine saldırıyor ve çarpık bir bölünüşe yol açıyor. Dolayısıyla , halk denilen o geniş yığın karmakarışık tepkilerin bir toplamı halinde karşımıza çıkıyor.
Bu toplam içinde çok değişik ögeler var. Bunu anlamak gerekiyor.
Yani devrimcileri desteklemeyi gelenek sayan aileleri, mitinglere katılan 60 yaşında insanları, pekala rahat bir yaşam sürdürebileceği halde ömrünü komünizme adamış bireyleri nasıl olağan karşılıyorsak, bir yığın insanın karşıt tepkisini yada tepkiye alet edilişini de (olağan karşılamak değil ama) anlayabilmek ve çözümleyebilmek gerekiyor. Dönüştürebilmenin yolu anlamak ve çözümlemekten geçiyor çünkü.
Oligarşinin senaryosu, her yolla zihnine saldırdığı insanları "amigoluk" unsurunu da kullanarak çarpık politik tutumlara yöneltmek ve böylece radikal mücadelenin altını boşaltmaktır. Devrimci hareket ise tam bu sürece müdahale etmekle yükümlü bulunuyor.
Ayrıca başka şeyleri de gözönüne almak gerekiyor.
Aykırı olmak her zaman zordur. Düzen karşıtı tepkiyi ifade etmek her zaman riziko taşır. Örneğin bir otobüs dolusu insan içindeyseniz ve çoğunluk bir olaydan ötürü devrimcilere sövüyorsa sizin karşıt tepkinizi ortaya koymanız rizikolu bir iştir. Oysa kolayı, rağbet göreni ve teşvik edileni üstelik rizikosuz olanı Apo'ya ağız dolusu sövmektir. Yani bazı şeylerin söylenmesi devlet terörüyle, bazı şeylerin söylenmesi ise şefkatle karşılanıyorsa, bunun özellikle tuzu kuru orta sınıflarda yankı bulması çok anormal değildir. Orta sınıfların ve genelde sıradan -küçük insanın genel eğilimi güçlüden, güçten yana olmak biçiminde tezahür eder. Güç dengelerinin değişimi, hem konjektürel olarak değişimi, hem de anlık olaylarda değişimi bir çok şeyi etkiler. Başarılı bir katliam operasyonu izleyenlerin tepkisi ile, başarılı bir devrimci eylemi izleyenlerin tepkisi (genel ortamın niteliğine bağlı olarak ) çok farklı olabiliyor, çok farklı olduğu gözlenmiştir de.
Genel ortamın, politizasyonun aldığı biçimin büyük etkileri var; sürekli olmayan oynak kitle psikolojisinin de sanıldığından büyük etkisi var. Beş dakika önce yürüyen işçileri alkışlayan vatandaşın, beş dakika sonra aynı işçileri coplayan polisi alkışlaması görülmüştür, görülebiliyor. Zaten bunu çok orijinal bir olgu da saymamak gerekiyor. Bu günkü durumun orijinalitesi, olaya hem basit anlamda (olay yerinde düzenleme anlamında) senaryo unsurunun, hemde genel anlamda (bir süreç olarak planlanması anlamında )senaryo unsurunun daha fazla girmiş olmasıdır.
Genel ortam dediğimiz şeyi iyi kavramak gerekir. Örneğin muhbirlik kurumu hiç bir zaman eğemen sınıf üyeleri üzerine kurulan bir kurum değildir; onlar üç aylık askerliğe bile gitmemek için rapor uydururlar. Muhbirlik "halkımız" denilen o yığının içinde bir olgudur. Ortamla ilgilidir. Proletarya dahil her sınıf içinde karmaşık durumlar yaşanır, saf unsurlar yoktur hiç bir zaman. '80 öncesinde devrimci hareketin etkin olduğu bir çok yörede, mahallede sonradan yoğun bir muhbirlik ağının oluşabilmesi tamamen ortamla ilgilidir. Gücün (ve tabiki korkunun) tek yönlü olduğu koşullarda bataklık büyümüş genişlemiştir.
Dolayısıyla ,oynanan oyunun, çizilen senaryonun bozulabilmesi, dalganın karşılanabilmesi ,esas olarak siyasal ortamın dengelerinin değiştirilmesine bağlıdır. Devrimci hareketin kendini kitlelerin içinde üreterek hatırısayılır bir güç haline gelmesi, bu gücü politika sahnesine dikmesi kışkırtıcı faaliyetin önüne gerçek bir engel olacak, gücün karşısına konulan güç, kitle psikolojisini yeniden biçimlendirecektir.
Ve kuşkusuz, kaba güç değil. Devrimci hareket radikal politik mücadele ile kitlesellik kapılarını zorlamalı, kitleler içinde bir somut güç haline gelmelidir. "En büyük Türk polisi" diye bağıran insanla, "yazık oldu çocuklara" diyen insan arasında sanıldığı kadar kalın bir çizgi olmadığı bilinmelidir. İkiside sıradan vatandaşın olayı kendine dışlaştırması, kendinden uzak tutması anlamına geliyor. İkinci durumda da bir içselleşme, kapsama durumu yaşanmıyor. İşte sorun tam buradadır. Devrimci hareket kendini, çalışan kesimlerin ve proletaryanın içinde içsel bir olgu kılmak, bunun frekanslarını yakalamak zorundadır.

VE, SAHNEDE KAMİL DEDE...

Devrimcilerin katletildiği operasyonlar bitince, sevinç çığlıklarıyla havaya şarjörler boşaltılınca her şey bitmiş olmuyor.
Sonra ortaya başkaları çıkıyor.
Tuhaf bir grup insan var Türkiye'de. Bunlar vaktiyle hasbelkader THKP-C bünyesinde bulunmuş, sonra " halkın yolları" ndan geçerek "Aydınlık" a ulaşmış bir vatandaş topluluğudur. Ve kendilerine "bireysel terörü eleştirme uzmanlığı" , "THKP-C uzmanlığı" misyonu biçmişlerdir. Pek sevdikleri bir iştir bu. Otururlar, " THKP-C'nin Doğuşu Ve İlk Eylemleri" gibi kitaplar yazarlar. Hafızalarını zorlarlar. Mahir'in THKP tüzüğünü nasıl iki günde yazdığını (ne büyük ciddiyetsizlik !), Ulaş' ın Maltepe tünelindeki ilk başarısızlıkta nasıl ağladığını ... ve daha biryığın ayrıntıyı anımsarlar ve yazarlar. Genç insanlara THKP-C'nin " öyle pek gözde büyütülecek bir şey" olmadığını ibret dolu kıssalarla anlatmaya çalışırlar.
İşleri budur ve işlerini severler.
17 Nisan'ın arkasından da yine işlerini anımsadılar, böyle tarihi fırsatları kaçırmayı hiç istemezler.
2000'E DOĞRU'nun 26 Nisan sayısında önce imzasız bir yazıyla başlanıyor. "Kitlelerden kopuk bireysel terörizm" üzerine alıştığımız, bildiğimiz şeyler yineleniyor.
Sonra sazı Kamil Dede alıyor... Şu sözünü ettiğimiz insan grubundan biri...
Kamil Dede, önce işçi sınıfı adına silahlı eylemcilere şöyle bir "dur!" ihtarı çekiyor. Sonra -adet olduğu üzere- teorik tahlillere girişiyor. Mahir Çayan'dan çalışma tarzı üzerine (büyük olasılıkla '70 te de hiç anlayamadığı) sözler aktarıyor. Sonra bir "öncü savaşçı" tanımı yapıyor: "Öncü savaşçı,emekçi kitlelerin içine girmez, onları hak ve istemleri etrafında örgütleyerek siyasi hedefe yönlendirmez. Çünkü o, revizyonist, pasifist değil devrimci'dir."
Böylece büyük bir yorum becerisi gösterdikten sonra ( kabul etmek gerekiyor, tahrifat da bir beceri işidir) sıra akıl vermeye geliyor:
"Öncülük akıl işidir" diyor Kamil Dede. Ve tabii akıllı bir insan olarak da "döne döne yanlışlığı kanıtlanmış bir çizginin" hala taraftar bulup sürdürülmesi onu şaşırtıyor.
Çaresiziz, bu şaşkınlık ve üzüntüyü gidermek için elimizden bir şey gelmez... Maalesef (!) Türkiye'de silahlı mücadele çizgisi var ve olacak. Ve -kuşkusuz doğru taktiklerle,doğru anlayışlarla yürütülüp yürütülmemesine bağlı olarak- zafer de kazanacak. Kamil Dede ve içinde bulunduğu malum gelenek beğense de beğenmese de bu böyle olacak.
Çünkü, herkes Kamil Dede değil, bütün mesele işte buradadır. Devrimciler, örgütlerinin yediği darbelerden sonra, iradelerini iki misline çıkarıp yeniden inşaya girişmek gibi bir alışkanlığa sahiptirler. İlk darbede sağ şeride geçip,yuvarlana yuvarlana pasifist-ihbarcı bir geleneğe kadar kaymak devrimcilerin alışkanlıkları arasına yer almıyor.
İşte bütün mesele budur.
Gerçekten bu bir gelenek farkıdır.
Ve en iyisi, herkesin kendi işine bakmasıdır. Devrimciler birbirlerini düzeyli bir platformda eleştirirler, tartışırlar, bazen kavga da ederler. Bunlar bizim sorunumuzdur.
Kamil Dede ve benzerleri bu bahiste "üçüncü şahıs" durumundadırlar, ortada onları ilgilendiren bir şey yoktur.
En iyisi bu, herkesin kendi işine bakması.
Gerçekten, en iyisi bu...

 


 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92